Resimler"Esmaül Hüsna Tirmizi" programından ayrıca programda olmayanlarıda internetten yüklenmiştir.Resimler kendi siteme yüklediğim için inşAllah silinmiyecek arkadaşlar.Daha iyi anlamamız için resimleri ekledim.
Konunun tamamı eklenmiştir eksikler veya yanlışlar olmuşsa bildirirsiniz.
Allah okumayı,anlamayı ve uygulamayı nasip etsin bizlere inşAllah amin.
Euzü billahi mineş şeytanirraciym
Bismillahirrahmanirrahim.
Esma-i Hüsna Şerhi-İmam Gazali Hz.
ALLAH
Bu Rubûbiyet sıfatlan ile müttesif, gerçek varlığı ile münferit olan varlığın ismidir. Çünkü ondan başka her varlık bizatihi varlığa müstahak değildir. Zira varlığı kendinden değildir. Zatı itibari ile helâka (yok olmaya) mahkumdur...
Evet, Allah'tan başka her varlık helâka mahkumdur. Yok olacaktır, baki kalacak olan, ancak ve ancak O'dur!
Lafza-i Celâl bu mânâyadır. Onun asıl kökü hakkında yani (Allah) kelimesi hangi kelimeden meydana gelmiştir hususundaki ileri, geri fikirlerin serd edilmesi insana, beyhude çabalamaktan ve yorulmaktan başka bir şey kazandırmaz. [25]
Faide
Şunu iyi bil ki, bu isim, (Allah) Allah'ın doksan dokuz isminin en büyüğüdür! Çünkü bu, içinden hiç bir şey müstesna olmaksızın, bütün ilahi sıfatlan cem eden zâte delâlet etmektedir.. Diğer isimleri ise, ilim, kudret, fiil gibi yalnız ifade ettikleri mana birimlerine delalet etmektedir..
Ve yine bu isim, Allah'tan başkasına, ne hakikat ve ne de mecazen delâlet etmeyeceği cihetiyle, bütün isimlerinden daha ahasdır. Yani daha özellik ve hususiyet ifade etmektedir.. Diğer isimler ise, böyle değildir. Ondan başkasına da itlâk edilip çağırılabilir: Kadir, Âlim, Halim gibi.. İşte bu iki sebeptendir ki, Allah ismi, bütün isimlerin en büyüğü olmuştur... [26]
Bir İncelik:
Diğer isimlerin mânâları, kula sübutu itibarıyla da tasavvur edilebilir. Hatta merhametli kişiye rahim, bilsin olan kişiye âlim, sabırlı olana sabûr, çok şükredene şekûr denebilir. Tabii Allah'a denmesiyle kula denmesi arasında farklar vardır. Lakin "Allah" ismi ise her ne suretle olursa olsun Allah'tan başkasına itlik edilemez.. Yukarıda arz ettiğimiz gibi, ne hakikat cihetinden ve ne de mecaz cihetinden.
Bu ismin bu özelliği itibarı iledir ki, Es'sabûr, Eş'şekûr, el'cebbar, el'melik gibi isimler Allah'a izafe edilerek: "Bunlar Allah'ın isimlerindendir,) denilmiştir de, Allah ismi, Sebûr ve Şekûr'ün isimlerindendir denilmemiştir. Zaten denemez de!
Neden mi? Çünkü, bu isim (Yani Allah ismi) ilahi mânaların hepsini içine alma itibarı ile daha şümullü ve daha kuvvetli olduğundan, başka isimle tarif edilmesine hacet kalmamıştır. Diğerleri ise ancak O'na (Lafza-i Cellâl'e) izafetle tanımlanmıştır... [27]
Tenbih:
Kulun bu isimden nasibi, son derece teabbud olmalıdır. Yani Allah'a bütün kalbi ile bağlanmalıdır. Hem de öylesine ki, Sözü ondan başkasını görmemeli, ondan başkasına iltifat eylememeli, ondan başka hiç kimseden bir dilekte bulunmamalı (yani kimseye boyun eğmemeli), ondan başkasından' korkmamalı!. "Bu niçin olmasın ki, O bu isimden, O'nun (Allah'ın) gerçek varlık olduğunu, O'ndan başka ne varsa, bütün her şeyin fani, boş ve yokluğa mahkûm olduğunu anlamıştır.... Evet kişi, her şeyden önce kendisinin de yok olacağını her fani gibi hayata gözlerini yumacağım bilmelidir. Nitekim Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem kendisini yok saymış da şöyle buyurmuştur: Arab'ın söylediği beyitlerin en doğrusu Lebid'in şu sözüdür: "Allah'tan mâada her şey boştur."[28]
ER'RAHMAN ER'RAHÎM
Bu iki isim, rahmet kökünden gelmedir, Rahmet (esirgeme) esirgenmiş bir varlığı gerektirir, ihtiyaçsız bir esirgenmiş ise kabili tasavvur değildir. İşte bu isimle, kast etmeden, murat etmeden muhtacın ihtiyacı (ihtiyarı olmadan) karşılanır. Öyleyse muhtaç olan kişiye Rahim denemez!
Bir ihtiyacı karşılamak isteyen kimse, eğer o ihtiyacı karşılamaya gücü yettiği halde karşılamazsa ona Rahim denmez, çünkü iradesi tamam olsaydı mutlaka o ihtiyacı karşılardı. Eğer ihtiyacı karşılamaktan aciz ise, içinde şefkat ve merhamet duygusu taşıdığından dolayı kendisine Rahim denebilir.. Lakin ne var ki onun merhameti noksan sayılmış olur. Zira tam rahmet merhamet iyiliğin muhtaçlara izafesiyle ve onlara gerçekten istemesiyle mümkün olur. Umumi Rahmet (Esirgeme) ise, hak edene de, etmeyene de şamil olan bir' merhamet (esirgeme) dir.
Allah'ın Rahmeti (Esirgemesi) hem tamdır, hem de şümulüdür.
Tamdır: Çünkü muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek istemiştir ve bizzat tam manâsıyla gidermiştir...
Şümullüdür; Zira, O, Rahmeti hak edene de, etmeyene de şamil olmuş, dünya ve ahirette duyulacak her türlü zaruret ve ihtiyaçları kapsamıştır... Şu halde mutlak ve gerçek Rahim (esirgeyici) O'dur!... [29]
Bir İncelik:
Rahmet (esirgeme), merhamet eden kimseye arız olan hüzün verici bir duygu olmaktan hali değildir, Rabse şüphesiz ki bu gibi şeylerden münezzehtir. Bu sebeple belki bunun rahmet anlamında bir noksanlık olduğunu sanırsın. Oysa bu; O'nun hakkında noksanlık değil, bilakis kemal (mükemmellik) dir.
Noksan değildir. Çünkü, Rahmetin (esirgemenin) mükemmelliği; semeresinin kemâliyledir. Muhtacın ihtiyacı tam manasıyla karşılanınca, esirgenen kişinin, asıl merhamet edenin elem duygusunda herhangi bir rolü olamaz!. Merhamet eden kimsenin elem duyması, kendi şahsının zaafına ve noksanlığına delalet eder. Muhtacın ihtiyacı gerçek manada karşılanınca bu bir şey ifade etmiş olamaz.
Bunun esirgeme anlamında mükemmel olmasına gelince: Esirgeyici, hiç şüphe yok ki, kendi nefsinde duyduğu bu acıma hissini, muhtaç durumda olana yardım etmek suretiyle bertaraf etmek ister. Bu, her ne kadar zahiren ona noksanlık iras edeceği hissini verirse de, asıl gaye muhtaç durumda olan kişinin ihtiyacını karşılamaktır. Yoksa kendi vicdani üzüntüsünü dindirmek değildir. Öyleyse, esirgeyici için böyle bir noksanlık kabili tasavvur değildir.. [30]
Faide:
RAHMAN (ismi) Rahim (isminden) daha hususilik ifade eder. Bu sebepledır ki, Allah'tan gayrisine bu isim konamaz. Rahim ismi ise, Allah'tan başkasına da itlâk edilebilir. Bu yönden Rahman ismi Allah'ın Âlem (Zat) ismi olan "Allah" ismi ne yakındır. Her ne kadar bu isim Rahmet kökünden gelme ise de gerçek budur. Bu sebepledir ki Cenab-ı Hak, her iki ismi şu ayette bir arada zikr etmiştir: "De ki: Gerek Allah diye ad verin, gerek Rahman diye ad verin, hangi adı verirseniz nihayet en güzel isimler onundur"[31]
İşte bu yönden ve birde sayılan Allah isimlerinde teradüfü önleme keyfiyetinden dolaydır ki, her iki ismin arasını ayırt etmek gerekmektedir. Rahman isminin ifade ettiği mana Rahim isminin ifade ettiği mânâdan mutlaka farklı olmalıdır. Yalnız Ahiret saadetini vermek (Mü'minlere) anlamında olan Rahim isminden Rahman ismi şu bakımlardan farklıdır;
Rahman ismi icabında Allah insanları önce yaratmıştır, sonra mü'minleri imana ve mutluluk sebeplerine hidayet etmiştir. Daha sonra da onlan ahirette mutlu kılmıştır. Dördüncü olarak da onları, kendi Cemal-i İlahisini müşahede etmek şerefine nail ve mazhar etmiştir... [32]
Tenbih:
Mü'minler bu isimden ne elde edebilirler?
Mü'minler bu isimden şunu elde edebilirler. Önce Allah'ın gafil kullarına merhamet edip onları olanca güçleriyle Allah yoluna vaaz ve nasihat etmek suretiyle çevirirler. Böyle bir teşebbüste bulunduklarında şiddet yolundan ziyade yumuşaklık ve şefkat yollarını tercih ederler: Asilere de merhamet sözü ile bakarlar, eziyet ve zulüm nazarı ile değil...
Mü'minin başlıca sayesi, insanlardan sadır olan her masiyet sanki kendi nefsinden sadır oluyormuş gibi, o masiyeti onlardan bertaraf etmeye olanca gücüyle çalışmak ve bu suretle onları Allah'ın gazabına uğramaktan kurtarmak olmalıdır.
Mü'minin "Rahim" isminden istifade edeceği hususta şudur:
Gücü yettiği kadar muhtaç durumda olan kimselerin ihtiyacını karışılar, yanında ve memleketinde ihtiyacını karşılamadığı hiç bir fakir bırakmaz. Muhtaçların ihtiyaçlarını ya para ile ya da nüfuzu ile veyahut hayra delâlet etmekle, daha olmazsa zengin ve söz sahibi olan kişilere başvurmak suretiyle karşılar. Bu saydıklarımızdan aciz olursa, o zaman ona hayırlı dualar yapmak suretiyle onun hüzün ve kederini paylaşır... [33]
Bir Soru Ve Bir Cevap: Soru:
Allah'ın Rahim ve Erhamerrahimin (merhamet edicilerin en merhamet edicisi) olmasının manası nedir? Mademki Rahim, zarara uğramış, hasta, işkenceye maruz kalmış, bela ve musibetlerle karşı karşıya gelmiş kişilerin imdadına koşup kurtarmaktır. Mademki Hak Tealâ her belayı, her fakrü zarureti önlemeye, her hastalığı bertaraf etmeye kaadirdir. Öyleyse neden dünya hastalarla, muhtaçlarla doludur? Kullarını neden böyle işkenceler içerisinde kavranır bir halde bırakmaktadır?
CEVAP:
Bu suali bir misalle cevaplandıralım. Bir küçük yavruyu ele alalım, hastadır. Ameliyat edilmesi gerekmektedir. Annesi acıdığı için bir türlü onu ameliyat masasına, cerrahi müdahalede bulunacak operatöre teslim etmek istemiyor. Babası ise ameliyat olmasında karar!!...
Cahil zanneder ki, anne babadan daha merhametlidir. Bak anne evlâdı için nasıl telaşlanıyor ve ameliyata kıyamıyor, der. Akıllı kişi ise hiç de böyle düşünmez. O, babanın daha merhametli olduğuna inanır. Çünkü baba onu devamlı sancıdan kurtaracak... Bunun için de muvakkat acılara tahammül etmesine göz yumacaktır..
Çünkü az ve geçici acılar sancılar ilerde gerçek sıhhate vesile olacaksa nazarı itibara alınmaz. Onlara kötü nazar ile bakılmaz. Bilakis iyidir gözü ile bakılır. Çünkü onlar iyiye bais olacaklardır.
Rahim (merhamet edici) ye gelince, hiç şüphe yok ki, merhamete muhtaç olan kişiye merhamet etmek ister... Sonra varlık âleminde hiç bir şer yoktur ki "Hayrı" içinde bulundurmasın. Şer, büsbütün ortadan kaldırılmış olsaydı, içinde bulundurduğu hayrı da beraberinde alıp götürecekti. İçinde bulundurduğu hayırla beraber ortalardan kaybolmasıyla şüphe yok ki daha büyük serler ve zararlar ortalığı dolduracaktı...
Mikrop almış bir eli düşünelim. Bu eli kesmek, zahiren her ne kadar kötü görünürse de, bütün bedenin selameti gibi büyük bir mutluluğa vesile olacağından onda sonsuz hayırlar gizlidir. Çünkü eli öyle kendi haline terk etmek bütün bedenin helakine sebep olur. Böylelikle şer, olduğundan daha da zararlı ve yaygın bir hal alır. Şu halde bütün bedenin selameti için bir elden olmak şer değil, bilâkis hayırdır. Eli kesmek bizzat bedeni kurtarmak için murat edilmiştir. Elin kendi uzviyetini kurtarmak için değil de bedenin selameti için kesilmiş olması, asıl gayenin eli değil de bedenin kurtulması olduğunu ortaya çıkarmıştır,. Netice olarak her ikisi de iradede yer almıştır. Ancak şu farkla; birisi kendi zatı için arzu edilmiş, diğeri ise başkasını kurtarmak için istenmiştir.. Kendi zatı için murat edilen, her zaman için başkası için murat edilenden önce gelir. Bu sebeple Cenab-ı Hak "Rahmetim gazabımı sevk etmiştir" buyurmuştur.[34]
Şimdi bu Kudsi Hadisi inceleyelim: Allah'ın gazabı, şerri murat etmesidir. Çünkü şer de (kötülük de) O'nun iradesiyle meydana gelir.
Rahmeti ise Hayrı (iyiliği) murat etmesidir. Hayır da onun iradesinin bir neticesidir. Lâkin hayrı, bizzat hayrın kendisi için murat etmiştir. Şerri, bizzat kendisi için değil, içinde bulundurduğu (insanlara meçhul ve kapalı olan) hayır için murat etmiştir. Demek ki, şer (kötülük) bizzat kendisi için maksud değil, içinde sakladığı hayır için kasd edilmektedir. Şu halde hayır, kendisine vusul için bazı arazları gerektirmektedir.
Böyle olan bir şey, rahmete engel olabilir mi hiç? İmdi içinde hiç bir hayır saklamayan bir şer aklına gelirse veyahut hayrı serde değil de başka yönden tahsil edilmesi mümkündür dersen, o zaman bu iki vehmi sana ilham eden cüce aklını suçla! (Neden mi?)
Şerrin içinde hayır yok demen, daha doğrusu böyle bir hükme varman, cüce aklının gerçek marifete nüfuz edememesinden ileri gelmektedir. Çünkü sen böyle düşündüğünde, ya ıstıraptan kurtulmak için ameliyatı kötü ve tehlikeli gören sabi, veyahut da maktulün ölümünü şer kabul ettiği için kısasla öldürülen kişinin idamını şer kabul eden ahmak gibi olursun. Ahmak kısasla olan umum menfaati, insanlığın selâmet ve saadetini düşünememiştir. Tek şahısta görülecek bir şer'in kaldırılmasıyla, umumun hayrına vesile olacak genel bir hayra tevessülün sırrını anlayamamıştır. O öyle düşünüyor veyahut öyle olmasını istiyor diye hayır olan şey ihmal edilir mi hiç?.. "Hayrı şerrin dışında tahsil etmek mümkündür." gibisinden aklını kurcalayan vehme gelince. Bu da ince, her aklın idrak edemeyeceği gayet muğlâk bir keyfiyet arz etmektedir. Zira her muhal veya mümkün olan şeyin imkanlılığı veya imkansızlığı, ne bilbedahe ve ne de azıcık bir düşünce bir nazarla anlaşılmaz, bilâkis bu, derin ve geniş düşünceleri gerektirir ki, bir çok kimselerin içinden çıkabileceği iş değildir bu...
Öyleyse bu iki vehmi sana ilham eden aklını suçla da Allah'ın merhamet edicilerin en merhamet edicisi olduğu ve Rahmetinin de gazabını sebk ettiği hususunda asla tereddüde kapılma. Şerri murad eden kimse hakkında, bunu bizatihi şer için murad ediyor, öyleyse o, Rahmet ismine müstahak değildir diyerek şüphecilik yollarını arama!
Şerrin ifşasını engelliyen örtüyü kaldırdığımızda mahzı hayrın su yüzüne çıkacağını söyledik. İman et (yeter) beni ifşa ya zorlama!' Ben sana şifreyi verdim, eğer işaret ve şifreden arılıyorsan bu kadarı sana yeter... [35]
Beyit:
"Eğer diriye çağırsaydın mutlaka duyururdun; lakin ne yazık ki çağırdığın kişide hayat yoktur!..."
Bu birçok kimselerin düşündüğüdür.. Onun için böyle bir açıklamada bulundum, Yoksa Allah'ın kader hakkındaki sırra vakıf olan kardeş bu söz sana değildir. Sen zaten bu sibi açıklamalara ve tenbihlere muhtaç değilsin. [36]
EL'MELİK
O, öyle bir varlıktır ki, ne zatında ve ne de sıfatında hiç bir varlığa ihtiyacı yoktur. Bilâkis her şey zatın da, sıfatında, mevcudiyetinde ve bekasında ona muhtaçtır!
Şu halde ondan başka her şey O'nun memlukûdür..
O'nun ise hiç bir şeye ihtiyacı yoktur! İşte Melik-i mutlak O'dur!.. [37]
Tenbih:
Kulun mutlak melik olması hiç düşünülemez. Çünkü onun her şeyden müstağni olduğu söylenemez.. Allah'tan başkasına ihtiyacı olmasa bile, mutlaka daima Allah'a muhtaçtır. Sonra ona herkesin, her şeyin muhtaç olduğu da düşünülemez. Zira ona muhtaç olmayan birçok varlıklar vardır da o farkında değildir., Lakin kendisinin bazı şeylere muhtaç olmaması düşünülünce onun Melik olduğu zannı hâkim olur.
Kullardan gerçek Melik o kişidir ki; Allah'tan başka kimsesi olmaz.. Allahtan gayri her şeyden alakasını keser, bununla beraber asker ve halkının kendisine itaat ettiği boyun eğdiği ülkeye sahip olur.. (Nasıl mı?)
Şöyle: Çünkü onun öz ülkesi kalbi ve kalıbıdır. Askerleri ise, gazabı, şehveti, hava hevesidir. Halkı ise; dilli, gözleri elleri ve sair azalarıdır....
O, bütün bunlara hâkim olup da kendisine boyun eğdirirse, işte kendi iç dünyasında sultanlık derecesine yükselmiş demektir.. Bir de buna insanlara karşı olan ihtiyaçsızlığı ve herkesin gerek dünya hayatında ve gerekse ahiret hayatında kendisine, muhtaç olduğu hususu eklenirse işte o zaman yeryüzünün sultanı olmuş demektir ki bu, Peygamberlerin (Allanın selamı üzerlerine olsun) rütbesidir. Çünkü O'nlar, ahiret hayatına hidayet etme hususunda Allah'tan başka hiç kimseye ihtiyaçları yoktur, herkes kendilerine muhtaçtır...
Meliklik hususunda; Peygamberleri, onların varisleri olan âlimler takip ederler, onların sultanlık derecesi de, kulları irşat edebilmek yeteneğiyle ölçülür.
Evet, bu niteliklerle kul melekler derecesine ulaşır ve Allah'a yaklaşabilir. Bu mülk hakimiyet kendilerine gerçek melik olan, mülkünde ortağı bulunmayan Allah tarafından ihsan edilmiştir.
Emirlerden biri, ariflerden birine:
Ne ihtiyacın varsa söyle. Dediği zaman, arifin kendine verdiği cevap ne de arif'anedir.
Ben senden ne isteyeceğim ki, benim iki kölem vardır ki onlar senin efendindir..
Neymiş onlar bakalım?
Biri hırs, diğeri heva ve heves... İşte ben bu ikisinin sırtını yere getirip onlara hâkim oldum, sen ise bunlara yenildin. Onlar sana hâkim oldular. Demiştir.
Adamın biri, bir şeyh'ten kendisine nasihatte bulunmasını rica edince Şeyh ona dedi ki:
Dünyada da, ahirette de melik ol. Adam bu sözü duyunca şaşırdı ve tekrar sordu:
Nasıl yani?
Dünyaya karşı olan hırs ve şehvetini kesersen, hem dünyada hem ahirette sultan olursun. Çünkü sultanlık hürriyet ve ihtiyaçsızlıkta görülebilir; esaret ve zillette değil... [38]
EL'KUDDÛS
O, hissin idrak ettiği, hayâlin tasavvur ettiği, vehmin ileri atılıp tahayyül ettiği, vicdanın ihtilâç ettiği tefkirin tasarladığı her vasıf (nitelik) den münezzeh ve müberradır..
O'nu vasf ederken; o, ayıp ve noksan sıfatlardan münezzehtir demedim, çünkü böyle bir söz edebe aykırı düşer.. Zira böyle bir ifade, ülkenin kralını vasf eden kimsenin: "ülkemizin kralı, mühür kazıyıcı, kan alıcı değildir!" sözüne benzer.
Şurası da muhakkaktır ki, bir şeyin mevcut olmasını nefy etmek (yoktur demek) o şeyin var olmasının mümkün olduğunu vehm ettirir.
Böyle bir vehim de Vacib-i Tealâya noksanlık isnad etmeye yol açar. Onun için O'nu vasf ederken dedim ki: O, birçok kimselerin mükemmel olarak kabul ettiği veya sandığı vasıflardan münezzehtir.. Çünkü o insanlar, önce kendilerine bakıp niteliklerini tanıdılar.. Tabii ki, bu nitelikler içinde mükemmel olanı mevcut olduğu gibi Doksan olanlar da mevcuttur.
Onlar, ilim, kudret, duyma, görme, konuşma, irade gibi vasıflarını manalarının hizasına koyarak işte bu kemal sıfatlardır, dediler.
Kendilerine göre, cehalet, acizlik, körlük, sağırlık, dilsizlik gibi noksan olan sıfatları da mânâlarının hizasına koyarak noksan saydılar.
Sonra Allah'ı övmek istedikleri zaman kendi ölçüleri dahilindeki mükemmel sıfatlarla tavsif ettiler ve noksan sıfatlardan tenzih ettiler. Oysa Allah kendi nefislerinde kemal sıfatlar olarak tanıdıkları sıfatlardan da, kendi haklarında noksan kabul ettikleri sıfatlardan da münezzeh ve müberradır. Hatta yaratıklar için tasavvur ve tahayyül edilen her türlü sıfatlardan da münezzehtir. Çünkü O, onların hiç birine benzemez, hiç bir şey de O'na menend olamaz!..
Bu konuya daima ve izah etme olmasaydı zaten bu konuya girmezdim, teeddüp ederdim. Bunu, mukaddimeler bölümlerindeki dördüncü bölümde gayet açık olarak izah ettim. Tekrarına lüzum görmüyorum.. [39]
Tenbih:
Kulun takdisi, ilim ve iradesini tenzih etmesidir. İlmine gelince: Onu, bütün muhayyetât, mahsusat (his edilenler).. Mevhûmat (vehm edilenler) ve benimi sıfatların iştirak ettiği her şeyden tenzih etmesidir.
İradesine gelince, onu, şehvet, öfke, yemek, içmek, evlenmek, giymek, dokunmak, bakmak gibi beşeri lezzet ve sıfatlara müncer olan her türlü sıfatlardan tenzih etmektir.
İşte kul, böyle olunca ancak Allah'a yaklaşabilir. Onun kalbi her zaman için Allah'la beraber olabilir. Onun Allah'tan başka hiç bir şeyde hazzı, Allah'a kavuşmaktan başka hiç bir şeyde şevki, Allah'tan gayri hiç bir nesnede sevinç ve neşesi kalmaz!.. O'na Cennet bütün nimetleri ile verilse, hiç birine iltifat etmez. Sahipsiz evi ne yapsın O?.. Hülasa: Kul, hissi, hayali ve hayvani olan temayüllerden kurtulduğu gün ruhen kemale ermiş olur.
Müridin celâleti, muradının celâletiyle ölçülür. Bütün gayesi karnına giren şey olursa, kıymeti de ondan çıkan şey kadar olur...
Allah'tan başka gayesi olmayan kişinin derecesi, himmetine göredir..
İlmi, mahsusat, mütehayyilât derecesini geçerse, iradesi şehvet icaplarından arınırsa Hazretil Kuds'un sevgisine mazhar
ES'SELÂM
O, zatı ayıptan, sıfatı noksanlıktan, ef'ali kötülükten beri olan bir varlıktır. Hal bu olunca, varlıktaki bütün selam et ve emniyetler ondan sadır olmuştur ve yine ona rucû edecektir. Yukarıda anlatmıştık: Vacib tealâ'nın fiilleri şer'den (yani mutlak serden) salim olmuştur.
Şerri hiç bir zaman bizatihi murat etmemiştir. Ama içinde hayır saldı olan şerri murat etmiş olabilir. Çünkü böyle olan şer aslında, yukarda da işaret ettiğimiz gibi şer değildir... [41]
Tenbih:
Hile, kin, hased, kötülüğü istemek gibi şeylerden uzak, günah ve yasaklardan beri olan her kul, Allah'a selâmet bulmuş bir kalple gelecektir. İşte kulun bu gibi huylardan arınması Selam-ı Mutlak'dan istifade etmesiyle mümkündür.
Kulun her bakımdan selamet bulması, ayrıca in'tikas ve in'tikasdan da beri olmasına bağlıdır.
İn'tikas: Aklın şehvet ve gadaba esir olması demektir. Gerçekse bunun tam aksidir. Yani şehvet ve gazabın aklın esiri olmasıdır. Bunun aksi olunca intikasa maruz kalmış olur. Böyle olunca da emir memur; kral köle olmuş olur.. Şu halde selam ve İslâmla, ancak Müslümanların dilinden ve elinden kurtulmuş olan kimse nitelenebilir. Henüz kendi nefsini kurtaramayan kişi, bu ulvi vasıfla nasıl nitelenebilir?.. [42]
EL'MÜ'MİN
O öyle bir varlıktır ki, bütün emniyet ve em an ona racidir. Çünkü emniyet sebeplerini açıklamış, korku yollarını kapatmıştır.
Korku mahalli olmadan emniyet, helak olma tehlikesi olmadan da korku tasavvur edilemez. Mü'mini mutlak o varlıktır ki, bütün emniyet ve emanın kaynağı asla ondan başkası olamaz. İşte o da Allah'tır.
Şurası da bir gerçektir ki, kör görmediği yerden kendisine bir felâketin gelebileceğinden endişe eder. İşte gören göz, sahibini böyle bir tehlikeden kurtarır. Eli olmayan kişi de el ile savunabileceği yerden tehlike geldiğinde böyle bir korkuya kapılır. Ama eli olursa o tehlikeyi rahatlıkla önler.
İşte insanoğlunun bütün organ ve duyuları da böyledir... İsimlerinden biri Mü'min olan Allah onları yaratmış, şekillendirmiş, kuvvetlendirmiştir.
Şimdi düşmanları tarafından aranan bir insanı düşünelim:
Çembere alınmış, halsiz olduğu için organları hareket edemiyor. Hareket etse bile, kendisini koruyacak silahı yok. Veya silahı da var ama, düşman çok, tek başına üstelerinden gelemiyor. Kendini koruyan insanlarda var ama, mutlaka hep beraber sığınacak bir kaleleri olması gerekiyor.. Tam o sırada biri yetişiyor ana silah, asker veriyor. Üstelik O'nu ve askerlerini muhafaza edecek bir de kocaman kale yapıyor. Ona emniyet ve eman nimetini tattırıyor. İşte böyle olan kişiye min diyebiliriz..
İmdi kul, yaradılış itibarı ile şayet zayıftır. Hastalık, açlık, susuzluk, gibi şeylere maruz olduğu gibi: yanma, boğulma, yaralanma, kırılma tehlikeleriyle de her zaman karşı karşıyadır.
Onun hastalık hakkındaki korku ve endişelerini, Ancak hastalığa çare bulan doktorlar bertaraf edebilirler. Yemekler de açlığını, su da susuzluğunu giderebilir. Azalan (organları) da bedenin muhafazası için elverişli olabilir.
Duyuları da felâketten haber verecek birer casuslarıdır..
Bütün bunların yanında kulun asıl büyük korkusu vardır ki, o da ahiret korkusudur. Onu bu korkudan kurtaracak yegâne siper ise Kelime-i Tevhiddir, Allah'ta işte kullarına en büyük bir reçete olarak ve en güzel koruyucu kale olarak bu Kelime-i Tayyibeyi ihsan etmiştir. Ve şöyle buyurmuştur: " La ilahe illallah, benim kalemdir, Her kim benim kaleme girerse, azabımdan emin olur.."
