Allah’ın insan kalbine koyduğu muhabbet duygusunu veriliş amacın uygun olarak “Esma-i İlâhiyeye ve tecelliyatına ve ahrete” yönlendirmek gerekir. Bu manada yaratılanı sevmek yaratan için olur ve o muhabbet hem meşrudur, hem Allah’a muhabbettir. Dünyayı ve içindeki her şeyi de ahretin mezrası olması cihetinde sevmek de ahrete ait meşru bir muhabbettir. Bu konuda ifrat-ı muhabbet İslam bilginlerinin ikrarı ve izahı ile meşrudur. Seyid Şerif Cürcanî “Şerh-u Mevakıf”ta “Sebeb-i muhabbet, ya lezzettir, veya menfaat ya müşâkelet, yahut kemaldir. Kemal ise mahbub-u lizâtihîdir. Kemal zatında sevilir. İnsan kalbinin Allah’a olan sevgisi O’nun mutak kemâlinedir. Diğer varlıklara olan sevgisi ise menfaat, lezzet ve müşâkeletten kaynaklanmaktadır.
İslam bilginlerine ve muhakkiklerine göre Allah “Vedûd” ismi gereği (Hud, 11:90; Büruc, 85:14) mahlukatını ve bilhassa insanı çok sevmektedir. Zira “Vedûd” çok seven ve sevilen anlamına gelmektedir. Ehl-i tasavvuf bu ismi zikirlerinde tavsiye ederek kalbde Allah sevgisinin oluşacağını söylerler. Yüce Allah bir kudsi hadiste “Rahmetim gadabımı geçmiştir” buyurarak bu sevgiyi rahmet manasında olduğunu ifade etmiştir. İnsanın kemale karşı muhabbetinin en belirgin olanı “Esma-i İlâhiye”nin tecellisine olan muhabbeti ve sevgisidir. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri kâinatın “esma-i ilahiyenin” ayinesi ve tezahürü olduğunu izah ederek kâinat içinde insanın “âyet-i uzma” ve “âyetü’l-kübra” olduğunu, bu şekli ile bütün esmaya mazhar olduğunu ifade etmektedir. Esmanın tenevvüünün şeriatlerin, tarikatların ve meşreplerin tenevvüne sebep olduğunu belirtir. Esmanın tecellisi kişilere göre farklı farklıdır. Ehl-i aşkta “Vedud” ismini ehl-i tefekkürde “Hakîm” isminin daha ziyade hâkim olduğunu izah eder. (Sözler, 2005, s.535)
“Her şey Allah’ı hamdle tesbih eder” (İsra, 17:44) ayet-i kerimesinin ifadesi ile her şeyden Cenâb-ı Hakka giden bir yol, varlığına, birliğine, ilmine, iradesine, kudretine delalet ettiği gibi, bütün varlıkların hakikati esmâ-i ilâhiyeye istinat eder. Muhakkikîn-i Evliyanın bir kısmı demişlerdir ki “Hakiki hakâik-ı eşya, esmâ-i ilâhiyedir. Mahiyeti eşya ise o hakaikın gölgeleridir.”
Gerçi yüce Allah her şeyden müstağnidir ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Ancak mânevi cemali ve kemâli tezahür etmek ister. Cemalin en şirin cüz’ü de muhabbettir. Cemal ve kemâl bizzat sevildiği gibi, kendi kendini de sever. Hem hüsün hem aşk olduğu için “hüsün ve aşk” burada ittihat eder. Cemal madem kendini sever, kendini aynalarda görmek ister. Bu nedenle aynaları da bu noktadan sever. (Sözler, 2005, s.1020)
Bediüzzaman aşk yolu dışında Allah’a giden pek çok yolların olduğunu ifade ederek “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yolunun en kısa ve keskin yol olan aşktan daha sağlam ve daha kısa, daha umumi bir cadde-i kübra olduğunu anlatır. (Sözler, 2005, s.773) Bediüzzaman bu izahları ile hakikat ve şeriatın aşka ihtiyacı olmadığını, ölçülü ve dengeli olan istikamet ve sırat-ı müstakimin ifrat ve tefritten uzak olan istikametli yol olduğunu ve Kur’anın bunu ders verdiğini ifade eder. Aşk yolunun yüksek bir mertebe değil, Allah’a giden yollar içinde acz, fakr, şefkat ve tefekkür yolunun aşktan daha kısa, daha keskin ve daha geniş bir yol olduğunu izah eder. Muhabbet duygusunu böyle kullanmak gerekir.
