Cin sûresi

ömr-ü diyar

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
Yönetici
Kur'an-ı Kerîm'in yetmişikinci suresi. Mekke'de nazil olmuştur. Yirmisekiz ayet, ikiyüz seksenbeş kelime ve yediyüzellidokuz harften ibarettir.

Fasılası "elif"tir. Cinlerden bahsettiği için bu adı almıştır. Buna "Kul ûhiye" suresi de denir.

Surenin ana konusu cinlerdir. Hemen ilk ayette şöyle denmektedir: " Ey Muhammed! de ki; Cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinlediği bana vahyolundu;" Onlar şöyle demişlerdir;

"Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'an dinledik de ona inandık; biz Rabbimiz'e hiç bir şeyi ortak koşmayacağız."

Eskiden beri insanlar cinlerin varlığı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir.

Duygulara hitap eden bir zâhiri kısımdan, sûrenin mevzuuna, manalarına, gösterdiği hedeflere baktığımızda, birçok işaret ve ilhamlarla karşılaşırız.

Önce; müşriklerin inkâr ettikleri, bu hususta çetin mücadelelere giriştikleri, ellerinde hiç bir delilleri olmaksızın ileri geri konuştukları ve bazen de Muhammed (s.a.s.)'in onlara bahsettiği şeyleri cinlerden aldığına dair yaygın kanaatlerini içine alan bilgiler ve çoğu öteki âlemle ilgili, akaide dair meseleler yer almaktadır. İnkâr edip mücâdele ettikleri meselelerden birine bizzat cinlerin şehadet edinceye ve bu olay Muhammed (s.a.s.)'den duyuluncaya kadar, Kur'an'dan haberleri yoktu. Kur'an'ı onlar işitince sarsılmış, hayrete ve dehşete düşmüşlerdi. Gönülleri dolup taşmış; işittiklerini saklamayacak, bildiklerini toparlayamayacak, hissettiklerini hülâsa edemeyecek duruma gelmişlerdi. Tesiri altında kaldıkları bu büyük hadiseden bütün kâinatta izlerini ve neticelerini bırakan olaydan korku ve dehşet içinde kalmışlardı. Bu, bütün beşeriyetin ruhunda derin izler bırakacak derecede, değerli bir şehadet idi.

İkinci olarak bu sûre ile cinler âlemi hakkında, önce muhataplarının sonra da gelecek ve geçmiş bütün insanların ruhlarındaki bir çok vehimler düzeltilmekte; bu görünmeyen varlıkların hakikati ortaya konulmaktadır.

Bu sure Arap müşriklerinin ve başkalarının bu kâinatta cinlerin kudreti ve hareket kabiliyetlerine dair inançlarını da düzeltmeyi üstlenmektedir. Bu yaratıkların varlığını gelişigüzel inkâr edenlerin durumuna gelince; bunların, bu derece kat'iyyetle inkârlarını ve cinlerin varlığına inanmayla alay etmelerini ve hurâfe diye isimlendirmelerini hangi esasa dayandırdıkları konusuna burada eğilmek gerekmektedir.

Acaba bu inkârcılar kâinattaki bütün mahlûkatı biliyorlar da, aralarında cinleri bulamadıklarından dolayı mı böyle söylüyorlar? Şüphesiz bugün dahi hiçbir âlim bunu iddia edemez. Zira yeryüzünde varlığı daha yeni keşfedilen canlılar pek çoktur. Ve hiçbir kimse de iddia edemez ki bugün yeryüzündeki canlıların artık keşif zincirinin halkaları kopmuştur veya yakında kopacaktır.

Bu sure-i celile geçen surelere nispetle, ulûhiyyet ve ubûdiyet'in hakikatini mevzu ederek İslâmî tasavvurun inşâsına büyük yer verip, daha sonra da, kâinat ve mahluklardan ve bunların arasındaki sıkı alâkadan bahseder.