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; Kâinatla, eshâba tevessül etmeden emniyet tasavvur edilemez. Bu sebeplerin halikı; onların göstericisi ve nasıl kullanılacağının öğreticisi hiç şüphe yok ki (Allah)'tır.
O'dur her şeyi yaratan, Odur yol gösteren. Evet, O'dur gerçek ve mutlak MÜ'MİN... [43]
Tenbih:
Kul, bu isimden şunu elde edebilir: Yanında bulunan herkesi şerrinden emin kılar. Hiç kimseye zararı dokunmaz. Ona başvuran her korkan kişiyi," gerek kendi nefsi ve gerekse dini hakkında duyduğu korku ve endişeden kurtarmaya çalışır. Nitekim Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuşlardır:
"Allah ve ahiret gününe iman eden, komşusunu kendi kötülüklerinden emin kılsın..
Kullar arasında bu isme en çok hak kazanan, halkı, kurtuluş yoluna, Allah yoluna irşad ve hidayet ederek Allah'ın azabından kurtaran kişilerdir.. Bunu da hiç şüphe yok ki, Peygamberler ve âlimler yaparlar. Bakınız Peygamberimiz (S.A.V.) ne buyurmuşlar:
"Şüphesiz siz, ateşle kelebekler gibi dolaşacaksınız, ben gelip sizi bir tarafınızdan tutarak kurtaracağım!." [44]
Hayâl Ve Tenbih:
Korku, şüphesiz ki Allah'tandır. Kullarını korkutan O'dur. Korku sebeplerini de o yaratmıştır.. Öyleyse emniyet O'na nasıl izafe edilir?
CEVAP: Korku ondandır... Emniyet de ondandır. Korku sebeplerini ve emniyeti yaratan hiç şüphe yok ki O'durl Onun korkutucu olması, Mümitl olmasına mani teşkil etmez. Nitekim kullarından bazılarını zelil kılması O'nun Muiz (Aziz) kılıcı olmasına mani değildir. Hem Muiz (Aziz kılıcı), hem de Muzil (Zelil) kılıcıdır..
Ve yine O'nun kullarından bazılarını alçaltıcı olması; yükseltici olmasına mani değildir. O bazı kişileri alçalttığı gibi, bazılarını da yükseltebilir..
Demek ki, Mümin (Eman veren) de O'dur, korkutan da O'dur.. Lâkin güzel isimlerinden biri Mü'min olmuştur da Muhavvif (Korkutucu) olmamıştır...
EL'MÜHEYMİN
Bu ismin, Allah hakkındaki mânası şudur: O (Allah), yaratmış olduğu mahlukatının amelleri, rızıkları, ecellerini bilip muhafaza eder. Her muhafaza ile memur olana müheymin derler. Bir şeye göz kulak olan kişi o şeyin koruyucusu ve müheymindir demektir. Şu halde israf (gözlem) ilme, istila ise Kudretin kemaline, muhafaza ise akla racidir. İşte bu manaların hepsini ancak (Müheymin) ismi içine alır. Bu manaları tam manasıyla ve kayıtsız şartsız ancak Allah tahakkuk ettirir, başkası değil. Bu sebepledir ki,
(El-Müheymin) ismi, kadim kitaplarda da Allahın isimlerinden sayılmıştır... [46]
Tenbih:
Kendini mürakaba eden, kendi kusurlarını anlayan ve düzeltmeye çalışan, kendisini iyi hal üzere devam ettirmeyi başaran her kul kalbine hâkim olma itibari ile müheymindir. İsraf ve ittilaı daha da genişletip Allah'ın kullarına yol gösterme imkanına sahip, feraset ve istidlal tariki ile iç ve dış yüzlerine de vakıf olup da onları irşat edebilirse tabii ki bu mânadan nasibi son derece fazla olmuş olur... [47]
EL'AZİZ
O, öyle bir kıymetli isimdir ki, emsali az bulunur. Ona çok ihtiyaç duyulur. Ona ulaşmak güç olur. Bu üç manayı üzerinde bulunduramayan kişiye "Aziz" ismi, verilemez!
Çünkü çok nadir olan şey var ki, kıymetli ve faydalı değildir.. Bunun için de hiç bir zaman (Aziz) olamamıştır..
Nice kıymetli ve yararlı, misli bulunmayan şeyler var ki vüsûlü güç değildir: Güneş gibi.. Onun emsali yok... yer de öyle... Bunların faydası pek çoktur. Onlara olan ihtiyacımız da son derecededir.. Lakin (bütün bunlara rağmen) her ikisine de (Aziz) diyemiyoruz. Çünkü, onları müşahede etmek onlara vasıl olmak güç değildir. Onun için bir şeyin aziz olması için mutlaka yukarıda arz ettiğimiz üç mana (Vasf) ın bulunması gerekmektedir..
Sonra bu üç mana'nın her birerleri için kemal ve' noksanlık söz konusu olabilir...
Mesela nadir olmasındaki kemal, bir olmasına bağlıdır. Çünkü birden az hiç bir şey tasavvur edilmez. Tek olan misli ve menendi bulunmayan varlık ancak Allah'tır. Ondan başkası için böyle bir şey düşünülemez..
Güneş mevcut olma bakımından her ne kadar tek ise de lakin onun gibisinin bulunması da mümkündür, yani mümkün olma bakımından o, tek değildir. Kemal necasette onun gibisi bulunabilir...
Şiddetli ihtiyaç meselesine gelince:
Bu, her şeyin varlığında, bekasında, sıfatında kendisine ihtiyaç duyulan varlık olarak kabul ettiğimizde "Hakkında kemâl" sözü doğru olabilir.. Böyle bir varlık Allah'tan başka var mıdır?
Bütün varlıklar O'na muhtaçtır. Hem de her şeylerinde.
Yukarıda açıklamıştık. Allah'ı kendisinden başka tam manasıyla kimse bilemez! (Künhünü..) Kayıtsız şartsız gerçekten Aziz olan O'dur!... Azizlikte O'na hiç bir şey benzeyemez!... [48]
Tenbih:
Kullardan aziz olan, uhrevi hayatlarında ve ebedi saadetlerindeki önemli işlerinde kendilerine ihtiyaç duyulandır. Şüphesiz ki, bu evsafta olanlar yok denecek kadar' azdır. İşte bu ancak Peygamberlerin, rütbesidir. (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun.)
Şeref ve izzet bakımından onlara ancak, asırlarında yaşamış halifeleri ve kendilerine varis olacak ümmet âlimleri yaklaşabilir.. Tabii bunların her birerleri, halkı irşat hususunda gösterebilecekleri başarı nispetinde onlara yaklaşma imkanına kavuşabilir... [49]
EL'CEBBAR
O, öyle bir varlıktır ki, dilediğini cebir yolu ile herkeste icra edebilir. Hiç kimse O'na bir şey yapamaz. Hiç kimse O'nun elinden (kudretinden) kurtulamaz. Bütün eller O'na karşı aciz kalır. Mutlak (kayıtsız şartsız) Cebbar hiç şüphe yok ki Allah'tır. O herkese cebr eder, hiç kimse O'na cebr edemez. Bu hususta hiç kimse O'na eş olamaz. [50]
Tenbih:
Kullardan bu isme layık olan, uymaktan uyulmak derecesine, yükselen, rütbe itibarı ile herkesten yüksek olan, heyeti ve suretiyle her bakımdan halka cebr eden kendisine uymaya onları mecbur kılan, onlara faidesi dokunan, onlardan faydalanmaya lüzum ve ihtiyaç duymayan, tesir edebilen, hiç kimsenin tesirinde kalmayan, kendisine uyulan ve fakat hiç kimseye uymak mecburiyetinde olmayan, herkes tarafından delicesine sevilen bir kimse, onu gördüğünde bir daha görmek isteyen ve fakat onun gibi olma temennisinde bulunmayan, kimsedir ki bu vasıf ancak insanlığın Önderi Hazreti Muhammed'e (S.A.V.), nasip ve müyesser olmuştur... Nitekim bir hadisinde bu hakikati şöylece tebarüz ettirmişlerdir:
"Musa sağ olsaydı, bana uymaktan başka çaresi olmazdı. Ben Âdemoğullarının efendisiyim (ki bununla) gururlanmıyorum.. [51]
EL'MÜTEKEBBİR
O zatına nispetle herkesi hakir gören, azamet ve kibriyayı ancak kendi nefsine layık gören, başkalarına meliklerin kölelere karşı takındığı bir nazar misali bakandır...
Bu bakış ve görüş doğru ise (gerçeğe muvafık ve vakıa mutabık ise) tekebbür de doğru ve sahibi gerçekten mütekebbir olmuş olur. Ne var ki bu nitelikteki isim kayıtsız şartsız ancak Allah'ındır.
Eğer bu büyüklenme ve böbürlenme batıl ise, yani göründüğü gibi değilse, o zaman tekebbür boş ve üstelik mezmum olur. Her kim, kendini başkalarından üstün görüp de kibirlenirse onun bu davranışı boş ve mezmumdur, Çünkü büyüklük azamet ancak ve ancak Allah'a mahsustur... [52]
Tenbih:
Kullardan gerçek manada mütekebbir, zahid ve arif olandır. Arifin zühdü ne demektir? Onun manası nedir?
Mânası, kendisini o ulvi düşüncesinden ve yüce sırrından alıkoyacak yaratıklardan tahliye etmesi, Allah'tan başka her şeyden kendisini üstün görmesi, dünyayı hattâ ahireti küçümsemesi, kendisini Hak'tan ırak edecek her şeye sırt çevirmesidir. İşte Arifin zühdünün manası budur.
Arif olmayanın zühdü; bir nevi alışverişten ibarettir. Ahiret metaını dünya metaı ile satın alır.. Veresiye alışverişteki kar ve zanca tama ederek peşin alış verişi terk eder. İşte buna selem ve mubayaa derler...
Yemek ve kadın şehvetlerinin köleleştirdiği kişiler, gerçekten hakirdirler. Hiç bir zaman gerçek manada mütekebbir olamazlar. Çünkü gerçek manada mütekebbir, her şehveti hakir gören, hayvanların bile nasibi olan her zevke sırt çevirendir... [53]
EL'HALİK EL'BARİ EL'MUSAVVİR
Belki bu isimlerin eş manalar ifade eden isimler olduğu akla gelebilir.
Hepsinin de mânası (Yaratıcı) olduğu zan edilir. Ama mesele hiç de öyle sanıldığı gibi değildir. Çünkü her yokluktan varlık âlemine çıkan şey, önce takdir, ikinci defa takdir'e göre icad, icad'dan'sonra da tasvire muhtaçtır.
Cenab-ı Hak, takdir edici olarak da haliktır. İcad edici olarak da halıkdır. Nihayet müsavvir (şekillendirici) olarak da haliktır. Yaratıklara en güzel şekli O vermiştir. Onları gayet güzel nizam ve intizam içinde O, yaratmıştır...
Bu tıpkı bir bina gibidir. O binanın, tuğla, taş, çimento, kerpiç, gibi malzemelerin ne kadar gideceğini, eni boyu - metrekaresi ne kadara, kaça mal olacağını hesaplayacak birine ihtiyaç vardır.
İşte bu işleri yapana; projeyi çizene, hesap ve kitabını yapana biz mühendis diyoruz..
Bunlardan sonra binayı asıl yapacak ustaya lüzum görülür. Daha sonra binanın iç ve dış tezyinatını üstüne alacak başka bir usta aranır... İnsanlar hakkında da bu böyledir. Çünkü her işi bir insan yapamaz, herkesin ihtisası ayrı ayrı konularda olur, lakin Allah hakkında biz bunu böyle düşünemeyiz. Çünkü takdir eden, icad eden ve tasvir eden de O'dur.
Şimdi Allah'ın yaratmış olduğu mahlûkatından birini ele alalım. Mesela, insanı...
İnsanoğlu Allah'ın yarattıklarından bir cinsi temsil eder.. İnsan varlığının vücuda getirilmesi için evvelâ nasıl yaratılacağı hakkında takdir yapılmalı. Çünkü onun, belirli bir cisim olması gerekmektedir. Bazı sıfatları alabilmesi için önce cismi lazımdır. İnşaatçının bina kurabilmesi için bazı alet ve edevata ihtiyacı olduğu gibi...
İnsanın bünyesi ancak su ve toprakta vücut bulabilir. Yalnız toprak kafi gelmez. Çünkü kurudur; tutmaz dağılıverir. Yalnız su da kafi gelmez. Çünkü tutmaz dökülüverir. Öyleyse kuru ile yaşı birbirine katıştırmalı ki, çamur haline gelebilsin. Sonra pişirici bir hararet (fırın) lazımdır ki, su ve toprak, karışımı muhkemleşip ayak da durabilsin. Demek ki, insan serapa çamurdan'yaratılmış olmuyor. Bilakis su ile yoğrulmuş, kurutulmuş ve pişirilmiş bir topraktan (balçıktan) yaratılmış oluyor...
Ama o toprağın ve suyun da belirli ölçüde olmaları gerekiyor.. Eğer takdir edilen ölçüden az olursa zerre, ya da karınca gibi küçük olur ki, insan işlerini yapamaz, rüzgar vurduğu gibi savurur ve en küçük şey onu telef eder.
Sonra dağlar kadar büyük çamur yığınından da olmaz.. Çünkü bu miktar ihtiyaçtan fazladır. Öyleyse ne az ve ne de çok tam ayar ve karar olmalıdır. Evet o, takdir edilen ölçüyü geçmemelidir... İşte bütün bunlar, takdirle olur. O (Allah), bütün bu işleri takdir etmesi ve takdire göre icad etmek itibariyle yaratıcıdır. İcad edip yokluktan varlığa çıkarması itibariyle bari oluyor. Sadece icad etmek ile, bir takdire gibi icad etmek, ayrı ayrı şeylerdir..
Lûgatta bu iki kelimenin ayrı ayrı mânalar ifade ettiğine şahit vardır. Araplar hazık ve her şeyi ölçü ile yapan insana halik ismini verirler, Nitekim şair:
"Sen halk ettiğin (yaptığın) şeyi güzel yaparsın. İnsanlardan kimisi var ki yapar ama güzel yapamaz." demiştir.
El-Musavvir İsmine Gelince:
Bu isimde eşyaya en güzel şekil vermek ve onları en biçimli tarza sokmak itibariyle O'na mahsustur. Bu, fiil'in vasıflandır. Bunun hakikati ancak kainatı tam olarak bilen, sonra ayrı ayrı yaratan Allah'a mahsustur.
Evet kainatın tamamını birçok organdan teşekkül etmiş tek şahıs olarak mütalaa edebiliriz...
Onun azaları ve eczası gökler, yıldızlar, yer, su ve havadır...
Bunlar gayet tertipli şekilde yaratılmışlardır. Hem öylesine muhkem bir tarzda ve tertip de ki, bu tertip, azacık bozuluverecek olursa bütün nizam altüst olur.
Üste konması gereken, üste; alta konması icab eden de alta konmuştur.
Tıpkı bir bina gibi. Temel taşları alta ve kereste kısmı üste konmuştur.
Bu, tesadüfi değil, bilakis önceden tasarlanıp da öyle yapılmıştır.
Bunun aksini düşünüp de taşları üste, ağaç kısmını alta koysalar, bina yerinde durabilir mi? Duramaz, şeklini kaybeder..
İşte yıldızların yukarda, yer ve suların (deniz ve nehirlerin) aşağıda yaratılmasındaki hikmet ve sebepleri böyle anlamalıyız...
Kainatın yarısına kadar gitsek, nizam ve intizamındaki hikmetleri sayacak olsak bitiremeyiz..
Ayrı ayrı her şeyin hikmetini bilen, El-Musavvir isminin manasını daha iyi anlar ve bilir.
Bu tasvir ve tertip, âlemin her parçasında mevcuttur. Hatta karınca ve zerre de bile mevcuttur. Hatta ve hatta karıncanın organlarında bile bu akla durgunluk, kalbe heyecan veren nizam ve intizam mevcuttur.
Canlı varlıklarda en küçük bir organ olarak bilinen gözün yapısını anlatacak olursak bitiremeyiz. Gözün tabakalarını, şekillerini, miktarlarını ve onda olan renkleri ve bu renklerde gizli olan yüce hikmetleri bilmeyen, gözü ancak zahiri görüşündeki şekli ile bilmekten öteye bir adım bile atamaz.
Her canlı hayvan ve bitkide hatta onların her parçasında da aynı şeyi söyleyebiliriz... [54]
Tenbih:
Bu isimden kulun nasibi şu olmalıdır. Önce kendi nefsinde bütün âlemin şeklini ve suretini görmelidir. Derin derin düşünüp tafsilâta geçmelidir.
Önce (Eşrafi mahlukat) olan insana bakar, insan vücudunu iyice inceler, vücûtta bulunan cismani organları gözden geçirerek, nevilerini, adet ve terkibini, yaratılışında ve tertip edilişindeki hikmetleri öğrenir, sonra, onun, idrak, irade gibi manevi niteliklerine bir göz atar, düşünür, düşünür...
Bunu takiben, gücü yettiği kadar hayvanat ve nebatatın suret ve şekillerini inceler ta hepsinin şekli kalbinde yer edinceye kadar,.. Tabii bütün bunlar, varlıkların cismani olan nevilerin şekil ve suretlerini bilmeye matuf şeylerdir..
Bir de bunun ruhani tertibi vardır ki; bu melekleri ve mertebelerini, yıldızlarda, göklerdeki vazifelerini bilmek demektir...
Ondan sonra beşeri kalplere tasarruf etmeye başlar, onlan doğru yola irşad etmeye koyulur...
Sonra hayvanlara karşı tasarrufa girişir ve onları ihtiyaçlarına doğru sevkeder... İşte bu isimden kulun nasibi bu olmalıdır. Yani vücûdi şekle mutabık ilmi suret kazanmalıdır kul. Çünkü nefsin şeklini bilmek, malumun şekline mutabıktır. Allah'ın suretleri bilmesi, suretlerin ayanda mevcut olmasına sebeptir. Ayanda 'mevcut olan suretler ise ilmi suretlerin insan kalbine hâsıl olmasını sağlar... Böylece kul, Allah'ın isimlerinden olan (El-Musavvir) isminden istifade ederek, kendi ruhuna şekillendiricilik vasfını kazandırmış olur. Hatta öylesine ki kendi de bir Musavvir (şekillendirici) durumuna gelir. Tabii bu, mecaz yoluyladır.. Çünkü o suret, yani kulun ruhuna gelen suret, gerçekte Allah tarafından halk edilmiştir. Kulun bunda en ufak bir rolü yoktur... Lakin kul, Allah'ın, Rahmet pınarlarından istifade etmeye koşar. "Bir kavim özlerindeki (güzel hal ve ahlâk)ı değiştirip bozuncaya kadar Allah şüphesiz onun (halini) değiştirip bozmaz".[55]
İşte bundan dolayıdır ki Resûlüllah (S.A.V.) şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphe yok ki, Rabbinizin ömrünüz boyunca nefhaları vardır. Ona koşuşun!"[56].
El-Halik ve El-Bari isimlerine gelince; Kulun bu isimlerde hiç bir rolü yoktur, yani kullara bu isimler verilmez ve onlara yaratıcı denilmez ancak çok uzak bir ihtimalle mecazi anlamda denilebilir. Çünkü yaratmak ve icad etmek, ilmin gerektirdiği şekilde gücü kullanmaktır. Allah, kula ilim ve kuvvet vermiştir. O (kul) kendisi hakkında takdir edilenleri ilmi ve kabiliyetine göre (yine Allahın izni ile) tahsil edebilir.
Aslında mevcut varlıklar iki kısma ayrılır:
1- Var olmalarında kul 'un hiç bir rolü yoktur: Gök, yıldızlar, yer, hayvan bitkiler vesair kainatın diğer yaratıkları gibi...
2- Meydana gelişinde kulun rolü bulunan varlıklar. Bunlar kulların, sanat, siyaset, ibadet ve cihad gibi, kulların amelleridir.
İnsan, nefsani mücahede (çalışması) sayesinde, bazı şeyleri icad edebilecek dereceye yükselirse ve bu hususta herkesten faik olursa o, o şeylerin muhteri (Mucidi) sayılır. Çünkü o şeyler onun icadından evvel mevcut değildiler... Mesela satrancın mucidine, satrancı filan kimse icad etmiştir diyerek satrancın mucidini belirtirler. Aslında satranç övülecek ve onu keşfeden kimseden siteyişle bahs edilecek bir meta değildi ya!..
Hayır ve iyiliklerin kaynağı olan diğer riyazi, sınai ve siyasi icadlar hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz.. Bu hususta başarı gösterenlere bir şeyler icad edenlere mucid diyebiliriz, lakin ne var ki bu isim ona mecazen itlâk edilebilir, hakikat yönünden değil...
Allahın bazı isimleri vardır ki, bunların kullara mecazen nakli mümkündür.. Bazı isimler de var ki, kul hakkında bu isimler hakikattir; Allah hakkında ise mecazdır: Sabır, şekûr (isimleri) gibi...
Aradaki farkı anlamadan hiç bir zaman bu isimlerde ortaklık düşünülemez!.. [57]
EL'GAFFAR
O, iyilik yapan ve çirkini örtendir.. Günahlar, Allahın dünyada örttüğü ve ahirette cezalandırmaktan (Kullar) hakkında vazgeçtiği çirkinliklerdendir..
El-Gafr, örtmek manasındadır.. Allanın kullar hakkında birinci örttüğü ve meydana çıkarmadığı şey, bedeninin, insan gözleri tarafından tiksinilecek ayıplardır. O ayıplar içeri de gizlenmiş ve yüzüne vurulmamıştır... İnsanın iç yüzü ile dış yüzü arasındaki fark cidden büyüktür. İkincisi;, bütün çirkin duygu ve temayüllerin karargahı olarak kimse görmesin diye kalbi seçmiştir..
Eğer kulun hatırından geçen kötü duygularına, kalbindeki çirkefliklerine başkaları mutlak olacak olsalar ona hücum edip helak ederler, Allah onu bu durumdan da kurtarmıştır.
İçindekileri dışa vurdurmamıştır.
Üçüncüsü, kullar arasında rezil olmasına sebep olacak günahlarını da örtüvermesidir. Sırf günahlarının çirkinliklerini örtmek için, imanda sebat ettiği müddetçe, günahlarını sevaplara tebdil edeceğini bile vaad etmiştir.. [58]
Tenbih:
Kulun bu isimden alacağı ilham şudur:
O'da başkalardan sadır olan hataları örter.. Kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz.
Allah'ın elçisi bunu Allah'ın kullarına öğretmişlerdir:
" Her kim bir mü'minin ayıbını örterse, Allah'ta kıyamette onun ayıbını örter.."
Gıybet eden, mütecessis olan, intikam seven, uğradığı cezayı mutlaka ödetmek isteyenler tabii ki bu vasıftan uzaktırlar.. Bu güzel vasıfla bezenecekler hiç şüphe yok ki, ayıpları ifşa etmeyen, kulun ayıpların araştırmak için arkası sıra gitmeyendir..
Hiç kimse kusurdan halı değildir. İnsanlar arasında kemale ermiş olgun kimseler olduğu gibi zayıf karakterli kimselerde vardır.
Çirkinliklere göz yumup da ayıbına muttali olduğu kişinin iyiliklerinden bahs eden kimse bu vasfa layıktır.. Aşağıdaki rivayet bizim bu görüşümüze ne güzel ışık tutmaktadır:
Bir defasında İsa (Aleyhisselâm) havarileri ile birlikte ölmüş bir köpeğin yanından geçerler. Havariler dayanamaz:
Bu leş ne fena kokuyor. Derler. Hazreti İsa (A.S.) bu sözü duyunca:
(Bu gibi hallerde insanların iyi taraflarını anlatmak gerektiğini öğretmek için) şöyle mukabelede bulunur:
" Zavallı hayvanın ve güzel dişleri var.." [59]
EL'KAHHÂR
O, öyle bir varlıktır ki, düşmanlarının belini kırar, onları öldürmek suretiyle kahreder. Hayatta hiç bir varlık yoktur ki, onun kahrı ve kudreti altında kıvranmasın. Satveti karşısında aciz kalmasın... [60]
Tenbih:
Kullardan kahhar, düşmanlarını kahr edene denir. Kulların en büyük düşmanı iki yanı (sağrısı) arasında bulunan nefsidir. O, kendisini aldatan şeytandan daha düşmandır. Kul, her ne zaman nefsinin şehvetlerini kahr ederse, şeytanı kahr etmiş olur. Çünkü şeytan onu, ancak şehvetleri vasıtasıyla hela sürükleyebilir;
Şeytanın insanları aldatmak için alet olarak kullandığı şeylerden biri de kadınlardır. Kadınlara karşı şehvet ve isteğini kahr eden kişi, bu tuzağa düşmez..
Din kuvveti: aklın işareti ile şehvetlerini kırıp parçalayan da böyledir.
Nefsani arzularını yenen kişi mutlaka kendisini aldatmak isteyen insanları da yenmiş demektir. Çünkü insanların gayesi, onun vücudunu ortadan kaldırmaktır. Onun gaye ve çalışması ise ruhunu ihya etmektir. Birer düşman mesabesinde olan şehvetleri öldüren kişi ruhunu ihya etmiş ve ölümünde de ölmemiş olur;
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilâkis onlar Rableri katında diridirler."[61]
El'VAHHÂB
Hibe, karşılığı olmayan ivezsiz ve garazsız bir bağıştır.. Bu sıfatla bağışı çoğaltan kişiye cömert ve Vahâb (ziyadesiyle veren ve bağışta bulunan) denir.
Gerçek Cömertlik, karşılığında hiç bir şey beklemeden vermek ve bağışlamak ancak Allah'tan beklenir.. Bu, ancak Allah'a mahsustur. Çünkü her muhtaca verdiği zaman karşılık beklemeden vermiş ve halen de vermektedir. Hem de peşin verir, vereceğini sonraya bırakmaz..
Bir kimse, bir bağışta bulunduğunda, karşılığını hemen beklerse ve yahut zamanla insanlar tarafından övülmesini veya en azından kınanmaktan kurtulmasını isterse o insan bağışta bulunmuş bir insan değildir. Cömert olmak şerefini bile ihraz etmiş sayılmaz. Çünkü her verilen şeyin karşılığı mutlaka para veya mülk olamaz. Bazen da bunların cinsinden olmayan, elle tutulmayan manevi değerler de olabilir verdiği şeyin karşılığı...
Her kim şeref kazanmak veya övülmek için bir bağışta bulunursa o sadece bu bağışı meydana ..getiren bir işçi olabilir. Çünkü gerçek bağışlayıcı o kimsedir ki, herkes ondan karşılıksız faydalar görür, yani herkese ivezsiz ve garazsız faydası dokunur.
Hatta bazen öyleleri de olabilir ki, sırf hayrı (bak ne cimri adamdır, hiç hayır yapmıyor) demesinler için sırf korkusundan yapar, işte böyle bağışlarda bulunanlara da bağışta bulunan insan denemez. Çünkü bu da bağışını ötekiler gibi karşılık için yapmıştır.. [62]
Tenbih:
Kul'dan, hiç bir zaman gerçek manada cömertlik ve bağışlayıcılık beklenemez. Çünkü o, yapılacak bir işin, yapılmaması evla olunca o işi yapmaya katiyen yanaşmaz. Fakat, bütün varlığını hatta en aziz varlığı olan ruhunu Allah yolunda, Cennetine tama etmeden veya azabından kurtulmak gibi bir gaye beklemeden feda ederse o kişi şüphe yok ki gerçekten Vahhab (Bağışta bulunan) ve Cevad (son derece cömert olan) ismine layık olmuş olur.
Böyle olmayıp da sırf Allah'ın cennetine kavuşmak veya azabından kurtulmak gayesiyle yaparsa veyahut insanlar tarafından övülmek, beğenilmek dolayısıyla nam ve şöhret kazanmak için bir bağışta bulunmuşsa, o kişi her ne kadar zahiren karşılıksız bir bağışta bulunmuş hissini vererek, insanlar tarafından Cevad (son derece cömert) kabul edilirse de aslında böyle değildir. Çünkü insanlar karşılığın yalnız madde olduğunu sanırlar oysa maddi olmayan, manevi olan karşılıklar da vardır...
Pekâlâ sadece Allah rızası için bir manevi nasip bekleyerek bütün varını bağış olarak veren kişi nasıl Cevad (fazla cömert) olma vasfına mazhar, olamaz? diye bir sual varid olursa deriz ki:
Bu tip kimselerin hazzı yalnız Allah'tır, rızasıdır, ona kavuşmaktır.. İnsanoğlunun ihtiyari olan fiilleri ile kazanabilecek en büyük mutluluktur bu! O öyle bir haz ve saadettir ki bütün mutluluklar onun yanında hiç kalır..
Şu halde Arif-i Billâh o kişidir ki, Allah'a yalnız Allah için ibadet eder. Yoksa karşılığında herhangi bir saadet beklemek için değil sözünün manası nedir? Ayrıca Allah'a karşılıksız ibadet edenle, ondan bir şeyler bekleyen kişinin ibadeti arasında ne gibi farklar vardır? dersen, cevabım şu olur:
Haz, insanlarca yapılan herhangi bir ışın karşılığı demektir. Kul, ibadeti esnasında bu sibi niyet ve arzudan tamamen tecerrül ettiğinde, Allah'tan başka gayesi ve maksadı kalmamış demektir. Ona, insanların haz kabul ettiği şeylerden tamamen tecerrüt etmiş derler..