İnsan kalbine sevgi, muhabbet ve aşkı koyan yüce Allah “Cemil” “Vedud” olmazsa mahlûkatına bunları veremez. Elbette yüce Allah’ın kendisine layık bir muhabbeti vardır. Bir şeyin lezzeti, güzelliği kendi benzerlerine ve zıtlarına bakmaktan çok mazharlarına bakar. Mesela kerem güzel bir sıfattır. Kerîm olan zat başka mükrimlere üstünlük sağladığı için aldığı zevk ve lezzetten bin defa daha zevki ikram ettiği adamların telezzüzü ve ferahı ile alır. Şefkat ve merhamet sahibi de şefkat ettiği mahlûkatın istirahatleri derecesinde hakiki lezzet alır. Meselâ bir valide veldinin istirahatından aldığı lezzet o derce kuvvetlidir ki evladı için kendisini feda etmek derecesine getirir. Elbette evsaf-ı âliyedeki hakiki lezzet, hüsün ve kemâl merhametine mazhar olan, yokluktan hayata çıkan ve bilhassa Cennet-i bâkiyede nihayetsiz envâ-ı merhamet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine göredir. O Zât-ı Rahmânü’r-Rahîm kendisine layık şuûnâtla tabir edilen ulvî, kutsî, güzel ve münezzeh mânaları vardır. “Lezzet-i kutsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kutsiye” tabir edilen izn-i şer’î olmadığı için yâd edemediğimiz gayet münezzeh mukaddes şuûnâtı vardır. Bunların her biri kâinatta gördüğümüz ve varlıklar arasında hissettiğimiz aşk, ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derece yüksek, daha ulvî ve daha mukaddes, daha münezzehtir. (Sözler, 2005, s.1013)
Yüce Allah’ın esmasına karşı olan muhabbetin envâı vardır. Bazen eserden yola çıkarak esmayı sever, bazen de esmâyı kemâlat-ı ilâhiyenin ünvanları olduğu cihetle sever. İnsanın mahiyeti ulviye, fıtratı camia olduğundan binler envâı hâcat ile binbir esma-i ilâhiyeye ve her bir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır. Muzaaf iştiyak muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekamülatına göre, merâtib-i muhabbet, merâtib-i esmaya göre inkişâf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi muhabbet-i zâtiyeye döner. (Sözler, 2005, s.1045) Muhabbetullah’ın sebebi ve Allah aşkının kalp ve gönüllere hakim olması bu şekildedir.
“Aşkın şiddetli bir muhabbet olduğunu” ifade eden Bediüzzaman şiddetli muhabbetin fani mahbuplara yönelmesiyle sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Şayet kişi fani mahbupların aşk ve muhabbete layık olmadığını anlar da bâki bir sevgiliye yönelirse bu durumda aşk-ı mecâzî, aşk-ı hakikiye inkılâp eder” (Mektubat, 2005, s.56) buyurarak aşk-ı hakikinin Allah’ın esmasına ve zatına yönelmesi gerektiğini belirtir.
Bediüzzaman “İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedit bir aşk var” der. Bu nedenle her sevdiği şeyde, kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi bekâ tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse derinden derine feryat eder. Bütün ayrılıklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekâdan gelen ağamaların tercümanıdır. Eğer tevehhüm-ü bekâ olmazsa muhabbet edemez. Hattâ denilebilir ki, âlem-i bekanın ve ebedî Cennetin bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî, umumî duadır ki, Bâkî-i Zülcelâl, o şedit, sarsılmaz, fıtrî arzuyu, o tesirli, kuvvetli, umumî duayı kabul etmiştir ki, fani insanlar için bâki bir âlemi halk etmiş” (Lem’alar, 2005, s.34)
Mevlana Mesnevisine “Dinle neyden kim, hikayet etmede/Ayrılıklardan şikâyet etmede” mısraları ile başlar. Mevlana bu mısraları ile insanın Allah’tan uzaklaştığı ve gafleti ölçüsünde kalbin feryat ve figana başladığını ve bütün şairlerin şiirlerinde bu ayrılıktan şikayet ettiğini ifade etmektedir.
“Mahbublara karşı olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikiye ınkılâb ettiği gibi, insanların çoğunda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecâzî de aşk-ı hakikiye ınkılab edebilir” diyen Bediüzzaman “şayet dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecâzi, o âşık o yüzdeki fenâ ve çirkinliği görüp ondan yüz çevirirse, bâki bir mahbubu ararsa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i ilâhiye ve mezra-i ahret olan diğer iki yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-i meşru olan mecâzî aşk o zaman aşk-ı hakikiye ınkılaba yüz tutar” (Mektubat, 2005, s.24) demektedir.
