Soru: Allah’ın (c.c) kâinatı birden yaratmayıp da, yaratma sürecini altı güne yaymasının hikmeti nedir?
Cevap: Öncelikle yaratmanın manasını bilmek lâzımdır. “Halk” kelimesi Arapça’da, Türkçemizdeki yaratmanın karşılığıdır. “Halk” dediğimiz zaman, biz umumiyet itibariyle bir şeyin temel maddelerini, materyalini, asli zerrelerini ve sonra terkibini hepsini yaratmayı kastederiz.
Allah"ın çeşit çeşit yaratmaları vardır. Bir, temel unsurlarıyla yaratır. İki, yarattığı şeyleri ibdâ ve inşâ tarîkiyle yapar. Allah"ın bu ikinci derecede yaptığı şey devam etmektedir. “Külle yevmin hüve fî şe’n (Allah her an yaratmaktadır)”. (Rahman Suresi, 29/55) Her saniye güneşte beş yüz altmış dört milyon ton hidrojeni helyuma döndürmektedir. Her saniye küre üzerinde bir sürü ışık yaratmaktadır. Her saniye bu ışıklara müvekkel bir sürü melâike yaratmakta, her saniye sistemleri ayrı bir görünüme, ayrı bir tezahüre mazhar etmektedir. Bu tasarruflardan da anlaşıldığı gibi esasen Allah’ın kudretinin her şeye yettiğinde hiçbir şüphe yoktur. Yani O, bir çiçekle bir baharı aynı kolaylıkla yaratabilir. Ve dünyayı altı günde değil de bir anda da yaratabilirdi.
Demek ki, “Fa’âlün limâ yürîd” olan Allah, daima Fa’âl, daima Hallâk’tır. Yaratma işini bitirmiş, kanunlara, sistemlere, tabiattaki prensiplere terk etmiş değildir.
Cenab-ı Hakk, kâinatta icraatının cereyan ettiği hadiseleri, esbabı perde yaparak yapıyor. Âlem-i şahadete müteallik her mesele kâinatta cereyan ederken, perde ile cereyan ediyor. Güneşlerin, sistemlerin, küre-i arzın ve semaların yaratılması âlem-i şahadete (görünen aleme) mahsus bir şeydir. Âlem-i şahadete taalluk eden her şeyi Allah (celle celâlühû) perde ile yaratıyor. Yani sebepler Allah"ın icraatına perde oluyor.
Meselâ bu âleme taalluk ettiği için Cenâb-ı Hakk, isterse, hiç bir zamana tâbî tutmadan güneşin içindeki bu infilâkları, hidrojenin helyuma dönmesi meselesini bu zaman parçası içinde değil de, daha kısa zamanda yapar. Ama sebepler dairesinde, belli güce sahip olan, şu kadar merkezî bir çekim gücü bulunan, şu kadar merkezkaç durumu olan bir şeyde, şu kadar hidrojen, şu kadar helyuma dönecektir.
Cenabı Hak belli prensipler vaz etmiştir. Bu prensipleri Allah koymasaydı, ilimler meydana gelemeyecekti. Eğer böyle sabit prensipler olmasaydı ne atom bombası patlatılabilirdi, ne de uranyumun hakkından gelinebilirdi. Bunun için sabit prensiplerin olması zorunludur.
İşte bu sabit prensipler yani fiziğin, kimyanın, atom fiziğinin, astronominin rahatlıkla ilim olarak tekevvün etmesi, kitaplara girmesi ve onun talebelere anlatılması için bunların belli kanun ve prensiplere bağlanması gerektir.
Meselâ aksini düşünelim. Allah -celle celâlühû- ben şu semaları yıktım dese, o semalar hemen yıkılır. Hemen yaptım dese, fevkalâdeden yine meydana gelir. Küre-i arz, hâlihazırdaki şekle gelsin dese gelir. Fakat, hiç bir kanun ve prensibe bağlı olmayan küre-i arzın böyle gitmesinden, gelmesinden ayın denizlere tesir etmesinden, meddinden ve cezrinden hiç bir kanun çıkarılamayacaktır.
Binaenaleyh şu âlem-i şehadet ve tasavvufi dille âlem-i kevn-u fesatta değişip duran her şey, esbap perdesi arkasında olmaktadır. Allah izzet ve azametine perde yaptığı bu sebepleri ilk yaratılışta vaz’ etmiştir. Bu prensiplere tutunarak küre-i arzın ve güneşlerin ne zaman yaratıldığı hakikatine gidilebilir.
İkinci olarak Allah -celle celâlühû-, yapacağı her şeyi mehille yapar ve bununla da insanlara ders verir. Her şey belli bir seyir takip ettikten sonra kemâle erer. Birden bire bir kemâl olmaz. Bu prensibi sabit olarak vaz’ etmiştir. Onun için bir çocuk birden bire hemen büyük adam hüviyetine gelemez. İnsanlarda fikren, ruhen bir tekâmül olabilir. Fakat insanları birden bire kemâle erdirmek için onlara dış bir müdahale yapılsa hepsi ölecektir. Aynen öyle de insanların iç ve dış yapısı belli bir seyir takip ederek kemâle, olgunlaşmaya doğru gitmektedir.