Mesela bir köle, efendisine, efendisi olduğu için değil de, ondan bir ikram beklemek için hizmet eder.. Efendi de kölesini, kölesi olduğu için değil de ondan hizmet ve hürmet beklemek için korur..
Bir baba böyle ini ya?
Bir baba, çocuğunu, çocuğu olduğu için korur, ondan menfaat beklemek için değil..
Hatta, oğlu ona gereken hürmeti göstermese bile yine onu düşünür, onun iyiliğine çalışır.. (Adama sende!..) diyemez!
Bir kimse, bir şeyi (o şeyin kendisi için değil de) başka şeye ulaşmak için talep ederse: sanki onu talep etmemiş demektir. Çünkü istemesinde o gaye değil, başka şeydir. Altın isteyen kimse gibi... Altın isteyen kişi, onu bizatihi istemez, bilâkis onunla yiyecek ve siyecek almak için ister... Hatta yiyecek ve giyecek de bizatihi murat değildir; lezzet elde edip, elem ve kederi gidermek için arzulanmışlardır...
Lezzet (zevk) bizatihi murat edilmiştir.. Ardında başka gaye yoktur!
İnsanoğluna arız olacak elem ve kederin önlenmesi de öyle. İşte altın, yiyecek elde etmek için bir vasıtadır. Yemek de şehvet ve lezzet elde etmek için bir köprü!... Lezzet ise gayedir, vasıta değil...
şte çocuk da bir baba için vasıla değildir.. Babanın onu arzulaması (sevmesi) onun selameti içindir. Çünkü çocuğun kendi, bizatihi pederin hazzıdır...
Allah'a Cennet için ibadet eden de böyledir: Allah onu (Cenneti) kendisinin aranması ve istenmesi için bir vasıta kılmıştır; gaye değil.. Vasıtayı şöyle anlayabiliriz: Şayet gayeye onsuz (vasıtasız) ulaşılacak olursa o aranmaz...
Dünyevi istekler eğer altınsız elde edilse hiç şüphe yok ki, altın aranmaz. Kimse ona iltifat etmez.. Şu halde gerçekte mahbûb olan ulaşılmak istenen gayedir, altın değil.
Eğer Allah'a ibadet edilmeden cennet elde edilseydi, kimse Allah'a ibadet etmezdi.. Şu halde Abid'in (ibadet eden kişinin) mahbûbu ve matlûbu cennetti, başkası değil.. Lakin Allah'tan gayri mahbûbu olmayan, bütün hazzı ve gayesi Allah'a kavuşmak olan kişi böyle değildir. Onun bütün gayesi ve arzusu Allah'a kavuşmak, Melei Alâ da mukarreblerde beraber olmaktır. İşte bu niteliği taşıyan kişiye "O, sadece Allaha ibadet ediyor, yani Allah'a Allah için ibadet ediyor; başka bir gaye güderek değil." derler..
Bu demek değildir ki, onun hiç bir hazzı yoktur.. Onun hazzı vardır ve o hazzı yalnız Allah'tır, O'ndan başkası değil...
Allah'a kavuşmak, onu müşahede etmek, onu bilmek sevinç ve neşesine inanmayan, ona müştak olamaz.. Ona müştak olmayan, hakkında, Allah'ın onun gayesi olduğu düşünülemez. Bu sebepledir ki, o kişi yaptığı ibadet babında, sadece maddiyatı düşünen kötü bir işçi gibi olur.
Ne yazık ki insanların çoğu, bu zevki tatmamışlardır, bu zevki tatma mı şiardır, Allah'ın cemaline bakmanın lezzetini anlayamamışlardır. Bu tıp kimselerin imam yalnız dilledir.. İçlerine işlememiştir., Çünkü içlerinden biran evvel Cennette Müminlerin emrine verilecek hurilere kavuşmak isterler...
Bütün bu anlattıklarımızdan şu neticeyi eide ediyoruz: Hazlardan hali olmak muhaldir. Allah'a kavuşmak hazların en büyüğüdür.. Eğer insanların kabul ettiği, yapılan herhangi bir işin karşılığı olan maddi veya manevi menfaa'tı bir haz olarak kabul ederseniz ben buna (Haz) demem...
Kul hakkında elde edilmesi, ondan mahrum olmasından daha iyi ise tabii ki bu onlarca haz kabul edilebilir... [63]
ER' REZZAK
Rızıkları ve rızık verdiği varlıkları yaratan, rızıklarını onlara ulaştıran, rızıklarla faydalanmalarına temin eden hiç şüphe yok ki, O'dur!
Rızık iki kısımdır:
1- Beden için olan, azıklar ve yemekler gibi zahiri rızık
2- Batıni rızık. (Yani ruhun rızkı).
Batıni rızık, marifetler ve mükaşefelerdir ki, bunlar kalpler için hazırlanmış en şerefli rızıklardır.. Çünkü bunun semeresi, ebedi hayattır; zahiri olan rızkın semeresi ise belirli bir zamana kadar bedenin kuvvetini sağlar...
Bu iki rızık çeşidini yaratan ve erbabına isal eden (ulaştıran) şüphe yok ki, Allah'tır..Lakin onu, dilediğine bolca verir, istediğine karşı da azaltır... [64]
Tenbih:
Bu vasıftan kul'un hazzı (nasibi) iki şey olabilir:
1- Bu vasfın, gerçek sahibi Allah olduğunu bilmesi, O'ndan başka kimsenin müstahak olmadığını iyiden iyiye anlamasıdır. Böylece rızkı ancak O'ndan bekler. Bu hususta O'ndan başkasına itimad ve tevekkül etmez.
Hatem'ül Esem'den [65] rivayet edilmiştir: Bir adam ona sordu:
Nerden yiyorsunuz?
Onun hazinesinden...
Sana gökten ekmek mi yağdırıyor?
Yeryüzü O'nun olmasaydı, elbette ekmeği gökten yağdırırdı...
Siz sözü tevil ediyorsunuz!
Çünkü o, gökten ancak kelamı indirmiştir!..
Anlaşıldı sizinle baş edemeyeceğim!
Çünkü batıl, hakla hiçbir zaman başa çıkamaz....
2- Ona kılavuz bir ilim, öğretici bir dil, sadaka verip de menfaat sağlayan bir el verdiğini bilmesidir.. Bunlar, söyleyeceği güzel sözler, ve yapacağı güzel işler vasıtasıyla kalpler için şerefli rızkın temin edilmesine yol açarlar..
Allah bir kulu sevdimi, halkın ona olan ihtiyacını artırır...
Rızıklârın halka ulaşılması babında, Allah ile kul arasında vasıta olduğu müddetçe, vasıftan bir nasip almış olur. Peygamberimiz (S.A.V.) buyurmuşlardır:
"Allah'ın emrettiğini, isteyerek veren emin haznedar, hiç şüphe yok ki, tasaddukta bulunanlardan biridir."
Kulların elleri, Allah'ın hazineleridir.. Ellerini bedenlerin rızıklanması için, seferber eden, dilini kalplerin rızıklanması için ayakta tutan kişi, bu sıfatın sevabına nail olacakların en şereflisidir! [66]
EL'FETTAH
O, öyle bir varlıktır ki, onun inayetiyie bütün kapalı (kapılar) açılır, hidayetiyle her müşkül hal olur da peygamberlerine ülkeler feth edip düşmanlarının ellerinden çıkarır de şöyle buyurur:
"Biz hakiykat sana (Hüdeybiyye müsalehası ile) apaşikar bir feth (ü zafer yolu) açtık..." [67]
Velilerinin kalplerinden perdeyi kaldırıp onlara, Semasının melekütüne, kibriyasının cemaline giden kapıları açar... Ve şöyle buyurur: "Allahın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutacak yoktur."[68]
Gayb anahtarlarını ve rızık anahtarlarını elinde (kudretinde) bulunduran o (yüce varlık) hiç şüphe yok ki, (Fettah) olmaya en layık olur!.... [69]
Tenbih:
Kulun silkinmesi lazımdır ki yapacağı güzel nasihatlerle müşkülât kilitleri kırılsın, vereceği güzel öğütlerle de halkın anlayamadiği dini ve dünyevi meselelerine bir çözüm yolu bulunsun. Bu sayede o, El Fettah isminden gereği gibi yararlanmış olabilir... [70]
EL'ALİM
Bu ismin manası açıktır. Bunun kemali; her şeyi tam manasıyla bilmekle, yani dışını, içini, inceliğini, açıldığını, önünü, sonunu, başlangıcını ve bitimini bilmekle olur..
Bu açıklanması bakımından, malumat (bilinen şeyler) den istifade edilmiş değil de, malumatın kendisinden istifade edilmiş olması gerekir. Aksi halde o ilme tam ilim denilemez.. [71]
Tenbih:
Alim vasfından kulun nasibi malûm... Lakin onun ilmi ile Allah'ın ilmi üç hususta ayrılır:
1- Malûmat (bilinenler)in çokluğunda. Kulun malumatı (bildikleri) ne kadar çok olursa olsun yine de mahduddur, azdır. Namütenahi ilimler nerde, o (kul) nerde?...
2- Kulun bilmesi, veya anlayışı, her ne kadar vuzuh bulsa da, asıl gayeye vasıl olamaz. Bilâkis onun eşyayı müşahede etmesi, ince bir perdenin ardından görmesi gibi bir şeydir.. Keşif derecelerindeki farkı inkâr edemezsin. Sabahın alaca karanlığıyla günün ortasındaki aydınlık bir olabilir mi?
3- Allanın ilmi, eşyadan istifade edilmiş değildir, bilâkis bütün eşya onun ilminden istifade edilmiştir. Kulun eşyayı bilmesi, eşyaya tabidir Ve onun sayesinde meydana gelmiştir.
Bu söz aklını, kurcaladı ise, satranç öğrenen kişinin ilmi ile asıl satrancı bulan kişinin ilmini bir karşılaştır. O zaman, satrancı bulan kişinin satrancın vücuduna (varlığına) sebep olduğunu satrancın varlığı da, öğrenen kişinin bilgisine sebep olduğunu anlamakta güçlük çekmezsin. Şu halde satrancı bulan kişinin ilmi, satrançtan önce gelmiştir. Satrancı öğrenen kişinin bilgisi, bu yüzden gecikmiş ve sonra elde edilmiştir. İşte Allah'ın ilmi de böyledir. Eşyadan öncedir, eşyanın varlığına sebep olmuştur.
Bizim ilmimiz işe, bunun aksine eşyadan sonradır.
Kulun ilim sayesinde elde ettiği şeref; ilmin, Allah sıfatlarından oluşu sebebiyledir. Lakin en şerefli ilim, malumu (bilineni) en şerefli olandır. Bilinmişlerin en şereflisi şüphe yok ki, Allahü Zülcelaldır. Bunun için marifetullah, marifetlerin en efdali olmuştur. Hatta sair eşyayı bilmek de, Allah'ın işlerini bilmeye yahut kulu Allah'a yaklaştıracak yolu bilmeye veya da marifetullah'a ulaştıracak herhangi bir hususa sebep veya vesile olduğu için şeref sayılmıştır. Bunun dışında kalan her bilgi bu kadar şerefi haiz değildir... [72]
EL'KABIZ EL'BASID
Ölüm anında varlıkların ruhunu kabz eden, hayat vereceği zaman onlara ruhları veren, zenginlerden sadakaları (zekatları) alan, fakirlere rızkı veren, zenginlere bolca ihsan da bulunan, fakirlerden rızkı kısıp onları darda bırakan, kalpleri kabz edip onları cemalinden mahrum bırakan yahut kalplere 'inşirah verip lütfü ihsahına boğan hep Odur!.. [73]
Tenbih:
Kullardan bu vasıflara mazhar olan o kişilerdir ki, kendilerine hikmetli sözler ve mükni bilgiler ilham edilmiştir. Bu ulvi istidat ve kabiliyetler sayesinde, insanların kalplerini, gönüllerini kah Allah'ın çeşitli nimetlerinden, bitmez ihsan ve lütuflarından söz ederek ferahlatırlar; kah Allah'ın Kibriya ve Celal sıfatlarından, düşmanlarına
karşı reva göreceği çeşitli azaplarından söz ederek onların kalplerini kabı ederler (yani daraltır ve sıkarlar..)
Mesela; Allah'ın Resulü Sallallâhü Aleyhi ve Sellem önce sahabenin kalbini ibadetten, "Allah: kıyamet günü Ademe (A.S.) ateşe göndereceklerini gönder, diyecek... Adem soracak: Ne kadar Yarab? Allah, her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzunu, gönder, emrini verecek.."diyerek soğutmuştur.
Onların kalplerinin kırıldığını ve ibadete karşı olan şevklerinin zayıfladığını görünce yeniden kalplerini yapmış ve şöyle buyurmuşlardır:
"Siz, o gün, sizden evvel gelen ümmetlerin içinde beyaz öküzdeki siyah bir benek gibisiniz!" [74]
EL'ALÎY
Bu öyle bir rütbedir ki, bunun fevkinde rütbe yoktur, bütün rütbeler ondan aşağıdır. Çünkü bu kelime, Ulûv (yükseklik) kelimesinden meydana gelmiştir. Bu ise es'Süfl (Alçak) kelimesinin karşılığıdır..
Bu, merdivenler gibi, basamaklı yerlerde ve şeylerde yani hissedilen hususlarda olur ya da tertibi akli'den olan varlıkların manevi rütbeleridir. Yer bakımından olan yüksekliğe mekânî yükseklik denir.
Öbür çeşit rütbe yüksekliğine de ulvi yükseklik denilir.. Akli dereceler, aynı hissi dereceler gibi anlaşılmaktadır.
Akli derecelere misal sebep ile müsebbip, illet ile malul, fail ile meful, kabul edenle, kabul edilen, kamil ile nakıs,,arasındaki derece farkları gibi...
Bir şey, sebep olarak takdir edildiğinde o, ikinci bir şeyin sebebidir, ikinci bir şey üçüncü bir şeyin sebebidir. Üçüncü ise dördüncünün sebebidir.
Mesela on sayısına kadar bu böyle devam eder. On, derece itibariyle en son olmuştur. Sebep olma bakımından bir, birinci derece sayılmıştır. Ve o âlâ, (yüksek) dir.
Şimdi birincinin ikinci üzerindeki üstünlüğü (yüksekliği) mâna itibariyledir, mekan itibariyle değil. Demek ki, yücelik (yükseklik) üstünlük itibariyle olmuştur. Tedrici akli'nin manasını anlamışsan şunu iyi bilmelisin;
Kainat akli derecelere ayrılacak olursa, Allah'ın en yüksek derecede olduğunu kabul etmek lazımdır. Çünkü onun üstünde hiç bir derece tasavvur edileme! Çünkü Mutlak yüce O'dur.
O'ndan başka olan yücelikler (yükseklikler) madununa izafetledir kî, onun üstünde mutlaka bir yüce de bulunabilir.
Aklın taksimine misal:
Mevcudat, sebep ve müsebbip olarak ikiye ayrılır. Sebebin müsebbip üzerindeki üstünlüğü rütbe üstünlüğüdür. Mutlak üstünlük ise Müsebbibil Esbah'a mahsustur.
Ve yine mevcudat, ölü diri olarak ikiye bölünür:
Diri, yalnız hissi idrake sahip olan hayvan, hissi idrakle birlikte aklî idrake de sahip olan bir varlık olmak üzere ikiye bölünür. Hissi idrakle birlikte, akli idrake sahip olan da, şehvet ve öfke taşıyan insan, şehvet ve öfke taşıması mümkün olduğu halde bunlardan salim olan melekler olarak ikiye bölünür. Bu anlattıklarımızın hepsi hakkında müstahil olan bir varlık vardır ki biz buna Allah diyoruz. Şimdi bu tedrici taksimattan şunu elde etmiş oluyoruz:
Melek insandan üstündür, insan hayvan'dan üstündür. Allah ise bunların hepsinden üstündür; çünkü mutlak üstün ve yüce O'dur!
Çünkü O, diridir. Hayat veren O... Mutlak âlim olan O... Ulemanın ilmini yaradan eden O... Her çeşit noksan sıfatlardan münezzeh olan O...
Ölü, kemal derecelerinin en alt derecesinde kalmıştır. Diğer tarafta yani bütün bunların ötesinde ve üstünde Allah vardır. Allah'ın üstünlüğünü ve yüceliğini böyle anlamak lazım..
Çünkü bu isimler, sözle sörünen şeye nispetle önce böylece vaz edilmişlerdir ki bu, avamın anlayacağı derecedir.
Sonra havas'da olduğu gibi bazı basiretlerin bulunduğu anlaşılınca, bu sefer ondan bazı mutlak lafızları istiare ettiler. Bu defa bunları havas anladı, avam anlamadı.. Çünkü onların idrak gücü, ancak o kadardır.
Onlar azameti (büyüklüğü), mesafe, yüksekliği mekan itibariyle anlayabildiler de fevkiyet (üstünlük) ancak bundan ibaret sandılar.
İmdi bu anlattıklarımı anladığın zaman, arşın ne demek olduğunu anlamakta güçlük çekmezsin! Çünkü Arş, cisimlerin en büyüğüdür. O, hepsinin üstündedir.
Cisimler gibi ölçülmekten, tartılmaktan münezzeh olan Ulu varlığın yüceliği rütbe itibariyledir. Yoksa bir mekân üstündedir, anlamında değildir. Arşın zikredilmesi ise, çünkü arş bütün cisimlerin üstündedir, hepsinin üstündedir. Onun için onun üstünde olanda her şeyde üstün olacağı muhakkaktır.
Mesela halife, sultandan üstündür. Derler ve bu sözle onun bütün insanlardan üstün olduğunu tenbih ederek anlatmak isterler.
Fevkiyetten mutlaka mekanı anlamak isteyen ve bu anlayışta ısrar eden hululinin aklına şaşarım. Mahfilde yan yana oturarak iki büyük insanı göstererek bunlardan hangisi üstündür dersen şu cevabı verir:
Şu adam, o adamın üstünde oturuyor. Halbuki onun, o adamın üstünde değil de yanında oturduğunu biliyor. Çünkü üstünde otursa başında oturması gerekir. Veyahut başının üstünde olan bir binada oturması icap eder.
Tutup ona "yalan söylüyorsun, adam üstünde değil, yanında oturuyor" dersen, bu defa da sana öfke ile bakmaya başlar ve ben üstünlükle rütbe üstünlüğünü (yüksekliğini) kastediyorum, yer yüksekliğini değil, diyerek sana yan yan bakmaya başlar. Çünkü, gerçekten sadre (koltuğu) yakın olan, uzak olana nispetle (rütbe) bakımından daha yüksek olduğunu kabul etmiştir. [111]
Tenbih:
Kulun mutlak yüce olması asla düşünülemez. Çünkü onun üstünde her bakımdan yüksek birinin bulunması mümkündür. Mesela. Peygamberler ve Melekler derecesi herhangi bir kulun derecesinden yüksektir.
Evet belki kendi cinsinden olan bütün insanların üstünde olması bir kul için mümkün olabilir. Bizim Peygamberimiz Hazreti Muhammet Mustafa (S.A.V.) gibi. Lakin bu da, mutlak yücelik sahibine nispeten noksandır. Çünkü O'nun yüceliği, kendisinin durumunda olan diğer mevcudata göredir. Bu ise vücup tarikiyle değildir. Zira ondan yüksek birinin bulunması da mümkün olabilir.
Mutlak yüce olan, öyle bir varlıktır ki, onun üstünde ne izafet tariki ile ve ne de nakızının mukarin olduğu herhangi bir varlığın bulunmasıyla hiç bir üstünlük ve yücelik yoktur. [112]
EL'HAFİD ER'RAFİ
Kafirleri, felakete duçar etmekle alçaltan; Müminlere saadetler bahş ederek yükselten O'dur!
O, velilerini kendisine yaklaştırarak yükseltir; düşmanlarını kendinden uzak ederek alçaltır!
Mahsusat (his edilenler) ve mütehayyilât (Hayal edilenlere) önem vermeyip, iradesini şehveti kamçılayan hususlardan arıtan kimseyi, şüphesiz ki mukarrep meleklerin yanına yükseltir..
Her kimde şehvetinin zebânü olur da hayvanlar gibi her şeyin zevk ve saradan ibaret olduğuna inanırsa onu da esfele safiline alçaltır. (indirir). İşte bu güce sahip olan ancak Allah'tır.. Çünkü O, hem Hafid'dir, hem Rafı... [75]
Tenbih:
Kul, bu isimden şöyle istifade edebilir: Hakkı görünce kaldırır, batılı görünce yerin dibine indirir.. Bu da ancak, haklıya arka çıkmak, haksızı haksızlıktan menetmekle olur...
Allahın düşmanlarını alçaltmak gayesiyle, onlara saldırır; dostlarını da yükseltmek için yardımlarına koşar.
Bazı dostlarına hitaben;
Allah buyurmuştur: (Bu hadis, Hadis-i Kudsi'dir.) "Dünyadaki zühdün kendi rahatlığın içindir; beni anman, benimle teşerrüf etmen içindir. Benim için, dostuma dost; düşmanıma düşman oldun mu? (sen ondan haber ver!)" [76]
EL'MUİZ EL'MUZİLL
Mülkü, dilediğine veren, dilediğinden alan şüphesiz O'dur! Gerçek mülk, ihtiyaç zilletinden kurtulmakta şehveti kırmakta, cehaleti bertaraf etmektedir...
Herkimin kalbinden perdeyi kaldırıp Cemalini müşahede ettirirse kanaat nimetine sark ederek mahlukatından kimseye muhtaç bırakmazsa), kuvvet ve tey'id bahşederek nefsine onu ezdirmezse, işte onu aziz kılmış ve daha dünyada iken ona mülkü vermiş olur. Ahirette de hiç şüphe yok ki onu kendisine şu ebedi: "Ey itmi'nana ermiş ruh, dön Rabbine, sen ondan razı, o senden razı olarak" [77] hitapla yaklaştıracaktır...
Kimi de sözlerini halkın ellerindekine diktirmiş ve onu aşırı bir hırsa bürütmüş, azla kanaat etmez bir hale sokmuş ise onu zelil kılmıştır... (O'na kim karışabilir?) İşte bu O'nun işidir. İstediğini aziz, dilediğini zelil kılar.
Bu zelil kişi şu ilahi hitaba maruz kalan kişidir. "Fakat kendinizi, kendiniz yaktınız (hep müminlerin felaketini) gözettiniz, (İslam dini hakkında) şüphe ettiniz. Sizi kuruntular aldattı. Sizi o çok aldatan (şeytan veya dünya), Allah'a karşı bile aldattı. Nihayet (işte) Allahın emri gelip çattı."[78]
Bu ne büyük zillettir yarab!..
Gerek dili ile ve gerekse eli ile aziz olma yolunu tutan kişinin bu vasıftan haz ve nasibi olmalıdır elbet... [79]
ES'SEMİ
Ne kadar gizli olursa olsun, her şeyi duyar... Hatta karanlık bir gecede, insiz bir kaya üzerinde sessizce yürüyen simsiyah karıncanın ayak seslerini bile işitir..
Hamd edicilerin hamdini duyar, mükafatlandırır, dua edenlerin yalvarışlarından haberi olur, dualarını kabul eder..
Duyar amma bizim gibi kulakla değil, yapar amma bizim gibi eli yoktur, konuşur amma bizim gibi dille değil.. O bütün insanlarda olan aza ve hadisatın her şeyinden her çeşidinden münezzeh ve müberradır. Bizim gibi alet ve edevatları münezzeh kıldığımız zaman anlarız ki, O'nun duyuşu bizimkine benzemez, bambaşkadır.. Duyuşu sonsuzdur...
Bu hususu ince düşünmeyen kişi, teşbih gibi, affedilmeyecek bir hataya düşebilir.. Onun için çok düşünmelisin ve pek dikkatli olmalısın!.. [80]
Tenbih:
His (duyma) yönünden, kulun bu sıfattan nasibi vardır lakin kısadır. Çünkü o, bütün duyulan şeyleri idrak edemez (duyamaz) o ancak yakın olan sesleri duyabilir.
Sonra duyu organı her zaman hastalanabilir.. Ses gizli olursa duyma kabiliyeti hemen hemen işe yaramaz.
Ses uzakta olursa hiç duyamaz. Ses çok ve son derece tiz ve gürültülü olursa büsbütün duyusunu kaybeder. Yahut ona bir halellik gelir de duyamaz olur..
Bu vasıldan kulun alacağı dini haz iki çeşittir:
1- Allah'ın her şeyi duyduğunu ve Allah'a gizli kapaklı hiç bir şey tasavvur edilemeyeceğini bilir ve ona göre dilini muhafaza eder kötü niyet ve teşebbüslerde bulunmaz...
2- Kendine kulağın yalnız Allah kelamını dinlemek için verildiğini bilir.. Allah'ın kitabını dinler, ondan istifade eder, Allah'a ulaştıracak hidayet yollan bulmak için canla ona sarılır... [81]
EL'BASÎR
Her şeyi gören, yerin altındakileri de, üslündekileri de hülasa bütün kainatı gören O'dur!
O'nun gözleri, bizim gözler gibi değildir. Yaratmış olduğu insan ve hayvan ve sair eşyanın' gözleri gibi olmakları münezzeh ve müberradır. İş böyle olunca O'nun görme sıfatı en mükemmeldir. Noksan sıfattan tamamen beri ve azadedir. [82]
Tenbih:
Kulun bu vasıftan hazzı meydanda... Lakin (yukarıda arz ettiğimiz gibi) kulun görmesi zayıftır.. Çünkü uzağı görememekledir. Hatta çok yakınında ve içinde olan çöpü de, gözünü döndürüp göremez. Kul ancak yakında görünen ve aydınlıkta olan şeyleri görebilir. Karanlıkta: olanları da göremez..
Kulun bundan istifade edebileceği dini fayda iki şeyden ibarettir:
1- Onun gözlerini Allah yaratmıştır, Allahın ayetlerini; melekûttaki akılları durduracak garaip ve acayiplerini, gökteki çeşitli ayetlerini görmesi için.. Tabii bunlara bakışları ders ve ibret almak için olmalıdır..
İsa Aleyhisselâm'a sordular:
Mahlukat arasında senin gibisi var mıdır?
Kainat bakışı ibret, sükutu tefekkür, sözü de zikir olan kişi benim gibidir. Cevabını aldılar.
2 - Şunu iyi bilmelidir ki, onu Allah görmekte ve yaptıklarını bilmektedir.
Yaptığı kötülükleri Allah'tan başkasından gizleyip de Allah'tan gizlememek Allah'ın murakabesini hiçe saymaktır. Cenab-ı Hakkın bu sıfatını bilmek ve ona göre hareket etmek, imansn verimli semerelerinden biridir..
Allah'ın; kendisini murakabe ettiğini bildiği ve gördüğü halde, bile bile masiyete yaklaşan kimsenin cesaretine diyecek söz yok doğrusu!
Allahın, kendini (yaptıklarını) görmediğini zannederse küfre girmiş olur... [83]
EL'HAKEM
Gerçek ve tam manasıyla hükmeden O'dur! Onun verdiği hükmü kimse bozamaz, (niçin böyle hüküm ver din diye?) O'na kimse soramaz.
O'nun kulları hakkında verdiği hükümlerdendir:
"Hakikaten insan için kendi çalıştığından başka (bir şey) yoktur. Hakikaten çalıştığı ileride görülecek.."[84]
"İyiler hiç şüphesiz Naim (cennetin) de, kötüler ise elbette alevli ateştedirler.."[85]
İyilik saadete, kötülük ise şakavete sebep olur. Zehir ile ilaç gibi... Biri öldürür, diğeri ölecek durumda olan hastaları iyileştirir.
Mademki hikmetin manası, sebepleri düzenleyip müsebbebata yöneltmektir.
Öyleyse o, mutlak hikmet ve hüküm sahibidir. Zira özet olarak da ve tafsilatlı olarak da bütün sebepleri yaratan ve onlara yön veren O'dur!
Kaza ve kader de Allah'ın hükmünün birer neticeleridir.. (Yani bunlar da ilahi hükümden meydana gelmişlerdirdir
Onun tedbiri, sebeplerini müsebbebata tevcih edilmesi, yer, gökler, gezegenler ve diğer belirli zamana kadar hareket edecek eflâki tedvir etmesi babında bir esastır...
Kazası şu Ayette belirttiği gibidir: "Bu suretle onları, yedi gök olmak üzere iki günde vücuda getirdi. Her gökte ona alt emri vahyetti."[86]
Bu sebeplerin tevcihi, ondan doğacak Müsebbeblere doğru yavaş yavaş, belirli ölçülerde hareket ettirmektir..
İşte bu da O'nun kaderidir..
Demek ki, hüküm ilk külli tedbir (göz açıp yumuncaya kadar zaman alan) ilk emirdir. Kaza; daimi ve külü sebeplerin külli olarak vazıdır, (konulmasıdır). Kader ise; Külli sebepleri, takdir ve hesap edilmiş hareketlerle, yine ne fazla ve ne de noksan olan, belirîi bir ölçüde olan müsebbeblere doğru yöneltmekten ibarettir. Bu sebepledir ki, varlıkta (Kainatta) ceryan eden hadisat hep onu kaza ve kaderiledir..
