Mezheb ve imam ne demektir?
Zehebe fiilinden ism-i mekân olan mezheb, gidilecek bir yol ve imam da büyük bir çoğunluk tarafından önder, otorite kabul edilip kendisine tabi olunan ve ictihadları ile amel edilen müctehîd demektir. Biri itikadda ve diğeri amelde (uygulamada) olmak üzere iki çeşit mezheb vardır.
İtikadda mezheb
Her çağda yeryüzündeki müslümanların ezici çoğunluğu itikadda (inançta) “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat” mezhebine tâbidir ve bu mezhebin imamları, İmâm-ı Muhammed Mâtürîdî ile İmâm-ı Ebu’l-Hasen el-Eşarî hazretleridir.
“Ehl-i sünnet ve’l-cemaat”, Peygamberimiz (s.a.v.) in ve “Selef-i sâlihîn” in (ashâb-ı kiramın ve tâbiinin) yoludur. Bu nedenle bu yolda olanlara Fırka-i Nâciye (kurtuluşa eren fırka) ve bu yolun dışında kalanlara da Fırâk-ı Dâlle (sapık fırkalar) denir.
Amelde mezheb
İtikadda Ehl-i sünnet’e tâbi olan müslümanların ameldeki (uygulamadaki) mezhebleri de Hanefî, Mâlikî, Şâfî ve Hanbelî mezhebleridir. Bu mezheblerin imamları “müctehidîn-i mutlak” derecesinde (en üst düzeyde) müctehid olan, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik İbni Enes, İmâm-ı Muhammed eş-Şafî ve İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel hazretleridir. Bu dört mezhebin dışında başka mezheb ve başka müctehid yok mu? Tabii ki var. Çünkü sahâbelerin hepsi, tâbiinin çoğu ve tebe-i tâbiinden de bazıları müctehid idiler. Özellikle Hulefâ-i Râşidîn (dört halife), Muaz İbni Cebel, Selmân-ı Fârisî, Ebü’d-Derdâ, Abdullah İbni Mes’ûd, Abdullah İbni Ömer, Abdullah İbni Abbas ve Abdullah İbni Amr gibileri, ictihad açısından sahâbeler arasında biraz farklı konumda olmakla birlikte, Sahâbelerin hepsi müctehid olduğu ve her müctehide ancak kendi ictihadı ile amel etmesi vâcib olduğundan, sahâbelerin kendi aralarından birine tâbi olmaları ve onun yolunu mezheb edinmeleri düşünülemez.
Tâbiin ve tebe-i tâbiin içinde de başta “Fukahâ-i seb’a” denilen yedi büyük müctehid olmak üzere Süfyân-ı Sevrî, Abdurrahmân-ı Evzâî, İbrahim Nehâî, Dâvûd-i Zâhirî, İbn-i Ebî Leylâ, Amr İbn-i Hâris, Ebû Sevrî Bağdâdî ve İbn-i Huzeyme gibi büyük müctehidler ve her müctehidin doğal olarak pek çok tâbileri ve mezhebleri vardı.
Ancak bunların ictihadları ve mezheblerinin genel kuralları yazıya dönüştürülüp kitap haline getirilmediğinden, tâbilerinin ölümü ile zamanla mezhebleri unutuldu ve uygulayanları kalmadı.
Tâbiinden İmâm-ı Ebû Hanife, tebe-i tâbiinden İmâm-ı Mâlik ile İmâm-ı Şâfiî ve etbâ-i tebe-i tâbiinden İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel’in ictihadları ve mezheblerinin genel kuralları ise ilâhî lütuf olarak talebeleri tarafından yazılıp kitap haline dönüştürüldüğünden,
“Ehl-i sünnet ve’l-cemaat” inancı altında birleşen müslümanlar, bin küsür yıldan beri bu dört büyük müctehidden birine ve onun mezhebine bağlı olarak yaşamakta ve ibâdetlerini tâbi oldukları mezhebin kurallarına göre yapmaktadırlar.
Asr-ı saadetten uzaklaştıkça, sahâbe, tâbiin ve tebe-i tâbiin gibi dinin canlı şâhitleri kalmayınca ve meselelerin kökenine direk olarak inilemeyince, doğal olarak ictihad kapısı kapandığından, Bu dört müctehidden sonra gerçek bir müctehid ortaya çıkmadığı gibi Hz. Mehdi hariç kıyâmete kadar da çıkmayacağından, müslümanlar tâbi oldukları müctehidlerin değerini iyi bilmeli ve herkes dedikoduyu bırakıp mezhebinin kurallarını güzelce öğrenmeye özen göstermelidir.
