Biyoloji ve Din
Materyalizmin ve ateizmin giderek yıkıldığı ve peşinde bir sürü de bâtıl görüşü peşinde sürüklediği günümüzde, dinden vazgeçilemiyeceği, insanoğlunun dinsiz huzura ve saadete kavuşmasının mümkün olamayacağı bilim adamlarının ekseriyeti tarafından artık açıkça söylenir hâle gelmiştir. Durum böyleyken, dînî düşünceleri “bilim düşmanı” ve “bilim dışı” iddia etmek bazı çevrelerce ateizm için hâlâ kalkan olarak kullanılmakta devam edilmektedir.
Acaba hakikaten ateistlerin iddia ettiği gibi dinî hüküm ve naslar bilime karşı mıdır? Bu mes’eleye bir bilim dalı olan biyoloji açısından kısaca temas etmek faydalı olacaktır.
“Hayat Bilimi” olarak tercüme edebileceğimiz biyoloji bütün bilim dalları arasında din ile en yakın irtibatlandırılması gereken sahadır. Zira bu sahanın meşgul olduğu temel mevzû “hayat” ve canlılar âlemindeki nizam ile canlıların en mükemmeli olan “insan”dır. İlmî faaliyetleri yürüten ve ilmin ortaya çıkmasındaki esas âmillerden biri de “insan”dır. Dolayısıyla dünyaya ilk gelen insanın merak ettiği en birinci mevzû kendi mahiyetinin bir yönü olan “can veya hayat” denilen şeyin ne olduğudur.
Taşlardan, madenlerden ve sudan farklı olarak onlarda olmayan fakat mahiyetini de bilemediğimiz bir şeyin insandan başka, hayvanlarda ve bitkilerde de bulunuşu, her üç organik varlığın da ölüm denilen “son”dan kurtulamayıp tekrar anorganik hâle dönmesindeki ortaklık, bunların aynı kanunlara tâbi olduğunu göstermektedir. Hayat ve ölüm kanunlarındaki aynîlik, kanunu koyan Hâkim’in de aynı olduğunu ve farklı canlı tabakalarından değişik isimleriyle ayrı ayrı tecellilerle kendini bizlere gösterdiğini düşündürmektedir.
“Allah” (cc), zâtî ismiyle bizlere kendini bildiren Yaratıcı, isimlerinin değişik cilvelerini ortaya koymak için hepsinden evvel “Hayat veren” ismiyle (Hayy) anorganik varlık âlemine tesir ederek organik âlem veya canlılar âlemini yaratmıştır. Ancak bu “hayat verici” yani “Hayy” isminden sonra rızık verici, şekil verici, düzenleyici, muntazam yapan, tedbirli yapan, muhafaza eden, güzel yapan vs. diğer isimleri tecellî eder.
Bu yüzden dini inkâr etme gayretinde olanların büyük çoğunluğu bu anorganik varlık âleminden organik varlık âlemine geçişteki birinci şart olan “Hayat” denilen mahiyeti meçhul ve mucizevî hâdiseyi “bilim”in izâfi ölçüleriyle izâh etmeye çalışmışlardır. Antik Yunan felsefesinden günümüzün birçok Tabiat Felsefecilerine ve hususen son yıllarda ortaya çıkan “Biyoloji Felsefecilerine” kadar yüzlerce filozof ve bilim adamı bu bilmece üzerine kafa yormuşlar, kitaplar yazmışlar fakat neticede sadece “felsefe” yapmışlar, mutlak hakikat adına dinî akidelere ters veya Kur’ân’daki ilâhi gerçeklere muhalif hiçbir doyurucu izâh getirememişlerdir.