Bunu bir misalle anlatmağa çalışalım:
Belki namaz vakitlerini bildiren zaman sandığını [87] görmüşsündür. Belki de görmemişsindir. Sana anlatayım:
Bu sandığın yapılması için önce üstvâne (direk) şeklinde içinde biraz su bulunduran bir alet gerekmektedir. Suyun üstüne konulmuş başka içi boş bir aletin, de bulunması lazımdır.
Bir tarafı bu alete diğer tarafı üstüvânın üstüne konmuş küçük bir kaba bağlı bir ip bulunacaktır. O küçük kapta bir yuvarlak top ve altında da tas bulunacak. Top düşünce, tasa (Kâseye) vuracak ve bir ses çıkaracak.
Sonra üstüvane dediğimiz aletin altından, belirli ölçüde azar azar su inmesi için bir delik açılacak. Su alçalınca, su yüzünde olan içi boş alet de alçalacak. Bu suretle kendisine bağlı olan ipi çekecek topun bulunduğu aleti harekete geçirecek öylesine harekete geçirecek ki, topun tasa vurmasını sağlayacak... Tasa düşecek ve "Tan!" diye ses çıkaracak... Her saatin sonunda bir düşecek. İki düşüş arası, suyu çıkış ve alçalışı ile hesaplanıp takdir edilecek. Bu da tabii ki, suyun boşandığı deliğin genişliğini hesaplamakla olacak ki bu ancak hesap yolu ile bilinir.
Suyun, belirli bir ölçüde inmesine bir sebep olmalıdır ki bu deliğin belirli genişlikte açılmasını sağlasın. Bu sayede suyun üstünün alçalması o ölçüye göre olur. O sayede içi boş aletin alçalması ve her iki tarafı hareket ettirecek ipin çekişi ölçülebilir.
İşte bütün bunlar çoğalıp azalmayan bir ölçü dahilinde olmaktadır:
Topun tasa düşmesi diğer bir harekete sebep oluyor, diğer hareket de üçüncü bir harekete sebep oluyor..
Bunları acayip, ölçülü hareketler takip ediyor.. Bunun birinci sebebi suyun belirli miktarda inmesidir.
Şimdi şu anlattığımı bir düşünürsen. Bu sandığı icad eden kimsenin üç şeye muhtaç olduğunu anlamakta güçlük çekmeyeceksin:
1- Tedbir: Arzu edilen şeyin meydana gelmesi için, alet ve sebeplerden nelerin icab ettiğini düşünmek. İşte bu, hükümdür!
2- Bu sandığın esasını teşkil eden yukarda isimleri geçen aletleri edinmek. İşte buda Kazadır.
3- Sonra bu aletleri yerli yerine koymak ve her aletin vazifesini yürürlüğe sokmak.. Bu suretle o alet çalışır. Açılan delikten su dökülür, o su, suyun hareketini sağlar, o da su yüzünde olan içi boş aletin hareketini temin eder. O da ipin hareketini, ip de topun bulunduğu kabın hareketini, temin eder. Böylece top tasa düşer ve bir ses çıkarır. Bu ses halk tarafından duyulur, namaz vaktinin geldiğini anlarlar, namazlarına koşarlar. İşte bütün, bunlar, belirli ölçü dahilinde olur. İşte buna (kadar) denilir.
Bu misalimizi iyice anladıktan sonra, şimdi şunu da iyi anla:
Allah tarafından takdir edilmiş ve belirli bir ölçü verilmiş hadiseler de böyledir. Bir santim ne ileri gider ve ne de geri kalır, Allah nasıl takdir ve tayin etmiş ise öyle olur. Her şeyi belirli bir ölçüdedir.
Şurası da bir gerçektir ki, Allah işini bilmiş ve her şeye belirli bir ölçü vermiş de öyle yaratmıştır.
Gökler, telekler, yıldızlar, yer, deniz, hava ve kainattaki o muazzam cisimler, tıpkı o aletler gibidir. Bütün feleklerin, yıldızların, yerin, göklerin, güneş ve ayın hareketi bir hesaba bağlıdır. Tıpkı, suyun belirli bir ölçüde dökülmesini sağlayan delik gibi..
Güneş, ay ve yıldızlardaki hal ve hareketin, yeryüzünde bazı hadiselere sebep olması yukarıki misalde geçen su hareketinin, üstteki topun düşmesine sebep olması gibidir.
Gökteki varlıkların hareket etmesinden meydana gelen olaylar malum..
Mesela bugün çıplak gözle baktığımızda güneşin hareket edip doğuya gelmesiyle bütün dünya aydınlığa boğulmakta ve herkes işine gücüne gitmektedir. Batıya gidip batınca da her tarafı karanlık basmakta ve herkes evine çekilmektedir. Belirli t menzilde olduğu zaman da havalar ısınmakta, meyveler olgı laşmaktadır. Oradan başka yöne çekilince bu sefer, kış gelmekte soğuk artmaktadır.
Ortalara gidince bu defa da ilkbanar başlar, her tarafı yeşillik kaplar.
Bu bilinen şeyler.. ya bilmediklerimiz?! Akıllara durgunluk, kalbe heyecan veren nice hadisat vardır ki bilgimizin çok ötesine düşerler...
Mevsimlerin değişmesine ne dersin? (Tesadüf eseri midir?) Hayır; onlar da Allah'ın takdiri ile değişmektedirler. Onların değişmesindeki ölçü de belirlidir. Güneş ve Ay'ın hareketine bağlıdır.[88]
İşte Ayet: "Güneş de, Ay da hesapladır.[89]
Yani onların hareketleri de belirli bir hesaba bağlıdır. (Öyle kendiliklerinden tesadüfi hareket etmezler,..)
İşte bu takdirdir, (Kaderdir). Küm sebeplerin vaz'ı ise Kaza, birinci tedbir ise Hükümdür...
İşte bütün işlerin böyle olmasında, Allah adil bir hüküm ve hizmet sahibidir.
Nasıl ki, az evvel arz ettiğimiz misaldeki aletler, yapıcısının, iradesi dışına çıkamazlar, onun istediği gibi çalışırlarsa, işte kainatta vukua gelen bütün hadisat iyi kötü, faydalı zararlı ne varsa; bütün bunlar Allah'ın iradesi ile olmaktadır. Onun için sebeplerini iyi anla. (İşte onları bunun için yaratmıştır!) kavlinin manası budur!
Allah'ın işlerini adi misâllerle anlatmak güç bir şeydir..
Misaller, teşbih için verilir.. Öyleyse sen misali bırak; maksuda karşı uyanık ol, her türlü temsil ve teşbihten uzak dur. [90]
Tenbih:
Yukarıdaki misalden, tedbir, kaza ve hüküm babında kulun faydalanacağı hususları anlamış bulunuyorsun. Bu, kolaydır. Asıl güç olan iş; nefisle mücadele etmek, din ve dünya işlerini yoluna sokmak için gerekli: olan isabetli hareketleri tayin etmektir.. Cenab-ı Hak, sırf nasıl hareket edeceklerini görmek için kullarını yeryüzüne, bunun için istihlâf etmiştir...
Dini bakımdan kulun bundan istifade edeceği hakikat şudur:
Allah'ın dediği ve dilediği ne ise o olur. Kul buna böylece inanmalıdır.
Olan, vaktiyle ne takdir edilmiş ise odur. Mutlaka: olacaktır. Bunun önlenmesi imkansızdır.
Öyleyse üzüntü boşunadır. Kulun yapacağı şey, rızkım gayet vakar ve sükunet içinde, endişeye kapılmadan, telaşa düşmeden aramasıdır.
Biz bu anlattıklarına göre, iki müşkülle karşı karşıya kalıyoruz:
1- Üzüntü, neye boşuna olsun. O da diğerleri gibi mukadder değil midir? Mademki mukadderdir, mutlaka olacaktır!
2- Madem ezelde ne takdir edilmiş ise o oluyor, öyleyse çalışmak neden? diye sorarsan, cevabımız şöyledir:
Bizim üzüntü boşunadır, dememizden kasdımız, o mukadder değildir anlamı taşımaz. Çünkü biz diyoruz ki, üzüntü makdur olan şeyi önlemez. Çünkü olacak bir şeye üzülmek, serapa cehalettir. Çünkü olacak şeyi eğer olacaksa ondan kaçınmak ve ona karşı Üzüntü duymak, onu önlemez. Bu henüz acı ile karşılaşmadan, acının geleceğinden korkmak gibi bir şeydir.. Olacak şey şayet mukadder değilse, o zaman üzülmenin, hiç mânası kalmaz.. İşte bu iki cihetten üzüntünün boşuna olduğunu söylemiş olduk.
Çalışma meselesine gelince:
Bunun cevabını Peygamber Sallallâhü' Aleyhi ve Sellemin şu mübarek hadisi vermiştir:
"Çalışın, her biriniz kendisi için yaratılan şeye müesserdir."[91]
Bu hadisten şu kastedilmiştir: Kendisine mutluluk takdir edilen kimseye bu mutluluk mutlaka bir sebebe mebni olarak takdir edilmiştir. O sebepleri elde etmek, kul için zor değildir itaat etmek suretiyle elde edebilir.
Kendisine bedbahtlık takdir edilen kişiye de bu, bir sebebe mebni olarak takdir edilmiştir ki o sebep hiç şüphe yok ki tembelliğidir.
Belki tembelliğine sebep şöyle bir düşünce olabilin "Ben mutlu olacaksam, zaten çalışmaya lüzum yok, mutsuz olacaksam, zaten mutsuz olacağım ne diye çalışayım?"
Bu düşünce tarzı sakattır.. Çünkü böyle düşünen; bilmiyor mu ki, mutluluğu, ilim ve amel sayesinde gerçekleşiyor.. İlim ve ameli elde edemezse bilmelidir ki bu, onun mutsuz olmasının bariz bir alametidir..
Buna bir misal verelim: Mesela, imamet derecesinde bir fakih olmak isteyen kişiye, "çalış, ilim tahsil et" denir. O da:
Eğer Allah ezelde benim imamlığımı takdir etmiş ise çalışmama ne lüzum var? Yok eğer cahil olmamı takdir etmişse, zaten cahil olacağım, çalışmak bana ne gibi bir fayda sağlayabilir? diye mukabele eder.
Sende bu fasid fikir hâkim olduktan sonra mesele yok, zaten ezelde senin cehaletin takdir edilmiştir.
Çünkü ezelde imamlığı takdir edilen kişi, buna ancak sebeplerine tevessül etmekle ulaşılacağını bildiği için esbaba tevessül eder ve üzerinden durmadan tembellik ve miskinlik telkin eden o yanlış düşünceyi atıverir...
Demek ki, çalışmayan imamet derecesine kati surette ulaşamamaktadır.
Çalışan ve sebeplerine tevessül eden kişinin ise, önüne bir engel çıkmadıkça, doğru yoldan yürüdükçe, mutlaka imamlık derecesine yükseleceğine katiyetle hükmedebiliriz..
İnsanoğlu şunu da iyi bilmelidir:
Kişi, saadete ancak selamet bulmuş bir kalple vasıl olabilir.
Kalp selameti; nefsin tezkiye ve yetiştirilmesi çalışmakla elde edilir.
Evet, hükmü müşahede babında kullar derece derecedirler: Kimi işin sonunu düşünür, acaba nasıl olacak sonum diye.. Kimisi önünü acaba ezelde hakkımda ne takdir edildi, diye düşünür. Bu, bir öncekinden daha iyidir. Çünkü, işin sonu önüne, yani ezelde ne takdir edilmişse ona bağlıdır.
Kimisi de ne maziyi ve ne de geleceği düşünür: İşte bu anın adamıdır, Allah'ın, kaza ve kaderine razı olmuştur. Allah tarafından ne gelirse gayet rahatlıkla onu kabul etmiştir.. Bu ise, önceki ikisinden daha iyidir. Kimisi de var ki:. Ne hali, ne geçmişi ve ne de istikbali düşünür. Kalbi ilahi hükme gömülmüş ve devamlı şuhud halindedir... İşte en üstün derece budur... [92]
EL'ADL
Bunun manası âdil (Adalet sahibi) demektir. Adalet sahibi demek, kimseye zulüm etmeyen, yaptığı işi adil yapan, verdiği hükümde adaletten ayrılmayan demektir..
Adli, ancak adaleti ile tanınır. Adalet ise yapılan işte tecelli eder.
Allah hakkında bu vasfı anlamak isteyenin, her şeyden önce yedi kat gökten al da, ta yerin dibine kadar olan varlıklarda cereyan eden Allah'ın işlerini iyice bilmesi gerekir.
Allah'ın yaratmış olduğu mahlûkatta hiç bir kusur göremeyince, tekrar bakar yine kusur göremez, yine bakar bu sefer yine kusur göremez, Çünkü Allah'ın güzel ve noksansız yarattığı kainatın, göz kamaştırıcı nizam ve intizam içinde olduğunu görünce adeta şaşkına uğrar, ne yapacağını, ne diyeceğini bilmez bir hale gelir,. Ancak o anda Allah'ın adaletinin birçok anlamlarından belki bir kaçını anlamış olur...
(Allah), mevcudatı, ruhani ve cismani olmak üzere başlıca iki kısımda yaratmıştır. Yarattığı yaratıkların hakkını tam manasıyla vermiş, yerli yerine yerleştirmiştir. O, bu itibarla cevad (son derece cömert) olmuştur. Sonra onları gayet güzel ve göz alıcı bir şekilde tertip ve tanzim etmiştir. İşte bu itibarla da O, adil (adalet sahibi) olmuştur...
Yer, su, hava gökler, yıldızlar, kainatın büyük cisimlerinden sayılırlar.
Allah, bunları yaratmış ve gayet mükemmel bir şeklide nizam ve intizama sokmuştur. Yeri (toprağı) en alta koymuş, onun üzerine de suyu koymuş, suyun üzerine de havayı, havanın üzerine ise gökleri yerleştirmiştir. Bu tertip tersine olsaydı dünyanın nizamı altüst olurdu. Bunun izahı herhalde biraz güç olacak; onun için halk (Avam) seviyesine inelim, de şöyle imha çalışalım:
Kişi önce kendi bedenine baksın: O beden, tıpkı kainatın çeşitli cisimlerden meydana geldiği gibi, çeşitli azalardan meydana gelmiştir. Mesela insan, vücudu, kemik, et ve deriden teşekkül etmiştir.
Allah evvela kemikleri yaratmış ve ona et giydirmiştir, sonra cildi (Deriyi) ete giydirmiştir. Bu, böyle 'olmayıp da tersi olsaydı ne olurdu? İnsan vücudunda görünen şu muazzam nizam ve intizam kalır mıydı?
Bu misali anlamakta güçlük çekiyorsan sana bir misal daha vereyim:
İnsan için çeşitli azalar yaratılmıştır. El, ayak, göz, burun ve kulak v.s.
Cenab-ı Hak bu azaları yaratmakla Cevap (son derece cömert) olmuş ve bunları yerli yerine koyup yerleştirmekle de son derece adil olmuştur. Çünkü O, gözü bedenin en münasip yerine koymuştur. Eğer onu kafanın üstüne veyahut ayağın üstüne ya da elinin üstüne veyahut başının tepesine koysaydı, çok çirkin bir manzara arz ederdi ve devamlı olarak tehlikeye maruz kalırdı.
Elleri de omuzlara asmıştır. Ya onları kafada, yahut dizlerin üstünde yaratsaydı, arz edeceği çirkinlik yüzünden ona bakılabilir miydi?..
Havasşı Hamseyi (beş duyuyu) da başta yaratmıştır. Çünkü bunların her birerleri casusluk vazifesini görürler, Buralar üstte değil de yanda veyahut alt kısımda yaratılmış olsalardı bir şeye yarar mıydılar?.
Her azayı böyle şerh edecek olursak konu uzar. Onun için şuna dikkatini çekerim: Allah her azayı yerli yerine yaratmıştır. Eğer yerli yerine değil de, kim? sağda veya solda, aşağıda veyahut yukarıda yaratılmış olsaydı, yetersiz, yahut boş, veya da çirkin olurdu.. Hatta bakılmayacak kadar kötü bir manzara arz ederdi.
Burunu görümüyor musun: yüzün tam ortasında yaratılmıştır. Ya başta veyahut alında, yahut da yanakta yaratılmış olsaydı naşıl olurdu acaba? Ondan beklenilen faydayı verebilir miydi?
Allahın hikmetini idrak etmeye biraz daha gayret edebilirsin: Bak güneşi dördüncü kat gökte yarattığı zaman, beyhude yaratmamıştır. Çünkü O, bütün gökler arasında bir vasıtadır.. Onu gerçekten tam yerinde yaratmıştır... Lakin ne var ki sen onun hikmetini anlayamıyorsun! Çünkü Semavat ve yer hakkında pek az tefekküre sahipsin! Eğer onlara, hakkıyla bakabilsen onlarda görecek olduğun acayip ve garaiplikler, bedeninde gördüklerini unutturur.
Ah keşke kendi şahsında bulunan hikmetleri anlamayı tamamlasaydın da Afakı Semaya bakabilseydin! İşte o zaman şu ayetin sırrına mazhar olanlardan olurdun; "Gerek âfakda, gerek kendi nefislerinde ayetlerimizi yakında onlara göstereceğiz."[93]
Sonra, sen nerde, şu ayeti kerimenin sırrına nail olmuş kişi nerde: "Biz İbrahim'e, kesin ilme erenlerden olması için göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylece gösteriyorduk."[94]
Bütün emeli ve gayesi dünya olan, hırsın köleleştirdiği kişiye, gök kapıları açılır mı hiç?..
O, ismi öğretecek başlıca yolu anlatan bir işaretten ibarettir. Tam manâsıyla açıklayacak olursak ciltlerle kitap yazmak gerekir.
Bütün isimlerin manaları da böyledir. Onlar da böyle izah ve şerh edilir. Çünkü isimler, fiillerden türediği için, fiiller anlaşılmadan izah edilemez! Allah'ın varlıktaki efâli tam manasıyla bilinmeden isimleri tam manasıyla anlatılamaz. Çünkü Allah fiilleri sonsuzdur!
Ama mücmel olarak, kul bu isimlerin mânalarını bilebilir. Bilgisine göre de bu isimlerden nasibini alır. Bu uzun uzun bahs edilmesi gereken bir mevzudur. Bu kitabın gayesi ise, sadece kişiye bir anahtar vermektir,.
Cenab-ı Hakk'ın bu isminden kulun istifade edebileceği husus şudur:
Her şeyden önce Kul, şehvet ve gadabını, akıl ve dine hizmetçi etmelidir. Eğer aklını, şehvet ve öfkesine esir edip de onların (Şehvet ve Öfkesinin) dediğini yaparsa, adaletten ayrılmış ve kendi nefsine zulmetmiş olur.
Bu kendi nefsi hakkında riayet etmesi gereken bir adalet anlayışıdır.
Tafsilata gelince: Seri Şerifin çizdiği hudutları aşmamakla adalete riayet etmiş sayılır. Şayet ilahi hudutları aşarsa, hemcinsine karşı haksızlık ederse, o takdirde adaletten ayrılmış ve zulm etmiş demektir..
Sahibi bulunduğu her azaya karşı adaletine gelince; onları yerli yerinde yanı Allah'ın emrettiği şekilde kullanmaktır!
Eğer söz sahihi bir kimse ise çoluk çocuğunu ve halkına karşı, nasıl davranması icap ettiği meydandadır, izaha lüzum yoktur.
Çokları zanneder ki, zülüm başkalarına eziyet etmekten; adaletse başkasına yardım etmek ve onlara iyi davranmaktan ibarettir.. Oysa durum hiç ele sanıldığı gibi değildir. Çünkü bir melik (idareci), silah, para, kitaptan meydana gelen mallarını taksim ederken, bütün paraları zenginlere, kitapları askerlere, silahları da alimlere verse, belki böyle yapmakla faydalı bir iş yapmış olur, Lakin verdiği şeyler yerini bulmadığı için, yani taksimatı icap ettiği şekilde yerli yerine yapmadığı için adaletten ayrılmış olur.
Bunun tersi, hastalara acı ilaçları vermekle iyileştirir, canileri de bir ceza vermek suretiyle öldürürse onlara belki eziyet etmiş olur. Fakat adaleti de yerine getirmiş olur. Çünkü yaptığı işler haksız değil, bilâkis Hakkın ve adaletin gerektirdiği işlerdir..
Din yönünden, kulun bundan istifade edebileceği hususa gelince:
Her şeyden, önce kulun, Allah'ın, yaptığı bütün işlerde, hükümlerinde, emir ve yasaklarında adil olduğuna inanması gerekir.
Allah'ın emirleri, ister kendi isteklerine uygun, ister uymasın. İster kendi menfaatleriyle bağdaşsın, ister bağdaşmasın.. Allah mademki emretmiştir, doğrudur. Onun emrini yerine getirmesi lazımdır. Mademki yasak etmiştir yine doğrudur onun yasaklarından uzak durması lazımdır..
Allah'ın emrine sarılmazsa, mutlaka zarara girmiş olur. Çünkü o, Allah kadar bilemez. Onu, Rabbi kendisinden daha iyi bilir.
Nitekim kanının alınması gerekli olan bir hasta, "acıya dayanamam" diyerek kan aldırmaktan imtina ederse, bu acıdan daha büyük zararlara girmiş olur..
İşte kulun, Allah'ın yaptığı bütün işlerde haklı ve adaletli olduğunu bilmesi ve buna böyle inanması gerekir.
Çünkü iman, inkarı kökten keser, zahiren bütün itirazları süpürüp atar..
Kişi, zaman ve feleğe kabahat yüklememekle mükelleftir. (İşte ne yapalım bu yaptıklarımız zaman icabı... Zalim felek geldi de bizi mi buldu?) gibi sözlerle zamanı ve feleği suçlamak ki bu zamandaki insanlarını ekserisinin yaptıkları gibi bir cehalet örneğinden başka bir şey değildir. Kul şunu iyi bilmeli ve aklına koymalıdır ki, her şey bir sebebe bağlıdır. O şekilde tertiplenmiştir. Allah tarafından nasıl tertip edilmiş ise öylece vuku bulmaktadır.
Allah'ın tertibinde haksızlık olamaz, Allah'ın her dediği doğru ve her yaptığı da adildir!.. [95]
EL'LÂTİF
Bu isme ancak, maslahat ve menfaatlerin gizli tasarruflarını, herkesin anlayamayacağı inceliklerini bilen ve o menfaatleri yumuşak bir eda ile hak edenlere ulaştıran müstahak olur. Fiilde rıfk (yumuşaklık), ilimde lütuf bulunursa işte lütfün manası tamamlanmış olur. Gerek mi ve gerekse ilimde bunun keman (Mükemmel olması) ancak Allah için mevzubahis olabilir.
İnceliklere, ince olandan daha ince olan şeylere Allah'ın vukufu bilinen bir şeydir. İzaha lüzum yok... Gizli ve kapalı olan hususlar, O'na göre apaçık meydanda' olan hususlar gibidir. Arada' en ufak bir fark yoktur.
Yaptığı işlerdeki rıfkı ve lütfuna gelince, bu da sonsuzdur. Allah'ın efâldeki rıfk ve lütfunu ancak, Allah'ın yaptığı işleri tam manasıyla bilen kişi bilir. Bizde o bilgi nerede?
Cenab-ı Hakk'ın bu isminin (Latif ismi Celil'inin) manasını kul, yukarıda arz ettiğimiz gibi, ancak bilgisi miktarınca anlayabilir..
Bunun izah ve şerhi de hayli vaktimizi alacağı gibi, büyük ciltli kitaplara da sığdıramayız. Onun için bazı mühim yerlerine işaret etmekle yetineceğiz:
Allah'ın lütuflarından birisi de anne karnında çocuğu karanlıklarda yaratması, onu (bir zarar gelmeden) hıfz etmesi, doğuncaya kadar, gıdasını göbeği vasıtasıyla almasını temin etmesi, doğduktan sonra ağzı ile yemesini öğretmesidir. Ona o ilhamı vermeseydi çocuk doğar doğmaz annesinin memesini emmeyi nasıl ve nereden bilecekti?.
Çocuk gecenin zifiri karanlığında doğsa bile yine memenin yerini bulup emer.
Kuluçkadan yeni çıkan civcive yerden taneleri toplama ve yeme kabiliyetini kim ihsan etmiştir!
Belirli bir zamana kadar, rahatça meme emebilmesi için, yavrunun ağzını dişsiz yaratan, sonra rahatça yemek yiyebilmek ve yediğini serbestçe öğütebilmek için inci gibi dişleri ona takan kimdir? (Bunlar hep Allah'ın birer lütfü ve ihsanı değil de nedir?)
Ağızdaki dişlerin taksimatına dikkat ettiniz mi hiç? Bazıları, rahatça öğütebilmek için geniş, kimisi kırmak için azı olarak, kimisi de kesmek için sert ve keskin olarak yaratılmıştır! (Bunlar kimin lütfudur?)
En büyük gayesi konuşmak olan dilin bile, yemekteki faydası akla durgunluk verecek niteliktedir.
Ağzımıza aldığımız tek bir lokmayı inceleyecek olursak, onu ne kadar rahatlıkla aldığımız hemen anlaşılır. Ya onun meydana gelmesindeki çalışmalar: O, önce ekilmiş, sonra biçilmiş, daha sonra öğütülmüş, pişirilmiştir..
Bunlar zor şeyler değil mi? Ya yemesi? (İşte bunda bile Allah'ın lütfûnu görmek güç değildir!..)
Demek ki, Allah, tedbir ve takdir bakımından Hakim (Her şeyi yerli yerine yaratan mutlak hikmet ve hüküm sahibi olan), onları meydana getirme yönünden Cevat (ziyadesiyle cömert) onları tertip etme bakımından Musavvir (şekillendirici), her şeyi yerli yerine koyması cihetinden Adı (Adil), rıfk ve mülâyemetin en ince cihetlerini terk etmeksizin kullarına lütfûda bulunması bakımından da Latifdir!...
Allah'ın efâlini tam manasıyla bilmeyen insanoğlu, bu isimlerin manalarını hakkıyla nasıl bilebilir?
Allah'ın kullarına karşı lütûflanndan birisi de; onlara, güç ve takat getirmedikleri herhangi bir vazifeyi tahmil etmemesidir.
Yine Allah'ın lütfü icabıdır: Kısa bir ömür içinde onlara ebedi saadeti elde etmek imkanına kavuşturmuştur..
Tertemiz ve taptaze süt, çok değerli ve kıymetli cevherler, bal ve ipek gibi insanların faydalandıkları şeyler nereden gelmiştir düşündünüz mü?
Ya insanın, tiksinti duyulan bir nutfeden meydana gelişine ne buyurulur? Mebdei bu olan insanoğlunun, ilim, marifetle teçhiz edilmesi, emanetin ona tahmil edilmesi, semavat ve melekûtunun ona gösterilmesindeki sır ve hikmet gerçek manada düşünülüp incelenirse, bütün bunların Allah'ın sayılmayacak kadar çok olan eltaf'ı Sübhanisinin birer parçası olduklarını anlamakta (doğru söyleyin!) güçlük çekilir mi? [96]
Tenbih:
Bu isimden kul şunu elde edebilir:
Allah yoluna çağırırken, Allah kullarına karşı gayet yumuşak davranır, onlara karşı şiddet tavırları takınmaz, taassup yolunu seçerek onları rencide etmez, hakkı kabul ettirme, doğru olana ikna etme usullerinin en iyisini seçer.
Lütuf usullerinin en iyisi, salih amel, Allah'ın rızasına uygun hareketlerle, tam bir ihlâs içinde Hakk'a koşmaktır. Bu, süslü lâfızlar söylemek ve laf ebeliğini yapmaktan daha iyi ve daha tesirlidir!.. [97]
EL'HABİR
O, öyle bir varlıktır ki, en gizli haberler bile, O'nun malûmu olur. Yerlerde, göklerde olup bitenlerden haberdardır.
Hareket eden veya hareketsiz duran (giden, gelen) her şeyden O'nun haberi vardır. Bu itibarla Allah'ın bu ismi aynı Alim (ziyadesiyle bilen) manasında olmuş olur, Ancak şu farkla: İlim, gizli ve batini şeylere izafe edildiğinde o ilme Hibre (Haberdar olma), sahibine de Habir (Tam manasıyla haberdar) denilir.. [98]
Tenbih:
Kulun bundan hazzı şu olabilir: Kul kendi âleminde cereyan edenleri bilmelidir.
Kulun kendi dünyası hiç şüphe yok ki, kalbi ile bedenidir.
Kalpte çöreklenen gizli şeyler de; kin, hiyanet, dış, dünyaya karşı aşırı temayül, kötüyü gizlemek, iyiyi de sırf gösteriş için izhar etmek gibi köksüz hislerdir.. İşte kendini bilen ve kendi iç dünyasından haberdar olan, kişi, iç aleminde cereyan edenlerden haberdar olur ve ona göre kollarını sıvar da olanca gücü ile o hislerle mücadele eder. Sırtlarını yere getirinceye kadar bu mücadeleyi elden bırakmaz.
