Cum’a Sûre-i Şerif’inin Tefsiri

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
CUM’A SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1

Çirkine Benzetilen de Çirkindir!

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on bir Âyet-i kerime, yüz seksen kelime ve yedi yüz yetmiş harften teşekkül etmiştir.

Dokuzuncu Âyet-i kerime’de Cuma namazı için ezan okunduğunda câmiye gitmek emredildiği için, Âyet-i kerime’de geçen “Cum’a” kelimesi bu Sûre-i şerif’e isim olmuştur. Sadece Cuma namazının hükümleri açıklanmış olmayıp, bu isim bir alâmettir ve ahkâm Âyet-i kerime’lerini ihtiva etmektedir.

Muhtevâsı:

Sâf sûre-i şerif’inde olduğu gibi, bu mübârek Sûre-i celîle de, göklerde ve yerdekilerin hepsinin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğine dair beyan ile başlamakta; Allah-u Teâlâ’nın en güzel isimleri olan “Esmâ-i hüsnâ”dan dört isim yer almaktadır.

Daha sonra Allah-u Teâlâ’nın ümmî bir topluluğun içinden peygamber göndermesinin sebepleri ve peygamberlerin görevleri açıklanmakta; âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm’ın bazı vasıfları açıklanmaktadır.

Ayrıca bu mübârek Sûre-i celîle’de Tevrat-ı şerif’le amel etmeyen, ilâhî emirleri samimiyetle benimsemeyen yahudiler şiddetle kınanmakta; bu gibi kimseler, sırtında Tevrat taşıyan ve tabii olarak onun ulvî muhtevâsından habersiz olan merkebe benzetilmekte ve ne kadar bedbaht oldukları beşeriyetin ibret gözlerine serilmektedir.

Daha sonra yahudilerin kendilerini Allah’ın dostu olarak tanıtmaları üzerinde durularak, iddiâlarında samimi iseler ölümü temenni etmeleri istenmektedir.

Dokuz ve onuncu Âyet-i kerime’de Cuma vakti gelince işi gücü bırakıp câmiye gitme, namaz kılınınca tekrar işe dönme ve Allah-u Teâlâ’nın fazl-u keremine sığınarak geçim için çalışma emredilmekte, her hâl ve ahvâlde Allah-u Teâlâ’yı zikretmenin önemi belirtilmektedir.

Son Âyet-i kerime’de ise Resulullah Aleyhisselâm’ı minberde yalnız bırakıp alım-satıma koşan müminler kınanmakta ve eğitilmektedir.

Allah-u Teâlâ’yı Tesbih:

Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde olduğu gibi, Hadîd, Haşr, Sâf ve Cum’a sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’lerinde de; yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:

“Göklerde ve yerde olanların hepsi; mülkün sahibi, mukaddes, azîz, hakîm olan Allah’ı tesbih ederler.” (Cum’a: 1)

Bu tesbih yaratılışta mevcuttur. Bütün varlıklar O’nun kudretine, azâmetine işaret ve şehâdet eder dururlar. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.

Buradaki “Yüsebbihu” kelimesi devamlılık ifade etmektedir. Yani her an, sürekli devam eden bir tesbihtir.

Binaenaleyh insanlar da iradelerini kullanarak Allah-u Teâlâ’yı her türlü kusur ve eksikliklerden tenzih etmeli, O’na şirk koşmaktan şiddetle sakınmalıdırlar.

Melik: Zâtında ve sıfatında her vâsıtadan müstağnî olan; mülk ve melekûtün yegâne sahibi, hakiki mutasarrıfı, mutlak hükümdârı O’dur.

Bir kul ne kadar güçlü hükümdar olursa olsun, mülkün gerçek sahibine muhtaçtır, mülk ve iktidarı geçicidir.

Her şey O’nun tasarruf ve iktidarı altında O’na tâbidir. Hakimiyetini sınırlayan hiçbir şey, yetkilerini sınırlayan hiçbir güç yoktur.

