cenazeme gelir misin?(bir ölüm rabıtası)

GöLGe_M

Tecrübeli
Biliyorum, hiç beklemiyordun bu daveti. Birden geliverdi değil mi? Ansızın vurdu şakağına; saçaktan düşen buzdan kılıçlar gibi. Şaşırdın. Huzurunun göbeğine irice bir taş savruldu; halka halka titremede gönlünün düştüğü göl şimdi. Neşesi kaçtı vaktin; sevinçlerini pervane ettiğin mumlar titredi, bitti. Akrep ve yelkovanın ayakları dolandı; beklediğin “az sonra”lar havada asılı kaldı. Hüznün ölü kelebekleri kıpırdadı, sızılandı. Aşinâlığın tadı bozuldu; acının ketum, kekre sütunları devrildi göğsüne. Başını yasladığın uzun saatler, uzanıp uyuduğun bitmez günler vaadlerini yerine getiremeyeceklerini söylediler; yüzleri yerde, mahçup. Oyala(n)dığın ağaç gölgeleri çekildi üzerinden. Avunduğun/avuttuğun haz perdeleri parelendi. Gözlerini ıslatamadan giden yağmurlar elindeki şemsiyeyi uçurdu. Konforunu bozmamak için parmak uçlarına basa basa odana giren, kalbini kanatmadan usulca gidiveren uzak acılar yakana dolandı şimdi.
“Daha dün konuşmuştuk ama...” diyorsun. “Ama nasıl olur!”lar çekip çekiştiriyor iki yakanı.
“Hiç beklenmedik bir ölüm!” “Vakitsiz” “Erken!” “Sürpriz!”
İşine ara vereceksin bugün... Kocaman bir pürüz olup çıkıverdim karşına. Hızını kestim hayatının. Üzerine saldım kaygılarını. Köşe bucak kaçtığın korkulara sobelettim seni. Ölümle arana koyduğun duvarı yıktım.
“Ölüm bize de yaklaşırmış/yakışırmış” dedin. “Ölmesi kanıksanmış, ölünesi bir yaştayız artık.”
“Rahmetli...” sıfatını ismimin üzerine yumuşak bir şal gibi atıvereceksin.
İki yakasında da eksiğim İstanbul’un.
Vapurların hiçbiri beklemiyor beni iskelede. Ben öldüm diye şeritleri eksilmedi otoyolların.
Hayret! Ben öldüm bu defa... Şimdiye kadar hep başkalarıydı ölen.
Gitsen de bir gitmesen de bir, bir cenaze olacak cami avlularından birinde...
Seni bilmem ama ben bu cenazeye mutlaka gitmeliyim. Ayıp olur, çok ayıp... Davetlilerin yüzüne bakamam sonra. Dediği gibi şairin, bir musallâlık saltanatım bu benim. Başroldeyim. Toprağa konulacak adam rolü benim. Ardından ağlanılacak adamı ben oynayacağım. Hiç itirazsız karanlığa uzanmak bana düştü bu defa. Üzerine toprak atılan adamı... Unutulmuşluklar altında yüzü erimeye bırakılan adamı... Hüzünlerin münasebetsiz müsebbibi olacak adamı... Ayakkabısı kendisini beklerken bağları çözülecek adamı.... Elbiseleri evden çıkarılacak adamı... Ben oynayacağım.
Yatağı soğuk kalacak adamı... Akşam eve dönmeyecek adamı... Kapıyı çalması beklenmeyecek adamı... Sofrada yeri olmayacak adamı... Adı telefon rehberinden silinecek adamı... Şehrin dudaklarından yarım ağız çıkmış bir hece gibi önemsizleşecek adamı.... Ben oynayacağım. Sevinçlerin ortasına en fazla bir hıçkırık gibi sokulsa bile hatıraların eşiğinden yüz geri edilecek adamı... Resmine bakıp bakıp da ağlanacak (yoksa ağlanılmayacak mı?) adamı... “Adı neydi... Hani..!” diye yokluğu kanıksanacak adamı... Soluk bir resimde mahzun bir tebessümün ardında aşklarını saklayan, susturan adamı... Ben oynuyorum bugün...
Sahnedeyim.
Beklerim.
En öndeki olmalısın ayakta duranların. En dik duranı.