Bu suretle o kul, bu isme layık olur,.[99]
Konunun tamamı eklenmiştir eksikler veya yanlışlar olmuşsa bildirirsiniz.
Allah okumayı,anlamayı ve uygulamayı nasip etsin bizlere inşAllah amin.
Euzü billahi mineş şeytanirraciym
Bismillahirrahmanirrahim.
Esma-i Hüsna Şerhi-İmam Gazali Hz.
ALLAH
Bu Rubûbiyet sıfatlan ile müttesif, gerçek varlığı ile münferit olan varlığın ismidir. Çünkü ondan başka her varlık bizatihi varlığa müstahak değildir. Zira varlığı kendinden değildir. Zatı itibari ile helâka (yok olmaya) mahkumdur...
Evet, Allah'tan başka her varlık helâka mahkumdur. Yok olacaktır, baki kalacak olan, ancak ve ancak O'dur!
Lafza-i Celâl bu mânâyadır. Onun asıl kökü hakkında yani (Allah) kelimesi hangi kelimeden meydana gelmiştir hususundaki ileri, geri fikirlerin serd edilmesi insana, beyhude çabalamaktan ve yorulmaktan başka bir şey kazandırmaz. [25]
Faide
Şunu iyi bil ki, bu isim, (Allah) Allah'ın doksan dokuz isminin en büyüğüdür! Çünkü bu, içinden hiç bir şey müstesna olmaksızın, bütün ilahi sıfatlan cem eden zâte delâlet etmektedir.. Diğer isimleri ise, ilim, kudret, fiil gibi yalnız ifade ettikleri mana birimlerine delalet etmektedir..
Ve yine bu isim, Allah'tan başkasına, ne hakikat ve ne de mecazen delâlet etmeyeceği cihetiyle, bütün isimlerinden daha ahasdır. Yani daha özellik ve hususiyet ifade etmektedir.. Diğer isimler ise, böyle değildir. Ondan başkasına da itlâk edilip çağırılabilir: Kadir, Âlim, Halim gibi.. İşte bu iki sebeptendir ki, Allah ismi, bütün isimlerin en büyüğü olmuştur... [26]
Bir İncelik:
Diğer isimlerin mânâları, kula sübutu itibarıyla da tasavvur edilebilir. Hatta merhametli kişiye rahim, bilsin olan kişiye âlim, sabırlı olana sabûr, çok şükredene şekûr denebilir. Tabii Allah'a denmesiyle kula denmesi arasında farklar vardır. Lakin "Allah" ismi ise her ne suretle olursa olsun Allah'tan başkasına itlik edilemez.. Yukarıda arz ettiğimiz gibi, ne hakikat cihetinden ve ne de mecaz cihetinden.
Bu ismin bu özelliği itibarı iledir ki, Es'sabûr, Eş'şekûr, el'cebbar, el'melik gibi isimler Allah'a izafe edilerek: "Bunlar Allah'ın isimlerindendir,) denilmiştir de, Allah ismi, Sebûr ve Şekûr'ün isimlerindendir denilmemiştir. Zaten denemez de!
Neden mi? Çünkü, bu isim (Yani Allah ismi) ilahi mânaların hepsini içine alma itibarı ile daha şümullü ve daha kuvvetli olduğundan, başka isimle tarif edilmesine hacet kalmamıştır. Diğerleri ise ancak O'na (Lafza-i Cellâl'e) izafetle tanımlanmıştır... [27]
Tenbih:
Kulun bu isimden nasibi, son derece teabbud olmalıdır. Yani Allah'a bütün kalbi ile bağlanmalıdır. Hem de öylesine ki, Sözü ondan başkasını görmemeli, ondan başkasına iltifat eylememeli, ondan başka hiç kimseden bir dilekte bulunmamalı (yani kimseye boyun eğmemeli), ondan başkasından' korkmamalı!. "Bu niçin olmasın ki, O bu isimden, O'nun (Allah'ın) gerçek varlık olduğunu, O'ndan başka ne varsa, bütün her şeyin fani, boş ve yokluğa mahkûm olduğunu anlamıştır.... Evet kişi, her şeyden önce kendisinin de yok olacağını her fani gibi hayata gözlerini yumacağım bilmelidir. Nitekim Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem kendisini yok saymış da şöyle buyurmuştur: Arab'ın söylediği beyitlerin en doğrusu Lebid'in şu sözüdür: "Allah'tan mâada her şey boştur."[28]
ER'RAHMAN ER'RAHÎM
Bu iki isim, rahmet kökünden gelmedir, Rahmet (esirgeme) esirgenmiş bir varlığı gerektirir, ihtiyaçsız bir esirgenmiş ise kabili tasavvur değildir. İşte bu isimle, kast etmeden, murat etmeden muhtacın ihtiyacı (ihtiyarı olmadan) karşılanır. Öyleyse muhtaç olan kişiye Rahim denemez!
Bir ihtiyacı karşılamak isteyen kimse, eğer o ihtiyacı karşılamaya gücü yettiği halde karşılamazsa ona Rahim denmez, çünkü iradesi tamam olsaydı mutlaka o ihtiyacı karşılardı. Eğer ihtiyacı karşılamaktan aciz ise, içinde şefkat ve merhamet duygusu taşıdığından dolayı kendisine Rahim denebilir.. Lakin ne var ki onun merhameti noksan sayılmış olur. Zira tam rahmet merhamet iyiliğin muhtaçlara izafesiyle ve onlara gerçekten istemesiyle mümkün olur. Umumi Rahmet (Esirgeme) ise, hak edene de, etmeyene de şamil olan bir' merhamet (esirgeme) dir.
Allah'ın Rahmeti (Esirgemesi) hem tamdır, hem de şümulüdür.
Tamdır: Çünkü muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek istemiştir ve bizzat tam manâsıyla gidermiştir...
Şümullüdür; Zira, O, Rahmeti hak edene de, etmeyene de şamil olmuş, dünya ve ahirette duyulacak her türlü zaruret ve ihtiyaçları kapsamıştır... Şu halde mutlak ve gerçek Rahim (esirgeyici) O'dur!... [29]
Bir İncelik:
Rahmet (esirgeme), merhamet eden kimseye arız olan hüzün verici bir duygu olmaktan hali değildir, Rabse şüphesiz ki bu gibi şeylerden münezzehtir. Bu sebeple belki bunun rahmet anlamında bir noksanlık olduğunu sanırsın. Oysa bu; O'nun hakkında noksanlık değil, bilakis kemal (mükemmellik) dir.
Noksan değildir. Çünkü, Rahmetin (esirgemenin) mükemmelliği; semeresinin kemâliyledir. Muhtacın ihtiyacı tam manasıyla karşılanınca, esirgenen kişinin, asıl merhamet edenin elem duygusunda herhangi bir rolü olamaz!. Merhamet eden kimsenin elem duyması, kendi şahsının zaafına ve noksanlığına delalet eder. Muhtacın ihtiyacı gerçek manada karşılanınca bu bir şey ifade etmiş olamaz.
Bunun esirgeme anlamında mükemmel olmasına gelince: Esirgeyici, hiç şüphe yok ki, kendi nefsinde duyduğu bu acıma hissini, muhtaç durumda olana yardım etmek suretiyle bertaraf etmek ister. Bu, her ne kadar zahiren ona noksanlık iras edeceği hissini verirse de, asıl gaye muhtaç durumda olan kişinin ihtiyacını karşılamaktır. Yoksa kendi vicdani üzüntüsünü dindirmek değildir. Öyleyse, esirgeyici için böyle bir noksanlık kabili tasavvur değildir.. [30]
Faide:
RAHMAN (ismi) Rahim (isminden) daha hususilik ifade eder. Bu sebepledır ki, Allah'tan gayrisine bu isim konamaz. Rahim ismi ise, Allah'tan başkasına da itlâk edilebilir. Bu yönden Rahman ismi Allah'ın Âlem (Zat) ismi olan "Allah" ismi ne yakındır. Her ne kadar bu isim Rahmet kökünden gelme ise de gerçek budur. Bu sebepledir ki Cenab-ı Hak, her iki ismi şu ayette bir arada zikr etmiştir: "De ki: Gerek Allah diye ad verin, gerek Rahman diye ad verin, hangi adı verirseniz nihayet en güzel isimler onundur"[31]
İşte bu yönden ve birde sayılan Allah isimlerinde teradüfü önleme keyfiyetinden dolaydır ki, her iki ismin arasını ayırt etmek gerekmektedir. Rahman isminin ifade ettiği mana Rahim isminin ifade ettiği mânâdan mutlaka farklı olmalıdır. Yalnız Ahiret saadetini vermek (Mü'minlere) anlamında olan Rahim isminden Rahman ismi şu bakımlardan farklıdır;
Rahman ismi icabında Allah insanları önce yaratmıştır, sonra mü'minleri imana ve mutluluk sebeplerine hidayet etmiştir. Daha sonra da onlan ahirette mutlu kılmıştır. Dördüncü olarak da onları, kendi Cemal-i İlahisini müşahede etmek şerefine nail ve mazhar etmiştir... [32]
Tenbih:
Mü'minler bu isimden ne elde edebilirler?
Mü'minler bu isimden şunu elde edebilirler. Önce Allah'ın gafil kullarına merhamet edip onları olanca güçleriyle Allah yoluna vaaz ve nasihat etmek suretiyle çevirirler. Böyle bir teşebbüste bulunduklarında şiddet yolundan ziyade yumuşaklık ve şefkat yollarını tercih ederler: Asilere de merhamet sözü ile bakarlar, eziyet ve zulüm nazarı ile değil...
Mü'minin başlıca sayesi, insanlardan sadır olan her masiyet sanki kendi nefsinden sadır oluyormuş gibi, o masiyeti onlardan bertaraf etmeye olanca gücüyle çalışmak ve bu suretle onları Allah'ın gazabına uğramaktan kurtarmak olmalıdır.
Mü'minin "Rahim" isminden istifade edeceği hususta şudur:
Gücü yettiği kadar muhtaç durumda olan kimselerin ihtiyacını karışılar, yanında ve memleketinde ihtiyacını karşılamadığı hiç bir fakir bırakmaz. Muhtaçların ihtiyaçlarını ya para ile ya da nüfuzu ile veyahut hayra delâlet etmekle, daha olmazsa zengin ve söz sahibi olan kişilere başvurmak suretiyle karşılar. Bu saydıklarımızdan aciz olursa, o zaman ona hayırlı dualar yapmak suretiyle onun hüzün ve kederini paylaşır... [33]
Bir Soru Ve Bir Cevap: Soru:
Allah'ın Rahim ve Erhamerrahimin (merhamet edicilerin en merhamet edicisi) olmasının manası nedir? Mademki Rahim, zarara uğramış, hasta, işkenceye maruz kalmış, bela ve musibetlerle karşı karşıya gelmiş kişilerin imdadına koşup kurtarmaktır. Mademki Hak Tealâ her belayı, her fakrü zarureti önlemeye, her hastalığı bertaraf etmeye kaadirdir. Öyleyse neden dünya hastalarla, muhtaçlarla doludur? Kullarını neden böyle işkenceler içerisinde kavranır bir halde bırakmaktadır?
CEVAP:
Bu suali bir misalle cevaplandıralım. Bir küçük yavruyu ele alalım, hastadır. Ameliyat edilmesi gerekmektedir. Annesi acıdığı için bir türlü onu ameliyat masasına, cerrahi müdahalede bulunacak operatöre teslim etmek istemiyor. Babası ise ameliyat olmasında karar!!...
Cahil zanneder ki, anne babadan daha merhametlidir. Bak anne evlâdı için nasıl telaşlanıyor ve ameliyata kıyamıyor, der. Akıllı kişi ise hiç de böyle düşünmez. O, babanın daha merhametli olduğuna inanır. Çünkü baba onu devamlı sancıdan kurtaracak... Bunun için de muvakkat acılara tahammül etmesine göz yumacaktır..
Çünkü az ve geçici acılar sancılar ilerde gerçek sıhhate vesile olacaksa nazarı itibara alınmaz. Onlara kötü nazar ile bakılmaz. Bilakis iyidir gözü ile bakılır. Çünkü onlar iyiye bais olacaklardır.
Rahim (merhamet edici) ye gelince, hiç şüphe yok ki, merhamete muhtaç olan kişiye merhamet etmek ister... Sonra varlık âleminde hiç bir şer yoktur ki "Hayrı" içinde bulundurmasın. Şer, büsbütün ortadan kaldırılmış olsaydı, içinde bulundurduğu hayrı da beraberinde alıp götürecekti. İçinde bulundurduğu hayırla beraber ortalardan kaybolmasıyla şüphe yok ki daha büyük serler ve zararlar ortalığı dolduracaktı...
Mikrop almış bir eli düşünelim. Bu eli kesmek, zahiren her ne kadar kötü görünürse de, bütün bedenin selameti gibi büyük bir mutluluğa vesile olacağından onda sonsuz hayırlar gizlidir. Çünkü eli öyle kendi haline terk etmek bütün bedenin helakine sebep olur. Böylelikle şer, olduğundan daha da zararlı ve yaygın bir hal alır. Şu halde bütün bedenin selameti için bir elden olmak şer değil, bilâkis hayırdır. Eli kesmek bizzat bedeni kurtarmak için murat edilmiştir. Elin kendi uzviyetini kurtarmak için değil de bedenin selameti için kesilmiş olması, asıl gayenin eli değil de bedenin kurtulması olduğunu ortaya çıkarmıştır,. Netice olarak her ikisi de iradede yer almıştır. Ancak şu farkla; birisi kendi zatı için arzu edilmiş, diğeri ise başkasını kurtarmak için istenmiştir.. Kendi zatı için murat edilen, her zaman için başkası için murat edilenden önce gelir. Bu sebeple Cenab-ı Hak "Rahmetim gazabımı sevk etmiştir" buyurmuştur.[34]
Şimdi bu Kudsi Hadisi inceleyelim: Allah'ın gazabı, şerri murat etmesidir. Çünkü şer de (kötülük de) O'nun iradesiyle meydana gelir.
Rahmeti ise Hayrı (iyiliği) murat etmesidir. Hayır da onun iradesinin bir neticesidir. Lâkin hayrı, bizzat hayrın kendisi için murat etmiştir. Şerri, bizzat kendisi için değil, içinde bulundurduğu (insanlara meçhul ve kapalı olan) hayır için murat etmiştir. Demek ki, şer (kötülük) bizzat kendisi için maksud değil, içinde sakladığı hayır için kasd edilmektedir. Şu halde hayır, kendisine vusul için bazı arazları gerektirmektedir.
Böyle olan bir şey, rahmete engel olabilir mi hiç? İmdi içinde hiç bir hayır saklamayan bir şer aklına gelirse veyahut hayrı serde değil de başka yönden tahsil edilmesi mümkündür dersen, o zaman bu iki vehmi sana ilham eden cüce aklını suçla! (Neden mi?)
Şerrin içinde hayır yok demen, daha doğrusu böyle bir hükme varman, cüce aklının gerçek marifete nüfuz edememesinden ileri gelmektedir. Çünkü sen böyle düşündüğünde, ya ıstıraptan kurtulmak için ameliyatı kötü ve tehlikeli gören sabi, veyahut da maktulün ölümünü şer kabul ettiği için kısasla öldürülen kişinin idamını şer kabul eden ahmak gibi olursun. Ahmak kısasla olan umum menfaati, insanlığın selâmet ve saadetini düşünememiştir. Tek şahısta görülecek bir şer'in kaldırılmasıyla, umumun hayrına vesile olacak genel bir hayra tevessülün sırrını anlayamamıştır. O öyle düşünüyor veyahut öyle olmasını istiyor diye hayır olan şey ihmal edilir mi hiç?.. "Hayrı şerrin dışında tahsil etmek mümkündür." gibisinden aklını kurcalayan vehme gelince. Bu da ince, her aklın idrak edemeyeceği gayet muğlâk bir keyfiyet arz etmektedir. Zira her muhal veya mümkün olan şeyin imkanlılığı veya imkansızlığı, ne bilbedahe ve ne de azıcık bir düşünce bir nazarla anlaşılmaz, bilâkis bu, derin ve geniş düşünceleri gerektirir ki, bir çok kimselerin içinden çıkabileceği iş değildir bu...
Öyleyse bu iki vehmi sana ilham eden aklını suçla da Allah'ın merhamet edicilerin en merhamet edicisi olduğu ve Rahmetinin de gazabını sebk ettiği hususunda asla tereddüde kapılma. Şerri murad eden kimse hakkında, bunu bizatihi şer için murad ediyor, öyleyse o, Rahmet ismine müstahak değildir diyerek şüphecilik yollarını arama!
Şerrin ifşasını engelliyen örtüyü kaldırdığımızda mahzı hayrın su yüzüne çıkacağını söyledik. İman et (yeter) beni ifşa ya zorlama!' Ben sana şifreyi verdim, eğer işaret ve şifreden arılıyorsan bu kadarı sana yeter... [35]
Beyit:
"Eğer diriye çağırsaydın mutlaka duyururdun; lakin ne yazık ki çağırdığın kişide hayat yoktur!..."
Bu birçok kimselerin düşündüğüdür.. Onun için böyle bir açıklamada bulundum, Yoksa Allah'ın kader hakkındaki sırra vakıf olan kardeş bu söz sana değildir. Sen zaten bu sibi açıklamalara ve tenbihlere muhtaç değilsin. [36]
EL'MELİK
O, öyle bir varlıktır ki, ne zatında ve ne de sıfatında hiç bir varlığa ihtiyacı yoktur. Bilâkis her şey zatın da, sıfatında, mevcudiyetinde ve bekasında ona muhtaçtır!
Şu halde ondan başka her şey O'nun memlukûdür..
O'nun ise hiç bir şeye ihtiyacı yoktur! İşte Melik-i mutlak O'dur!.. [37]
Tenbih:
Kulun mutlak melik olması hiç düşünülemez. Çünkü onun her şeyden müstağni olduğu söylenemez.. Allah'tan başkasına ihtiyacı olmasa bile, mutlaka daima Allah'a muhtaçtır. Sonra ona herkesin, her şeyin muhtaç olduğu da düşünülemez. Zira ona muhtaç olmayan birçok varlıklar vardır da o farkında değildir., Lakin kendisinin bazı şeylere muhtaç olmaması düşünülünce onun Melik olduğu zannı hâkim olur.
Kullardan gerçek Melik o kişidir ki; Allah'tan başka kimsesi olmaz.. Allahtan gayri her şeyden alakasını keser, bununla beraber asker ve halkının kendisine itaat ettiği boyun eğdiği ülkeye sahip olur.. (Nasıl mı?)
Şöyle: Çünkü onun öz ülkesi kalbi ve kalıbıdır. Askerleri ise, gazabı, şehveti, hava hevesidir. Halkı ise; dilli, gözleri elleri ve sair azalarıdır....
O, bütün bunlara hâkim olup da kendisine boyun eğdirirse, işte kendi iç dünyasında sultanlık derecesine yükselmiş demektir.. Bir de buna insanlara karşı olan ihtiyaçsızlığı ve herkesin gerek dünya hayatında ve gerekse ahiret hayatında kendisine, muhtaç olduğu hususu eklenirse işte o zaman yeryüzünün sultanı olmuş demektir ki bu, Peygamberlerin (Allanın selamı üzerlerine olsun) rütbesidir. Çünkü O'nlar, ahiret hayatına hidayet etme hususunda Allah'tan başka hiç kimseye ihtiyaçları yoktur, herkes kendilerine muhtaçtır...
Meliklik hususunda; Peygamberleri, onların varisleri olan âlimler takip ederler, onların sultanlık derecesi de, kulları irşat edebilmek yeteneğiyle ölçülür.
Evet, bu niteliklerle kul melekler derecesine ulaşır ve Allah'a yaklaşabilir. Bu mülk hakimiyet kendilerine gerçek melik olan, mülkünde ortağı bulunmayan Allah tarafından ihsan edilmiştir.
Emirlerden biri, ariflerden birine:
Ne ihtiyacın varsa söyle. Dediği zaman, arifin kendine verdiği cevap ne de arif'anedir.
Ben senden ne isteyeceğim ki, benim iki kölem vardır ki onlar senin efendindir..
Neymiş onlar bakalım?
Biri hırs, diğeri heva ve heves... İşte ben bu ikisinin sırtını yere getirip onlara hâkim oldum, sen ise bunlara yenildin. Onlar sana hâkim oldular. Demiştir.
Adamın biri, bir şeyh'ten kendisine nasihatte bulunmasını rica edince Şeyh ona dedi ki:
Dünyada da, ahirette de melik ol. Adam bu sözü duyunca şaşırdı ve tekrar sordu:
Nasıl yani?
Dünyaya karşı olan hırs ve şehvetini kesersen, hem dünyada hem ahirette sultan olursun. Çünkü sultanlık hürriyet ve ihtiyaçsızlıkta görülebilir; esaret ve zillette değil... [38]
EL'KUDDÛS
O, hissin idrak ettiği, hayâlin tasavvur ettiği, vehmin ileri atılıp tahayyül ettiği, vicdanın ihtilâç ettiği tefkirin tasarladığı her vasıf (nitelik) den münezzeh ve müberradır..
O'nu vasf ederken; o, ayıp ve noksan sıfatlardan münezzehtir demedim, çünkü böyle bir söz edebe aykırı düşer.. Zira böyle bir ifade, ülkenin kralını vasf eden kimsenin: "ülkemizin kralı, mühür kazıyıcı, kan alıcı değildir!" sözüne benzer.
Şurası da muhakkaktır ki, bir şeyin mevcut olmasını nefy etmek (yoktur demek) o şeyin var olmasının mümkün olduğunu vehm ettirir.
Böyle bir vehim de Vacib-i Tealâya noksanlık isnad etmeye yol açar. Onun için O'nu vasf ederken dedim ki: O, birçok kimselerin mükemmel olarak kabul ettiği veya sandığı vasıflardan münezzehtir.. Çünkü o insanlar, önce kendilerine bakıp niteliklerini tanıdılar.. Tabii ki, bu nitelikler içinde mükemmel olanı mevcut olduğu gibi Doksan olanlar da mevcuttur.
Onlar, ilim, kudret, duyma, görme, konuşma, irade gibi vasıflarını manalarının hizasına koyarak işte bu kemal sıfatlardır, dediler.
Kendilerine göre, cehalet, acizlik, körlük, sağırlık, dilsizlik gibi noksan olan sıfatları da mânâlarının hizasına koyarak noksan saydılar.
Sonra Allah'ı övmek istedikleri zaman kendi ölçüleri dahilindeki mükemmel sıfatlarla tavsif ettiler ve noksan sıfatlardan tenzih ettiler. Oysa Allah kendi nefislerinde kemal sıfatlar olarak tanıdıkları sıfatlardan da, kendi haklarında noksan kabul ettikleri sıfatlardan da münezzeh ve müberradır. Hatta yaratıklar için tasavvur ve tahayyül edilen her türlü sıfatlardan da münezzehtir. Çünkü O, onların hiç birine benzemez, hiç bir şey de O'na menend olamaz!..
Bu konuya daima ve izah etme olmasaydı zaten bu konuya girmezdim, teeddüp ederdim. Bunu, mukaddimeler bölümlerindeki dördüncü bölümde gayet açık olarak izah ettim. Tekrarına lüzum görmüyorum.. [39]
Tenbih:
Kulun takdisi, ilim ve iradesini tenzih etmesidir. İlmine gelince: Onu, bütün muhayyetât, mahsusat (his edilenler).. Mevhûmat (vehm edilenler) ve benimi sıfatların iştirak ettiği her şeyden tenzih etmesidir.
İradesine gelince, onu, şehvet, öfke, yemek, içmek, evlenmek, giymek, dokunmak, bakmak gibi beşeri lezzet ve sıfatlara müncer olan her türlü sıfatlardan tenzih etmektir.
İşte kul, böyle olunca ancak Allah'a yaklaşabilir. Onun kalbi her zaman için Allah'la beraber olabilir. Onun Allah'tan başka hiç bir şeyde hazzı, Allah'a kavuşmaktan başka hiç bir şeyde şevki, Allah'tan gayri hiç bir nesnede sevinç ve neşesi kalmaz!.. O'na Cennet bütün nimetleri ile verilse, hiç birine iltifat etmez. Sahipsiz evi ne yapsın O?.. Hülasa: Kul, hissi, hayali ve hayvani olan temayüllerden kurtulduğu gün ruhen kemale ermiş olur.
Müridin celâleti, muradının celâletiyle ölçülür. Bütün gayesi karnına giren şey olursa, kıymeti de ondan çıkan şey kadar olur...
Allah'tan başka gayesi olmayan kişinin derecesi, himmetine göredir..
İlmi, mahsusat, mütehayyilât derecesini geçerse, iradesi şehvet icaplarından arınırsa Hazretil Kuds'un sevgisine mazhar
ES'SELÂM
O, zatı ayıptan, sıfatı noksanlıktan, ef'ali kötülükten beri olan bir varlıktır. Hal bu olunca, varlıktaki bütün selam et ve emniyetler ondan sadır olmuştur ve yine ona rucû edecektir. Yukarıda anlatmıştık: Vacib tealâ'nın fiilleri şer'den (yani mutlak serden) salim olmuştur.
Şerri hiç bir zaman bizatihi murat etmemiştir. Ama içinde hayır saldı olan şerri murat etmiş olabilir. Çünkü böyle olan şer aslında, yukarda da işaret ettiğimiz gibi şer değildir... [41]
Tenbih:
Hile, kin, hased, kötülüğü istemek gibi şeylerden uzak, günah ve yasaklardan beri olan her kul, Allah'a selâmet bulmuş bir kalple gelecektir. İşte kulun bu gibi huylardan arınması Selam-ı Mutlak'dan istifade etmesiyle mümkündür.
Kulun her bakımdan selamet bulması, ayrıca in'tikas ve in'tikasdan da beri olmasına bağlıdır.
İn'tikas: Aklın şehvet ve gadaba esir olması demektir. Gerçekse bunun tam aksidir. Yani şehvet ve gazabın aklın esiri olmasıdır. Bunun aksi olunca intikasa maruz kalmış olur. Böyle olunca da emir memur; kral köle olmuş olur.. Şu halde selam ve İslâmla, ancak Müslümanların dilinden ve elinden kurtulmuş olan kimse nitelenebilir. Henüz kendi nefsini kurtaramayan kişi, bu ulvi vasıfla nasıl nitelenebilir?.. [42]
EL'MÜ'MİN
O öyle bir varlıktır ki, bütün emniyet ve em an ona racidir. Çünkü emniyet sebeplerini açıklamış, korku yollarını kapatmıştır.
Korku mahalli olmadan emniyet, helak olma tehlikesi olmadan da korku tasavvur edilemez. Mü'mini mutlak o varlıktır ki, bütün emniyet ve emanın kaynağı asla ondan başkası olamaz. İşte o da Allah'tır.
Şurası da bir gerçektir ki, kör görmediği yerden kendisine bir felâketin gelebileceğinden endişe eder. İşte gören göz, sahibini böyle bir tehlikeden kurtarır. Eli olmayan kişi de el ile savunabileceği yerden tehlike geldiğinde böyle bir korkuya kapılır. Ama eli olursa o tehlikeyi rahatlıkla önler.
İşte insanoğlunun bütün organ ve duyuları da böyledir... İsimlerinden biri Mü'min olan Allah onları yaratmış, şekillendirmiş, kuvvetlendirmiştir.
Şimdi düşmanları tarafından aranan bir insanı düşünelim:
Çembere alınmış, halsiz olduğu için organları hareket edemiyor. Hareket etse bile, kendisini koruyacak silahı yok. Veya silahı da var ama, düşman çok, tek başına üstelerinden gelemiyor. Kendini koruyan insanlarda var ama, mutlaka hep beraber sığınacak bir kaleleri olması gerekiyor.. Tam o sırada biri yetişiyor ana silah, asker veriyor. Üstelik O'nu ve askerlerini muhafaza edecek bir de kocaman kale yapıyor. Ona emniyet ve eman nimetini tattırıyor. İşte böyle olan kişiye min diyebiliriz..
İmdi kul, yaradılış itibarı ile şayet zayıftır. Hastalık, açlık, susuzluk, gibi şeylere maruz olduğu gibi: yanma, boğulma, yaralanma, kırılma tehlikeleriyle de her zaman karşı karşıyadır.
Onun hastalık hakkındaki korku ve endişelerini, Ancak hastalığa çare bulan doktorlar bertaraf edebilirler. Yemekler de açlığını, su da susuzluğunu giderebilir. Azalan (organları) da bedenin muhafazası için elverişli olabilir.
Duyuları da felâketten haber verecek birer casuslarıdır..
Bütün bunların yanında kulun asıl büyük korkusu vardır ki, o da ahiret korkusudur. Onu bu korkudan kurtaracak yegâne siper ise Kelime-i Tevhiddir, Allah'ta işte kullarına en büyük bir reçete olarak ve en güzel koruyucu kale olarak bu Kelime-i Tayyibeyi ihsan etmiştir. Ve şöyle buyurmuştur: " La ilahe illallah, benim kalemdir, Her kim benim kaleme girerse, azabımdan emin olur.."