Sadece Allah’a has olan “Yaratma” fiiline ve “Hayat veren” ismine ait, bilim adına bir tek gerçeğin kapısını açamamışlardır. En son ve kitabı Allah’dan geldiği gibi orjinal haliyle muhafaza edilen İslâm dininin bu hususta söyledikleri bütün felsefecilerin ve bilim teorilerinin söylediklerini fersah fersah geride bırakmaktadır. Başka bir deyişle, “biyoloji” ilmine ait ister ilmî tesbit isterse mâkul felsefi izâhlar olsun hiçbirisi Kur’ân’daki hakikatlere ters düşmemektedir. Tabii bunu demekte “ilmî araştırma” yapmayalım, düşünce ve tefekkür gayreti içinde olmayalım demek istemiyoruz; ama Mutlak Hakikati ve Yüce Beyânı gözardı edip, boşuna kürek çekmenin de bir kıymeti olmasa gerek. Yaratıcıya imânı, huzuru ve saadeti artırıcı, yani dinî esasların söylediğini tasdik edici her türlü ilmî araştırmayı ve felsefî çalışmaları en iyi şekilde yapmalıyız. Zaten ancak bu yoldaki gayretlerin semere verdiğini, küfür ve inkâr adına yapılan ilmî araştırma ve çalışmaların kısır kaldığı ve taraftar bulamadığı da görülmektedir.
Ümit verici bir gelişme olarak batı dünyasındaki pekçok ilim adamının “Biyoloji Felsefesi” altındaki tartışmalarda dinin rolünü inkâr etmemeleri ve dinî akidelere göre yeni teoriler geliştirmeleridir. Batıdaki tahrif edilmiş ve ilmî gerçeklere zıt beyânlarda bulunan İncil’i esas alarak Yaratılış’ı izâh etmeye kalkan Peacocke, Berry, Gish ve Morris gibi ilim adamlarının safiyane gayretlerine bakıp üzülmek mi, yoksa bizim Mutlak doğru, İlâhî Beyân olan Kur’ân’ımıza bakıp da, hâlâ “Bilimsel” olmadığında inat edenlerimize bakıp da üzülmek mi gerekir, insan karar veremiyor.
Biyoloji sahasındaki en son gelişmelerin genetik mühendisliği, moleküler biyoloji, rekombinant DNA ve immünolojik çalışmalarda yoğunlaşması, gözlem ve deney metodlarındaki süper incelik ve hassasiyetler geliştirilmesine rağmen cansız anorganik dünya ile canlı organik sistemler arasındaki büyük uçurumda en küçük bir daralma olmamıştır. Bu haliyle hayat en büyük mucize olmakta devam etmektedir. Bu mucizeyi kabul etmemek, canlılar dünyasındaki ve kâinattaki nizamda Yaratıcı’ya yer vermemek için uydurulan en büyük “bilimsel yalanlardan” biri olan Darwinizm ve diğer evolusyonist teoriler bugün artık iflas etmiş durumdadır. Bu duruma gelinmesinin en büyük sebeblerinden biri insanlığın bunalımdan çıkış yolu bulamaması, diğeri ise Bilgi Teorilerindeki ve müsbet ilmin araştırma metodlarındaki anlayış değişiklikleridir.
Bilhassa Heisenberg’in geliştirdiği Kuvantum mekaniğindeki indeterminizm (belirsizlik) prensibiyle katı maddeciliğin sebeb-netice münasebeti olan dialektik materyalizmin yıkılmasıdır. Daha sonra Kuhn’un geliştirdiği, bilimlerde düz çizgi şeklinde ve sürekli gelişme olmadığı görüşü, tarih içerisinde sırasıyla Aristo’nun ve Einstein mekaniklerinin herbirisinin zamanla modasının geçtiğini göstermiştir.
Kuhn’un paradigma adını verdiği açıklama tarzı, her bilim dalında zaman içinde ortaya çıkar ve yerini yenisine terkeder. Buna göre her bilim dalının öncesinde belirlenmiş bir bakış açısı yoktur. Bu sahadaki araştırıcılar çeşitli yollar ve metodlarla gerçeğe yaklaşmaya çalışırlar. Zamanla açıklama ve tatmin gücü yüksek olan ve daha ileri araştırmalar yapılmasına izin veren bir bakış açısı veya metod kendi mantık örgüsü içinde kendini kabul ettirir. Bu paradigma’nın kâfî miktarda bilim adamınca kabul edilmesiyle bilim dalı ilk dönemine girmiş olur. Bu paradigma’nın gücüne inanan bilim adamlan çalışmalarını artık bu yeni anlayış biçimi içinde geliştirmeye ve yeni buluşlarla bu “teoriyi” kuvvetlendirmeye uğraşırlar. Bu dönem bir tür bulmaca çözme safhasıdır. Bilim dalının araştırma sahasını belirleyen ve bakış açısına (paradigmaya) inanan bilim adamlarının her biri paradigma sınırları içinde daha önce bilinmeyen yanları araştırmaya ve yeni buluşlar yapmaya başlarlar.