Müslümanların bu dört mezhebden birine tâbi olmaları zorunlu mu?
İmâm-ı Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfî ve İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel’in yaşadıkları dönem, İslâm’ın yeryüzüne egemen olduğu, Kur’an’daki ilâhî kanunların uygulandığı ve dinin tüm ayrıntıları ile yaşandığı bir dönemdi.
Sahâbelerin yetiştirdiği tâbiin ve tâbiinin yetiştirdiği tebe-i tâbiinin pek çoğu hayatta idi. Asr-ı saadetin ruhsal heyecanı, cihad rûhu devam ediyordu ve gündemleri Kur’an ve sünnetti.
Binlerce tefsir, hadis ve fıkıh âlimlerinin, yüzlerce müctehidlerin ve binlerce ictihad derecesine yakın âlimlerin yaşadığı ve sokakta oynayan çocukların bile günümüzde ekranların başında fetva veren hocalardan daha bilgili olduğu bir dönemdi.
İşte! Bu dört imam, ilmin en parlak döneminde ortaya çıkıp parlamışlar ve o ortamda kendilerini kabul ettirmişlerdir. İctihadları ile ilgili gerekçeleri, senetleri, şerî delilleri ve şerî delillerinin sıhhati didik didik aranmış, tartışılmış ve o dönemin ilmî otoritelerince kabul edilmiştir.
Yüce Allah buyuruyor:
Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun. (Enbiyâ, 7)
Allah (c.c.) bu âyet-i kerîmede “Eğer bilmiyorsanız” yani ictihad yapabilecek ilim, kaynak ve fıtrî yeteneklere sahip değilseniz, “zikir ehline” yani Allah’ı her an anan, ibâdetlerini düzenli bir şekilde yapan ve haramlardan kaçınan takvâ sahibi müctehidlere sorun buyuruyor.
Kur’an-ı kerîm’deki her kelimenin kökenini ve anlamını didik didik araştırıp tefsir ilminde otorite olan Fahreddîn-i Râzî, Âlûsî, Kâd-ı Beydâvî ve Nesefî gibi yüzlerce müfessirler,
Yüz binlerce hadîs-i şerîfi metin ve senetleri ile ezbere bilen ve senetleri yani hadîs-i şerifleri rivayet eden kişileri tek tek araştırıp üzerine sahih dir damgasını vuran binlerce hadis imamları, Abdülkâdir Geylânî, Cüneyd-i Bağdâdî, Bayezîd-i Bistâmî, İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Rabbânî gibi ilim ve velâyette en üst derecelere ulaşan binlerce evliyalar, kırklar, yediler ve kutuplar,
Ayrıca bin küsür yıldan beri bu fâni dünyaya gelip geçmiş milyonlarca âlimler, hacılar, hocalar ve milyarlarca müslümanlar, İmâm-ı Ebû Hanîfe’nin, İmâm-ı Mâlik’in, İmâm-ı Şâfî’nin ya da İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel’in mezhebine tâbi olurken, bizim onlardan ayrılıp mezhebsiz olmamız ve mezheb dışı kalmamız apaçık bir sapıklık ve sonu hüsran (zarar) dır.
Yüce Allah buyuruyor:
Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra peygambere karşı tavır koyar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola tâbi olursa, onu o yolda bırakırız. Sonra cehenneme atarız. O ne kötü gidilecek bir yerdir. (Nisâ, 115)
Ekranların başına geçip mezhebleri, müctehidleri hatta peygamberi dışlayanlar ve şeytan gibi “Ben ondan hayırlıyım” diye müctehidlik taslayanlara karşı Allah (c.c.) bizi uyarıyor ve “Kim (bin küsür yıldan beri milyarlarca) mü’minlerin yolundan (ayrılıp)
başka bir yola tâbi olursa, onu o yolda bırakırız (hidâyet etmeyiz). Sonra cehenneme atarız” buyuruyor.
TELFİK YASAKTIR
Bir zorunluluk olmadığı halde kendi mezhebini bırakıp başka mezheblere uymaya ve keyfine göre hareket edip, şu işi filân mezhebe ve bu işi filân mezhebe göre yapmaya telfik denir. Telfik dört mezhebde de yasaklanmıştır. Keyfine göre hareket eden ve dilediği mezheblerden dilediği kolaylıkları seçen kimse, gerçekte Yüce Allah’ın “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun” emrine değil de nefsine uyduğu için telfik şiddetle yasaklanmış ve mezhebsizliğin başı sayılmıştır.
Telfik, mezhebsizliğin başı olduğu gibi mezhebsizlik de dinsizliğin başıdır ve bu yola girenlerin sonu dünya ve âhirette hüsran (zarar) dır.