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; Kâinatla, eshâba tevessül etmeden emniyet tasavvur edilemez. Bu sebeplerin halikı; onların göstericisi ve nasıl kullanılacağının öğreticisi hiç şüphe yok ki (Allah)'tır.
O'dur her şeyi yaratan, Odur yol gösteren. Evet, O'dur gerçek ve mutlak MÜ'MİN... [43]
Tenbih:
Kul, bu isimden şunu elde edebilir: Yanında bulunan herkesi şerrinden emin kılar. Hiç kimseye zararı dokunmaz. Ona başvuran her korkan kişiyi," gerek kendi nefsi ve gerekse dini hakkında duyduğu korku ve endişeden kurtarmaya çalışır. Nitekim Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuşlardır:
"Allah ve ahiret gününe iman eden, komşusunu kendi kötülüklerinden emin kılsın..
Kullar arasında bu isme en çok hak kazanan, halkı, kurtuluş yoluna, Allah yoluna irşad ve hidayet ederek Allah'ın azabından kurtaran kişilerdir.. Bunu da hiç şüphe yok ki, Peygamberler ve âlimler yaparlar. Bakınız Peygamberimiz (S.A.V.) ne buyurmuşlar:
"Şüphesiz siz, ateşle kelebekler gibi dolaşacaksınız, ben gelip sizi bir tarafınızdan tutarak kurtaracağım!." [44]
Hayâl Ve Tenbih:
Korku, şüphesiz ki Allah'tandır. Kullarını korkutan O'dur. Korku sebeplerini de o yaratmıştır.. Öyleyse emniyet O'na nasıl izafe edilir?
CEVAP: Korku ondandır... Emniyet de ondandır. Korku sebeplerini ve emniyeti yaratan hiç şüphe yok ki O'durl Onun korkutucu olması, Mümitl olmasına mani teşkil etmez. Nitekim kullarından bazılarını zelil kılması O'nun Muiz (Aziz) kılıcı olmasına mani değildir. Hem Muiz (Aziz kılıcı), hem de Muzil (Zelil) kılıcıdır..
Ve yine O'nun kullarından bazılarını alçaltıcı olması; yükseltici olmasına mani değildir. O bazı kişileri alçalttığı gibi, bazılarını da yükseltebilir..
Demek ki, Mümin (Eman veren) de O'dur, korkutan da O'dur.. Lâkin güzel isimlerinden biri Mü'min olmuştur da Muhavvif (Korkutucu) olmamıştır...
EL'MÜHEYMİN
Bu ismin, Allah hakkındaki mânası şudur: O (Allah), yaratmış olduğu mahlukatının amelleri, rızıkları, ecellerini bilip muhafaza eder. Her muhafaza ile memur olana müheymin derler. Bir şeye göz kulak olan kişi o şeyin koruyucusu ve müheymindir demektir. Şu halde israf (gözlem) ilme, istila ise Kudretin kemaline, muhafaza ise akla racidir. İşte bu manaların hepsini ancak (Müheymin) ismi içine alır. Bu manaları tam manasıyla ve kayıtsız şartsız ancak Allah tahakkuk ettirir, başkası değil. Bu sebepledir ki,
(El-Müheymin) ismi, kadim kitaplarda da Allahın isimlerinden sayılmıştır... [46]
Tenbih:
Kendini mürakaba eden, kendi kusurlarını anlayan ve düzeltmeye çalışan, kendisini iyi hal üzere devam ettirmeyi başaran her kul kalbine hâkim olma itibari ile müheymindir. İsraf ve ittilaı daha da genişletip Allah'ın kullarına yol gösterme imkanına sahip, feraset ve istidlal tariki ile iç ve dış yüzlerine de vakıf olup da onları irşat edebilirse tabii ki bu mânadan nasibi son derece fazla olmuş olur... [47]
EL'AZİZ
O, öyle bir kıymetli isimdir ki, emsali az bulunur. Ona çok ihtiyaç duyulur. Ona ulaşmak güç olur. Bu üç manayı üzerinde bulunduramayan kişiye "Aziz" ismi, verilemez!
Çünkü çok nadir olan şey var ki, kıymetli ve faydalı değildir.. Bunun için de hiç bir zaman (Aziz) olamamıştır..
Nice kıymetli ve yararlı, misli bulunmayan şeyler var ki vüsûlü güç değildir: Güneş gibi.. Onun emsali yok... yer de öyle... Bunların faydası pek çoktur. Onlara olan ihtiyacımız da son derecededir.. Lakin (bütün bunlara rağmen) her ikisine de (Aziz) diyemiyoruz. Çünkü, onları müşahede etmek onlara vasıl olmak güç değildir. Onun için bir şeyin aziz olması için mutlaka yukarıda arz ettiğimiz üç mana (Vasf) ın bulunması gerekmektedir..
Sonra bu üç mana'nın her birerleri için kemal ve' noksanlık söz konusu olabilir...
Mesela nadir olmasındaki kemal, bir olmasına bağlıdır. Çünkü birden az hiç bir şey tasavvur edilmez. Tek olan misli ve menendi bulunmayan varlık ancak Allah'tır. Ondan başkası için böyle bir şey düşünülemez..
Güneş mevcut olma bakımından her ne kadar tek ise de lakin onun gibisinin bulunması da mümkündür, yani mümkün olma bakımından o, tek değildir. Kemal necasette onun gibisi bulunabilir...
Şiddetli ihtiyaç meselesine gelince:
Bu, her şeyin varlığında, bekasında, sıfatında kendisine ihtiyaç duyulan varlık olarak kabul ettiğimizde "Hakkında kemâl" sözü doğru olabilir.. Böyle bir varlık Allah'tan başka var mıdır?
Bütün varlıklar O'na muhtaçtır. Hem de her şeylerinde.
Yukarıda açıklamıştık. Allah'ı kendisinden başka tam manasıyla kimse bilemez! (Künhünü..) Kayıtsız şartsız gerçekten Aziz olan O'dur!... Azizlikte O'na hiç bir şey benzeyemez!... [48]
Tenbih:
Kullardan aziz olan, uhrevi hayatlarında ve ebedi saadetlerindeki önemli işlerinde kendilerine ihtiyaç duyulandır. Şüphesiz ki, bu evsafta olanlar yok denecek kadar' azdır. İşte bu ancak Peygamberlerin, rütbesidir. (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun.)
Şeref ve izzet bakımından onlara ancak, asırlarında yaşamış halifeleri ve kendilerine varis olacak ümmet âlimleri yaklaşabilir.. Tabii bunların her birerleri, halkı irşat hususunda gösterebilecekleri başarı nispetinde onlara yaklaşma imkanına kavuşabilir... [49]
EL'CEBBAR
O, öyle bir varlıktır ki, dilediğini cebir yolu ile herkeste icra edebilir. Hiç kimse O'na bir şey yapamaz. Hiç kimse O'nun elinden (kudretinden) kurtulamaz. Bütün eller O'na karşı aciz kalır. Mutlak (kayıtsız şartsız) Cebbar hiç şüphe yok ki Allah'tır. O herkese cebr eder, hiç kimse O'na cebr edemez. Bu hususta hiç kimse O'na eş olamaz. [50]
Tenbih:
Kullardan bu isme layık olan, uymaktan uyulmak derecesine, yükselen, rütbe itibarı ile herkesten yüksek olan, heyeti ve suretiyle her bakımdan halka cebr eden kendisine uymaya onları mecbur kılan, onlara faidesi dokunan, onlardan faydalanmaya lüzum ve ihtiyaç duymayan, tesir edebilen, hiç kimsenin tesirinde kalmayan, kendisine uyulan ve fakat hiç kimseye uymak mecburiyetinde olmayan, herkes tarafından delicesine sevilen bir kimse, onu gördüğünde bir daha görmek isteyen ve fakat onun gibi olma temennisinde bulunmayan, kimsedir ki bu vasıf ancak insanlığın Önderi Hazreti Muhammed'e (S.A.V.), nasip ve müyesser olmuştur... Nitekim bir hadisinde bu hakikati şöylece tebarüz ettirmişlerdir:
"Musa sağ olsaydı, bana uymaktan başka çaresi olmazdı. Ben Âdemoğullarının efendisiyim (ki bununla) gururlanmıyorum.. [51]
EL'MÜTEKEBBİR
O zatına nispetle herkesi hakir gören, azamet ve kibriyayı ancak kendi nefsine layık gören, başkalarına meliklerin kölelere karşı takındığı bir nazar misali bakandır...
Bu bakış ve görüş doğru ise (gerçeğe muvafık ve vakıa mutabık ise) tekebbür de doğru ve sahibi gerçekten mütekebbir olmuş olur. Ne var ki bu nitelikteki isim kayıtsız şartsız ancak Allah'ındır.
Eğer bu büyüklenme ve böbürlenme batıl ise, yani göründüğü gibi değilse, o zaman tekebbür boş ve üstelik mezmum olur. Her kim, kendini başkalarından üstün görüp de kibirlenirse onun bu davranışı boş ve mezmumdur, Çünkü büyüklük azamet ancak ve ancak Allah'a mahsustur... [52]
Tenbih:
Kullardan gerçek manada mütekebbir, zahid ve arif olandır. Arifin zühdü ne demektir? Onun manası nedir?
Mânası, kendisini o ulvi düşüncesinden ve yüce sırrından alıkoyacak yaratıklardan tahliye etmesi, Allah'tan başka her şeyden kendisini üstün görmesi, dünyayı hattâ ahireti küçümsemesi, kendisini Hak'tan ırak edecek her şeye sırt çevirmesidir. İşte Arifin zühdünün manası budur.
Arif olmayanın zühdü; bir nevi alışverişten ibarettir. Ahiret metaını dünya metaı ile satın alır.. Veresiye alışverişteki kar ve zanca tama ederek peşin alış verişi terk eder. İşte buna selem ve mubayaa derler...
Yemek ve kadın şehvetlerinin köleleştirdiği kişiler, gerçekten hakirdirler. Hiç bir zaman gerçek manada mütekebbir olamazlar. Çünkü gerçek manada mütekebbir, her şehveti hakir gören, hayvanların bile nasibi olan her zevke sırt çevirendir... [53]
EL'HALİK EL'BARİ EL'MUSAVVİR
Belki bu isimlerin eş manalar ifade eden isimler olduğu akla gelebilir.
Hepsinin de mânası (Yaratıcı) olduğu zan edilir. Ama mesele hiç de öyle sanıldığı gibi değildir. Çünkü her yokluktan varlık âlemine çıkan şey, önce takdir, ikinci defa takdir'e göre icad, icad'dan'sonra da tasvire muhtaçtır.
Cenab-ı Hak, takdir edici olarak da haliktır. İcad edici olarak da halıkdır. Nihayet müsavvir (şekillendirici) olarak da haliktır. Yaratıklara en güzel şekli O vermiştir. Onları gayet güzel nizam ve intizam içinde O, yaratmıştır...
Bu tıpkı bir bina gibidir. O binanın, tuğla, taş, çimento, kerpiç, gibi malzemelerin ne kadar gideceğini, eni boyu - metrekaresi ne kadara, kaça mal olacağını hesaplayacak birine ihtiyaç vardır.
İşte bu işleri yapana; projeyi çizene, hesap ve kitabını yapana biz mühendis diyoruz..
Bunlardan sonra binayı asıl yapacak ustaya lüzum görülür. Daha sonra binanın iç ve dış tezyinatını üstüne alacak başka bir usta aranır... İnsanlar hakkında da bu böyledir. Çünkü her işi bir insan yapamaz, herkesin ihtisası ayrı ayrı konularda olur, lakin Allah hakkında biz bunu böyle düşünemeyiz. Çünkü takdir eden, icad eden ve tasvir eden de O'dur.
Şimdi Allah'ın yaratmış olduğu mahlûkatından birini ele alalım. Mesela, insanı...
İnsanoğlu Allah'ın yarattıklarından bir cinsi temsil eder.. İnsan varlığının vücuda getirilmesi için evvelâ nasıl yaratılacağı hakkında takdir yapılmalı. Çünkü onun, belirli bir cisim olması gerekmektedir. Bazı sıfatları alabilmesi için önce cismi lazımdır. İnşaatçının bina kurabilmesi için bazı alet ve edevata ihtiyacı olduğu gibi...
İnsanın bünyesi ancak su ve toprakta vücut bulabilir. Yalnız toprak kafi gelmez. Çünkü kurudur; tutmaz dağılıverir. Yalnız su da kafi gelmez. Çünkü tutmaz dökülüverir. Öyleyse kuru ile yaşı birbirine katıştırmalı ki, çamur haline gelebilsin. Sonra pişirici bir hararet (fırın) lazımdır ki, su ve toprak, karışımı muhkemleşip ayak da durabilsin. Demek ki, insan serapa çamurdan'yaratılmış olmuyor. Bilakis su ile yoğrulmuş, kurutulmuş ve pişirilmiş bir topraktan (balçıktan) yaratılmış oluyor...
Ama o toprağın ve suyun da belirli ölçüde olmaları gerekiyor.. Eğer takdir edilen ölçüden az olursa zerre, ya da karınca gibi küçük olur ki, insan işlerini yapamaz, rüzgar vurduğu gibi savurur ve en küçük şey onu telef eder.
Sonra dağlar kadar büyük çamur yığınından da olmaz.. Çünkü bu miktar ihtiyaçtan fazladır. Öyleyse ne az ve ne de çok tam ayar ve karar olmalıdır. Evet o, takdir edilen ölçüyü geçmemelidir... İşte bütün bunlar, takdirle olur. O (Allah), bütün bu işleri takdir etmesi ve takdire göre icad etmek itibariyle yaratıcıdır. İcad edip yokluktan varlığa çıkarması itibariyle bari oluyor. Sadece icad etmek ile, bir takdire gibi icad etmek, ayrı ayrı şeylerdir..
Lûgatta bu iki kelimenin ayrı ayrı mânalar ifade ettiğine şahit vardır. Araplar hazık ve her şeyi ölçü ile yapan insana halik ismini verirler, Nitekim şair:
"Sen halk ettiğin (yaptığın) şeyi güzel yaparsın. İnsanlardan kimisi var ki yapar ama güzel yapamaz." demiştir.
El-Musavvir İsmine Gelince:
Bu isimde eşyaya en güzel şekil vermek ve onları en biçimli tarza sokmak itibariyle O'na mahsustur. Bu, fiil'in vasıflandır. Bunun hakikati ancak kainatı tam olarak bilen, sonra ayrı ayrı yaratan Allah'a mahsustur.
Evet kainatın tamamını birçok organdan teşekkül etmiş tek şahıs olarak mütalaa edebiliriz...
Onun azaları ve eczası gökler, yıldızlar, yer, su ve havadır...
Bunlar gayet tertipli şekilde yaratılmışlardır. Hem öylesine muhkem bir tarzda ve tertip de ki, bu tertip, azacık bozuluverecek olursa bütün nizam altüst olur.
Üste konması gereken, üste; alta konması icab eden de alta konmuştur.
Tıpkı bir bina gibi. Temel taşları alta ve kereste kısmı üste konmuştur.
Bu, tesadüfi değil, bilakis önceden tasarlanıp da öyle yapılmıştır.
Bunun aksini düşünüp de taşları üste, ağaç kısmını alta koysalar, bina yerinde durabilir mi? Duramaz, şeklini kaybeder..
İşte yıldızların yukarda, yer ve suların (deniz ve nehirlerin) aşağıda yaratılmasındaki hikmet ve sebepleri böyle anlamalıyız...
Kainatın yarısına kadar gitsek, nizam ve intizamındaki hikmetleri sayacak olsak bitiremeyiz..
Ayrı ayrı her şeyin hikmetini bilen, El-Musavvir isminin manasını daha iyi anlar ve bilir.
Bu tasvir ve tertip, âlemin her parçasında mevcuttur. Hatta karınca ve zerre de bile mevcuttur. Hatta ve hatta karıncanın organlarında bile bu akla durgunluk, kalbe heyecan veren nizam ve intizam mevcuttur.
Canlı varlıklarda en küçük bir organ olarak bilinen gözün yapısını anlatacak olursak bitiremeyiz. Gözün tabakalarını, şekillerini, miktarlarını ve onda olan renkleri ve bu renklerde gizli olan yüce hikmetleri bilmeyen, gözü ancak zahiri görüşündeki şekli ile bilmekten öteye bir adım bile atamaz.
Her canlı hayvan ve bitkide hatta onların her parçasında da aynı şeyi söyleyebiliriz... [54]
Tenbih:
Bu isimden kulun nasibi şu olmalıdır. Önce kendi nefsinde bütün âlemin şeklini ve suretini görmelidir. Derin derin düşünüp tafsilâta geçmelidir.
Önce (Eşrafi mahlukat) olan insana bakar, insan vücudunu iyice inceler, vücûtta bulunan cismani organları gözden geçirerek, nevilerini, adet ve terkibini, yaratılışında ve tertip edilişindeki hikmetleri öğrenir, sonra, onun, idrak, irade gibi manevi niteliklerine bir göz atar, düşünür, düşünür...
Bunu takiben, gücü yettiği kadar hayvanat ve nebatatın suret ve şekillerini inceler ta hepsinin şekli kalbinde yer edinceye kadar,.. Tabii bütün bunlar, varlıkların cismani olan nevilerin şekil ve suretlerini bilmeye matuf şeylerdir..
Bir de bunun ruhani tertibi vardır ki; bu melekleri ve mertebelerini, yıldızlarda, göklerdeki vazifelerini bilmek demektir...
Ondan sonra beşeri kalplere tasarruf etmeye başlar, onlan doğru yola irşad etmeye koyulur...
Sonra hayvanlara karşı tasarrufa girişir ve onları ihtiyaçlarına doğru sevkeder... İşte bu isimden kulun nasibi bu olmalıdır. Yani vücûdi şekle mutabık ilmi suret kazanmalıdır kul. Çünkü nefsin şeklini bilmek, malumun şekline mutabıktır. Allah'ın suretleri bilmesi, suretlerin ayanda mevcut olmasına sebeptir. Ayanda 'mevcut olan suretler ise ilmi suretlerin insan kalbine hâsıl olmasını sağlar... Böylece kul, Allah'ın isimlerinden olan (El-Musavvir) isminden istifade ederek, kendi ruhuna şekillendiricilik vasfını kazandırmış olur. Hatta öylesine ki kendi de bir Musavvir (şekillendirici) durumuna gelir. Tabii bu, mecaz yoluyladır.. Çünkü o suret, yani kulun ruhuna gelen suret, gerçekte Allah tarafından halk edilmiştir. Kulun bunda en ufak bir rolü yoktur... Lakin kul, Allah'ın, Rahmet pınarlarından istifade etmeye koşar. "Bir kavim özlerindeki (güzel hal ve ahlâk)ı değiştirip bozuncaya kadar Allah şüphesiz onun (halini) değiştirip bozmaz".[55]
İşte bundan dolayıdır ki Resûlüllah (S.A.V.) şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphe yok ki, Rabbinizin ömrünüz boyunca nefhaları vardır. Ona koşuşun!"[56].
El-Halik ve El-Bari isimlerine gelince; Kulun bu isimlerde hiç bir rolü yoktur, yani kullara bu isimler verilmez ve onlara yaratıcı denilmez ancak çok uzak bir ihtimalle mecazi anlamda denilebilir. Çünkü yaratmak ve icad etmek, ilmin gerektirdiği şekilde gücü kullanmaktır. Allah, kula ilim ve kuvvet vermiştir. O (kul) kendisi hakkında takdir edilenleri ilmi ve kabiliyetine göre (yine Allahın izni ile) tahsil edebilir.
Aslında mevcut varlıklar iki kısma ayrılır:
1- Var olmalarında kul 'un hiç bir rolü yoktur: Gök, yıldızlar, yer, hayvan bitkiler vesair kainatın diğer yaratıkları gibi...
2- Meydana gelişinde kulun rolü bulunan varlıklar. Bunlar kulların, sanat, siyaset, ibadet ve cihad gibi, kulların amelleridir.
İnsan, nefsani mücahede (çalışması) sayesinde, bazı şeyleri icad edebilecek dereceye yükselirse ve bu hususta herkesten faik olursa o, o şeylerin muhteri (Mucidi) sayılır. Çünkü o şeyler onun icadından evvel mevcut değildiler... Mesela satrancın mucidine, satrancı filan kimse icad etmiştir diyerek satrancın mucidini belirtirler. Aslında satranç övülecek ve onu keşfeden kimseden siteyişle bahs edilecek bir meta değildi ya!..
Hayır ve iyiliklerin kaynağı olan diğer riyazi, sınai ve siyasi icadlar hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz.. Bu hususta başarı gösterenlere bir şeyler icad edenlere mucid diyebiliriz, lakin ne var ki bu isim ona mecazen itlâk edilebilir, hakikat yönünden değil...
Allahın bazı isimleri vardır ki, bunların kullara mecazen nakli mümkündür.. Bazı isimler de var ki, kul hakkında bu isimler hakikattir; Allah hakkında ise mecazdır: Sabır, şekûr (isimleri) gibi...
Aradaki farkı anlamadan hiç bir zaman bu isimlerde ortaklık düşünülemez!.. [57]
EL'GAFFAR
O, iyilik yapan ve çirkini örtendir.. Günahlar, Allahın dünyada örttüğü ve ahirette cezalandırmaktan (Kullar) hakkında vazgeçtiği çirkinliklerdendir..
El-Gafr, örtmek manasındadır.. Allanın kullar hakkında birinci örttüğü ve meydana çıkarmadığı şey, bedeninin, insan gözleri tarafından tiksinilecek ayıplardır. O ayıplar içeri de gizlenmiş ve yüzüne vurulmamıştır... İnsanın iç yüzü ile dış yüzü arasındaki fark cidden büyüktür. İkincisi;, bütün çirkin duygu ve temayüllerin karargahı olarak kimse görmesin diye kalbi seçmiştir..
Eğer kulun hatırından geçen kötü duygularına, kalbindeki çirkefliklerine başkaları mutlak olacak olsalar ona hücum edip helak ederler, Allah onu bu durumdan da kurtarmıştır.
İçindekileri dışa vurdurmamıştır.
Üçüncüsü, kullar arasında rezil olmasına sebep olacak günahlarını da örtüvermesidir. Sırf günahlarının çirkinliklerini örtmek için, imanda sebat ettiği müddetçe, günahlarını sevaplara tebdil edeceğini bile vaad etmiştir.. [58]
Tenbih:
Kulun bu isimden alacağı ilham şudur:
O'da başkalardan sadır olan hataları örter.. Kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz.
Allah'ın elçisi bunu Allah'ın kullarına öğretmişlerdir:
" Her kim bir mü'minin ayıbını örterse, Allah'ta kıyamette onun ayıbını örter.."
Gıybet eden, mütecessis olan, intikam seven, uğradığı cezayı mutlaka ödetmek isteyenler tabii ki bu vasıftan uzaktırlar.. Bu güzel vasıfla bezenecekler hiç şüphe yok ki, ayıpları ifşa etmeyen, kulun ayıpların araştırmak için arkası sıra gitmeyendir..
Hiç kimse kusurdan halı değildir. İnsanlar arasında kemale ermiş olgun kimseler olduğu gibi zayıf karakterli kimselerde vardır.
Çirkinliklere göz yumup da ayıbına muttali olduğu kişinin iyiliklerinden bahs eden kimse bu vasfa layıktır.. Aşağıdaki rivayet bizim bu görüşümüze ne güzel ışık tutmaktadır:
Bir defasında İsa (Aleyhisselâm) havarileri ile birlikte ölmüş bir köpeğin yanından geçerler. Havariler dayanamaz:
Bu leş ne fena kokuyor. Derler. Hazreti İsa (A.S.) bu sözü duyunca:
(Bu gibi hallerde insanların iyi taraflarını anlatmak gerektiğini öğretmek için) şöyle mukabelede bulunur:
" Zavallı hayvanın ve güzel dişleri var.." [59]
EL'KAHHÂR
O, öyle bir varlıktır ki, düşmanlarının belini kırar, onları öldürmek suretiyle kahreder. Hayatta hiç bir varlık yoktur ki, onun kahrı ve kudreti altında kıvranmasın. Satveti karşısında aciz kalmasın... [60]
Tenbih:
Kullardan kahhar, düşmanlarını kahr edene denir. Kulların en büyük düşmanı iki yanı (sağrısı) arasında bulunan nefsidir. O, kendisini aldatan şeytandan daha düşmandır. Kul, her ne zaman nefsinin şehvetlerini kahr ederse, şeytanı kahr etmiş olur. Çünkü şeytan onu, ancak şehvetleri vasıtasıyla hela sürükleyebilir;
Şeytanın insanları aldatmak için alet olarak kullandığı şeylerden biri de kadınlardır. Kadınlara karşı şehvet ve isteğini kahr eden kişi, bu tuzağa düşmez..
Din kuvveti: aklın işareti ile şehvetlerini kırıp parçalayan da böyledir.
Nefsani arzularını yenen kişi mutlaka kendisini aldatmak isteyen insanları da yenmiş demektir. Çünkü insanların gayesi, onun vücudunu ortadan kaldırmaktır. Onun gaye ve çalışması ise ruhunu ihya etmektir. Birer düşman mesabesinde olan şehvetleri öldüren kişi ruhunu ihya etmiş ve ölümünde de ölmemiş olur;
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilâkis onlar Rableri katında diridirler."[61]
El'VAHHÂB
Hibe, karşılığı olmayan ivezsiz ve garazsız bir bağıştır.. Bu sıfatla bağışı çoğaltan kişiye cömert ve Vahâb (ziyadesiyle veren ve bağışta bulunan) denir.
Gerçek Cömertlik, karşılığında hiç bir şey beklemeden vermek ve bağışlamak ancak Allah'tan beklenir.. Bu, ancak Allah'a mahsustur. Çünkü her muhtaca verdiği zaman karşılık beklemeden vermiş ve halen de vermektedir. Hem de peşin verir, vereceğini sonraya bırakmaz..
Bir kimse, bir bağışta bulunduğunda, karşılığını hemen beklerse ve yahut zamanla insanlar tarafından övülmesini veya en azından kınanmaktan kurtulmasını isterse o insan bağışta bulunmuş bir insan değildir. Cömert olmak şerefini bile ihraz etmiş sayılmaz. Çünkü her verilen şeyin karşılığı mutlaka para veya mülk olamaz. Bazen da bunların cinsinden olmayan, elle tutulmayan manevi değerler de olabilir verdiği şeyin karşılığı...
Her kim şeref kazanmak veya övülmek için bir bağışta bulunursa o sadece bu bağışı meydana ..getiren bir işçi olabilir. Çünkü gerçek bağışlayıcı o kimsedir ki, herkes ondan karşılıksız faydalar görür, yani herkese ivezsiz ve garazsız faydası dokunur.
Hatta bazen öyleleri de olabilir ki, sırf hayrı (bak ne cimri adamdır, hiç hayır yapmıyor) demesinler için sırf korkusundan yapar, işte böyle bağışlarda bulunanlara da bağışta bulunan insan denemez. Çünkü bu da bağışını ötekiler gibi karşılık için yapmıştır.. [62]
Tenbih:
Kul'dan, hiç bir zaman gerçek manada cömertlik ve bağışlayıcılık beklenemez. Çünkü o, yapılacak bir işin, yapılmaması evla olunca o işi yapmaya katiyen yanaşmaz. Fakat, bütün varlığını hatta en aziz varlığı olan ruhunu Allah yolunda, Cennetine tama etmeden veya azabından kurtulmak gibi bir gaye beklemeden feda ederse o kişi şüphe yok ki gerçekten Vahhab (Bağışta bulunan) ve Cevad (son derece cömert olan) ismine layık olmuş olur.
Böyle olmayıp da sırf Allah'ın cennetine kavuşmak veya azabından kurtulmak gayesiyle yaparsa veyahut insanlar tarafından övülmek, beğenilmek dolayısıyla nam ve şöhret kazanmak için bir bağışta bulunmuşsa, o kişi her ne kadar zahiren karşılıksız bir bağışta bulunmuş hissini vererek, insanlar tarafından Cevad (son derece cömert) kabul edilirse de aslında böyle değildir. Çünkü insanlar karşılığın yalnız madde olduğunu sanırlar oysa maddi olmayan, manevi olan karşılıklar da vardır...
Pekâlâ sadece Allah rızası için bir manevi nasip bekleyerek bütün varını bağış olarak veren kişi nasıl Cevad (fazla cömert) olma vasfına mazhar, olamaz? diye bir sual varid olursa deriz ki:
Bu tip kimselerin hazzı yalnız Allah'tır, rızasıdır, ona kavuşmaktır.. İnsanoğlunun ihtiyari olan fiilleri ile kazanabilecek en büyük mutluluktur bu! O öyle bir haz ve saadettir ki bütün mutluluklar onun yanında hiç kalır..
Şu halde Arif-i Billâh o kişidir ki, Allah'a yalnız Allah için ibadet eder. Yoksa karşılığında herhangi bir saadet beklemek için değil sözünün manası nedir? Ayrıca Allah'a karşılıksız ibadet edenle, ondan bir şeyler bekleyen kişinin ibadeti arasında ne gibi farklar vardır? dersen, cevabım şu olur:
Haz, insanlarca yapılan herhangi bir ışın karşılığı demektir. Kul, ibadeti esnasında bu sibi niyet ve arzudan tamamen tecerrül ettiğinde, Allah'tan başka gayesi ve maksadı kalmamış demektir. Ona, insanların haz kabul ettiği şeylerden tamamen tecerrüt etmiş derler..