Sonuç olarak, “Ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur; safları lezzetleri ve rahatları azdır. Ahrette ise, Cenâb-ı Hakkın hesabına olmadıkları için, ya faydasızdır veya harama girmiş ise azaptır. Allah hesabına olursa ibadettir, saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i cemalullaha vesiledir. (Sözler, 2005, s. 1048-1060)
İslam bilginlerine ve muhakkiklerine göre Allah “Vedûd” ismi gereği (Hud, 11:90; Büruc, 85:14) mahlukatını ve bilhassa insanı çok sevmektedir. Zira “Vedûd” çok seven ve sevilen anlamına gelmektedir. Ehl-i tasavvuf bu ismi zikirlerinde tavsiye ederek kalbde Allah sevgisinin oluşacağını söylerler. Yüce Allah bir kudsi hadiste “Rahmetim gadabımı geçmiştir” buyurarak bu sevgiyi rahmet manasında olduğunu ifade etmiştir. İnsanın kemale karşı muhabbetinin en belirgin olanı “Esma-i İlâhiye”nin tecellisine olan muhabbeti ve sevgisidir. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri kâinatın “esma-i ilahiyenin” ayinesi ve tezahürü olduğunu izah ederek kâinat içinde insanın “âyet-i uzma” ve “âyetü’l-kübra” olduğunu, bu şekli ile bütün esmaya mazhar olduğunu ifade etmektedir. Esmanın tenevvüünün şeriatlerin, tarikatların ve meşreplerin tenevvüne sebep olduğunu belirtir. Esmanın tecellisi kişilere göre farklı farklıdır. Ehl-i aşkta “Vedud” ismini ehl-i tefekkürde “Hakîm” isminin daha ziyade hâkim olduğunu izah eder. (Sözler, 2005, s.535)
“Her şey Allah’ı hamdle tesbih eder” (İsra, 17:44) ayet-i kerimesinin ifadesi ile her şeyden Cenâb-ı Hakka giden bir yol, varlığına, birliğine, ilmine, iradesine, kudretine delalet ettiği gibi, bütün varlıkların hakikati esmâ-i ilâhiyeye istinat eder. Muhakkikîn-i Evliyanın bir kısmı demişlerdir ki “Hakiki hakâik-ı eşya, esmâ-i ilâhiyedir. Mahiyeti eşya ise o hakaikın gölgeleridir.”
Gerçi yüce Allah her şeyden müstağnidir ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Ancak mânevi cemali ve kemâli tezahür etmek ister. Cemalin en şirin cüz’ü de muhabbettir. Cemal ve kemâl bizzat sevildiği gibi, kendi kendini de sever. Hem hüsün hem aşk olduğu için “hüsün ve aşk” burada ittihat eder. Cemal madem kendini sever, kendini aynalarda görmek ister. Bu nedenle aynaları da bu noktadan sever. (Sözler, 2005, s.1020)
Bediüzzaman aşk yolu dışında Allah’a giden pek çok yolların olduğunu ifade ederek “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yolunun en kısa ve keskin yol olan aşktan daha sağlam ve daha kısa, daha umumi bir cadde-i kübra olduğunu anlatır. (Sözler, 2005, s.773) Bediüzzaman bu izahları ile hakikat ve şeriatın aşka ihtiyacı olmadığını, ölçülü ve dengeli olan istikamet ve sırat-ı müstakimin ifrat ve tefritten uzak olan istikametli yol olduğunu ve Kur’anın bunu ders verdiğini ifade eder. Aşk yolunun yüksek bir mertebe değil, Allah’a giden yollar içinde acz, fakr, şefkat ve tefekkür yolunun aşktan daha kısa, daha keskin ve daha geniş bir yol olduğunu izah eder. Muhabbet duygusunu böyle kullanmak gerekir.