Kuhn’a göre bu dönem “bilimsel bilgi”nin kesintisiz ilerlemesini sağlayan bir devredir. Fakat bir süre sonra yavaş yavaş bu paradigma’ya uymayan ters ve anormal durumlarla karşılaşılmaya başlanır, çünkü başlangıçtaki paradigma ve sağladığı bakış açısı belli sınırlara kadar geçerlidir. Bilim dalının araştırma sahasına giren bütün herşeyi küllî olarak bu paradigma içine alamaz. Bilim adamlarının ilk tepkileri, ortaya çıkan anormallikleri biraz değişik bir biçimde açıklamak, hatta giderek gözardı etmektir. Fakat anormallikler giderek çoğalır ve bilim adamları arasında bir arayış çeşitliliği ve çatışmalar başlar. Bu arada bakış açısını toptan değiştirecek, genellikle, genç ve cevval zekalı bir bilim adamı ortaya yeni bir paradigma atar ve bu daire devam eder.
Bugüne kadar paradigma olarak ortaya çıkan teori ve izâhların herbiri Mutlak Hakikat’in ancak bir yönünü izâh eder, yani tamamen yanlış değildir, ama tamamen de doğru değildir. Bugün bazı fizik gerçekleri hâlâ Aristo mekaniğine göre izâh edilirken, birçoğunu da Newton mekaniğine, bazısını Einstein’in izâfiyet teorisine göre izâh etmek mecburiyetinde kalıyoruz. Kuvantum mekaniği ise hepsini altüst ederek bambaşka neticeler ortaya koymaktadır. Bu durumu biyolojiye tatbik ettiğimizde Darwinizm’in de Mutlak Hakikat’in yüzlerce vechesinden ancak bir yönüne temas ettiğini, yani içinde bazı cüz’i doğrular bulunduğunu söylemek mümkündür. Bu durumda keçiboynuzundaki şeker misali, bir hakikati göstermek için binlercesinin şehadetini, yani Allah’ın (cc) varlığını ve yaratıcılığını reddetmek gibi bir yanlışa sapılmaktadır.
Meşhur bilim teoricilerinden Popper ise, Kuhn’dan daha farklı bir bakış açısıyla hareket ederek, herhangi bir teorinin sağlamlığını onun “yanlışlanamaması” ile ölçmekte ve test edilip edilememesine bağlamaktadır. Bu yüzden “Tarihselciliğin Sefaleti” adlı eserinde Darwinizm’in “bilimsel bir teori” olamıyacağını açıkça söylemektedir. Gerek Kuhn’un “paradigma” kavramı içinde gerekse de Popper’in "yanlışlanamama" kavramı içinde bilim teorilerine getirdikleri eleştiriler, artık bilimin Mutlak Hakikat’i açıklıyamayacağını, ancak bazı hakikatlerin gölgesine ışık tutabileceğini göstermektedir.
Bu hususta Nicholas Maxwell şöyle demektedir: “Bilim sadece teorilerin tecrübeye dayalı muhtevalarını çoğaltmak suretiyle ilerlemez. Tabiatın hem sade hem de güzel olan mükemmel nizamını daha iyi açıklayabilmek için bilim, kendisi de sade ve güzel olan teoriler teklif etmek mecburiyetindedir”. Peki bu şekilde bir teori acaba başarılabilmiş midir? Bütün teorilerin üzerinde herşeyi en mükemmel, kolay, sade ve açık bir şekilde izâh eden Allah (cc) hakikatini kabul etmemek için ille de teorilerin çıkmaz sokaklarında mı dolaşmak gerekir?
Kur’an’da hayatın orijini, canlıların yaratılması, tabiattaki ekolojik denge, insan vücudundaki organların mükemmel uygunluğu, embriyonik gelişme, bitkiler ve hayvanlar âlemindeki tefekkür tabloları o kadar çok nazara verilmiştir ki; vicdan ve aklı selim sahibi bir biyoloğun, işaret edilen bu hakikatlere bakıp secdeye kapanmaması mümkün degildir.