Kuddüs: Her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan münezzehtir, her vasfında mükemmeldir, pak ve temizdir.

O her türlü duygu ve düşüncenin tasavvur edebileceği vasıflardan pak ve yücedir. O’nun kemâli de sınırlandırılamaz. İnsan aklının çok ötesinde kemâl sıfatları ile muttasıftır. O hiçbir sınır ve tasavvura sığmaz, hiçbir şirk kabul etmez, mülküne kimseyi ortak kılmaz, haksızlık yapmaz. Kararlarında herhangi bir hata ve yanılgı ihtimali imkân haricidir.

Azîz: Mağlup edilmesi mümkün olmayan yegâne galip, dengi ve benzeri bulunmayacak derecede değerli ve şerefli, güçlü ve daima üstün O’dur. Kudretine yetişilmez, kudsiyeti sarsılmaz.

Galip gelmek, mağlup olmamak ancak O’nunla mümkündür.

Hakîm: Bütün buyrukları ve işleri hikmetli ve hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi yerli yerinde ve en iyi şekilde yapar.

Yegâne hikmet sahibi O’dur, hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür. Yaptıklarında bir eksiklik ve kusur görülmez.

O’nun emir ve yasakları hep hikmettir, hiçbir işi hikmetsiz ve faydasız değildir.

En Büyük Nimet:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bütün beşeriyeti Hakk ve hakikatten haberdar etmek için Allah-u Teâlâ tarafından beşeriyete en büyük bir nimettir.

Araplar câhiliye döneminde bilgisiz idiler. Onun risaletinin bereketiyle en yüksek âlimlerin karakterlerine sahip oldular. İnsanlar arasında en derin bilgiye, en iyi kalbe, en kuvvetli imana ulaştılar.

Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“O Allah ki okuma yazma bilmeyen ümmî bir kavmin içinden, onlara Allah’ın âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermiştir.” (Cum’a: 2)

O Peygamber onların içinde, ölülerden hayat fışkırır gibi filiz vererek ortaya çıkmıştır. Bâtıl inançlarından, kötü huylarından arındırmış, gönüllerini nurlandırmış, feyizlendirmiştir.

“Halbuki onlar daha önceden apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Cum’a: 2)

Öyle bir sapıklık içinde idiler ki, bu sapıklıklarından daha büyük bir sapıklık görmek mümkün değildi. Daha önceleri İbrahim Aleyhisselâm’ın dinine bağlı iken, daha sonra onu değiştirip bozdular. Tevhid dinini unutup şirke düştüler.

Bir mürşide, bir yol göstericiye son derece muhtaç oldukları bir zamanda Allah-u Teâlâ onlara Muhammed Aleyhisselâm’ı peygamber olarak gönderdi. O Peygamber-i zîşan onlara Kur’an-ı kerim âyetlerini okudu, onları Hakk dine dâvet etti, Hakk’ı ve bâtılı öğretti, haramı ve helâli bildirdi, onları inkâr ve günah kirlerinden temizleyip feyizlendirdi. Kısa zamanda insanlar arasında medeni bir topluluk oldular. Âlemde emsali görülmedik muvaffakiyetlere erdiler.

Ve kıyamete kadar da böyle devam edecektir.

Ona tâbi olup yolunda bulunanlar, Allah-u Teâlâ’nın zâtî tecellisine kavuşurlar. İzinde ilerlemekle, bütün mertebelerin üstünde bulunan kulluk makamına ulaşırlar.

Kâffeten Linnas:

Muhammed Aleyhisselâm’ın nübüvveti yalnız Araplar’a ve sadece Ashâb-ı kiram devrine münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinleredir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Allah o Peygamber’i ümmî Araplar’dan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir.” (Cum’a: 3)

Onun peygamberliği yalnız Araplar’a değil, onlara ve ondan sonra gelen ve kıyamete kadar gelecek olanlara şâmildir.

Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına gönderdiğini beyan buyuruyor.