Mesela bir köle, efendisine, efendisi olduğu için değil de, ondan bir ikram beklemek için hizmet eder.. Efendi de kölesini, kölesi olduğu için değil de ondan hizmet ve hürmet beklemek için korur..
Bir baba böyle ini ya?
Bir baba, çocuğunu, çocuğu olduğu için korur, ondan menfaat beklemek için değil..
Hatta, oğlu ona gereken hürmeti göstermese bile yine onu düşünür, onun iyiliğine çalışır.. (Adama sende!..) diyemez!
Bir kimse, bir şeyi (o şeyin kendisi için değil de) başka şeye ulaşmak için talep ederse: sanki onu talep etmemiş demektir. Çünkü istemesinde o gaye değil, başka şeydir. Altın isteyen kimse gibi... Altın isteyen kişi, onu bizatihi istemez, bilâkis onunla yiyecek ve siyecek almak için ister... Hatta yiyecek ve giyecek de bizatihi murat değildir; lezzet elde edip, elem ve kederi gidermek için arzulanmışlardır...
Lezzet (zevk) bizatihi murat edilmiştir.. Ardında başka gaye yoktur!
İnsanoğluna arız olacak elem ve kederin önlenmesi de öyle. İşte altın, yiyecek elde etmek için bir vasıtadır. Yemek de şehvet ve lezzet elde etmek için bir köprü!... Lezzet ise gayedir, vasıta değil...
şte çocuk da bir baba için vasıla değildir.. Babanın onu arzulaması (sevmesi) onun selameti içindir. Çünkü çocuğun kendi, bizatihi pederin hazzıdır...
Allah'a Cennet için ibadet eden de böyledir: Allah onu (Cenneti) kendisinin aranması ve istenmesi için bir vasıta kılmıştır; gaye değil.. Vasıtayı şöyle anlayabiliriz: Şayet gayeye onsuz (vasıtasız) ulaşılacak olursa o aranmaz...
Dünyevi istekler eğer altınsız elde edilse hiç şüphe yok ki, altın aranmaz. Kimse ona iltifat etmez.. Şu halde gerçekte mahbûb olan ulaşılmak istenen gayedir, altın değil.
Eğer Allah'a ibadet edilmeden cennet elde edilseydi, kimse Allah'a ibadet etmezdi.. Şu halde Abid'in (ibadet eden kişinin) mahbûbu ve matlûbu cennetti, başkası değil.. Lakin Allah'tan gayri mahbûbu olmayan, bütün hazzı ve gayesi Allah'a kavuşmak olan kişi böyle değildir. Onun bütün gayesi ve arzusu Allah'a kavuşmak, Melei Alâ da mukarreblerde beraber olmaktır. İşte bu niteliği taşıyan kişiye "O, sadece Allaha ibadet ediyor, yani Allah'a Allah için ibadet ediyor; başka bir gaye güderek değil." derler..
Bu demek değildir ki, onun hiç bir hazzı yoktur.. Onun hazzı vardır ve o hazzı yalnız Allah'tır, O'ndan başkası değil...
Allah'a kavuşmak, onu müşahede etmek, onu bilmek sevinç ve neşesine inanmayan, ona müştak olamaz.. Ona müştak olmayan, hakkında, Allah'ın onun gayesi olduğu düşünülemez. Bu sebepledir ki, o kişi yaptığı ibadet babında, sadece maddiyatı düşünen kötü bir işçi gibi olur.
Ne yazık ki insanların çoğu, bu zevki tatmamışlardır, bu zevki tatma mı şiardır, Allah'ın cemaline bakmanın lezzetini anlayamamışlardır. Bu tıp kimselerin imam yalnız dilledir.. İçlerine işlememiştir., Çünkü içlerinden biran evvel Cennette Müminlerin emrine verilecek hurilere kavuşmak isterler...
Bütün bu anlattıklarımızdan şu neticeyi eide ediyoruz: Hazlardan hali olmak muhaldir. Allah'a kavuşmak hazların en büyüğüdür.. Eğer insanların kabul ettiği, yapılan herhangi bir işin karşılığı olan maddi veya manevi menfaa'tı bir haz olarak kabul ederseniz ben buna (Haz) demem...
Kul hakkında elde edilmesi, ondan mahrum olmasından daha iyi ise tabii ki bu onlarca haz kabul edilebilir... [63]
ER' REZZAK
Rızıkları ve rızık verdiği varlıkları yaratan, rızıklarını onlara ulaştıran, rızıklarla faydalanmalarına temin eden hiç şüphe yok ki, O'dur!
Rızık iki kısımdır:
1- Beden için olan, azıklar ve yemekler gibi zahiri rızık
2- Batıni rızık. (Yani ruhun rızkı).
Batıni rızık, marifetler ve mükaşefelerdir ki, bunlar kalpler için hazırlanmış en şerefli rızıklardır.. Çünkü bunun semeresi, ebedi hayattır; zahiri olan rızkın semeresi ise belirli bir zamana kadar bedenin kuvvetini sağlar...
Bu iki rızık çeşidini yaratan ve erbabına isal eden (ulaştıran) şüphe yok ki, Allah'tır..Lakin onu, dilediğine bolca verir, istediğine karşı da azaltır... [64]
Tenbih:
Bu vasıftan kul'un hazzı (nasibi) iki şey olabilir:
1- Bu vasfın, gerçek sahibi Allah olduğunu bilmesi, O'ndan başka kimsenin müstahak olmadığını iyiden iyiye anlamasıdır. Böylece rızkı ancak O'ndan bekler. Bu hususta O'ndan başkasına itimad ve tevekkül etmez.
Hatem'ül Esem'den [65] rivayet edilmiştir: Bir adam ona sordu:
Nerden yiyorsunuz?
Onun hazinesinden...
Sana gökten ekmek mi yağdırıyor?
Yeryüzü O'nun olmasaydı, elbette ekmeği gökten yağdırırdı...
Siz sözü tevil ediyorsunuz!
Çünkü o, gökten ancak kelamı indirmiştir!..
Anlaşıldı sizinle baş edemeyeceğim!
Çünkü batıl, hakla hiçbir zaman başa çıkamaz....
2- Ona kılavuz bir ilim, öğretici bir dil, sadaka verip de menfaat sağlayan bir el verdiğini bilmesidir.. Bunlar, söyleyeceği güzel sözler, ve yapacağı güzel işler vasıtasıyla kalpler için şerefli rızkın temin edilmesine yol açarlar..
Allah bir kulu sevdimi, halkın ona olan ihtiyacını artırır...
Rızıklârın halka ulaşılması babında, Allah ile kul arasında vasıta olduğu müddetçe, vasıftan bir nasip almış olur. Peygamberimiz (S.A.V.) buyurmuşlardır:
"Allah'ın emrettiğini, isteyerek veren emin haznedar, hiç şüphe yok ki, tasaddukta bulunanlardan biridir."
Kulların elleri, Allah'ın hazineleridir.. Ellerini bedenlerin rızıklanması için, seferber eden, dilini kalplerin rızıklanması için ayakta tutan kişi, bu sıfatın sevabına nail olacakların en şereflisidir! [66]
EL'FETTAH
O, öyle bir varlıktır ki, onun inayetiyie bütün kapalı (kapılar) açılır, hidayetiyle her müşkül hal olur da peygamberlerine ülkeler feth edip düşmanlarının ellerinden çıkarır de şöyle buyurur:
"Biz hakiykat sana (Hüdeybiyye müsalehası ile) apaşikar bir feth (ü zafer yolu) açtık..." [67]
Velilerinin kalplerinden perdeyi kaldırıp onlara, Semasının melekütüne, kibriyasının cemaline giden kapıları açar... Ve şöyle buyurur: "Allahın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutacak yoktur."[68]
Gayb anahtarlarını ve rızık anahtarlarını elinde (kudretinde) bulunduran o (yüce varlık) hiç şüphe yok ki, (Fettah) olmaya en layık olur!.... [69]
Tenbih:
Kulun silkinmesi lazımdır ki yapacağı güzel nasihatlerle müşkülât kilitleri kırılsın, vereceği güzel öğütlerle de halkın anlayamadiği dini ve dünyevi meselelerine bir çözüm yolu bulunsun. Bu sayede o, El Fettah isminden gereği gibi yararlanmış olabilir... [70]
EL'ALİM
Bu ismin manası açıktır. Bunun kemali; her şeyi tam manasıyla bilmekle, yani dışını, içini, inceliğini, açıldığını, önünü, sonunu, başlangıcını ve bitimini bilmekle olur..
Bu açıklanması bakımından, malumat (bilinen şeyler) den istifade edilmiş değil de, malumatın kendisinden istifade edilmiş olması gerekir. Aksi halde o ilme tam ilim denilemez.. [71]
Tenbih:
Alim vasfından kulun nasibi malûm... Lakin onun ilmi ile Allah'ın ilmi üç hususta ayrılır:
1- Malûmat (bilinenler)in çokluğunda. Kulun malumatı (bildikleri) ne kadar çok olursa olsun yine de mahduddur, azdır. Namütenahi ilimler nerde, o (kul) nerde?...
2- Kulun bilmesi, veya anlayışı, her ne kadar vuzuh bulsa da, asıl gayeye vasıl olamaz. Bilâkis onun eşyayı müşahede etmesi, ince bir perdenin ardından görmesi gibi bir şeydir.. Keşif derecelerindeki farkı inkâr edemezsin. Sabahın alaca karanlığıyla günün ortasındaki aydınlık bir olabilir mi?
3- Allanın ilmi, eşyadan istifade edilmiş değildir, bilâkis bütün eşya onun ilminden istifade edilmiştir. Kulun eşyayı bilmesi, eşyaya tabidir Ve onun sayesinde meydana gelmiştir.
Bu söz aklını, kurcaladı ise, satranç öğrenen kişinin ilmi ile asıl satrancı bulan kişinin ilmini bir karşılaştır. O zaman, satrancı bulan kişinin satrancın vücuduna (varlığına) sebep olduğunu satrancın varlığı da, öğrenen kişinin bilgisine sebep olduğunu anlamakta güçlük çekmezsin. Şu halde satrancı bulan kişinin ilmi, satrançtan önce gelmiştir. Satrancı öğrenen kişinin bilgisi, bu yüzden gecikmiş ve sonra elde edilmiştir. İşte Allah'ın ilmi de böyledir. Eşyadan öncedir, eşyanın varlığına sebep olmuştur.
Bizim ilmimiz işe, bunun aksine eşyadan sonradır.
Kulun ilim sayesinde elde ettiği şeref; ilmin, Allah sıfatlarından oluşu sebebiyledir. Lakin en şerefli ilim, malumu (bilineni) en şerefli olandır. Bilinmişlerin en şereflisi şüphe yok ki, Allahü Zülcelaldır. Bunun için marifetullah, marifetlerin en efdali olmuştur. Hatta sair eşyayı bilmek de, Allah'ın işlerini bilmeye yahut kulu Allah'a yaklaştıracak yolu bilmeye veya da marifetullah'a ulaştıracak herhangi bir hususa sebep veya vesile olduğu için şeref sayılmıştır. Bunun dışında kalan her bilgi bu kadar şerefi haiz değildir... [72]
EL'KABIZ EL'BASID
Ölüm anında varlıkların ruhunu kabz eden, hayat vereceği zaman onlara ruhları veren, zenginlerden sadakaları (zekatları) alan, fakirlere rızkı veren, zenginlere bolca ihsan da bulunan, fakirlerden rızkı kısıp onları darda bırakan, kalpleri kabz edip onları cemalinden mahrum bırakan yahut kalplere 'inşirah verip lütfü ihsahına boğan hep Odur!.. [73]
Tenbih:
Kullardan bu vasıflara mazhar olan o kişilerdir ki, kendilerine hikmetli sözler ve mükni bilgiler ilham edilmiştir. Bu ulvi istidat ve kabiliyetler sayesinde, insanların kalplerini, gönüllerini kah Allah'ın çeşitli nimetlerinden, bitmez ihsan ve lütuflarından söz ederek ferahlatırlar; kah Allah'ın Kibriya ve Celal sıfatlarından, düşmanlarına
karşı reva göreceği çeşitli azaplarından söz ederek onların kalplerini kabı ederler (yani daraltır ve sıkarlar..)
Mesela; Allah'ın Resulü Sallallâhü Aleyhi ve Sellem önce sahabenin kalbini ibadetten, "Allah: kıyamet günü Ademe (A.S.) ateşe göndereceklerini gönder, diyecek... Adem soracak: Ne kadar Yarab? Allah, her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzunu, gönder, emrini verecek.."diyerek soğutmuştur.
Onların kalplerinin kırıldığını ve ibadete karşı olan şevklerinin zayıfladığını görünce yeniden kalplerini yapmış ve şöyle buyurmuşlardır:
"Siz, o gün, sizden evvel gelen ümmetlerin içinde beyaz öküzdeki siyah bir benek gibisiniz!" [74]
EL'ALÎY
Bu öyle bir rütbedir ki, bunun fevkinde rütbe yoktur, bütün rütbeler ondan aşağıdır. Çünkü bu kelime, Ulûv (yükseklik) kelimesinden meydana gelmiştir. Bu ise es'Süfl (Alçak) kelimesinin karşılığıdır..
Bu, merdivenler gibi, basamaklı yerlerde ve şeylerde yani hissedilen hususlarda olur ya da tertibi akli'den olan varlıkların manevi rütbeleridir. Yer bakımından olan yüksekliğe mekânî yükseklik denir.
Öbür çeşit rütbe yüksekliğine de ulvi yükseklik denilir.. Akli dereceler, aynı hissi dereceler gibi anlaşılmaktadır.
Akli derecelere misal sebep ile müsebbip, illet ile malul, fail ile meful, kabul edenle, kabul edilen, kamil ile nakıs,,arasındaki derece farkları gibi...
Bir şey, sebep olarak takdir edildiğinde o, ikinci bir şeyin sebebidir, ikinci bir şey üçüncü bir şeyin sebebidir. Üçüncü ise dördüncünün sebebidir.
Mesela on sayısına kadar bu böyle devam eder. On, derece itibariyle en son olmuştur. Sebep olma bakımından bir, birinci derece sayılmıştır. Ve o âlâ, (yüksek) dir.
Şimdi birincinin ikinci üzerindeki üstünlüğü (yüksekliği) mâna itibariyledir, mekan itibariyle değil. Demek ki, yücelik (yükseklik) üstünlük itibariyle olmuştur. Tedrici akli'nin manasını anlamışsan şunu iyi bilmelisin;
Kainat akli derecelere ayrılacak olursa, Allah'ın en yüksek derecede olduğunu kabul etmek lazımdır. Çünkü onun üstünde hiç bir derece tasavvur edileme! Çünkü Mutlak yüce O'dur.
O'ndan başka olan yücelikler (yükseklikler) madununa izafetledir kî, onun üstünde mutlaka bir yüce de bulunabilir.
Aklın taksimine misal:
Mevcudat, sebep ve müsebbip olarak ikiye ayrılır. Sebebin müsebbip üzerindeki üstünlüğü rütbe üstünlüğüdür. Mutlak üstünlük ise Müsebbibil Esbah'a mahsustur.
Ve yine mevcudat, ölü diri olarak ikiye bölünür:
Diri, yalnız hissi idrake sahip olan hayvan, hissi idrakle birlikte aklî idrake de sahip olan bir varlık olmak üzere ikiye bölünür. Hissi idrakle birlikte, akli idrake sahip olan da, şehvet ve öfke taşıyan insan, şehvet ve öfke taşıması mümkün olduğu halde bunlardan salim olan melekler olarak ikiye bölünür. Bu anlattıklarımızın hepsi hakkında müstahil olan bir varlık vardır ki biz buna Allah diyoruz. Şimdi bu tedrici taksimattan şunu elde etmiş oluyoruz:
Melek insandan üstündür, insan hayvan'dan üstündür. Allah ise bunların hepsinden üstündür; çünkü mutlak üstün ve yüce O'dur!
Çünkü O, diridir. Hayat veren O... Mutlak âlim olan O... Ulemanın ilmini yaradan eden O... Her çeşit noksan sıfatlardan münezzeh olan O...
Ölü, kemal derecelerinin en alt derecesinde kalmıştır. Diğer tarafta yani bütün bunların ötesinde ve üstünde Allah vardır. Allah'ın üstünlüğünü ve yüceliğini böyle anlamak lazım..
Çünkü bu isimler, sözle sörünen şeye nispetle önce böylece vaz edilmişlerdir ki bu, avamın anlayacağı derecedir.
Sonra havas'da olduğu gibi bazı basiretlerin bulunduğu anlaşılınca, bu sefer ondan bazı mutlak lafızları istiare ettiler. Bu defa bunları havas anladı, avam anlamadı.. Çünkü onların idrak gücü, ancak o kadardır.
Onlar azameti (büyüklüğü), mesafe, yüksekliği mekan itibariyle anlayabildiler de fevkiyet (üstünlük) ancak bundan ibaret sandılar.
İmdi bu anlattıklarımı anladığın zaman, arşın ne demek olduğunu anlamakta güçlük çekmezsin! Çünkü Arş, cisimlerin en büyüğüdür. O, hepsinin üstündedir.
Cisimler gibi ölçülmekten, tartılmaktan münezzeh olan Ulu varlığın yüceliği rütbe itibariyledir. Yoksa bir mekân üstündedir, anlamında değildir. Arşın zikredilmesi ise, çünkü arş bütün cisimlerin üstündedir, hepsinin üstündedir. Onun için onun üstünde olanda her şeyde üstün olacağı muhakkaktır.
Mesela halife, sultandan üstündür. Derler ve bu sözle onun bütün insanlardan üstün olduğunu tenbih ederek anlatmak isterler.
Fevkiyetten mutlaka mekanı anlamak isteyen ve bu anlayışta ısrar eden hululinin aklına şaşarım. Mahfilde yan yana oturarak iki büyük insanı göstererek bunlardan hangisi üstündür dersen şu cevabı verir:
Şu adam, o adamın üstünde oturuyor. Halbuki onun, o adamın üstünde değil de yanında oturduğunu biliyor. Çünkü üstünde otursa başında oturması gerekir. Veyahut başının üstünde olan bir binada oturması icap eder.
Tutup ona "yalan söylüyorsun, adam üstünde değil, yanında oturuyor" dersen, bu defa da sana öfke ile bakmaya başlar ve ben üstünlükle rütbe üstünlüğünü (yüksekliğini) kastediyorum, yer yüksekliğini değil, diyerek sana yan yan bakmaya başlar. Çünkü, gerçekten sadre (koltuğu) yakın olan, uzak olana nispetle (rütbe) bakımından daha yüksek olduğunu kabul etmiştir. [111]
Tenbih:
Kulun mutlak yüce olması asla düşünülemez. Çünkü onun üstünde her bakımdan yüksek birinin bulunması mümkündür. Mesela. Peygamberler ve Melekler derecesi herhangi bir kulun derecesinden yüksektir.
Evet belki kendi cinsinden olan bütün insanların üstünde olması bir kul için mümkün olabilir. Bizim Peygamberimiz Hazreti Muhammet Mustafa (S.A.V.) gibi. Lakin bu da, mutlak yücelik sahibine nispeten noksandır. Çünkü O'nun yüceliği, kendisinin durumunda olan diğer mevcudata göredir. Bu ise vücup tarikiyle değildir. Zira ondan yüksek birinin bulunması da mümkün olabilir.
Mutlak yüce olan, öyle bir varlıktır ki, onun üstünde ne izafet tariki ile ve ne de nakızının mukarin olduğu herhangi bir varlığın bulunmasıyla hiç bir üstünlük ve yücelik yoktur. [112]
EL'HAFİD ER'RAFİ
Kafirleri, felakete duçar etmekle alçaltan; Müminlere saadetler bahş ederek yükselten O'dur!
O, velilerini kendisine yaklaştırarak yükseltir; düşmanlarını kendinden uzak ederek alçaltır!
Mahsusat (his edilenler) ve mütehayyilât (Hayal edilenlere) önem vermeyip, iradesini şehveti kamçılayan hususlardan arıtan kimseyi, şüphesiz ki mukarrep meleklerin yanına yükseltir..
Her kimde şehvetinin zebânü olur da hayvanlar gibi her şeyin zevk ve saradan ibaret olduğuna inanırsa onu da esfele safiline alçaltır. (indirir). İşte bu güce sahip olan ancak Allah'tır.. Çünkü O, hem Hafid'dir, hem Rafı... [75]
Tenbih:
Kul, bu isimden şöyle istifade edebilir: Hakkı görünce kaldırır, batılı görünce yerin dibine indirir.. Bu da ancak, haklıya arka çıkmak, haksızı haksızlıktan menetmekle olur...
Allahın düşmanlarını alçaltmak gayesiyle, onlara saldırır; dostlarını da yükseltmek için yardımlarına koşar.
Bazı dostlarına hitaben;
Allah buyurmuştur: (Bu hadis, Hadis-i Kudsi'dir.) "Dünyadaki zühdün kendi rahatlığın içindir; beni anman, benimle teşerrüf etmen içindir. Benim için, dostuma dost; düşmanıma düşman oldun mu? (sen ondan haber ver!)" [76]
EL'MUİZ EL'MUZİLL
Mülkü, dilediğine veren, dilediğinden alan şüphesiz O'dur! Gerçek mülk, ihtiyaç zilletinden kurtulmakta şehveti kırmakta, cehaleti bertaraf etmektedir...
Herkimin kalbinden perdeyi kaldırıp Cemalini müşahede ettirirse kanaat nimetine sark ederek mahlukatından kimseye muhtaç bırakmazsa), kuvvet ve tey'id bahşederek nefsine onu ezdirmezse, işte onu aziz kılmış ve daha dünyada iken ona mülkü vermiş olur. Ahirette de hiç şüphe yok ki onu kendisine şu ebedi: "Ey itmi'nana ermiş ruh, dön Rabbine, sen ondan razı, o senden razı olarak" [77] hitapla yaklaştıracaktır...
Kimi de sözlerini halkın ellerindekine diktirmiş ve onu aşırı bir hırsa bürütmüş, azla kanaat etmez bir hale sokmuş ise onu zelil kılmıştır... (O'na kim karışabilir?) İşte bu O'nun işidir. İstediğini aziz, dilediğini zelil kılar.
Bu zelil kişi şu ilahi hitaba maruz kalan kişidir. "Fakat kendinizi, kendiniz yaktınız (hep müminlerin felaketini) gözettiniz, (İslam dini hakkında) şüphe ettiniz. Sizi kuruntular aldattı. Sizi o çok aldatan (şeytan veya dünya), Allah'a karşı bile aldattı. Nihayet (işte) Allahın emri gelip çattı."[78]
Bu ne büyük zillettir yarab!..
Gerek dili ile ve gerekse eli ile aziz olma yolunu tutan kişinin bu vasıftan haz ve nasibi olmalıdır elbet... [79]
ES'SEMİ
Ne kadar gizli olursa olsun, her şeyi duyar... Hatta karanlık bir gecede, insiz bir kaya üzerinde sessizce yürüyen simsiyah karıncanın ayak seslerini bile işitir..
Hamd edicilerin hamdini duyar, mükafatlandırır, dua edenlerin yalvarışlarından haberi olur, dualarını kabul eder..
Duyar amma bizim gibi kulakla değil, yapar amma bizim gibi eli yoktur, konuşur amma bizim gibi dille değil.. O bütün insanlarda olan aza ve hadisatın her şeyinden her çeşidinden münezzeh ve müberradır. Bizim gibi alet ve edevatları münezzeh kıldığımız zaman anlarız ki, O'nun duyuşu bizimkine benzemez, bambaşkadır.. Duyuşu sonsuzdur...
Bu hususu ince düşünmeyen kişi, teşbih gibi, affedilmeyecek bir hataya düşebilir.. Onun için çok düşünmelisin ve pek dikkatli olmalısın!.. [80]
Tenbih:
His (duyma) yönünden, kulun bu sıfattan nasibi vardır lakin kısadır. Çünkü o, bütün duyulan şeyleri idrak edemez (duyamaz) o ancak yakın olan sesleri duyabilir.
Sonra duyu organı her zaman hastalanabilir.. Ses gizli olursa duyma kabiliyeti hemen hemen işe yaramaz.
Ses uzakta olursa hiç duyamaz. Ses çok ve son derece tiz ve gürültülü olursa büsbütün duyusunu kaybeder. Yahut ona bir halellik gelir de duyamaz olur..
Bu vasıldan kulun alacağı dini haz iki çeşittir:
1- Allah'ın her şeyi duyduğunu ve Allah'a gizli kapaklı hiç bir şey tasavvur edilemeyeceğini bilir ve ona göre dilini muhafaza eder kötü niyet ve teşebbüslerde bulunmaz...
2- Kendine kulağın yalnız Allah kelamını dinlemek için verildiğini bilir.. Allah'ın kitabını dinler, ondan istifade eder, Allah'a ulaştıracak hidayet yollan bulmak için canla ona sarılır... [81]
EL'BASÎR
Her şeyi gören, yerin altındakileri de, üslündekileri de hülasa bütün kainatı gören O'dur!
O'nun gözleri, bizim gözler gibi değildir. Yaratmış olduğu insan ve hayvan ve sair eşyanın' gözleri gibi olmakları münezzeh ve müberradır. İş böyle olunca O'nun görme sıfatı en mükemmeldir. Noksan sıfattan tamamen beri ve azadedir. [82]
Tenbih:
Kulun bu vasıftan hazzı meydanda... Lakin (yukarıda arz ettiğimiz gibi) kulun görmesi zayıftır.. Çünkü uzağı görememekledir. Hatta çok yakınında ve içinde olan çöpü de, gözünü döndürüp göremez. Kul ancak yakında görünen ve aydınlıkta olan şeyleri görebilir. Karanlıkta: olanları da göremez..
Kulun bundan istifade edebileceği dini fayda iki şeyden ibarettir:
1- Onun gözlerini Allah yaratmıştır, Allahın ayetlerini; melekûttaki akılları durduracak garaip ve acayiplerini, gökteki çeşitli ayetlerini görmesi için.. Tabii bunlara bakışları ders ve ibret almak için olmalıdır..
İsa Aleyhisselâm'a sordular:
Mahlukat arasında senin gibisi var mıdır?
Kainat bakışı ibret, sükutu tefekkür, sözü de zikir olan kişi benim gibidir. Cevabını aldılar.
2 - Şunu iyi bilmelidir ki, onu Allah görmekte ve yaptıklarını bilmektedir.
Yaptığı kötülükleri Allah'tan başkasından gizleyip de Allah'tan gizlememek Allah'ın murakabesini hiçe saymaktır. Cenab-ı Hakkın bu sıfatını bilmek ve ona göre hareket etmek, imansn verimli semerelerinden biridir..
Allah'ın; kendisini murakabe ettiğini bildiği ve gördüğü halde, bile bile masiyete yaklaşan kimsenin cesaretine diyecek söz yok doğrusu!
Allahın, kendini (yaptıklarını) görmediğini zannederse küfre girmiş olur... [83]
EL'HAKEM
Gerçek ve tam manasıyla hükmeden O'dur! Onun verdiği hükmü kimse bozamaz, (niçin böyle hüküm ver din diye?) O'na kimse soramaz.
O'nun kulları hakkında verdiği hükümlerdendir:
"Hakikaten insan için kendi çalıştığından başka (bir şey) yoktur. Hakikaten çalıştığı ileride görülecek.."[84]
"İyiler hiç şüphesiz Naim (cennetin) de, kötüler ise elbette alevli ateştedirler.."[85]
İyilik saadete, kötülük ise şakavete sebep olur. Zehir ile ilaç gibi... Biri öldürür, diğeri ölecek durumda olan hastaları iyileştirir.
Mademki hikmetin manası, sebepleri düzenleyip müsebbebata yöneltmektir.
Öyleyse o, mutlak hikmet ve hüküm sahibidir. Zira özet olarak da ve tafsilatlı olarak da bütün sebepleri yaratan ve onlara yön veren O'dur!
Kaza ve kader de Allah'ın hükmünün birer neticeleridir.. (Yani bunlar da ilahi hükümden meydana gelmişlerdirdir
Onun tedbiri, sebeplerini müsebbebata tevcih edilmesi, yer, gökler, gezegenler ve diğer belirli zamana kadar hareket edecek eflâki tedvir etmesi babında bir esastır...
Kazası şu Ayette belirttiği gibidir: "Bu suretle onları, yedi gök olmak üzere iki günde vücuda getirdi. Her gökte ona alt emri vahyetti."[86]
Bu sebeplerin tevcihi, ondan doğacak Müsebbeblere doğru yavaş yavaş, belirli ölçülerde hareket ettirmektir..
İşte bu da O'nun kaderidir..
Demek ki, hüküm ilk külli tedbir (göz açıp yumuncaya kadar zaman alan) ilk emirdir. Kaza; daimi ve külü sebeplerin külli olarak vazıdır, (konulmasıdır). Kader ise; Külli sebepleri, takdir ve hesap edilmiş hareketlerle, yine ne fazla ve ne de noksan olan, belirîi bir ölçüde olan müsebbeblere doğru yöneltmekten ibarettir. Bu sebepledir ki, varlıkta (Kainatta) ceryan eden hadisat hep onu kaza ve kaderiledir..