Allah celle celâlühû- kâinatın yaratmasını belli bir süreye yayarak işte bize bunu gösteriyor. Acele etmeden böyle aheste aheste, mehilli bu işleri takip ettiğini gösteriyor. Ahlâk-ı âliyey-i ilâhîye ile ahlâklanıp, kendisi gibi hareket etmemizi bizden istiyor. Yani böyle hareket ederseniz maksadınıza ulaşırsınız diyor.
Son olarak şöyle bir hikmet daha gösterilebilir: Allah"ın en küçük âlemi yaratmasında kendi azamet ve ulûhiyetinin görünmesi bakımından, ayrı bir husus vardır, insanın yaratılmasında ayrı bir husus vardır, meleğin yaratılmasında ayrı bir husus vardır. Kâinatların, sistemlerin, nebülozların yaratılmasında da ayrı bir husus vardır.
Bu da ancak o büyük nebülozların, o ateş parçalarının, sıvı halindeki o gazların meydana gelmesi, azamet ve ulûhiyeti gösterir. Meselâ, bu sistemlerin şu haldeki şekle gelebilmesi için trilyonlarca sene takip ettiği bir yol vardır. İşte bu yolda Allah -celle celâlühû- daima zat, sıfat ve esmasına ait ayrı ayrı manaları müşahede etmiştir.
Bir diğer husus, kâinat bir ağaç halinde meydana gelmiştir. Ağaç biter, büyür sonra meyve verir. Bize göre semere, bizim istifademize baktığı için faydalıdır. Halbuki o ağacın her döneminde Allah"a bakan yönleri de vardır. Veya bizim meyveye baktığımız gibi Allah her dönemde o ağaca bakar. Meyve bizim için nasıl mühimdir, ondan istifade ediyoruz. Azamet ve ulûhiyetini göstermesi bakımından, tohumun rüşeymini çıkarması gibi faaliyetler de Allah için o kadar mühimdir.
Hülâsay-ı kelâm bir şeyin insana bakar gayesi, hikmeti bir ise, Hâlik"e bakan bindir. Allah eşyayı kendi ulûhiyet ve rububiyetinin tezahürü için yaratmıştır. Fakat Hakîm olan Allah -celle celâlühû- bu arada bin türlü iş de çevirmiş, bin türlü iş de yapmıştır. Bunlardan bir tanesi de bizim maslahatlarımıza, bizim için fayda sayacağımız şeylere bakıyor.
İşte bunun için Cenab-ı Hakk, kâinatı İlâhî ve Kur’ânî gün olarak altı günde yaratmıştır.
Cevap: Öncelikle yaratmanın manasını bilmek lâzımdır. “Halk” kelimesi Arapça’da, Türkçemizdeki yaratmanın karşılığıdır. “Halk” dediğimiz zaman, biz umumiyet itibariyle bir şeyin temel maddelerini, materyalini, asli zerrelerini ve sonra terkibini hepsini yaratmayı kastederiz.
Allah"ın çeşit çeşit yaratmaları vardır. Bir, temel unsurlarıyla yaratır. İki, yarattığı şeyleri ibdâ ve inşâ tarîkiyle yapar. Allah"ın bu ikinci derecede yaptığı şey devam etmektedir. “Külle yevmin hüve fî şe’n (Allah her an yaratmaktadır)”. (Rahman Suresi, 29/55) Her saniye güneşte beş yüz altmış dört milyon ton hidrojeni helyuma döndürmektedir. Her saniye küre üzerinde bir sürü ışık yaratmaktadır. Her saniye bu ışıklara müvekkel bir sürü melâike yaratmakta, her saniye sistemleri ayrı bir görünüme, ayrı bir tezahüre mazhar etmektedir. Bu tasarruflardan da anlaşıldığı gibi esasen Allah’ın kudretinin her şeye yettiğinde hiçbir şüphe yoktur. Yani O, bir çiçekle bir baharı aynı kolaylıkla yaratabilir. Ve dünyayı altı günde değil de bir anda da yaratabilirdi.
Demek ki, “Fa’âlün limâ yürîd” olan Allah, daima Fa’âl, daima Hallâk’tır. Yaratma işini bitirmiş, kanunlara, sistemlere, tabiattaki prensiplere terk etmiş değildir.
Cenab-ı Hakk, kâinatta icraatının cereyan ettiği hadiseleri, esbabı perde yaparak yapıyor. Âlem-i şahadete müteallik her mesele kâinatta cereyan ederken, perde ile cereyan ediyor. Güneşlerin, sistemlerin, küre-i arzın ve semaların yaratılması âlem-i şahadete (görünen aleme) mahsus bir şeydir. Âlem-i şahadete taalluk eden her şeyi Allah (celle celâlühû) perde ile yaratıyor. Yani sebepler Allah"ın icraatına perde oluyor.
