Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın korkusundan onu baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri düşünsünler diye insanlara veriyoruz." (Haşr; 21)
Allah-u Zülcelal, Hz. Peygamber sallAllahu aleyhi ve sellem vasıtasıyla zararlı ve kârlı olan herşeyi Kur'an-ı Kerim de beyan etmiştir. Bu emir ve nehiyleri bir tarafa bırakıp dünyaya dalmak çok yanlıştır.
Süfyan oğlu Dahhak radıyAllahu anh şöyle anlatmıştır: Hz. Peygamber sallAllahu aleyhi ve sellem: "Ya Dahhak! Yemeğin nedir?" dedi. Ben de: "Ya ResulAllah! Et ve süttür." dedim. "Yedikten sonra ne olur?" dedi. "Bildiğin şeye döner." deyince, şöyle buyurdu: "İşte Allah dünyayı, insanoğlunun çıkardığına benzetti." (Ahmed bin Hanbel)
Hakikaten, ahiret için insanın ilacı budur. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çörçöp olur. Ahirette çetin azap da vardır, Allah'ın hoşnutluğu ve bağışlaması da vardır, dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir geçinmedir." (Hadid; 20)
Bu dünyaya aldanmamamız lazım. Bu dünyaya kim geldiyse, sonunda anlamadan göçüp gitmiştir.
“Sizin neyiniz var!...”
Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Sizler benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız. Dünya gözlerinizdeki bütün değerini kaybederdi." (Buhari, Müslim)
Ebu Derda (ra), bu hadisi aktardıktan sonra şöyle devam etti:
"Şayet sizler benim bildiğimi bilseydiniz, dağlara çıkar hüngür hüngür ağlardınız. Dönmemek üzere mallarınızı bekçisiz bırakırdınız. Fakat tükenmez ümitler, kalbinizden âhiret düşüncesini aldı. Bütün ümitleriniz, dünyanın nimetleri oldu. Hayvanlar gibi başınıza gelecekleri bilmeyecek kadar kör oldunuz. Sizler din kardeşi olmanıza rağmen, neden birbirinizi sevip nasihat etmiyorsunuz? Sizleri birbirinize düşüren, çirkin duygularınızdır. Sizler neden birbirlerinizi dünya işlerinde uyarırken, ahiret işlerinde uyarmıyorsunuz? Hatta sevdiğiniz kişiye dahi ahiretle ilgili öğüt vermiyorsunuz?
Bunlar kalplerinizdeki imanın zayıflığının delilidir. Ahirette elde edeceğinize, dünyada kazandıklarınıza inandığınız gibi inansanız, ahiretin arkasında gitmekten dünyaya fırsat bulamazsınız. Belki de hiçbir zaman ulaşamayacağınız hevesler için türlü sıkıntılara giriyor, değişik cürümleri uyguluyorsunuz.
Ne kadar fenalaşmışsınız ki, içinizdeki imanınızın etkisini kaybetmişsiniz? Şayet Hz. Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem'in getirdiğinden şüpheniz varsa, bize gelin, sizi aydınlatalım. Kalbinizdeki şüpheyi giderelim. Sizler akılsız insanlar değilsiniz ki, sizleri mazur görelim!
Dünya hayatınızla ilgili davranışlarınızda doğru kararlar alıyorsunuz. Sizler neden dünyada elde ettiğiniz kârlardan dolayı seviniyor, kaybettiklerinizden dolayı hüzünleniyorsunuz? Şayet içinizde hayra dönme meyli olanlarınız varsa, ben size her şeyi anlattım."
Dünya, kalp’te değil el’de olmalı
Şunu da hepimiz bilmeliyiz ki, dünya malı mü'minin kalbinde değil, elinde olması lazımdır. Çünkü kalp, Allah-u Zülcelal'in nazargâhıdır.
Süleyman aleyhisselam, bütün dünyanın hükümdarı idi. Fakat o, ne mala ne de dünyaya hiç değer vermezdi. Onun içindir ki, sadat-ı kiram şöyle demiştir: "Mal kalpte değil, elde olmalıdır." Sadat-ı kiram'ın davranışları bizim için ne büyük bir ibrettir.
Kıyamet gününde bir gurup melek ortaya çıkarak Arş'ın çevresini sardıktan sonra, Allah-u Teala'nın emri üzerine: "Falan oğlu filan nerede?" diyen bir ses duyulacaktır. İnsanlar bu sesi duyar duymaz hemen başlarını derhal sesin geldiği tarafa çevireceklerdir.