“Bu Kur’an bana, sizi ve (sizden sonra) erişip ulaşan herkesi uyarmam için vahyolundu.” (En’âm: 19)

Kıyamete kadar gelecek bütün insanlar onun irşad sahası içindedir. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır. Çünkü onu duymayan hiçbir fert yok.

Onu bizzat gören, uğrunda canlarını ve mallarını feda etmekten bir an bile tereddüt etmeyen Ashâb-ı güzin -radiyallahu anhüm- Hazeratı’nın yanında, daha sonraki devirlerde de müslümanlar derin bir aşkla ona bağlanmışlar, o engin muhabbeti gönüllerinde yaşatmışlar ve yaşatmaktadırlar.

Muazzez ism-i şerifleri o günden bu güne milyarlarca insanların dillerini tezyin edip durmakta, getirmiş ve neşretmiş olduğu din nezih ruhlara hakim bulunmaktadır.

Hiçbir devirde, hiçbir zaman hiçbir an ezân-ı Muhammedî semâlardan eksik olmamış ve olmamaktadır.

Bu ne muhabbet ihtişamıdır ki, gören aşık görmeyen aşık.

Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“Benden sonra bir takım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için ehlini ve malını vermeye can atar.” (Câmiu’s-sağir)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Benden sonra hakikati anlatmak için ümmetimin içinden kıymetli kimseler gelecek.” demek istiyorlar.

Bu Hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki; onu bütün kâinata duyurdu. İnceleyen bildi, buldu ve iman etti, onu bulan buldu, diğerleri ise küfürde kaldı.

“Allah Lütfu Dilediğine Verir”:

Allah-u Teâlâ’nın Resulullah Aleyhisselâm’a bağışlamış olduğu nübüvvet ve ümmetine has olarak onu göndermiş olması, hem kendi devrindeki insanların hem de geçmiş ve geleceğin peygamberi olması, beşeriyete lütufların en büyüğüdür.

“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır.” (Cum’a: 4)

Sevdiği ve seçtiği kullarına böyle lütuflarda bulunur.

“Kime dilerse ona verir.” (Cum’a: 4)

Bu lütuf verilme iledir, bir Allah vergisidir, hediye-i ilâhîdir. Çalışma ile elde edilmez. Okumakla, yazmakla olacak iş değildir. Onda sebeplerin hiçbir etkisi yoktur.

“Allah büyük lütuf sahibidir.” (Cum’a: 4)

Bu engin lütuf sebebiyle dilediği kimseye dilediği şey ile üstünlük vermiştir.

Tevrat-ı Şerif:

Tevrat-ı şerif, Musa Aleyhisselâm vasıtasıyla İsrâiloğulları’na gönderilmiş hak bir kitaptır.

Allah-u Teâlâ’nın Musa Aleyhisselâm vasıtasıyla gönderdiği Tevrat’ın, İsrâiloğulları tarafından değişikliğe uğratıldığı ve tahrif edildiği de Kur’an-ı kerim’de açık ifadelerle beyan edilmektedir.

Bir Âyet-i kerime’de:

“(Ey müminler!) Şimdi siz onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan (hahamlık eden) bir zümre vardı ki, Allah’ın kelâmını (Tevrat’ı) işitirler de iyice anladıkları halde onu bile bile tahrif eder (değiştirirler)di.” buyuruluyor. (Bakara: 75)

Tevrat Musa Aleyhisselâm zamanında levhalar halinde muhafaza ediliyordu. Daha sonra bu levhalar muhafaza edilememiş ve Yahudi âlimleri tarafından tahrifata uğramıştır. Hatta bu tahrifat o derece ilerlemiş ki, Tevrat’ta peygamber olarak ifade edilenlere, daha sonradan çok çirkin iftiralarda bulunulmuştur.

Tevrat’taki Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile ilgili bölümleri ise değiştirmişler ve bu gerçekleri kibirlerine yedirememişlerdir.