İçindeki bir tek hakikatin ilmî tesbitlere ters düşerek yalanlanamadığı, böylesine sağlam ve doğru bir Kitab’ın sahibi olan inanç ve iman sahibi bilim adamlarımızın hiç olmazsa Hıristiyan bilim adamları kadar dine saygılı olmaları ümidiyle.
**
ABD’li Bilim felsefecisi ve tarihci olan Thomas S. Kuhn, bilimi cemiyet içinde yürütülen bir faaliyet olarak ele almış, bilimlerdeki görüş değişikliklerini açıklamıştır. Ayrıca bilimlerde düz çizgi şeklinde ve sürekli gelişme olduğu yolundaki görüşü de sarsmıştır. Bilimlerdeki bakış açısı olmadan gözlemlerin mânâlı bir açıklama temeli sağlamadağını belirtti. Hiçbir ilmî teorinin tek ve tam doğru olamayacağını diğer teorilerde de makul izâh yollarından bir kısım bulunduğunu iddia eden paradigma kavramını geliştirdi.
**
Karl Popper: Avusturya asıllı Ingiliz bilim felsefecisidir. Bilginin zihni tecrübeden kaynaklandığını ileri sürmüştür. Tecrübi bilgilerde tüme varım metoduna karşı çıktı. Bu ananevi görüşe göre ilmî bir faraziye, yapılan müşahedelerde üstüste aynı neticenin alınmasıyla denenip doğrulanır. Fakat bu tasdik edici neticeden sonsuz sayıda elde edildiğince ancak teorinin doğruluğu ispatlanabilirdi. Popper bunu yerip faraziyelerin tümdengelim yoluyla, “yanlışlanabilirlik kriteri” ile geçerlilik kazanabileceğini savundu. Bu metodu tatbik eden bir bilim adamı ispatlamak üzere aldığı kanuna gözlemlenebilir bir istisna bulmaya çalışır. Elindeki teoriye zıt bilgilerin bulunmayışı teorinin ispatı olur. Popper’e göre Astroloji, Marksist tarih ve Freudcu psikanaliz gibi “sahte bilimler” yanlışlanabilirlik prensibini uygulamadıklarından tecrübi bilim deildir.
Prof.Dr. Arif SARSILMAZ
Materyalizmin ve ateizmin giderek yıkıldığı ve peşinde bir sürü de bâtıl görüşü peşinde sürüklediği günümüzde, dinden vazgeçilemiyeceği, insanoğlunun dinsiz huzura ve saadete kavuşmasının mümkün olamayacağı bilim adamlarının ekseriyeti tarafından artık açıkça söylenir hâle gelmiştir. Durum böyleyken, dînî düşünceleri “bilim düşmanı” ve “bilim dışı” iddia etmek bazı çevrelerce ateizm için hâlâ kalkan olarak kullanılmakta devam edilmektedir.
Acaba hakikaten ateistlerin iddia ettiği gibi dinî hüküm ve naslar bilime karşı mıdır? Bu mes’eleye bir bilim dalı olan biyoloji açısından kısaca temas etmek faydalı olacaktır.
“Hayat Bilimi” olarak tercüme edebileceğimiz biyoloji bütün bilim dalları arasında din ile en yakın irtibatlandırılması gereken sahadır. Zira bu sahanın meşgul olduğu temel mevzû “hayat” ve canlılar âlemindeki nizam ile canlıların en mükemmeli olan “insan”dır. İlmî faaliyetleri yürüten ve ilmin ortaya çıkmasındaki esas âmillerden biri de “insan”dır. Dolayısıyla dünyaya ilk gelen insanın merak ettiği en birinci mevzû kendi mahiyetinin bir yönü olan “can veya hayat” denilen şeyin ne olduğudur.
Taşlardan, madenlerden ve sudan farklı olarak onlarda olmayan fakat mahiyetini de bilemediğimiz bir şeyin insandan başka, hayvanlarda ve bitkilerde de bulunuşu, her üç organik varlığın da ölüm denilen “son”dan kurtulamayıp tekrar anorganik hâle dönmesindeki ortaklık, bunların aynı kanunlara tâbi olduğunu göstermektedir. Hayat ve ölüm kanunlarındaki aynîlik, kanunu koyan Hâkim’in de aynı olduğunu ve farklı canlı tabakalarından değişik isimleriyle ayrı ayrı tecellilerle kendini bizlere gösterdiğini düşündürmektedir.