Cinlere ait sözlerde Allah'ın vahdaniyetine, zevce ve evlât edinmesinin reddine, ahirette cezanın isbatına, Allah'ın mahlûkâtından hiçbirinin O'nu yeryüzünde aciz bırakamayacağına, O'nun elinden hiçbir kimsenin kurtulup kaçamayacağına ve adil cezasının erişemeyeceği hiç kimsenin bulunmadığına delâlet ve şehadetler bulunmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.)'a hitaplarda bu hakikatlerin bazısının tekerrür ettiği görülmektedir! "Ey Habibim! De ki; "Ben sadece Rabbime yalvarır ve O'na hiç kimseyi ortak koşmam." De ki "Ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kadir değilim." De ki;

"Beni hiç kimse Allah'a karşı savunamaz ve ben O'ndan başka bir sığınak bulamam. "

Bunlar, cinlerin bu gerçekleri tam ve açık bir şekilde şehadetle kabul etmelerinden sonra zikredilir.

Nitekim bu şehadetler, ulûhiyetin sadece Allah'a mahsus olduğunu, ubûdiyetin de beşerin erişebileceği en yüksek derece olduğu beyan buyurulmaktadır: " Allah'ın kulu Muhammed, O'na ibadete kalkınca, neredeyse çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi..."

Takip eden ayette, Rasûlullah (s.a.s.)'a tevcih edilen hitapla, bu hakikat tekid edilmektedir: De ki: "Ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kadir değilim." "Gayb sadece Allah'a bırakılmıştır. Cin tâifesi onu bilmemektedir. Yeryüzünde onlara kötülük mü murad edildi yahut Rableri onlara bir iyilik mi dilemiş ki, doğrusu biz bilemeyiz... " Peygamberler de gaybı, ancak Allahu Teâlâ'nın bir hikmete mebni bildirdiği kadar bilebilirler: Ey Habibim! De ki; "Size vaad olunan yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli mi kılmıştır ben bilemem. Gaybı bilen Allah, gayba kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği müstesna. O, her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar".

Surede işaret edilen olay, bir grup cinin Kur'an'ı dinlemeleri olayıdır. Bu husustaki rivayetler farklılık göstermektedir.

İmam Ebû Bekr el-Beyhâki "Delâilü'n-Nübüvve" adlı kitabında şöyle der: Bize, Ebû Hasan Ali b. Ahmed b. Abdan, Ahmed b. Abid, İsmail el-Kadı, Müsedded, Ebû Avane'nin Ebû Bişir'den, Said bin Cubeyr İbn Abbas'tan naklettiklerine göre İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.) cinlere Kur'an okumadığı gibi onları da görmemiştir. Rasûlullah, yanında bir kısım ashabı olduğu halde Ukaz çarşısına gitmek üzere ayrılmışlardır. (Nahle denilen mevkide, sabah namazını kıldıkları sırada okuduğu Kur'an'ı cinler dinlemişti). O sırada şeytanların gökyüzünden almaya çalıştıkları haberler kesilmiş ve üzerlerine de şihablar (alev) gönderilmişti. Bunun üzerine şeytanlar kavimlerine dönerek: "Size ne oluyor" demişlerdi. Onlar da "gökyüzü haberi ile aramıza perde gerildi, ilahî haberi alamaz olduk. Ve üzerimize de şihablar gönderildi..." Gökyüzü haberi ile aramıza giren mutlaka yeni bir hadisedir. "Doğuya ve batıya gidip araştırın bakalım" demişler; doğuya ve batıya giderek gökyüzü ile aralarına giren şeyin ne olduğunu aramaya koyulmuşlardı. Tihâme tarafına gidenleri, Ukaz pazarına gitmekte olan peygamberi, Nahle denilen yerde ashabıyla sabah namazını kılarken buldular. Ve okuduğu Kur'an'ı işitip dikkatlice dinlemeye koyuldular. "Allah'a yemin ederiz ki işte gökyüzü haberi ile aramıza giren şey budur" dediler. Buradan da kavimlerine dönünce şöyle dediler: "Ey kavmimiz biz şüphesiz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'an dinledik de ona inandık. Biz Rabbimiz'e hiç bir kimseyi ortak koşmayacağız... " Bu hadise üzerine de Allahû Teâlâ, Rasûlûne: "De ki, cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinlediği bana vahyolundu... " ve Allah ona cinlerin sözlerini vahyetmiş oldu. (Buhârî, Tefsir Sure, 72)