Çağrılan kişi o kalabalık arasından çıkarılacaktır. Adam, Allah-u Teala'nın huzuruna varıp dikilince: "Bu adamın elinden zulüm görenler nerede?" diyen bir ses duyulur. Arkasından onun zulmüne uğrayanlar teker teker çağrılarak adamın iyiliklerinden alınıp hakkını yediği kimselere verilir.
O gün, ne gümüş paralar ve ne de sarı paralar geçerli değildir. Sadece şu kural geçerlidir: Haksızlık edenin ya sevaplarından alınarak haksızlığa uğrayana verilir veya haksızlığa uğrayanın günahları haksızlık edenin hesabına geçilir. Haksızlık edenin sevapları karşı tarafa verile verile tükenince, bu defa karşı tarafın günahları hesabına devredilir. Adamın iyilikleri tükenince bu defa kendisine: "Haydi! Doğru cehenneme, bugün zulüm söz konusu değildir." denir. Hiç şüphesiz Allah kulları arasındaki hesaplaşmayı hızla sonuçlandırır.
O gün, ister mukarreb melek, ister Peygamber ve isterse şehid olsun, bu çetin hesaplaşmayı gören herkes sadece Allah-u Teala'nın koruduğu kimselerin kurtulabilecekleri kanaatine varırlar." (Buhari)
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Tek olarak yarattığım o kimseyi bana bırak!" (Müddessir; 11)
Allah-u Zülcelal, kıyamet gününde bazı kullarına karşı gazaba gelecektir ve:
"Beni ve onu yalnız bırakın!" buyuracaktır.
Onun için cennet cehennemi hiç aklımızdan çıkarmayalım. Bunların hepsi bizlere büyük birer işarettir. İnsan, Peygamber olmadığı için, mutlaka hata sahibidir. Fakat o hatadan dolayı pişman olup tövbe etmek şarttır.
İşte kıyamet günü böyledir. Bu dehşetli güne hazırlanmak için, dünyaya dalmayıp ahirete yönelmemiz lazımdır. Dünya ehli kâr ve zararını iyi bildikleri halde, biz neden ahiret için kâr ve zararımızı bilmiyoruz? Üzerimize bir ağırlık gelip muhabbetimiz azaldığı zaman, onu tekrar elde etmek için neden gayret göstermiyoruz? Bazı sadat-ı kiram şöyle demiştir:
"Size bir ağırlık gelip muhabbetiniz azaldığı zaman, hemen bir tasavvuf ehlinin yanına gidip sohbet ettiğiniz takdirde, sizden o ağırlık gidecektir."
Tövbe ederek gafletten uyanalım
Allah-u Zülcelal nefsi, keyf, sefa ve günahlara meyilli olarak yaratmıştır. Akıl ise bir kumandan gibidir. Akıl, nefsin ipini tutup daima doğru yola çekmelidir. Hepimiz, her sabah kendi nefsimizle hesap görmemiz lazımdır.
İnsanın en büyük çaresi ve Allah'ın büyük bir nimeti olan, tövbe kapısını kıyamete kadar açık tutmasıdır. Bizler bu kapının kıymetini bilelim ve daima iyi kişilerle beraber oturup kalkalım.
Hz. Ömer radıyAllahu anh bu konuda şöyle buyurmuştur: "Dünyanın şerefi ve izzeti dünya malıyladır. Ahiretin şerefi ve izzeti ise salih amelledir."
İnsan, baki olan hayatta şerefli ve izzetli olmak istiyorsa, salih amellere sımsıkı sarılmalıdır.
Bu konuda Hz. Osman radıyAllahu anh şöyle buyurmuştur: "Bir kimse sabah kalktığı zaman, aklı dünyada ise onun kalbi zulmetle dolar. Eğer aklı ahirette ise (ahireti düşünüyorsa) onun kalbi tertemiz olur."
Buradan anlaşıldığına göre, insanın aklı daima Allah-u Zülcelal'in rızasında ve ahirette olmalıdır. Eğer Allah-u Zülcelal, bütün kullarının hidayetini istese, bir saniye içinde dünyadaki bütün insanları imanlı ve Evliya yapabilir.