Tevrat’ı kendi istekleri doğrultusundaki hükümlerle değiştirdiler. Kitapta yazılı olanlara bağlı kalmayarak kendi hükümlerini icra ettiler. Tevrat’ta olmayan şeyleri ona kattılar, kitabın hükümlerini yerine getirmediler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onların bu hallerini, ne taşıdığını bilmeyen, sırtında kocaman kitaplar taşıyan merkebe benzetmiştir:

“Kendilerine tevrat yükletildiği halde, onu taşımayanların (onunla amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.” (Cum’a: 5)

Çirkine benzetilen çirkindir.

Âyet-i kerime her ne kadar Tevrat’la amel etmeyen yahudileri misal veriyorsa da, Kur’an-ı kerim’le amel etmeyen müslümanları ve âlimleri daha çok ikaz etmektedir. Yani: “Siz de merkep gibi olmakta yahudilerden geri değilsiniz.” mânâsına gelmektedir.

İlmiyle âmil olmayıp dünyaya meyleden âlim için bu Âyet-i kerime’de büyük bir tehdit vardır. Bir merkeple temsil olunmaktan daha büyük rüsvaylık olamaz. Bunların durumu hamakat bakımından merkeplerin durumundan daha kötüdür. Çünkü merkebin anlayışı yoktur. Kendisine şuur verilmediği için mazurdur. İnsan ise sorumluluk yüklenmiştir.

“Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür!” (Cum’a: 5)

Bu gibi kimselerin merkebe benzetilişleri, insanlıktan ne kadar uzak olduğunu gösterir. Bunu anlayacak olsalardı yüzlerinin kızarması gerekirdi.

“Allah, zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Cum’a: 5)

Allah-u Teâlâ’nın bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu seçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda hidayet ve iman fıtrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüz’i iradesini kötüye kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.

Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:

“Allah, kâfirler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Bakara: 264)

Bütün kalpler Hazret-i Allah’ın kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak teşvik eder, hidayete vasıta olur.

İnanan bir mümin için hidayete ererek dünya saâdetine ve ahiret selâmetine nâil olmaktan daha büyük bir lütuf tasavvur edilemez.
_______________________________________________________________
CUM’A SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2

Cuma Namazı

Yahudi Aklı:

Kendilerine Tevrat yükletildiği halde yahudiler onu taşımadılar. Tevrat’ın bazı âyet ve belgelerini kendi menfaatleri doğrultusunda değiştirdiler. Böyle yaptıkları halde Allah-u Teâlâ’ya karşı oldukça büyük iddiâlarda bulundular. O’nun katında en yüksek bir mevkiye sahip olduklarını, dostları ve yakınları bulunduklarını söylediler.

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, yahudilere hitapta bulunmasını, onlara meydan okumasını ve yalanlarını ortaya koymasını emir buyurmakta ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“De ki: ‘Ey yahudiler! Bütün insanları bir yana bırakarak, yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddiâ ediyorsanız ve bu iddiânızda samimi iseniz, ölümü temenni ediniz.’” (Cum’a: 6)

Bir an önce ölüp, bu sıkıntılı dünyadan ahirete göçerek Allah’a kavuşmayı canınıza minnet bilin.

İnsanın beden ve ruh yapısı, ahiretin şartlarına uygun bir vasıfta yaratılmıştır. Ebedîlik insanın fıtratında vardır. Ölümle bu ebedî hayata kavuşulmuş olur. Ölüm mahlûkunu Hâlik’ına ulaştıran en güzel bir vasıtadır. Çünkü onsuz ulaşılmıyor. Gerçek mânâda Allah-u Teâlâ’nın dostluğunu ve yakınlığını kazanan bahtiyar müminler, âşık oldukları Mahbûb’a bir an önce kavuşmayı temenni ederler. Bu onların en büyük arzusudur.

Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri:

“Ben öldüğüm zaman matem tutmayın, sevinin. Çünkü ben sevgilime kavuşuyorum.” buyurmuşlardır.