Diğer rivayet ise şöyledir. Müslim Sahih'inde Âmir'den şöyle rivayet eder. Âmir dedi ki: Alkame'ye sordum: "İbn-i Mes'ud cin gecesinde Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte mi idi?" Bu soru üzerine Alkame şöyle cevap verdi!" Ben de İbn-i Mes'ud'a "Cin gecesinde Rasûlullah ile birlikte sizden bir kimse var mıydı" diye sordum. İbn Mes'ud "Hayır" dedi fakat biz Rasûlullah'la birlikte bir gece bulunurken birdenbire yanımızdan kayboldu. Yolları ve vadileri aradığımızda; "her halde kaçırıldı "veya" öldürüldü" denildi. Böylece çok korkulu bir gece geçirdik. Sabah olunca bir de baktık ki Hira tarafından geliyor. İbn Mes'ud devamla, biz "ya Rasûlallah! Seni aramızda göremeyince aradık bulamadık böylece çok korkulu bir gece geçirdik" dedik. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Bana cin davetçileri geldiler. Onlarla beraber gittim ve onlara Kur'an okudum."

İbn Mes'ud der ki: "Bizi de oraya götürdü, onlardan kalan bakiyeleri ve ateş kalıntılarını gösterdi. Peygambere cinlerin yediklerini sordular o da " üzerine Allah'ın ismi zikredilen ve sizin yiyip de üzerlerinde fazla miktar et bıraktığınız bütün kemikler, bütün deve ve at gübreleri... Bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdular.

"Artık bu ikisi ile taharetlenmeyin, zira onlar kardeşlerinizin yediği şeylerdir." (Müslim, Salat, 150)

"İbn İshak'ın rivayetine göre, hadise, Rasûlullah (s.a.s.)'ın Sakif ileri gelenlerinin üzerine musallat ettiği ayak takımından gördüğü eziyetlerle, gönlü kırık olarak Taif'den dönüşünden sonra olmuştur. Onun Rabbi'ne karşı yapmış olduğu bu hüzünlü ve sevgi dolu duadan sonra cinlerle karşılaşması hakikaten düşündürücü ve ibret vericidir. Allah'ın cinlerden bir bölüğünü onunla karşılaştırmasında ondan işittiklerini kavimlerine bildirmelerinde son derece hikmetler vardır. Zamanı ve alâkası ne olursa olsun, bu büyük bir hadisedir. Muhtevası ve işaretleri bakımından da büyüktür. Müteakiben cinlerin Kur'an'dan ve dinden bahsedişleri de dikkati çekmektedir. Biz bütün bunlara Kur'an'ı Kerîm'in bildirdiği gibi iman etmekteyiz.

"Ey Habibim! De ki: "Cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinlediği bana vahyolundu. Onlar Şöyle demişlerdi. Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren, bir Kur'an dinledik de hemen O'na iman ettik; biz Rabbimiz'e hiçbir şeyi ortak koşmayacağız." (1-2)

-Doğrusu Rabbimiz'in yüceliği her yücelikten üstündür. O, zevce ve çocuk edinmemiştir. (3)

- Doğrusu aramızdaki beyinsiz, Allah'a karşı yalanlar uyduruyordu. (4)

- Doğrusu insanların ve cinlerin Allah a karşı yalan uydurabileceklerini sanmazdık. (5)

- Gerçekten, birtakım insanlar cinlerin birtakımına sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı. (6)

"- Doğrusu onlar da sizin Allah'ın kimseyi yeniden diriltmeyeceğini sandığınız gibi zanda bulunmuşlardı. " (7)

"Nefer", bilindiği gibi üçten dokuza kadar olan gruba denir. "Raht" da böyledir. Yedi kişiye denildiği de rivayet edilmektedir.