“Allah” (cc), zâtî ismiyle bizlere kendini bildiren Yaratıcı, isimlerinin değişik cilvelerini ortaya koymak için hepsinden evvel “Hayat veren” ismiyle (Hayy) anorganik varlık âlemine tesir ederek organik âlem veya canlılar âlemini yaratmıştır. Ancak bu “hayat verici” yani “Hayy” isminden sonra rızık verici, şekil verici, düzenleyici, muntazam yapan, tedbirli yapan, muhafaza eden, güzel yapan vs. diğer isimleri tecellî eder.
Bu yüzden dini inkâr etme gayretinde olanların büyük çoğunluğu bu anorganik varlık âleminden organik varlık âlemine geçişteki birinci şart olan “Hayat” denilen mahiyeti meçhul ve mucizevî hâdiseyi “bilim”in izâfi ölçüleriyle izâh etmeye çalışmışlardır. Antik Yunan felsefesinden günümüzün birçok Tabiat Felsefecilerine ve hususen son yıllarda ortaya çıkan “Biyoloji Felsefecilerine” kadar yüzlerce filozof ve bilim adamı bu bilmece üzerine kafa yormuşlar, kitaplar yazmışlar fakat neticede sadece “felsefe” yapmışlar, mutlak hakikat adına dinî akidelere ters veya Kur’ân’daki ilâhi gerçeklere muhalif hiçbir doyurucu izâh getirememişlerdir.
Sadece Allah’a has olan “Yaratma” fiiline ve “Hayat veren” ismine ait, bilim adına bir tek gerçeğin kapısını açamamışlardır. En son ve kitabı Allah’dan geldiği gibi orjinal haliyle muhafaza edilen İslâm dininin bu hususta söyledikleri bütün felsefecilerin ve bilim teorilerinin söylediklerini fersah fersah geride bırakmaktadır. Başka bir deyişle, “biyoloji” ilmine ait ister ilmî tesbit isterse mâkul felsefi izâhlar olsun hiçbirisi Kur’ân’daki hakikatlere ters düşmemektedir. Tabii bunu demekte “ilmî araştırma” yapmayalım, düşünce ve tefekkür gayreti içinde olmayalım demek istemiyoruz; ama Mutlak Hakikati ve Yüce Beyânı gözardı edip, boşuna kürek çekmenin de bir kıymeti olmasa gerek. Yaratıcıya imânı, huzuru ve saadeti artırıcı, yani dinî esasların söylediğini tasdik edici her türlü ilmî araştırmayı ve felsefî çalışmaları en iyi şekilde yapmalıyız. Zaten ancak bu yoldaki gayretlerin semere verdiğini, küfür ve inkâr adına yapılan ilmî araştırma ve çalışmaların kısır kaldığı ve taraftar bulamadığı da görülmektedir.
Ümit verici bir gelişme olarak batı dünyasındaki pekçok ilim adamının “Biyoloji Felsefesi” altındaki tartışmalarda dinin rolünü inkâr etmemeleri ve dinî akidelere göre yeni teoriler geliştirmeleridir. Batıdaki tahrif edilmiş ve ilmî gerçeklere zıt beyânlarda bulunan İncil’i esas alarak Yaratılış’ı izâh etmeye kalkan Peacocke, Berry, Gish ve Morris gibi ilim adamlarının safiyane gayretlerine bakıp üzülmek mi, yoksa bizim Mutlak doğru, İlâhî Beyân olan Kur’ân’ımıza bakıp da, hâlâ “Bilimsel” olmadığında inat edenlerimize bakıp da üzülmek mi gerekir, insan karar veremiyor.
Biyoloji sahasındaki en son gelişmelerin genetik mühendisliği, moleküler biyoloji, rekombinant DNA ve immünolojik çalışmalarda yoğunlaşması, gözlem ve deney metodlarındaki süper incelik ve hassasiyetler geliştirilmesine rağmen cansız anorganik dünya ile canlı organik sistemler arasındaki büyük uçurumda en küçük bir daralma olmamıştır. Bu haliyle hayat en büyük mucize olmakta devam etmektedir. Bu mucizeyi kabul etmemek, canlılar dünyasındaki ve kâinattaki nizamda Yaratıcı’ya yer vermemek için uydurulan en büyük “bilimsel yalanlardan” biri olan Darwinizm ve diğer evolusyonist teoriler bugün artık iflas etmiş durumdadır. Bu duruma gelinmesinin en büyük sebeblerinden biri insanlığın bunalımdan çıkış yolu bulamaması, diğeri ise Bilgi Teorilerindeki ve müsbet ilmin araştırma metodlarındaki anlayış değişiklikleridir.