Übâde bin Sâmit -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:

“Her kim Allah’a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Her kim de Allah’a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da onunla mülâkî olmaktan hoşlanmaz.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2043)

Yahudiler ölümü hiç istemezler. Milletler arasında böyle bir dostluk makamından en uzak kimseler onlardır.

Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Fakat onlar elleriyle önden gönderdiklerinden (yaptıklarından) dolayı ölümü aslâ temenni etmezler.” (Cum’a: 7)

Cehenneme girmeyi gerektiren küfür ve isyanlar sebebiyle Hakk’ın huzuruna çıkmaktan kaçınırlar, ölümden nefret ederler.

Onlar arzularından başka hiçbir şeye samimi olarak inanmamaktadırlar. Tevrat ellerinde olduğu halde, onu arkalarına atmışlardır.

“Allah zâlimleri çok iyi bilir.” (Cum’a: 7)

Geçmişte işledikleri nice günahları, cinayetleri ve zulümleri bildiği gibi; gelecekte yapacakları zulümleri de bilir.

Onlar ölümden kaçsalar da, elbet bir gün ölecekler ve lâyık oldukları cezaya çarptırılacaklardır.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde insanlar arasında uzun bir ömre en çok tutkun olanların yahudiler olduğunu beyan buyurmaktadır:

“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı diğer insanlardan, hatta müşriklerden de daha düşkün ve hırslı görürsün. Onlardan her biri ömrünün bin yıl olmasını ister.” (Bakara: 96)

Oysa her şeyin bu dünyadan ibaret olduğuna inanan müşriklerin yaşamaya daha fazla düşkün olmaları gerekirken, ehl-i kitap olan yahudilerin onlardan daha fazla düşkün olmaları son derece dikkat çekicidir.

Nefislerine bu kadar düşkün, yaşamayı bu kadar seven kimselerin ölümü temenni etmeleri şüphesiz ki mümkün değildir. Bunların Allah’a ve ahirete zerre kadar imanları olsaydı, bu dünya hayatına böyle herkesten daha fazla hırsla sarılmazlardı.

Burada sadece Yahudilere değil, bu münasebetle bütün beşeriyet için pek büyük bir ders vardır.

Âyet-i kerime gerçek müminin ahireti de ölümü de dünyadan çok sevdiğine delildir.

Mütebâki Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ bulundukları sapıklıktan dönmeleri için onları uyarmaktadır:

“De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır.” (Cum’a: 8)

Allah-u Teâlâ’nın takdir etmiş olduğu hükümden kaçınmak mümkün değildir. Kaçmakla kurtulamayacağınız gibi, hiçbir şey sizi ölümden kurtaramayacaktır.

Ölümden kaçan kişi ömründe bereket bulamaz. Ölümden kaçmak, hiç kimseye bir fayda sağlamaz. Korkunun ecele faydası yoktur. Her saat, her dakika, her saniye insanları ölüme doğru çekmektedir. Gün olur ölümle karşı karşıya gelirler.

“Sonra görünmeyeni ve görüneni bilen Allah’a döndürüleceksiniz.” (Cum’a: 8)

Ölüm bir yok oluş değildir, ölümden kaçış ve kurtuluş da yoktur. Gerek kendi vatanlarında ikamet etsinler, gerek başka yerlere çıkıp gitsinler, insanlar kendilerini hiçbir yerde ölümün pençesinden aslâ kurtaramayacaklardır.

“O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cum’a: 8)

Kim O’na itaat üzere idiyse, onu en güzel bir şekilde mükâfatlandırır. Müstehak olanlara da cezalarını verir.

Cuma Günü ve Cuma Namazı:

Cum’a sûre-i şerif’inde Cuma namazı farz kılınmış ve onunla ilgili bazı hükümler açıklanmıştır.