Bu başlangıcın, Rasûlullah (s.a.s.)'ı cinlerin kendisini dinlediklerini bildiğini ve onlardan bir bölüğünün kendisinden Kur'an'ı işittikten sonra vaki olduğunu da göstermektedir. Rasûlullah (s.a.s.)'ın bu bilgisi, Allahu Teâlâ'nın vahyi ve olanlardan haberdar etmesi ile mümkün olmuştur. Zira daha önce Rasûlullah (s.a.s.) bundan haberdar değildi. Anlaşılan bu şekliyle bir defa vaki olmuş, bilâhare aynı yerde onun bilgisi ve istemesiyle Kur'an'ı cinlere okuması bir veya birkaç defa gerçekleşmiştir.

"Doğrusu biz hayrete düşüren bir Kur'an dinledik. "

Onlarda bıraktığı ilk tesir, şimdiye kadar alışık olmadıkları "hayrete düşüren" bir şey olmasıydı. O, kalblerinde bir ürperme meydana getirmişti. İşte bu hal, onu açık bir kalble, incelmiş duyguyla, derin bir zevkle dinleyip duyan kimselerde Kur'an'ın bıraktığı bir tesirdir. Evet hayrette bırakır, zira ruhlara ve kalblerin derinliklerine işleyen güce, fevkalâde bir cazibeye, büyük bir etkiye sahiptir. Hayrete düşürür. Bu, cin topluluğu üzerinde bıraktığı tesirden fiilen de anlaşılmıştır ki, onlar hakikaten bundan zevk almışlardır.

"Doğru yola götüren. "

Bu da Kur'an'ın ikinci açık bir sıfatıdır. Ve Kur'an'da bu sır mevcuttur. Bunu cinlerden bir topluluk, hakikatini kalblerinde buldukları anda hissetmişlerdi. "Rüşd" kelimesi, geniş manası olan bir kelimedir. Kur'an bu sıfatıyla hidâyete, hakka ve doğruya götürmektedir. Rüşd kelimesi bunlardan başka, şu mânâları da ihtiva etmektedir. Olgunluk, üstünlük; hidâyete, hakka ve doğruya ileten bir bilgi ve bu hakikatleri kalb gözüyle görebilme idraki... İşte bu vasıflarıyla kalbde öyle bir hal meydana getirir ki; bu hal, sahibini hayra ve doğruya götürür.

"Ve biz O'na inandık. "

Bu, Kur'an'ı dinledikten sonra sâlim bir idrakin gerektirdiği şey; yaratılışa uygun dosdoğru bir kabulden ibarettir. Ayette zikredilen cinler ise, Kur'an'ı dinleyince hayrete düşmüşler, büyülenmişçesine tesir altında kalmışlar; kendilerinden geçecek kadar ruhî sarsıntı içine düşmüşlerdi. Sonra da bunlar Hakkı tanımış, kabul etmişler ve şuurlu bir şekilde "biz ona inandık" diyerek imanlarını ilân etmişler; müşriklerin yaptığı gibi ona karşı, ruhlarına tesiri sebebiyle, inad ve inkâr yoluna sapmamışlardı.

"Biz, Rabbimiz'e hiç bir şeyi ortak koşmayacağız."

İmanları açık, sağlam ve hâlisâne idi. Vehme, şirke ve hurafeye bulaşmış değildi. Kur'an'ın hakikatini idrakten fışkırmış bir imanın da vasfı budur. Kur'an'ın davet ettiği hakikat; şirke bulaşmayan bir tarzda Allahu Teâlâ'nın vahdaniyetinden ibarettir.

Bundan sonra da cinler, Allah'ın hidâyeti karşısında kendi durumlarını izah etmeye çalışmaktadırlar. Bundan onların da insanlar gibi hidâyet ve dalâlet olmak üzere ikili kabiliyete sahip olduklarını anlıyoruz. Bu topluluk, müminler olarak Rableri hakkındaki inançlarından ve hidâyete eren ve dalâlete düşenler hakkında besledikleri kanaatlerden söz etmektedirler.