Bilhassa Heisenberg’in geliştirdiği Kuvantum mekaniğindeki indeterminizm (belirsizlik) prensibiyle katı maddeciliğin sebeb-netice münasebeti olan dialektik materyalizmin yıkılmasıdır. Daha sonra Kuhn’un geliştirdiği, bilimlerde düz çizgi şeklinde ve sürekli gelişme olmadığı görüşü, tarih içerisinde sırasıyla Aristo’nun ve Einstein mekaniklerinin herbirisinin zamanla modasının geçtiğini göstermiştir.
Kuhn’un paradigma adını verdiği açıklama tarzı, her bilim dalında zaman içinde ortaya çıkar ve yerini yenisine terkeder. Buna göre her bilim dalının öncesinde belirlenmiş bir bakış açısı yoktur. Bu sahadaki araştırıcılar çeşitli yollar ve metodlarla gerçeğe yaklaşmaya çalışırlar. Zamanla açıklama ve tatmin gücü yüksek olan ve daha ileri araştırmalar yapılmasına izin veren bir bakış açısı veya metod kendi mantık örgüsü içinde kendini kabul ettirir. Bu paradigma’nın kâfî miktarda bilim adamınca kabul edilmesiyle bilim dalı ilk dönemine girmiş olur. Bu paradigma’nın gücüne inanan bilim adamlan çalışmalarını artık bu yeni anlayış biçimi içinde geliştirmeye ve yeni buluşlarla bu “teoriyi” kuvvetlendirmeye uğraşırlar. Bu dönem bir tür bulmaca çözme safhasıdır. Bilim dalının araştırma sahasını belirleyen ve bakış açısına (paradigmaya) inanan bilim adamlarının her biri paradigma sınırları içinde daha önce bilinmeyen yanları araştırmaya ve yeni buluşlar yapmaya başlarlar.
Kuhn’a göre bu dönem “bilimsel bilgi”nin kesintisiz ilerlemesini sağlayan bir devredir. Fakat bir süre sonra yavaş yavaş bu paradigma’ya uymayan ters ve anormal durumlarla karşılaşılmaya başlanır, çünkü başlangıçtaki paradigma ve sağladığı bakış açısı belli sınırlara kadar geçerlidir. Bilim dalının araştırma sahasına giren bütün herşeyi küllî olarak bu paradigma içine alamaz. Bilim adamlarının ilk tepkileri, ortaya çıkan anormallikleri biraz değişik bir biçimde açıklamak, hatta giderek gözardı etmektir. Fakat anormallikler giderek çoğalır ve bilim adamları arasında bir arayış çeşitliliği ve çatışmalar başlar. Bu arada bakış açısını toptan değiştirecek, genellikle, genç ve cevval zekalı bir bilim adamı ortaya yeni bir paradigma atar ve bu daire devam eder.
Bugüne kadar paradigma olarak ortaya çıkan teori ve izâhların herbiri Mutlak Hakikat’in ancak bir yönünü izâh eder, yani tamamen yanlış değildir, ama tamamen de doğru değildir. Bugün bazı fizik gerçekleri hâlâ Aristo mekaniğine göre izâh edilirken, birçoğunu da Newton mekaniğine, bazısını Einstein’in izâfiyet teorisine göre izâh etmek mecburiyetinde kalıyoruz. Kuvantum mekaniği ise hepsini altüst ederek bambaşka neticeler ortaya koymaktadır. Bu durumu biyolojiye tatbik ettiğimizde Darwinizm’in de Mutlak Hakikat’in yüzlerce vechesinden ancak bir yönüne temas ettiğini, yani içinde bazı cüz’i doğrular bulunduğunu söylemek mümkündür. Bu durumda keçiboynuzundaki şeker misali, bir hakikati göstermek için binlercesinin şehadetini, yani Allah’ın (cc) varlığını ve yaratıcılığını reddetmek gibi bir yanlışa sapılmaktadır.