Zehebe fiilinden ism-i mekân olan mezheb, gidilecek bir yol ve imam da büyük bir çoğunluk tarafından önder, otorite kabul edilip kendisine tabi olunan ve ictihadları ile amel edilen müctehîd demektir. Biri itikadda ve diğeri amelde (uygulamada) olmak üzere iki çeşit mezheb vardır.
İtikadda mezheb
Her çağda yeryüzündeki müslümanların ezici çoğunluğu itikadda (inançta) “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat” mezhebine tâbidir ve bu mezhebin imamları, İmâm-ı Muhammed Mâtürîdî ile İmâm-ı Ebu’l-Hasen el-Eşarî hazretleridir.
“Ehl-i sünnet ve’l-cemaat”, Peygamberimiz (s.a.v.) in ve “Selef-i sâlihîn” in (ashâb-ı kiramın ve tâbiinin) yoludur. Bu nedenle bu yolda olanlara Fırka-i Nâciye (kurtuluşa eren fırka) ve bu yolun dışında kalanlara da Fırâk-ı Dâlle (sapık fırkalar) denir.
Amelde mezheb
İtikadda Ehl-i sünnet’e tâbi olan müslümanların ameldeki (uygulamadaki) mezhebleri de Hanefî, Mâlikî, Şâfî ve Hanbelî mezhebleridir. Bu mezheblerin imamları “müctehidîn-i mutlak” derecesinde (en üst düzeyde) müctehid olan, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik İbni Enes, İmâm-ı Muhammed eş-Şafî ve İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel hazretleridir. Bu dört mezhebin dışında başka mezheb ve başka müctehid yok mu? Tabii ki var. Çünkü sahâbelerin hepsi, tâbiinin çoğu ve tebe-i tâbiinden de bazıları müctehid idiler. Özellikle Hulefâ-i Râşidîn (dört halife), Muaz İbni Cebel, Selmân-ı Fârisî, Ebü’d-Derdâ, Abdullah İbni Mes’ûd, Abdullah İbni Ömer, Abdullah İbni Abbas ve Abdullah İbni Amr gibileri, ictihad açısından sahâbeler arasında biraz farklı konumda olmakla birlikte, Sahâbelerin hepsi müctehid olduğu ve her müctehide ancak kendi ictihadı ile amel etmesi vâcib olduğundan, sahâbelerin kendi aralarından birine tâbi olmaları ve onun yolunu mezheb edinmeleri düşünülemez.
Tâbiin ve tebe-i tâbiin içinde de başta “Fukahâ-i seb’a” denilen yedi büyük müctehid olmak üzere Süfyân-ı Sevrî, Abdurrahmân-ı Evzâî, İbrahim Nehâî, Dâvûd-i Zâhirî, İbn-i Ebî Leylâ, Amr İbn-i Hâris, Ebû Sevrî Bağdâdî ve İbn-i Huzeyme gibi büyük müctehidler ve her müctehidin doğal olarak pek çok tâbileri ve mezhebleri vardı.
Ancak bunların ictihadları ve mezheblerinin genel kuralları yazıya dönüştürülüp kitap haline getirilmediğinden, tâbilerinin ölümü ile zamanla mezhebleri unutuldu ve uygulayanları kalmadı.
Tâbiinden İmâm-ı Ebû Hanife, tebe-i tâbiinden İmâm-ı Mâlik ile İmâm-ı Şâfiî ve etbâ-i tebe-i tâbiinden İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel’in ictihadları ve mezheblerinin genel kuralları ise ilâhî lütuf olarak talebeleri tarafından yazılıp kitap haline dönüştürüldüğünden,
“Ehl-i sünnet ve’l-cemaat” inancı altında birleşen müslümanlar, bin küsür yıldan beri bu dört büyük müctehidden birine ve onun mezhebine bağlı olarak yaşamakta ve ibâdetlerini tâbi oldukları mezhebin kurallarına göre yapmaktadırlar.
Asr-ı saadetten uzaklaştıkça, sahâbe, tâbiin ve tebe-i tâbiin gibi dinin canlı şâhitleri kalmayınca ve meselelerin kökenine direk olarak inilemeyince, doğal olarak ictihad kapısı kapandığından, Bu dört müctehidden sonra gerçek bir müctehid ortaya çıkmadığı gibi Hz. Mehdi hariç kıyâmete kadar da çıkmayacağından, müslümanlar tâbi oldukları müctehidlerin değerini iyi bilmeli ve herkes dedikoduyu bırakıp mezhebinin kurallarını güzelce öğrenmeye özen göstermelidir.
Müslümanların bu dört mezhebden birine tâbi olmaları zorunlu mu?