İşte davetiyen:
Canını çok seven, her günün sabahında burada sonsuzca yaşayacağına yeniden kanan,
her lezzetin tükenişinde ölümün yanına uğradığını unutan,
her hazzın zirvesinde yakasındaki ölümlü etiketini isteyerek düşüren,
her yaz sıcağında içi dünyaya iyiden iyiye ısınan,
doğduğu yılın rakamının büyüklüğünün kendisini kabirden uzak tuttuğunu sanarak avunan,
kalbinin her atışında ölümlerden döndüğünün farkında olmayan,
damarlarının bir köşesinde ansızın geliverecek pıhtılardan yapılmış veda haberleri saklayan,
ayrılıkların çatlaklarından giren hüzünleri ölümün nefesi gibi yudumlayan,
sevenlerinin gözlerinin ışığına sığınarak ısınan,
unutulmayı, yok sayılmayı en ürkütücü uçurum bilen,
güzelliğini aynaların kırıklarında arayan,
toprağa girmeye üşenen,
uzun süredir aramızda yaşayan dostumuz, arkadaşımız, sırdaşımız, kardeşimiz, babamız, evladımız, şimdilik unutmayacağımızı umduğumuz, bir süre unutmaktan utanacağımız, sonra unutacağımız, en sonunda unuttuğumuzu da unutacağımız senai demirci

doğduğu gün yakalandığı fanilik hastalığından, uzun süredir yatalak olmasına yol açan “her nefis ölümü tadacaktır!” yarasından, ömür boyu sancısını çektiği amansız yaşama rahatsızlığından kurtulup aramızdan ayrıl[maya ayarlan]mıştır.
Cenazesi -umulur ki- en uzak zamanda, sızılarının köşe başlarında kılınan cenaze namazını takiben kaldırılacak, gözünden (belki gönlünden) uzak bir yerde unutuluş toprağına gömülecektir.
Senai Demirci​
 

GöLGe_M

Tecrübeli
Kuytuların sesini duyabiliyor musun ?


Kuytuların sesini duyabiliyor musun
Olamadığımız yerleri var hayatın. Olamadığımız, geciktiğimiz, çekildiğimiz kuytular var hayatta. Uzağında durduğumuz, kenarında oyalandığımız, kendimizi kalıbımızla da kalbimizle de ortaya koymaktan kaçındığımız gölgelikleri vardır hayatın. Utandığımız için gözümüzü kaçırdığımız, kendimizle yüzleştirdiği için yüz çevirdiğimiz yüzleri var hayatın.

Keyfinin tam ortasında arabanın camında beliren cam silicisi çocuk, mutluluk çitlerini kırar, huzur kalelerinin taşlarını düşürür. Para versen, çocukları/nı böyle çalıştıranları onaylamış olursun diyenlerin çığlığı yükselir kulağının dibinde. Vermesen, vicdanın o masum yüze o gayretkeş ellere borçlu kaldığını fısıldar habire... Arabanın camında o yumuşacık bez aslında seni siler gibidir hayattan. Orada olmamayı, o çelişkinin içinde sancılanmamayı o kadar arzu edersin ki..

Sana çay, hatta yemek ısmarlayacak kadar cömert olduğunu gördüğün arkadaşınla sohbetin tam ortasına uzanıveren dilenci elinin “Allah versin!” diye geri çevrilmesi, oradaki varlığını kıyısından köşesinden yırtar. Sana yapılan cömertliğin de sahte olabileceği gelir aklına. Yapılan yanlış “insan”a doğrudur; sen de insansan sana da yapılabilirliğine içerlersin bu eylemin. O an, işte o an, hayatın püsküllü taraflarını, iğneleyen saçaklarını süpürerek, keserek, uzağa atarak kurduğun konforun makyajı dökülür. Kendini oracıkta yakalanmış bulursun.