"Doğrusu aramızda iyiler de vardır, bundan aşağı bulunanlar da vardır. Bizler çeşitli yollarda olan topluluklardık. Yeryüzünde kalsak da Allah'ı aciz bırakamayacağımız, başka yere kaçsak da O'nu aciz kılamayacağımız gerçeğini şüphesiz anladık. Şüphesiz, doğruluk rehberi olan Kur'an'ı dinlediğimizde ona inandık. Kim Rabbi'ne inanırsa, o ecrinin eksiltileceğinden ve kendisine haksızlık edileceğinden korkmaz. İçimizde, kendini Allah'a vermiş olanlar da yazık edenler de vardır. Kendini Allah'a veren kimseler, işte onlar, doğru yolu arayanlar, ona lâyık olanlardır. Kendilerine yazık edenlere gelince, onlar Cehennem'in odunları oldular." (11-15)

Cinlerin bu açıklaması gösteriyor ki, içlerinde sâlihler de var, sâlih olmayanlar da. İtaatkârı da var, zalimi de. Bunlar, cinlerin çifte kabiliyette olduğunu; sırf şer için yaratılan şeytan ve avanesini ayıracak olursak, insanlar gibi hayra ve şerre kabiliyetleri bulunduğunu göstermektedir.

"Mabetler şüphesiz Allah'a mahsustur. Öyleyse oralarda Allah'a yalvarırken başkasını katmayın. " (18)

Her iki halde de secdelerin veya secde mahalli olan mescidlerin sadece Allah'a mahsus olacağı beyan buyurulmaktadır. Böyle olursa gerçek tevhid mümkün olabilir, herkesin mübtelâ olduğu her alâka, her kıymet ve her meyil geriye atılmış ve hâlis ibâdetin sadece Allahu Teâlâ'ya mahsus olduğu gerçeği ortaya çıkmış olur. Allah'a ibadet ederken bazen insan, O'ndan başkasına iltica ve kalbini açma durumuna girer.

Ayet, cinlerin sözü olduğu takdirde önceden geçen şu sözlerini tekid etmiş olur: "Şüphesiz biz Rabbimiz'e hiçbir ortak koşmayacağız... " Yani ibadet ve secde yerinde ortak koşmayacağız. Bu, doğrudan doğruya Allah'ın kelâmı ise cinlerin sözleri, Rablerine yönelmeleri ve O'nu tevhîd etmeleri münasebetiyledir. Bu da Kur'an üslûbuna göre yerinde gelmiştir.

"Ey Habibim! De ki: "Size söz verilen yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli mi kılmıştır, ben bilemem" Gaybı bilen Allah, gayb'a kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır. Rablerinin emirlerini tebliğ etmelerinden haberdar olmak için, her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatır ve her şeyi bir bir sayar"

Böylece korkutucu ve ürpertici bir ifadeyle sure son buluyor. Başlangıcı da cinlerin uzun tafsilatlı ve büyük bir hayret ihtiva eden sözlerinde ifadesini bulan korku, titreme, ürperme ve hayret vericilikte olmuştu. Yirmisekiz ayeti geçmeyen bu sure şu gibi esas hakikatleri ortaya koymaktadır: Bir müslümanın akidesini kuvvetlendirmeye yarayan şey; ona doğru, açık, ölçülü düşüncesini hiçbir ifrat ve tefrite düşmeden, ruhunu bilgi ufuklarına kapamadan, efsanevi vehimler peşinde koşmadan kendini inşa ve tespit etme fırsatını vermektir. Kur'an'ı işitir işitmez iman eden ve şu sözleri söyleyen cinler topluluğu ne kadar doğru söylemiştir:

"Doğrusu biz. doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'an dinledik de hemen ona inandık... "

İA
 
Üst