Meselâ bu âleme taalluk ettiği için Cenâb-ı Hakk, isterse, hiç bir zamana tâbî tutmadan güneşin içindeki bu infilâkları, hidrojenin helyuma dönmesi meselesini bu zaman parçası içinde değil de, daha kısa zamanda yapar. Ama sebepler dairesinde, belli güce sahip olan, şu kadar merkezî bir çekim gücü bulunan, şu kadar merkezkaç durumu olan bir şeyde, şu kadar hidrojen, şu kadar helyuma dönecektir.
Cenabı Hak belli prensipler vaz etmiştir. Bu prensipleri Allah koymasaydı, ilimler meydana gelemeyecekti. Eğer böyle sabit prensipler olmasaydı ne atom bombası patlatılabilirdi, ne de uranyumun hakkından gelinebilirdi. Bunun için sabit prensiplerin olması zorunludur.
İşte bu sabit prensipler yani fiziğin, kimyanın, atom fiziğinin, astronominin rahatlıkla ilim olarak tekevvün etmesi, kitaplara girmesi ve onun talebelere anlatılması için bunların belli kanun ve prensiplere bağlanması gerektir.
Meselâ aksini düşünelim. Allah -celle celâlühû- ben şu semaları yıktım dese, o semalar hemen yıkılır. Hemen yaptım dese, fevkalâdeden yine meydana gelir. Küre-i arz, hâlihazırdaki şekle gelsin dese gelir. Fakat, hiç bir kanun ve prensibe bağlı olmayan küre-i arzın böyle gitmesinden, gelmesinden ayın denizlere tesir etmesinden, meddinden ve cezrinden hiç bir kanun çıkarılamayacaktır.
Binaenaleyh şu âlem-i şehadet ve tasavvufi dille âlem-i kevn-u fesatta değişip duran her şey, esbap perdesi arkasında olmaktadır. Allah izzet ve azametine perde yaptığı bu sebepleri ilk yaratılışta vaz’ etmiştir. Bu prensiplere tutunarak küre-i arzın ve güneşlerin ne zaman yaratıldığı hakikatine gidilebilir.
İkinci olarak Allah -celle celâlühû-, yapacağı her şeyi mehille yapar ve bununla da insanlara ders verir. Her şey belli bir seyir takip ettikten sonra kemâle erer. Birden bire bir kemâl olmaz. Bu prensibi sabit olarak vaz’ etmiştir. Onun için bir çocuk birden bire hemen büyük adam hüviyetine gelemez. İnsanlarda fikren, ruhen bir tekâmül olabilir. Fakat insanları birden bire kemâle erdirmek için onlara dış bir müdahale yapılsa hepsi ölecektir. Aynen öyle de insanların iç ve dış yapısı belli bir seyir takip ederek kemâle, olgunlaşmaya doğru gitmektedir.
Allah celle celâlühû- kâinatın yaratmasını belli bir süreye yayarak işte bize bunu gösteriyor. Acele etmeden böyle aheste aheste, mehilli bu işleri takip ettiğini gösteriyor. Ahlâk-ı âliyey-i ilâhîye ile ahlâklanıp, kendisi gibi hareket etmemizi bizden istiyor. Yani böyle hareket ederseniz maksadınıza ulaşırsınız diyor.
Son olarak şöyle bir hikmet daha gösterilebilir: Allah"ın en küçük âlemi yaratmasında kendi azamet ve ulûhiyetinin görünmesi bakımından, ayrı bir husus vardır, insanın yaratılmasında ayrı bir husus vardır, meleğin yaratılmasında ayrı bir husus vardır. Kâinatların, sistemlerin, nebülozların yaratılmasında da ayrı bir husus vardır.
Bu da ancak o büyük nebülozların, o ateş parçalarının, sıvı halindeki o gazların meydana gelmesi, azamet ve ulûhiyeti gösterir. Meselâ, bu sistemlerin şu haldeki şekle gelebilmesi için trilyonlarca sene takip ettiği bir yol vardır. İşte bu yolda Allah -celle celâlühû- daima zat, sıfat ve esmasına ait ayrı ayrı manaları müşahede etmiştir.
Bir diğer husus, kâinat bir ağaç halinde meydana gelmiştir. Ağaç biter, büyür sonra meyve verir. Bize göre semere, bizim istifademize baktığı için faydalıdır. Halbuki o ağacın her döneminde Allah"a bakan yönleri de vardır. Veya bizim meyveye baktığımız gibi Allah her dönemde o ağaca bakar. Meyve bizim için nasıl mühimdir, ondan istifade ediyoruz. Azamet ve ulûhiyetini göstermesi bakımından, tohumun rüşeymini çıkarması gibi faaliyetler de Allah için o kadar mühimdir.
Hülâsay-ı kelâm bir şeyin insana bakar gayesi, hikmeti bir ise, Hâlik"e bakan bindir. Allah eşyayı kendi ulûhiyet ve rububiyetinin tezahürü için yaratmıştır. Fakat Hakîm olan Allah -celle celâlühû- bu arada bin türlü iş de çevirmiş, bin türlü iş de yapmıştır. Bunlardan bir tanesi de bizim maslahatlarımıza, bizim için fayda sayacağımız şeylere bakıyor.
İşte bunun için Cenab-ı Hakk, kâinatı İlâhî ve Kur’ânî gün olarak altı günde yaratmıştır.