Seni kaçtığın yerlere çağırır, gözlerini kaçırdığın hüzünleri yapıştırır o anlar.

Çok değil, on yıl kadar önce elinin altında bir şen şakrak birer çocuk olan gençlerin seri katiller edilivermesi karşısında, nasıl da inkâr şemsiyemizi açıveriyoruz. Bir katilin çocukluk fotoğrafına bakmanı öneririm. Bakın ve o yüzdeki masumiyeti silmekte katkın olup olamayacağını sor kendine.

Çok değil sadece on yıl önce sarı saçlarını okşamaya kıyamadığın, meneviş bakışlarında masumiyeti okuduğun kız çocuğu şimdilerde karşına, kişiliğini dişiliğine, dişiliğini de bedenine indirgemiş bir “lolita” olarak konuyorsa, kişiliksiz, kimliksiz, isimsiz, seviyesiz nice şehvetlerin odağına sürülüyorsa, on yıl öncesinin “masum”unun bugünlerde böylesine masumiyet katili haline gelmesinde katkının olup olmadığını bir sorgula.

Bir yerlerde susmuş olmalıyız ki, bebeleri katil yapmaya hevesli olanların sesi daha gür geldi onların kulaklarına. Bir yerlerde pusmuş olmalıyız ki, bebeleri uyuşturucunun kirli kuyusuna çekenlerin elleri bizden önce yetişti ellerine. Bir şeyleri unutmuş olmalıyız ki, çocukların gül yüzlerini şehvet kuytularında kirletenlere kaldı meydanlar.

Suçla anılınca biri kendimize hemen yabancılaştırırız onu. O delikanlı, sanki bir annenin ana kuzusu değilmiş, sanki bir babanın umutlar bağladığı oğlu değilmiş gibi. Uyuşturucunun kirlerine yakıştırır hale geldiğimiz o genç kız, sanki bir zamanlar şarkılar söyleyen tatlı, masum bir kız çocuğu değilmiş gibi.

İlle de kendimizden uzağa düşürürüz onları. Babaları bize benziyorsa rahatsız oluruz. Bizim yaşadığımız mahalleden çıkmışlarsa, onları bizim çocuklarımızdan farklı yapan gerekçeler arayışına gireriz.

Biraz üzerimize alınsak diyorum, kısaca.

Bir bebeğe kıymak ne kadar acımasızlık ise, bir delikanlıyı da o ölçüde dokunulmaz görebilmeliydik. Bir bebeği sokağa atmak ne kadar akıl dışı ve insaftan uzak ise, bir delikanlıyı da sokağın dumanlı “kıraathaneler”inde beslenen, sinsi kafelerde örgütlenen, yüksek reytingli dizilerde özendirilen kabalıklara/kabadayılıklara emanet etmek de o denli insafsızlık sayılmalıydı. Bir bebeğin sırf var olduğu için öldürülmek hakkı değilse, bir delikanlı da sıradan ve olağan “öldürme/öldürülme” haberlerini de o kadar hak etmiyor diye düşünülmeliydi. Bir bebeğin yüzünden kin ve nefret okumayı kimse aklına getiremiyorsa, bir delikanlıyı da harcıalem suçların tahmin edilir faili olarak aramak o kadar şaşırtıcı ve tiksindirici olmalıydı.

Neredeyiz?
Nerede unuttuk kendimizi?
Nerede kapattık gözlerimizi?
Kuytulara uzatabilir misin ellerini?

Senai Demirci​
 

denizfeneri

KF Ailesinden
Özel Üye
doğduğu yılın rakamının büyüklüğünün kendisini kabirden uzak tuttuğunu sanarak avunan,
kalbinin her atışında ölümlerden döndüğünün farkında olmayan,


ALLAH razı olsun çok güzel bir paylaşım emeğine sağlık
 
Üst