Herşey O'nun emrindedir, insanın kalbi de... Allah-u Zülcelal'in kudret parmağı bunların üzerindedir. O, isterse bu yöne çevirir, isterse diğer yöne çevirir. Allah-u Zülcelal bizleri her an imtihan ettiği için bizlerin samimi olması lazımdır.
Birbirimizi uyaralım
Allah-u ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "…İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın..." (Maide; 2)
Hepimiz birbirimize yardımcı olmamız lazımdır. Peki birbirimize nasıl yardımcı olabiliriz? Birbirimize yapabileceğimiz öylesine çok yardım vardır ki, saymakla bitmez. Fakat biz dinimizden uzak kaldığımız için, o yardımları yapmaktan uzağız.
Her zaman, Allah-u Zülcelal'den bahsetmek suretiyle birbirimize yardımcı olmamız lazımdır. Mesela, bir mü'min kardeşimiz namaz kılmıyorsa, şefkatle onun elinden tutup çekmemiz ve ona nasihat etmemiz gerekir. İşte, ahiret için yardımlaşma böyle olur.
Bir gün İsa aleyhisselam çölde giderken birisini gördü. O kimse çölün ortasına oturmuş güneşin altında ibadet etmekte idi. Yanında bulunan kocaman bir ağacın gölgesine varır varmaz bu zata selam verdi ve:
- Ey Allah'ın abid kulu! Bu çölde ne diye güneşin karşısında ibadet edersin, şu ağacın gölgesinde ibadet etsen olmaz mı? Diye sordu. O kimse:
- Ey Allah'ın Nebisi! Yedi-sekiz yüz yıllık ömrüm içinde, buradan gölgeye gidinceye kadar geçen zaman zarfında tesbihlerim fevt olabilir (eksik kalabilir). Bundan korktuğum için burada ibadet ederim, diye cevap verdi. Bunun üzerine İsa aleyhisselam:
- Doğrudur. Senin için gerekli olan da budur. Fakat sana çok garip bir şey söyleyeceğim. Ahir zamanda bir ümmet gelecek ki, onların ömrü en fazla doksan yüz sene olacaktır. Fakat, onlar öyle emek içine girip bina yapacaklar ki, sanki bin sene yaşayacakmış gibi umut içerisinde olacaklardır, dedi. O kimse:
- Eyvah, bu ne gaflettir. Eğer ben onların yerinde olsaydım, bir secde ile ömrümü bitirirdim, diye karşılık verdi.
Şu dört şey Hz. Peygamber sallAllahu aleyhi ve sellem'in ümmetinden mutlaka alınacaktır:
Birincisi: Azrail aleyhisselam ruhumuzu mutlaka bizden alacaktır.
İkincisi: Dünyada emek çekerek topladığımız malları varisler bizden zorla alacaktır.
Üçüncüsü: İstesek de istemesek de bu keyif ve sefa ile donattığımız vücudu kurtlar ve böcekler kabirde yiyeceklerdir.
Dördüncüsü: İstesek de istemesek de, üzerimizde ne kadar hukukları varsa, kıyamet günü hak sahipleri karşımıza çıkarak, sevaplarımızı alacaklardır.
Olabilir ki, sevaplarımız kalmayıp, Allah-u Zülcelal o kimsenin günahlarını üzerimize yükleyerek bizi cehenneme doğru sevk edebilir. İşte bu dört şey insan istese de istemese de kendisinden zorla alınacaktır.
Gerçek evimiz neresi?
Dünya ile meşgul olurken ahireti unutmamamız lazımdır. Dünya peşin olduğu için onun nimetleriyle ferahlanıyoruz. Bir eziyetle karşı karşıya kalırsak, nefsimiz o eziyeti kabul etmiyor. Fakat ahiret bakidir. Hz. Peygamber sallAllahu aleyhi ve sellem'in mübarek vücud-u şerifi, bindörtyüz küsür senedir kabirdedir.
Peki orası mı bizim gerçek evimiz, yoksa dünyada yaptığımız binalar mı bizim evimiz? Kendimize ne kadar haksızlık yaptığımızın, acaba farkında mıyız?
Ehl-i hikmetten birine göre, sevap kazanma yolunu bırakıp göz göre göre dünyaya dalmak cahilliktir. Sağlayacakları sevabı bile bile, amel işlemek için gereken gayreti göstermemek acizliktir. Cennetteki rahatlığı, ancak dünyada rahat yüzü görmeyenler tadabilir. Cennet zenginliğinin sefasını ancak, az dünyalıkla yetinerek dünyanın fazlalıklarını terk edenler sürebilirler.