İmâm-ı Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfî ve İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel’in yaşadıkları dönem, İslâm’ın yeryüzüne egemen olduğu, Kur’an’daki ilâhî kanunların uygulandığı ve dinin tüm ayrıntıları ile yaşandığı bir dönemdi.
Sahâbelerin yetiştirdiği tâbiin ve tâbiinin yetiştirdiği tebe-i tâbiinin pek çoğu hayatta idi. Asr-ı saadetin ruhsal heyecanı, cihad rûhu devam ediyordu ve gündemleri Kur’an ve sünnetti.
Binlerce tefsir, hadis ve fıkıh âlimlerinin, yüzlerce müctehidlerin ve binlerce ictihad derecesine yakın âlimlerin yaşadığı ve sokakta oynayan çocukların bile günümüzde ekranların başında fetva veren hocalardan daha bilgili olduğu bir dönemdi.
İşte! Bu dört imam, ilmin en parlak döneminde ortaya çıkıp parlamışlar ve o ortamda kendilerini kabul ettirmişlerdir. İctihadları ile ilgili gerekçeleri, senetleri, şerî delilleri ve şerî delillerinin sıhhati didik didik aranmış, tartışılmış ve o dönemin ilmî otoritelerince kabul edilmiştir.
Yüce Allah buyuruyor:
Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun. (Enbiyâ, 7)
Allah (c.c.) bu âyet-i kerîmede “Eğer bilmiyorsanız” yani ictihad yapabilecek ilim, kaynak ve fıtrî yeteneklere sahip değilseniz, “zikir ehline” yani Allah’ı her an anan, ibâdetlerini düzenli bir şekilde yapan ve haramlardan kaçınan takvâ sahibi müctehidlere sorun buyuruyor.
Kur’an-ı kerîm’deki her kelimenin kökenini ve anlamını didik didik araştırıp tefsir ilminde otorite olan Fahreddîn-i Râzî, Âlûsî, Kâd-ı Beydâvî ve Nesefî gibi yüzlerce müfessirler,
Yüz binlerce hadîs-i şerîfi metin ve senetleri ile ezbere bilen ve senetleri yani hadîs-i şerifleri rivayet eden kişileri tek tek araştırıp üzerine sahih dir damgasını vuran binlerce hadis imamları, Abdülkâdir Geylânî, Cüneyd-i Bağdâdî, Bayezîd-i Bistâmî, İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Rabbânî gibi ilim ve velâyette en üst derecelere ulaşan binlerce evliyalar, kırklar, yediler ve kutuplar,
Ayrıca bin küsür yıldan beri bu fâni dünyaya gelip geçmiş milyonlarca âlimler, hacılar, hocalar ve milyarlarca müslümanlar, İmâm-ı Ebû Hanîfe’nin, İmâm-ı Mâlik’in, İmâm-ı Şâfî’nin ya da İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel’in mezhebine tâbi olurken, bizim onlardan ayrılıp mezhebsiz olmamız ve mezheb dışı kalmamız apaçık bir sapıklık ve sonu hüsran (zarar) dır.
Yüce Allah buyuruyor:
Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra peygambere karşı tavır koyar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola tâbi olursa, onu o yolda bırakırız. Sonra cehenneme atarız. O ne kötü gidilecek bir yerdir. (Nisâ, 115)
Ekranların başına geçip mezhebleri, müctehidleri hatta peygamberi dışlayanlar ve şeytan gibi “Ben ondan hayırlıyım” diye müctehidlik taslayanlara karşı Allah (c.c.) bizi uyarıyor ve “Kim (bin küsür yıldan beri milyarlarca) mü’minlerin yolundan (ayrılıp)
başka bir yola tâbi olursa, onu o yolda bırakırız (hidâyet etmeyiz). Sonra cehenneme atarız” buyuruyor.
TELFİK YASAKTIR
Bir zorunluluk olmadığı halde kendi mezhebini bırakıp başka mezheblere uymaya ve keyfine göre hareket edip, şu işi filân mezhebe ve bu işi filân mezhebe göre yapmaya telfik denir. Telfik dört mezhebde de yasaklanmıştır. Keyfine göre hareket eden ve dilediği mezheblerden dilediği kolaylıkları seçen kimse, gerçekte Yüce Allah’ın “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun” emrine değil de nefsine uyduğu için telfik şiddetle yasaklanmış ve mezhebsizliğin başı sayılmıştır.
Telfik, mezhebsizliğin başı olduğu gibi mezhebsizlik de dinsizliğin başıdır ve bu yola girenlerin sonu dünya ve âhirette hüsran (zarar) dır.