Meşhur bilim teoricilerinden Popper ise, Kuhn’dan daha farklı bir bakış açısıyla hareket ederek, herhangi bir teorinin sağlamlığını onun “yanlışlanamaması” ile ölçmekte ve test edilip edilememesine bağlamaktadır. Bu yüzden “Tarihselciliğin Sefaleti” adlı eserinde Darwinizm’in “bilimsel bir teori” olamıyacağını açıkça söylemektedir. Gerek Kuhn’un “paradigma” kavramı içinde gerekse de Popper’in "yanlışlanamama" kavramı içinde bilim teorilerine getirdikleri eleştiriler, artık bilimin Mutlak Hakikat’i açıklıyamayacağını, ancak bazı hakikatlerin gölgesine ışık tutabileceğini göstermektedir.
Bu hususta Nicholas Maxwell şöyle demektedir: “Bilim sadece teorilerin tecrübeye dayalı muhtevalarını çoğaltmak suretiyle ilerlemez. Tabiatın hem sade hem de güzel olan mükemmel nizamını daha iyi açıklayabilmek için bilim, kendisi de sade ve güzel olan teoriler teklif etmek mecburiyetindedir”. Peki bu şekilde bir teori acaba başarılabilmiş midir? Bütün teorilerin üzerinde herşeyi en mükemmel, kolay, sade ve açık bir şekilde izâh eden Allah (cc) hakikatini kabul etmemek için ille de teorilerin çıkmaz sokaklarında mı dolaşmak gerekir?
Kur’an’da hayatın orijini, canlıların yaratılması, tabiattaki ekolojik denge, insan vücudundaki organların mükemmel uygunluğu, embriyonik gelişme, bitkiler ve hayvanlar âlemindeki tefekkür tabloları o kadar çok nazara verilmiştir ki; vicdan ve aklı selim sahibi bir biyoloğun, işaret edilen bu hakikatlere bakıp secdeye kapanmaması mümkün degildir.
İçindeki bir tek hakikatin ilmî tesbitlere ters düşerek yalanlanamadığı, böylesine sağlam ve doğru bir Kitab’ın sahibi olan inanç ve iman sahibi bilim adamlarımızın hiç olmazsa Hıristiyan bilim adamları kadar dine saygılı olmaları ümidiyle.
**
ABD’li Bilim felsefecisi ve tarihci olan Thomas S. Kuhn, bilimi cemiyet içinde yürütülen bir faaliyet olarak ele almış, bilimlerdeki görüş değişikliklerini açıklamıştır. Ayrıca bilimlerde düz çizgi şeklinde ve sürekli gelişme olduğu yolundaki görüşü de sarsmıştır. Bilimlerdeki bakış açısı olmadan gözlemlerin mânâlı bir açıklama temeli sağlamadağını belirtti. Hiçbir ilmî teorinin tek ve tam doğru olamayacağını diğer teorilerde de makul izâh yollarından bir kısım bulunduğunu iddia eden paradigma kavramını geliştirdi.
**
Karl Popper: Avusturya asıllı Ingiliz bilim felsefecisidir. Bilginin zihni tecrübeden kaynaklandığını ileri sürmüştür. Tecrübi bilgilerde tüme varım metoduna karşı çıktı. Bu ananevi görüşe göre ilmî bir faraziye, yapılan müşahedelerde üstüste aynı neticenin alınmasıyla denenip doğrulanır. Fakat bu tasdik edici neticeden sonsuz sayıda elde edildiğince ancak teorinin doğruluğu ispatlanabilirdi. Popper bunu yerip faraziyelerin tümdengelim yoluyla, “yanlışlanabilirlik kriteri” ile geçerlilik kazanabileceğini savundu. Bu metodu tatbik eden bir bilim adamı ispatlamak üzere aldığı kanuna gözlemlenebilir bir istisna bulmaya çalışır. Elindeki teoriye zıt bilgilerin bulunmayışı teorinin ispatı olur. Popper’e göre Astroloji, Marksist tarih ve Freudcu psikanaliz gibi “sahte bilimler” yanlışlanabilirlik prensibini uygulamadıklarından tecrübi bilim deildir.
Prof.Dr. Arif SARSILMAZ