Allah-u Zülcelal, Hz. Peygamber sallAllahu aleyhi ve sellem vasıtasıyla zararlı ve kârlı olan herşeyi Kur'an-ı Kerim de beyan etmiştir. Bu emir ve nehiyleri bir tarafa bırakıp dünyaya dalmak çok yanlıştır.
Süfyan oğlu Dahhak radıyAllahu anh şöyle anlatmıştır: Hz. Peygamber sallAllahu aleyhi ve sellem: "Ya Dahhak! Yemeğin nedir?" dedi. Ben de: "Ya ResulAllah! Et ve süttür." dedim. "Yedikten sonra ne olur?" dedi. "Bildiğin şeye döner." deyince, şöyle buyurdu: "İşte Allah dünyayı, insanoğlunun çıkardığına benzetti." (Ahmed bin Hanbel)
Hakikaten, ahiret için insanın ilacı budur. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çörçöp olur. Ahirette çetin azap da vardır, Allah'ın hoşnutluğu ve bağışlaması da vardır, dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir geçinmedir." (Hadid; 20)
Bu dünyaya aldanmamamız lazım. Bu dünyaya kim geldiyse, sonunda anlamadan göçüp gitmiştir.
“Sizin neyiniz var!...”
Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Sizler benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız. Dünya gözlerinizdeki bütün değerini kaybederdi." (Buhari, Müslim)
Ebu Derda (ra), bu hadisi aktardıktan sonra şöyle devam etti:
"Şayet sizler benim bildiğimi bilseydiniz, dağlara çıkar hüngür hüngür ağlardınız. Dönmemek üzere mallarınızı bekçisiz bırakırdınız. Fakat tükenmez ümitler, kalbinizden âhiret düşüncesini aldı. Bütün ümitleriniz, dünyanın nimetleri oldu. Hayvanlar gibi başınıza gelecekleri bilmeyecek kadar kör oldunuz. Sizler din kardeşi olmanıza rağmen, neden birbirinizi sevip nasihat etmiyorsunuz? Sizleri birbirinize düşüren, çirkin duygularınızdır. Sizler neden birbirlerinizi dünya işlerinde uyarırken, ahiret işlerinde uyarmıyorsunuz? Hatta sevdiğiniz kişiye dahi ahiretle ilgili öğüt vermiyorsunuz?
Bunlar kalplerinizdeki imanın zayıflığının delilidir. Ahirette elde edeceğinize, dünyada kazandıklarınıza inandığınız gibi inansanız, ahiretin arkasında gitmekten dünyaya fırsat bulamazsınız. Belki de hiçbir zaman ulaşamayacağınız hevesler için türlü sıkıntılara giriyor, değişik cürümleri uyguluyorsunuz.
Ne kadar fenalaşmışsınız ki, içinizdeki imanınızın etkisini kaybetmişsiniz? Şayet Hz. Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem'in getirdiğinden şüpheniz varsa, bize gelin, sizi aydınlatalım. Kalbinizdeki şüpheyi giderelim. Sizler akılsız insanlar değilsiniz ki, sizleri mazur görelim!
Dünya hayatınızla ilgili davranışlarınızda doğru kararlar alıyorsunuz. Sizler neden dünyada elde ettiğiniz kârlardan dolayı seviniyor, kaybettiklerinizden dolayı hüzünleniyorsunuz? Şayet içinizde hayra dönme meyli olanlarınız varsa, ben size her şeyi anlattım."
Dünya, kalp’te değil el’de olmalı
Şunu da hepimiz bilmeliyiz ki, dünya malı mü'minin kalbinde değil, elinde olması lazımdır. Çünkü kalp, Allah-u Zülcelal'in nazargâhıdır.
Süleyman aleyhisselam, bütün dünyanın hükümdarı idi. Fakat o, ne mala ne de dünyaya hiç değer vermezdi. Onun içindir ki, sadat-ı kiram şöyle demiştir: "Mal kalpte değil, elde olmalıdır." Sadat-ı kiram'ın davranışları bizim için ne büyük bir ibrettir.
Kıyamet gününde bir gurup melek ortaya çıkarak Arş'ın çevresini sardıktan sonra, Allah-u Teala'nın emri üzerine: "Falan oğlu filan nerede?" diyen bir ses duyulacaktır. İnsanlar bu sesi duyar duymaz hemen başlarını derhal sesin geldiği tarafa çevireceklerdir.