Bunu bir misalle anlatmağa çalışalım:
Belki namaz vakitlerini bildiren zaman sandığını [87] görmüşsündür. Belki de görmemişsindir. Sana anlatayım:
Bu sandığın yapılması için önce üstvâne (direk) şeklinde içinde biraz su bulunduran bir alet gerekmektedir. Suyun üstüne konulmuş başka içi boş bir aletin, de bulunması lazımdır.
Bir tarafı bu alete diğer tarafı üstüvânın üstüne konmuş küçük bir kaba bağlı bir ip bulunacaktır. O küçük kapta bir yuvarlak top ve altında da tas bulunacak. Top düşünce, tasa (Kâseye) vuracak ve bir ses çıkaracak.
Sonra üstüvane dediğimiz aletin altından, belirli ölçüde azar azar su inmesi için bir delik açılacak. Su alçalınca, su yüzünde olan içi boş alet de alçalacak. Bu suretle kendisine bağlı olan ipi çekecek topun bulunduğu aleti harekete geçirecek öylesine harekete geçirecek ki, topun tasa vurmasını sağlayacak... Tasa düşecek ve "Tan!" diye ses çıkaracak... Her saatin sonunda bir düşecek. İki düşüş arası, suyu çıkış ve alçalışı ile hesaplanıp takdir edilecek. Bu da tabii ki, suyun boşandığı deliğin genişliğini hesaplamakla olacak ki bu ancak hesap yolu ile bilinir.
Suyun, belirli bir ölçüde inmesine bir sebep olmalıdır ki bu deliğin belirli genişlikte açılmasını sağlasın. Bu sayede suyun üstünün alçalması o ölçüye göre olur. O sayede içi boş aletin alçalması ve her iki tarafı hareket ettirecek ipin çekişi ölçülebilir.
İşte bütün bunlar çoğalıp azalmayan bir ölçü dahilinde olmaktadır:
Topun tasa düşmesi diğer bir harekete sebep oluyor, diğer hareket de üçüncü bir harekete sebep oluyor..
Bunları acayip, ölçülü hareketler takip ediyor.. Bunun birinci sebebi suyun belirli miktarda inmesidir.
Şimdi şu anlattığımı bir düşünürsen. Bu sandığı icad eden kimsenin üç şeye muhtaç olduğunu anlamakta güçlük çekmeyeceksin:
1- Tedbir: Arzu edilen şeyin meydana gelmesi için, alet ve sebeplerden nelerin icab ettiğini düşünmek. İşte bu, hükümdür!
2- Bu sandığın esasını teşkil eden yukarda isimleri geçen aletleri edinmek. İşte buda Kazadır.
3- Sonra bu aletleri yerli yerine koymak ve her aletin vazifesini yürürlüğe sokmak.. Bu suretle o alet çalışır. Açılan delikten su dökülür, o su, suyun hareketini sağlar, o da su yüzünde olan içi boş aletin hareketini temin eder. O da ipin hareketini, ip de topun bulunduğu kabın hareketini, temin eder. Böylece top tasa düşer ve bir ses çıkarır. Bu ses halk tarafından duyulur, namaz vaktinin geldiğini anlarlar, namazlarına koşarlar. İşte bütün, bunlar, belirli ölçü dahilinde olur. İşte buna (kadar) denilir.
Bu misalimizi iyice anladıktan sonra, şimdi şunu da iyi anla:
Allah tarafından takdir edilmiş ve belirli bir ölçü verilmiş hadiseler de böyledir. Bir santim ne ileri gider ve ne de geri kalır, Allah nasıl takdir ve tayin etmiş ise öyle olur. Her şeyi belirli bir ölçüdedir.
Şurası da bir gerçektir ki, Allah işini bilmiş ve her şeye belirli bir ölçü vermiş de öyle yaratmıştır.
Gökler, telekler, yıldızlar, yer, deniz, hava ve kainattaki o muazzam cisimler, tıpkı o aletler gibidir. Bütün feleklerin, yıldızların, yerin, göklerin, güneş ve ayın hareketi bir hesaba bağlıdır. Tıpkı, suyun belirli bir ölçüde dökülmesini sağlayan delik gibi..
Güneş, ay ve yıldızlardaki hal ve hareketin, yeryüzünde bazı hadiselere sebep olması yukarıki misalde geçen su hareketinin, üstteki topun düşmesine sebep olması gibidir.
Gökteki varlıkların hareket etmesinden meydana gelen olaylar malum..
Mesela bugün çıplak gözle baktığımızda güneşin hareket edip doğuya gelmesiyle bütün dünya aydınlığa boğulmakta ve herkes işine gücüne gitmektedir. Batıya gidip batınca da her tarafı karanlık basmakta ve herkes evine çekilmektedir. Belirli t menzilde olduğu zaman da havalar ısınmakta, meyveler olgı laşmaktadır. Oradan başka yöne çekilince bu sefer, kış gelmekte soğuk artmaktadır.
Ortalara gidince bu defa da ilkbanar başlar, her tarafı yeşillik kaplar.
Bu bilinen şeyler.. ya bilmediklerimiz?! Akıllara durgunluk, kalbe heyecan veren nice hadisat vardır ki bilgimizin çok ötesine düşerler...
Mevsimlerin değişmesine ne dersin? (Tesadüf eseri midir?) Hayır; onlar da Allah'ın takdiri ile değişmektedirler. Onların değişmesindeki ölçü de belirlidir. Güneş ve Ay'ın hareketine bağlıdır.[88]
İşte Ayet: "Güneş de, Ay da hesapladır.[89]
Yani onların hareketleri de belirli bir hesaba bağlıdır. (Öyle kendiliklerinden tesadüfi hareket etmezler,..)
İşte bu takdirdir, (Kaderdir). Küm sebeplerin vaz'ı ise Kaza, birinci tedbir ise Hükümdür...
İşte bütün işlerin böyle olmasında, Allah adil bir hüküm ve hizmet sahibidir.
Nasıl ki, az evvel arz ettiğimiz misaldeki aletler, yapıcısının, iradesi dışına çıkamazlar, onun istediği gibi çalışırlarsa, işte kainatta vukua gelen bütün hadisat iyi kötü, faydalı zararlı ne varsa; bütün bunlar Allah'ın iradesi ile olmaktadır. Onun için sebeplerini iyi anla. (İşte onları bunun için yaratmıştır!) kavlinin manası budur!
Allah'ın işlerini adi misâllerle anlatmak güç bir şeydir..
Misaller, teşbih için verilir.. Öyleyse sen misali bırak; maksuda karşı uyanık ol, her türlü temsil ve teşbihten uzak dur. [90]
Tenbih:
Yukarıdaki misalden, tedbir, kaza ve hüküm babında kulun faydalanacağı hususları anlamış bulunuyorsun. Bu, kolaydır. Asıl güç olan iş; nefisle mücadele etmek, din ve dünya işlerini yoluna sokmak için gerekli: olan isabetli hareketleri tayin etmektir.. Cenab-ı Hak, sırf nasıl hareket edeceklerini görmek için kullarını yeryüzüne, bunun için istihlâf etmiştir...
Dini bakımdan kulun bundan istifade edeceği hakikat şudur:
Allah'ın dediği ve dilediği ne ise o olur. Kul buna böylece inanmalıdır.
Olan, vaktiyle ne takdir edilmiş ise odur. Mutlaka: olacaktır. Bunun önlenmesi imkansızdır.
Öyleyse üzüntü boşunadır. Kulun yapacağı şey, rızkım gayet vakar ve sükunet içinde, endişeye kapılmadan, telaşa düşmeden aramasıdır.
Biz bu anlattıklarına göre, iki müşkülle karşı karşıya kalıyoruz:
1- Üzüntü, neye boşuna olsun. O da diğerleri gibi mukadder değil midir? Mademki mukadderdir, mutlaka olacaktır!
2- Madem ezelde ne takdir edilmiş ise o oluyor, öyleyse çalışmak neden? diye sorarsan, cevabımız şöyledir:
Bizim üzüntü boşunadır, dememizden kasdımız, o mukadder değildir anlamı taşımaz. Çünkü biz diyoruz ki, üzüntü makdur olan şeyi önlemez. Çünkü olacak bir şeye üzülmek, serapa cehalettir. Çünkü olacak şeyi eğer olacaksa ondan kaçınmak ve ona karşı Üzüntü duymak, onu önlemez. Bu henüz acı ile karşılaşmadan, acının geleceğinden korkmak gibi bir şeydir.. Olacak şey şayet mukadder değilse, o zaman üzülmenin, hiç mânası kalmaz.. İşte bu iki cihetten üzüntünün boşuna olduğunu söylemiş olduk.
Çalışma meselesine gelince:
Bunun cevabını Peygamber Sallallâhü' Aleyhi ve Sellemin şu mübarek hadisi vermiştir:
"Çalışın, her biriniz kendisi için yaratılan şeye müesserdir."[91]
Bu hadisten şu kastedilmiştir: Kendisine mutluluk takdir edilen kimseye bu mutluluk mutlaka bir sebebe mebni olarak takdir edilmiştir. O sebepleri elde etmek, kul için zor değildir itaat etmek suretiyle elde edebilir.
Kendisine bedbahtlık takdir edilen kişiye de bu, bir sebebe mebni olarak takdir edilmiştir ki o sebep hiç şüphe yok ki tembelliğidir.
Belki tembelliğine sebep şöyle bir düşünce olabilin "Ben mutlu olacaksam, zaten çalışmaya lüzum yok, mutsuz olacaksam, zaten mutsuz olacağım ne diye çalışayım?"
Bu düşünce tarzı sakattır.. Çünkü böyle düşünen; bilmiyor mu ki, mutluluğu, ilim ve amel sayesinde gerçekleşiyor.. İlim ve ameli elde edemezse bilmelidir ki bu, onun mutsuz olmasının bariz bir alametidir..
Buna bir misal verelim: Mesela, imamet derecesinde bir fakih olmak isteyen kişiye, "çalış, ilim tahsil et" denir. O da:
Eğer Allah ezelde benim imamlığımı takdir etmiş ise çalışmama ne lüzum var? Yok eğer cahil olmamı takdir etmişse, zaten cahil olacağım, çalışmak bana ne gibi bir fayda sağlayabilir? diye mukabele eder.
Sende bu fasid fikir hâkim olduktan sonra mesele yok, zaten ezelde senin cehaletin takdir edilmiştir.
Çünkü ezelde imamlığı takdir edilen kişi, buna ancak sebeplerine tevessül etmekle ulaşılacağını bildiği için esbaba tevessül eder ve üzerinden durmadan tembellik ve miskinlik telkin eden o yanlış düşünceyi atıverir...
Demek ki, çalışmayan imamet derecesine kati surette ulaşamamaktadır.
Çalışan ve sebeplerine tevessül eden kişinin ise, önüne bir engel çıkmadıkça, doğru yoldan yürüdükçe, mutlaka imamlık derecesine yükseleceğine katiyetle hükmedebiliriz..
İnsanoğlu şunu da iyi bilmelidir:
Kişi, saadete ancak selamet bulmuş bir kalple vasıl olabilir.
Kalp selameti; nefsin tezkiye ve yetiştirilmesi çalışmakla elde edilir.
Evet, hükmü müşahede babında kullar derece derecedirler: Kimi işin sonunu düşünür, acaba nasıl olacak sonum diye.. Kimisi önünü acaba ezelde hakkımda ne takdir edildi, diye düşünür. Bu, bir öncekinden daha iyidir. Çünkü, işin sonu önüne, yani ezelde ne takdir edilmişse ona bağlıdır.
Kimisi de ne maziyi ve ne de geleceği düşünür: İşte bu anın adamıdır, Allah'ın, kaza ve kaderine razı olmuştur. Allah tarafından ne gelirse gayet rahatlıkla onu kabul etmiştir.. Bu ise, önceki ikisinden daha iyidir. Kimisi de var ki:. Ne hali, ne geçmişi ve ne de istikbali düşünür. Kalbi ilahi hükme gömülmüş ve devamlı şuhud halindedir... İşte en üstün derece budur... [92]
EL'ADL
Bunun manası âdil (Adalet sahibi) demektir. Adalet sahibi demek, kimseye zulüm etmeyen, yaptığı işi adil yapan, verdiği hükümde adaletten ayrılmayan demektir..
Adli, ancak adaleti ile tanınır. Adalet ise yapılan işte tecelli eder.
Allah hakkında bu vasfı anlamak isteyenin, her şeyden önce yedi kat gökten al da, ta yerin dibine kadar olan varlıklarda cereyan eden Allah'ın işlerini iyice bilmesi gerekir.
Allah'ın yaratmış olduğu mahlûkatta hiç bir kusur göremeyince, tekrar bakar yine kusur göremez, yine bakar bu sefer yine kusur göremez, Çünkü Allah'ın güzel ve noksansız yarattığı kainatın, göz kamaştırıcı nizam ve intizam içinde olduğunu görünce adeta şaşkına uğrar, ne yapacağını, ne diyeceğini bilmez bir hale gelir,. Ancak o anda Allah'ın adaletinin birçok anlamlarından belki bir kaçını anlamış olur...
(Allah), mevcudatı, ruhani ve cismani olmak üzere başlıca iki kısımda yaratmıştır. Yarattığı yaratıkların hakkını tam manasıyla vermiş, yerli yerine yerleştirmiştir. O, bu itibarla cevad (son derece cömert) olmuştur. Sonra onları gayet güzel ve göz alıcı bir şekilde tertip ve tanzim etmiştir. İşte bu itibarla da O, adil (adalet sahibi) olmuştur...
Yer, su, hava gökler, yıldızlar, kainatın büyük cisimlerinden sayılırlar.
Allah, bunları yaratmış ve gayet mükemmel bir şeklide nizam ve intizama sokmuştur. Yeri (toprağı) en alta koymuş, onun üzerine de suyu koymuş, suyun üzerine de havayı, havanın üzerine ise gökleri yerleştirmiştir. Bu tertip tersine olsaydı dünyanın nizamı altüst olurdu. Bunun izahı herhalde biraz güç olacak; onun için halk (Avam) seviyesine inelim, de şöyle imha çalışalım:
Kişi önce kendi bedenine baksın: O beden, tıpkı kainatın çeşitli cisimlerden meydana geldiği gibi, çeşitli azalardan meydana gelmiştir. Mesela insan, vücudu, kemik, et ve deriden teşekkül etmiştir.
Allah evvela kemikleri yaratmış ve ona et giydirmiştir, sonra cildi (Deriyi) ete giydirmiştir. Bu, böyle 'olmayıp da tersi olsaydı ne olurdu? İnsan vücudunda görünen şu muazzam nizam ve intizam kalır mıydı?
Bu misali anlamakta güçlük çekiyorsan sana bir misal daha vereyim:
İnsan için çeşitli azalar yaratılmıştır. El, ayak, göz, burun ve kulak v.s.
Cenab-ı Hak bu azaları yaratmakla Cevap (son derece cömert) olmuş ve bunları yerli yerine koyup yerleştirmekle de son derece adil olmuştur. Çünkü O, gözü bedenin en münasip yerine koymuştur. Eğer onu kafanın üstüne veyahut ayağın üstüne ya da elinin üstüne veyahut başının tepesine koysaydı, çok çirkin bir manzara arz ederdi ve devamlı olarak tehlikeye maruz kalırdı.
Elleri de omuzlara asmıştır. Ya onları kafada, yahut dizlerin üstünde yaratsaydı, arz edeceği çirkinlik yüzünden ona bakılabilir miydi?..
Havasşı Hamseyi (beş duyuyu) da başta yaratmıştır. Çünkü bunların her birerleri casusluk vazifesini görürler, Buralar üstte değil de yanda veyahut alt kısımda yaratılmış olsalardı bir şeye yarar mıydılar?.
Her azayı böyle şerh edecek olursak konu uzar. Onun için şuna dikkatini çekerim: Allah her azayı yerli yerine yaratmıştır. Eğer yerli yerine değil de, kim? sağda veya solda, aşağıda veyahut yukarıda yaratılmış olsaydı, yetersiz, yahut boş, veya da çirkin olurdu.. Hatta bakılmayacak kadar kötü bir manzara arz ederdi.
Burunu görümüyor musun: yüzün tam ortasında yaratılmıştır. Ya başta veyahut alında, yahut da yanakta yaratılmış olsaydı naşıl olurdu acaba? Ondan beklenilen faydayı verebilir miydi?
Allahın hikmetini idrak etmeye biraz daha gayret edebilirsin: Bak güneşi dördüncü kat gökte yarattığı zaman, beyhude yaratmamıştır. Çünkü O, bütün gökler arasında bir vasıtadır.. Onu gerçekten tam yerinde yaratmıştır... Lakin ne var ki sen onun hikmetini anlayamıyorsun! Çünkü Semavat ve yer hakkında pek az tefekküre sahipsin! Eğer onlara, hakkıyla bakabilsen onlarda görecek olduğun acayip ve garaiplikler, bedeninde gördüklerini unutturur.
Ah keşke kendi şahsında bulunan hikmetleri anlamayı tamamlasaydın da Afakı Semaya bakabilseydin! İşte o zaman şu ayetin sırrına mazhar olanlardan olurdun; "Gerek âfakda, gerek kendi nefislerinde ayetlerimizi yakında onlara göstereceğiz."[93]
Sonra, sen nerde, şu ayeti kerimenin sırrına nail olmuş kişi nerde: "Biz İbrahim'e, kesin ilme erenlerden olması için göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylece gösteriyorduk."[94]
Bütün emeli ve gayesi dünya olan, hırsın köleleştirdiği kişiye, gök kapıları açılır mı hiç?..
O, ismi öğretecek başlıca yolu anlatan bir işaretten ibarettir. Tam manâsıyla açıklayacak olursak ciltlerle kitap yazmak gerekir.
Bütün isimlerin manaları da böyledir. Onlar da böyle izah ve şerh edilir. Çünkü isimler, fiillerden türediği için, fiiller anlaşılmadan izah edilemez! Allah'ın varlıktaki efâli tam manasıyla bilinmeden isimleri tam manasıyla anlatılamaz. Çünkü Allah fiilleri sonsuzdur!
Ama mücmel olarak, kul bu isimlerin mânalarını bilebilir. Bilgisine göre de bu isimlerden nasibini alır. Bu uzun uzun bahs edilmesi gereken bir mevzudur. Bu kitabın gayesi ise, sadece kişiye bir anahtar vermektir,.
Cenab-ı Hakk'ın bu isminden kulun istifade edebileceği husus şudur:
Her şeyden önce Kul, şehvet ve gadabını, akıl ve dine hizmetçi etmelidir. Eğer aklını, şehvet ve öfkesine esir edip de onların (Şehvet ve Öfkesinin) dediğini yaparsa, adaletten ayrılmış ve kendi nefsine zulmetmiş olur.
Bu kendi nefsi hakkında riayet etmesi gereken bir adalet anlayışıdır.
Tafsilata gelince: Seri Şerifin çizdiği hudutları aşmamakla adalete riayet etmiş sayılır. Şayet ilahi hudutları aşarsa, hemcinsine karşı haksızlık ederse, o takdirde adaletten ayrılmış ve zulm etmiş demektir..
Sahibi bulunduğu her azaya karşı adaletine gelince; onları yerli yerinde yanı Allah'ın emrettiği şekilde kullanmaktır!
Eğer söz sahihi bir kimse ise çoluk çocuğunu ve halkına karşı, nasıl davranması icap ettiği meydandadır, izaha lüzum yoktur.
Çokları zanneder ki, zülüm başkalarına eziyet etmekten; adaletse başkasına yardım etmek ve onlara iyi davranmaktan ibarettir.. Oysa durum hiç ele sanıldığı gibi değildir. Çünkü bir melik (idareci), silah, para, kitaptan meydana gelen mallarını taksim ederken, bütün paraları zenginlere, kitapları askerlere, silahları da alimlere verse, belki böyle yapmakla faydalı bir iş yapmış olur, Lakin verdiği şeyler yerini bulmadığı için, yani taksimatı icap ettiği şekilde yerli yerine yapmadığı için adaletten ayrılmış olur.
Bunun tersi, hastalara acı ilaçları vermekle iyileştirir, canileri de bir ceza vermek suretiyle öldürürse onlara belki eziyet etmiş olur. Fakat adaleti de yerine getirmiş olur. Çünkü yaptığı işler haksız değil, bilâkis Hakkın ve adaletin gerektirdiği işlerdir..
Din yönünden, kulun bundan istifade edebileceği hususa gelince:
Her şeyden, önce kulun, Allah'ın, yaptığı bütün işlerde, hükümlerinde, emir ve yasaklarında adil olduğuna inanması gerekir.
Allah'ın emirleri, ister kendi isteklerine uygun, ister uymasın. İster kendi menfaatleriyle bağdaşsın, ister bağdaşmasın.. Allah mademki emretmiştir, doğrudur. Onun emrini yerine getirmesi lazımdır. Mademki yasak etmiştir yine doğrudur onun yasaklarından uzak durması lazımdır..
Allah'ın emrine sarılmazsa, mutlaka zarara girmiş olur. Çünkü o, Allah kadar bilemez. Onu, Rabbi kendisinden daha iyi bilir.
Nitekim kanının alınması gerekli olan bir hasta, "acıya dayanamam" diyerek kan aldırmaktan imtina ederse, bu acıdan daha büyük zararlara girmiş olur..
İşte kulun, Allah'ın yaptığı bütün işlerde haklı ve adaletli olduğunu bilmesi ve buna böyle inanması gerekir.
Çünkü iman, inkarı kökten keser, zahiren bütün itirazları süpürüp atar..
Kişi, zaman ve feleğe kabahat yüklememekle mükelleftir. (İşte ne yapalım bu yaptıklarımız zaman icabı... Zalim felek geldi de bizi mi buldu?) gibi sözlerle zamanı ve feleği suçlamak ki bu zamandaki insanlarını ekserisinin yaptıkları gibi bir cehalet örneğinden başka bir şey değildir. Kul şunu iyi bilmeli ve aklına koymalıdır ki, her şey bir sebebe bağlıdır. O şekilde tertiplenmiştir. Allah tarafından nasıl tertip edilmiş ise öylece vuku bulmaktadır.
Allah'ın tertibinde haksızlık olamaz, Allah'ın her dediği doğru ve her yaptığı da adildir!.. [95]
EL'LÂTİF
Bu isme ancak, maslahat ve menfaatlerin gizli tasarruflarını, herkesin anlayamayacağı inceliklerini bilen ve o menfaatleri yumuşak bir eda ile hak edenlere ulaştıran müstahak olur. Fiilde rıfk (yumuşaklık), ilimde lütuf bulunursa işte lütfün manası tamamlanmış olur. Gerek mi ve gerekse ilimde bunun keman (Mükemmel olması) ancak Allah için mevzubahis olabilir.
İnceliklere, ince olandan daha ince olan şeylere Allah'ın vukufu bilinen bir şeydir. İzaha lüzum yok... Gizli ve kapalı olan hususlar, O'na göre apaçık meydanda' olan hususlar gibidir. Arada' en ufak bir fark yoktur.
Yaptığı işlerdeki rıfkı ve lütfuna gelince, bu da sonsuzdur. Allah'ın efâldeki rıfk ve lütfunu ancak, Allah'ın yaptığı işleri tam manasıyla bilen kişi bilir. Bizde o bilgi nerede?
Cenab-ı Hakk'ın bu isminin (Latif ismi Celil'inin) manasını kul, yukarıda arz ettiğimiz gibi, ancak bilgisi miktarınca anlayabilir..
Bunun izah ve şerhi de hayli vaktimizi alacağı gibi, büyük ciltli kitaplara da sığdıramayız. Onun için bazı mühim yerlerine işaret etmekle yetineceğiz:
Allah'ın lütuflarından birisi de anne karnında çocuğu karanlıklarda yaratması, onu (bir zarar gelmeden) hıfz etmesi, doğuncaya kadar, gıdasını göbeği vasıtasıyla almasını temin etmesi, doğduktan sonra ağzı ile yemesini öğretmesidir. Ona o ilhamı vermeseydi çocuk doğar doğmaz annesinin memesini emmeyi nasıl ve nereden bilecekti?.
Çocuk gecenin zifiri karanlığında doğsa bile yine memenin yerini bulup emer.
Kuluçkadan yeni çıkan civcive yerden taneleri toplama ve yeme kabiliyetini kim ihsan etmiştir!
Belirli bir zamana kadar, rahatça meme emebilmesi için, yavrunun ağzını dişsiz yaratan, sonra rahatça yemek yiyebilmek ve yediğini serbestçe öğütebilmek için inci gibi dişleri ona takan kimdir? (Bunlar hep Allah'ın birer lütfü ve ihsanı değil de nedir?)
Ağızdaki dişlerin taksimatına dikkat ettiniz mi hiç? Bazıları, rahatça öğütebilmek için geniş, kimisi kırmak için azı olarak, kimisi de kesmek için sert ve keskin olarak yaratılmıştır! (Bunlar kimin lütfudur?)
En büyük gayesi konuşmak olan dilin bile, yemekteki faydası akla durgunluk verecek niteliktedir.
Ağzımıza aldığımız tek bir lokmayı inceleyecek olursak, onu ne kadar rahatlıkla aldığımız hemen anlaşılır. Ya onun meydana gelmesindeki çalışmalar: O, önce ekilmiş, sonra biçilmiş, daha sonra öğütülmüş, pişirilmiştir..
Bunlar zor şeyler değil mi? Ya yemesi? (İşte bunda bile Allah'ın lütfûnu görmek güç değildir!..)
Demek ki, Allah, tedbir ve takdir bakımından Hakim (Her şeyi yerli yerine yaratan mutlak hikmet ve hüküm sahibi olan), onları meydana getirme yönünden Cevat (ziyadesiyle cömert) onları tertip etme bakımından Musavvir (şekillendirici), her şeyi yerli yerine koyması cihetinden Adı (Adil), rıfk ve mülâyemetin en ince cihetlerini terk etmeksizin kullarına lütfûda bulunması bakımından da Latifdir!...
Allah'ın efâlini tam manasıyla bilmeyen insanoğlu, bu isimlerin manalarını hakkıyla nasıl bilebilir?
Allah'ın kullarına karşı lütûflanndan birisi de; onlara, güç ve takat getirmedikleri herhangi bir vazifeyi tahmil etmemesidir.
Yine Allah'ın lütfü icabıdır: Kısa bir ömür içinde onlara ebedi saadeti elde etmek imkanına kavuşturmuştur..
Tertemiz ve taptaze süt, çok değerli ve kıymetli cevherler, bal ve ipek gibi insanların faydalandıkları şeyler nereden gelmiştir düşündünüz mü?
Ya insanın, tiksinti duyulan bir nutfeden meydana gelişine ne buyurulur? Mebdei bu olan insanoğlunun, ilim, marifetle teçhiz edilmesi, emanetin ona tahmil edilmesi, semavat ve melekûtunun ona gösterilmesindeki sır ve hikmet gerçek manada düşünülüp incelenirse, bütün bunların Allah'ın sayılmayacak kadar çok olan eltaf'ı Sübhanisinin birer parçası olduklarını anlamakta (doğru söyleyin!) güçlük çekilir mi? [96]
Tenbih:
Bu isimden kul şunu elde edebilir:
Allah yoluna çağırırken, Allah kullarına karşı gayet yumuşak davranır, onlara karşı şiddet tavırları takınmaz, taassup yolunu seçerek onları rencide etmez, hakkı kabul ettirme, doğru olana ikna etme usullerinin en iyisini seçer.
Lütuf usullerinin en iyisi, salih amel, Allah'ın rızasına uygun hareketlerle, tam bir ihlâs içinde Hakk'a koşmaktır. Bu, süslü lâfızlar söylemek ve laf ebeliğini yapmaktan daha iyi ve daha tesirlidir!.. [97]
EL'HABİR
O, öyle bir varlıktır ki, en gizli haberler bile, O'nun malûmu olur. Yerlerde, göklerde olup bitenlerden haberdardır.
Hareket eden veya hareketsiz duran (giden, gelen) her şeyden O'nun haberi vardır. Bu itibarla Allah'ın bu ismi aynı Alim (ziyadesiyle bilen) manasında olmuş olur, Ancak şu farkla: İlim, gizli ve batini şeylere izafe edildiğinde o ilme Hibre (Haberdar olma), sahibine de Habir (Tam manasıyla haberdar) denilir.. [98]
Tenbih:
Kulun bundan hazzı şu olabilir: Kul kendi âleminde cereyan edenleri bilmelidir.
Kulun kendi dünyası hiç şüphe yok ki, kalbi ile bedenidir.
Kalpte çöreklenen gizli şeyler de; kin, hiyanet, dış, dünyaya karşı aşırı temayül, kötüyü gizlemek, iyiyi de sırf gösteriş için izhar etmek gibi köksüz hislerdir.. İşte kendini bilen ve kendi iç dünyasından haberdar olan, kişi, iç aleminde cereyan edenlerden haberdar olur ve ona göre kollarını sıvar da olanca gücü ile o hislerle mücadele eder. Sırtlarını yere getirinceye kadar bu mücadeleyi elden bırakmaz.
Bu suretle o kul, bu isme layık olur,.[99]