İnsan kalbine sevgi, muhabbet ve aşkı koyan yüce Allah “Cemil” “Vedud” olmazsa mahlûkatına bunları veremez. Elbette yüce Allah’ın kendisine layık bir muhabbeti vardır. Bir şeyin lezzeti, güzelliği kendi benzerlerine ve zıtlarına bakmaktan çok mazharlarına bakar. Mesela kerem güzel bir sıfattır. Kerîm olan zat başka mükrimlere üstünlük sağladığı için aldığı zevk ve lezzetten bin defa daha zevki ikram ettiği adamların telezzüzü ve ferahı ile alır. Şefkat ve merhamet sahibi de şefkat ettiği mahlûkatın istirahatleri derecesinde hakiki lezzet alır. Meselâ bir valide veldinin istirahatından aldığı lezzet o derce kuvvetlidir ki evladı için kendisini feda etmek derecesine getirir. Elbette evsaf-ı âliyedeki hakiki lezzet, hüsün ve kemâl merhametine mazhar olan, yokluktan hayata çıkan ve bilhassa Cennet-i bâkiyede nihayetsiz envâ-ı merhamet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine göredir. O Zât-ı Rahmânü’r-Rahîm kendisine layık şuûnâtla tabir edilen ulvî, kutsî, güzel ve münezzeh mânaları vardır. “Lezzet-i kutsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kutsiye” tabir edilen izn-i şer’î olmadığı için yâd edemediğimiz gayet münezzeh mukaddes şuûnâtı vardır. Bunların her biri kâinatta gördüğümüz ve varlıklar arasında hissettiğimiz aşk, ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derece yüksek, daha ulvî ve daha mukaddes, daha münezzehtir. (Sözler, 2005, s.1013)
Yüce Allah’ın esmasına karşı olan muhabbetin envâı vardır. Bazen eserden yola çıkarak esmayı sever, bazen de esmâyı kemâlat-ı ilâhiyenin ünvanları olduğu cihetle sever. İnsanın mahiyeti ulviye, fıtratı camia olduğundan binler envâı hâcat ile binbir esma-i ilâhiyeye ve her bir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır. Muzaaf iştiyak muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekamülatına göre, merâtib-i muhabbet, merâtib-i esmaya göre inkişâf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi muhabbet-i zâtiyeye döner. (Sözler, 2005, s.1045) Muhabbetullah’ın sebebi ve Allah aşkının kalp ve gönüllere hakim olması bu şekildedir.
“Aşkın şiddetli bir muhabbet olduğunu” ifade eden Bediüzzaman şiddetli muhabbetin fani mahbuplara yönelmesiyle sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Şayet kişi fani mahbupların aşk ve muhabbete layık olmadığını anlar da bâki bir sevgiliye yönelirse bu durumda aşk-ı mecâzî, aşk-ı hakikiye inkılâp eder” (Mektubat, 2005, s.56) buyurarak aşk-ı hakikinin Allah’ın esmasına ve zatına yönelmesi gerektiğini belirtir.
Bediüzzaman “İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedit bir aşk var” der. Bu nedenle her sevdiği şeyde, kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi bekâ tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse derinden derine feryat eder. Bütün ayrılıklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekâdan gelen ağamaların tercümanıdır. Eğer tevehhüm-ü bekâ olmazsa muhabbet edemez. Hattâ denilebilir ki, âlem-i bekanın ve ebedî Cennetin bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî, umumî duadır ki, Bâkî-i Zülcelâl, o şedit, sarsılmaz, fıtrî arzuyu, o tesirli, kuvvetli, umumî duayı kabul etmiştir ki, fani insanlar için bâki bir âlemi halk etmiş” (Lem’alar, 2005, s.34)
Mevlana Mesnevisine “Dinle neyden kim, hikayet etmede/Ayrılıklardan şikâyet etmede” mısraları ile başlar. Mevlana bu mısraları ile insanın Allah’tan uzaklaştığı ve gafleti ölçüsünde kalbin feryat ve figana başladığını ve bütün şairlerin şiirlerinde bu ayrılıktan şikayet ettiğini ifade etmektedir.
“Mahbublara karşı olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikiye ınkılâb ettiği gibi, insanların çoğunda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecâzî de aşk-ı hakikiye ınkılab edebilir” diyen Bediüzzaman “şayet dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecâzi, o âşık o yüzdeki fenâ ve çirkinliği görüp ondan yüz çevirirse, bâki bir mahbubu ararsa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i ilâhiye ve mezra-i ahret olan diğer iki yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-i meşru olan mecâzî aşk o zaman aşk-ı hakikiye ınkılaba yüz tutar” (Mektubat, 2005, s.24) demektedir.
Sonuç olarak, “Ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur; safları lezzetleri ve rahatları azdır. Ahrette ise, Cenâb-ı Hakkın hesabına olmadıkları için, ya faydasızdır veya harama girmiş ise azaptır. Allah hesabına olursa ibadettir, saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i cemalullaha vesiledir. (Sözler, 2005, s. 1048-1060)