Çağrılan kişi o kalabalık arasından çıkarılacaktır. Adam, Allah-u Teala'nın huzuruna varıp dikilince: "Bu adamın elinden zulüm görenler nerede?" diyen bir ses duyulur. Arkasından onun zulmüne uğrayanlar teker teker çağrılarak adamın iyiliklerinden alınıp hakkını yediği kimselere verilir.
O gün, ne gümüş paralar ve ne de sarı paralar geçerli değildir. Sadece şu kural geçerlidir: Haksızlık edenin ya sevaplarından alınarak haksızlığa uğrayana verilir veya haksızlığa uğrayanın günahları haksızlık edenin hesabına geçilir. Haksızlık edenin sevapları karşı tarafa verile verile tükenince, bu defa karşı tarafın günahları hesabına devredilir. Adamın iyilikleri tükenince bu defa kendisine: "Haydi! Doğru cehenneme, bugün zulüm söz konusu değildir." denir. Hiç şüphesiz Allah kulları arasındaki hesaplaşmayı hızla sonuçlandırır.
O gün, ister mukarreb melek, ister Peygamber ve isterse şehid olsun, bu çetin hesaplaşmayı gören herkes sadece Allah-u Teala'nın koruduğu kimselerin kurtulabilecekleri kanaatine varırlar." (Buhari)
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Tek olarak yarattığım o kimseyi bana bırak!" (Müddessir; 11)
Allah-u Zülcelal, kıyamet gününde bazı kullarına karşı gazaba gelecektir ve:
"Beni ve onu yalnız bırakın!" buyuracaktır.
Onun için cennet cehennemi hiç aklımızdan çıkarmayalım. Bunların hepsi bizlere büyük birer işarettir. İnsan, Peygamber olmadığı için, mutlaka hata sahibidir. Fakat o hatadan dolayı pişman olup tövbe etmek şarttır.
İşte kıyamet günü böyledir. Bu dehşetli güne hazırlanmak için, dünyaya dalmayıp ahirete yönelmemiz lazımdır. Dünya ehli kâr ve zararını iyi bildikleri halde, biz neden ahiret için kâr ve zararımızı bilmiyoruz? Üzerimize bir ağırlık gelip muhabbetimiz azaldığı zaman, onu tekrar elde etmek için neden gayret göstermiyoruz? Bazı sadat-ı kiram şöyle demiştir:
"Size bir ağırlık gelip muhabbetiniz azaldığı zaman, hemen bir tasavvuf ehlinin yanına gidip sohbet ettiğiniz takdirde, sizden o ağırlık gidecektir."
Tövbe ederek gafletten uyanalım
Allah-u Zülcelal nefsi, keyf, sefa ve günahlara meyilli olarak yaratmıştır. Akıl ise bir kumandan gibidir. Akıl, nefsin ipini tutup daima doğru yola çekmelidir. Hepimiz, her sabah kendi nefsimizle hesap görmemiz lazımdır.
İnsanın en büyük çaresi ve Allah'ın büyük bir nimeti olan, tövbe kapısını kıyamete kadar açık tutmasıdır. Bizler bu kapının kıymetini bilelim ve daima iyi kişilerle beraber oturup kalkalım.
Hz. Ömer radıyAllahu anh bu konuda şöyle buyurmuştur: "Dünyanın şerefi ve izzeti dünya malıyladır. Ahiretin şerefi ve izzeti ise salih amelledir."
İnsan, baki olan hayatta şerefli ve izzetli olmak istiyorsa, salih amellere sımsıkı sarılmalıdır.
Bu konuda Hz. Osman radıyAllahu anh şöyle buyurmuştur: "Bir kimse sabah kalktığı zaman, aklı dünyada ise onun kalbi zulmetle dolar. Eğer aklı ahirette ise (ahireti düşünüyorsa) onun kalbi tertemiz olur."
Buradan anlaşıldığına göre, insanın aklı daima Allah-u Zülcelal'in rızasında ve ahirette olmalıdır. Eğer Allah-u Zülcelal, bütün kullarının hidayetini istese, bir saniye içinde dünyadaki bütün insanları imanlı ve Evliya yapabilir.
Herşey O'nun emrindedir, insanın kalbi de... Allah-u Zülcelal'in kudret parmağı bunların üzerindedir. O, isterse bu yöne çevirir, isterse diğer yöne çevirir. Allah-u Zülcelal bizleri her an imtihan ettiği için bizlerin samimi olması lazımdır.