“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı zikretmeye koşun.” (Cum’a: 9)

Bu Âyet-i kerime’de Cuma ezanının okunmasıyla alış-verişin bırakılıp namaza gidilmesi emredilmektedir. Bu namaz Cuma namazıdır. Bu güne Cuma denilmesinin sebebi, müslümanların o gün Cuma namazı için toplanmalarındandır. Cuma namazı farz-ı ayındır. Cuma günü ise müslümanların bayramıdır.

Cuma namazı hür erkeklere emrolunmaktadır. Kadınlara ve çocuklara emrolunmaz. Yolcu, hasta, hasta bakıcısı ve durumu bunlarınkine benzeyen kimseler bu hususta özürlü kabul edilirler.

Allah’ı zikretmeye koşmaktan maksat, yürürken acele etmek demek değil; meşgul olduğu işi hemen bırakıp, vakit geçirmeksizin Cuma namazı kılmaya ve hutbe dinlemeye iştiyakla gitmek demektir.

“Alış-verişi (işi-gücü) bırakın.” (Cum’a: 9)

Âyet-i kerime’deki yasaklama sadece alış-verişle sınırlı olmayıp, bütün meşguliyetleri bırakmayı içine alır. Hatta kişinin eşi ile mubah olan muamelesi bile o saatte haramdır.

Bu emir Cuma namazının farz olduğuna kesin bir delildir. Zaruret olmadıkça Cuma namazına gitmemek haramdır ve çok büyük bir günahtır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:

“Bir takım kimseler ya Cuma namazlarını terketmekten vazgeçerler veya Allah-u Teâlâ onların kalplerini muhakkak ki mühürleyecektir. Sonra da onlar gafillerden olurlar.” (Müslim)

Ayrıca Cuma namazının farz oluşu ile ilgili birçok Hadis-i şerif rivayet edilmiştir.

Ezcümle şöyle buyurulmaktadır:

“Ey insanlar! Şunu da muhakkak bilin ki, Allah-u Teâlâ Cuma’yı içinde bulunduğunuz şu yılımın şu ayında, şu gününde ve makamımda kıyamet gününe kadar farz kılmıştır.

Binaenaleyh her kim benim hayatımda veya benden sonra âdil veya zâlim bir imamı olduğu halde, Cuma namazını hafife alarak veya farziyetini inkâr ederek terk ederse, Allah onun dağınık işlerini toplatmasın, iki yakasını bir yere getirmesin ve işinde bereket vermesin.
Haberiniz olsun ki o kimsenin namazı yoktur. İyi biliniz ki; o kimsenin zekâtı da yoktur. Haccı ve orucu da yoktur. İyi biliniz ki onun iyiliği de yoktur. Nihayet tevbe edinceye kadar. Her kim tevbe ederse Allah-u Teâlâ da onun tevbesini kabul eder.”
(İbn-i Mâce)

“Her kim Cuma namazını üç kere zaruretsiz terkederse Allah-u Teâlâ onun kalbini mühürler.”
(Tirmizî)

Allah-u Teâlâ bu günü müslümanların lehine mukaddes kılmış; kardeşlik, birlik ve beraberlik duygularının canlanmasına vesile eylemiştir.

“Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Cum’a: 9)

Çünkü ebedî hayatın menfaatleri daha büyük ve sonsuzdur. Gerçek hayatın ölümden sonra başlayacağını bilen insanlar, ahiret tedarikinin çaresine bakmayı ihmal etmezler.

Meşru Çalışmalar:

Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve ibtilâ yeri; ahireti ise mükâfat ve mücâzat yeri olarak yaratmıştır.

Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden kazanması farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir. Niyeti iyi olursa aynı zamanda sevap da kazanır.

Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Namaz kıldıktan sonra yeryüzüne dağılın.” (Cum’a: 10)

Bu emir izin mânâsına gelir. Cuma ezanının duyulması ile birlikte bütün meşguliyetlerini bırakarak mescidlere koşan müminlere, namaz bittikten sonra dağılıp tekrar işlerinin başına dönmeleri için izin verilmektedir.

Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki dünyadan el etek çekmek esas değildir. Müslümanların meşru surette dünyadan faydalanması gerekir.

İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve tembelliği, dilenciliği, başkasına yük olmayı... şiddetle yasaklamıştır.

“Allah’ın fazlından nasibinizi arayın.” (Cum’a: 10)

Çünkü rızık O’nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boşa çıkarmaz.

Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:

“Dünyadan da nasibini unutma!” (Kasas: 77)

Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere bütün büyükler çalışmayı ihmal etmemişlerdir.

Allah-u Teâlâ’yı Çok Zikretmek:

Zikrullah; dinimizin emri, imanın alâmeti, ibâdetlerin beyni, aklın nûru, kalbin cilâsı, ruhun hayatı, gönlümüzün miracı ve her derdin ilâcıdır.

“Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Cum’a: 10)

Dünyada da ahirette de muvaffakiyetlere, saâdet ve selâmete eresiniz.

Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile kendisini zikretmeyi emretmiştir. Namaz da ilâhî bir emirdir, zikrullah da ilâhî bir emirdir.

Her ibadetin belli bir şartı olduğu halde, zikrullah için hiçbir şart yoktur. Ayakta, oturarak, yatarak bile zikretmek câizdir. Abdestli olmak efdal olduğu halde, abdestsiz olarak da yapılabilir.

Kalplerin Allah-u Teâlâ’dan gafil olma tehlikesinden korunması, ancak zikrullah ile mümkündür.

Zikrullah ibâdetlerin en kolayı ve fakat en faziletlisidir. Böylesine faziletli ve yüce olunca, elbetteki zikredenler de insanların en yücesi olur.

Zikrullahı bırakıp da dünya hayatının geçici zevklerine aldananların, ahirette çok büyük kayba uğrayacakları şüphesizdir.

İki Tercih Arasında:

Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre, Resulullah Aleyhisselâm bir Cuma günü Mescid-i nebevî’de hutbe okurken Şam’dan yiyecek yüklü bir ticaret kervanı Medine-i münevvere’ye gelmişti. Kervanın geldiğini haber veren davul sesini duyan cemaat sabırsızlanarak hemen huzur-u saâdetten çıktılar ve yiyecek maddesi satın alabilmek için kafilenin yanına koştular. O yıl Medine-i münevvere’de büyük bir kıtlık hüküm sürüyordu. Bu ayrılışlarında bir mahzur olmadığını zannetmişlerdi. Yanında sadece on iki kişi kaldı. Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok üzüldü.

Huzurda kalan on kişi Aşere-i mübeşşere idi.

Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ onları kınayarak şöyle buyurdu:

“Onlar bir ticaret veya bir oyun eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya yönelirler ve seni ayakta bırakırlar.” (Cum’a: 11)

Fakat müslümanlar bu dersten sonra bir daha bunun benzeri bir hata işlemediler. Bu ilâhî beyanda insanlar için nice gizli hikmetler vardır.

“De ki: Allah’ın nezdinde bulunan, eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır.” (Cum’a: 11)

Allah katında olan menfaat kesin ve ebedîdir. Eğlencedeki menfaat kesin değil, ticaretteki menfaat ise ebedî değildir. Onlar dünya hayatının geçici menfaatleridir.

“Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Cum’a: 11)

Asıl rızık O’ndan istenmelidir. O nasip etmeyince, sebeplerden hiç birisinin faydası olmaz. Ticaretlerin üstünde O’nun öyle rızık kapıları vardır ki, onlar kapanınca bütün ticaretler de kapanır.

O’nun lütuf ve ihsanları hesapsızdır, insanlarınki ise hesap iledir. Bazı insanlar O’nun rızkını diğer kimselere ulaştırmaya ancak vasıta olabilirler. “Filân kişi iş sağladı.” denilir. Onların sebep olduğu rızkın yaratıcısı Rezzâk-ı kerim olan Allah-u Teâlâ olduğu içindir ki O “Rızık verenlerin en hayırlısı”dır.

ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
 
Üst