Birbirimizi uyaralım
Allah-u ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "…İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın..." (Maide; 2)
Hepimiz birbirimize yardımcı olmamız lazımdır. Peki birbirimize nasıl yardımcı olabiliriz? Birbirimize yapabileceğimiz öylesine çok yardım vardır ki, saymakla bitmez. Fakat biz dinimizden uzak kaldığımız için, o yardımları yapmaktan uzağız.
Her zaman, Allah-u Zülcelal'den bahsetmek suretiyle birbirimize yardımcı olmamız lazımdır. Mesela, bir mü'min kardeşimiz namaz kılmıyorsa, şefkatle onun elinden tutup çekmemiz ve ona nasihat etmemiz gerekir. İşte, ahiret için yardımlaşma böyle olur.
Bir gün İsa aleyhisselam çölde giderken birisini gördü. O kimse çölün ortasına oturmuş güneşin altında ibadet etmekte idi. Yanında bulunan kocaman bir ağacın gölgesine varır varmaz bu zata selam verdi ve:
- Ey Allah'ın abid kulu! Bu çölde ne diye güneşin karşısında ibadet edersin, şu ağacın gölgesinde ibadet etsen olmaz mı? Diye sordu. O kimse:
- Ey Allah'ın Nebisi! Yedi-sekiz yüz yıllık ömrüm içinde, buradan gölgeye gidinceye kadar geçen zaman zarfında tesbihlerim fevt olabilir (eksik kalabilir). Bundan korktuğum için burada ibadet ederim, diye cevap verdi. Bunun üzerine İsa aleyhisselam:
- Doğrudur. Senin için gerekli olan da budur. Fakat sana çok garip bir şey söyleyeceğim. Ahir zamanda bir ümmet gelecek ki, onların ömrü en fazla doksan yüz sene olacaktır. Fakat, onlar öyle emek içine girip bina yapacaklar ki, sanki bin sene yaşayacakmış gibi umut içerisinde olacaklardır, dedi. O kimse:
- Eyvah, bu ne gaflettir. Eğer ben onların yerinde olsaydım, bir secde ile ömrümü bitirirdim, diye karşılık verdi.
Şu dört şey Hz. Peygamber sallAllahu aleyhi ve sellem'in ümmetinden mutlaka alınacaktır:
Birincisi: Azrail aleyhisselam ruhumuzu mutlaka bizden alacaktır.
İkincisi: Dünyada emek çekerek topladığımız malları varisler bizden zorla alacaktır.
Üçüncüsü: İstesek de istemesek de bu keyif ve sefa ile donattığımız vücudu kurtlar ve böcekler kabirde yiyeceklerdir.
Dördüncüsü: İstesek de istemesek de, üzerimizde ne kadar hukukları varsa, kıyamet günü hak sahipleri karşımıza çıkarak, sevaplarımızı alacaklardır.
Olabilir ki, sevaplarımız kalmayıp, Allah-u Zülcelal o kimsenin günahlarını üzerimize yükleyerek bizi cehenneme doğru sevk edebilir. İşte bu dört şey insan istese de istemese de kendisinden zorla alınacaktır.
Gerçek evimiz neresi?
Dünya ile meşgul olurken ahireti unutmamamız lazımdır. Dünya peşin olduğu için onun nimetleriyle ferahlanıyoruz. Bir eziyetle karşı karşıya kalırsak, nefsimiz o eziyeti kabul etmiyor. Fakat ahiret bakidir. Hz. Peygamber sallAllahu aleyhi ve sellem'in mübarek vücud-u şerifi, bindörtyüz küsür senedir kabirdedir.
Peki orası mı bizim gerçek evimiz, yoksa dünyada yaptığımız binalar mı bizim evimiz? Kendimize ne kadar haksızlık yaptığımızın, acaba farkında mıyız?
Ehl-i hikmetten birine göre, sevap kazanma yolunu bırakıp göz göre göre dünyaya dalmak cahilliktir. Sağlayacakları sevabı bile bile, amel işlemek için gereken gayreti göstermemek acizliktir. Cennetteki rahatlığı, ancak dünyada rahat yüzü görmeyenler tadabilir. Cennet zenginliğinin sefasını ancak, az dünyalıkla yetinerek dünyanın fazlalıklarını terk edenler sürebilirler.