aleykümselam
Değerli kardeşimiz,
Kader, Allah’ın ilminin bir nevi olduğuna göre, Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını anlamak, kaderi önemli ölçüde kavramaya yardımcı olur.
Ancak, eğer sadece bu kadar yeterli olsaydı, eskiden beri bütün İslam alimleri -Allah’ın sonsuz ilmine iman ettikleri halde- kader noktasında çok farklı görüşler, farklı deliller ortaya koymaları, bazılarının bu konuda susmayı tercih etmeleri gibi hususlar olmazdı.
Bu durum gösteriyor ki, kaderi anlamak Allah’ın sonsuz ilmini çok iyi kavramakla beraber, O’nun adalet, kudret, hikmet, irade sıfatları gibi daha pek çok sıfatları da yakından tanımak ve idrak etmek gerekir.
Çünkü, kader ilmin bir nevi olmakla beraber, Allah’ın bin bir isim ve sıfatlarının da tecellisidir. Hiç olmazsa, sıfat-ı sübutiye ve sıfat-ı selbiye gibi önem arz eden bazı sıfatların anlamlarını kesin olarak hazmetmekle beraber, konuyu zihne yakınlaştıran, akla kabul ettiren -yaşanan, yaşanabilen- bazı misalleri de özümsemek gerekir.
Soruda geçen konuya işaret eden bir hadis meali şöyledir:
“Sizden hiç kimse yoktur ki, cennet ve cehennemdeki yeri bilinmiş olmasın.” (Müslim, Kader 7)
Allah, her şeyi bilir. Bildiğini tayin ve takdir eder. Her zaman Cenâb-ı Hakk'ın ilmini, hikmetler ve maslahatlar takip eder. Allah, hikmet ve maslahata göre iş yapma mecburiyetinde değildir. Ancak, O'nun ilmi nasıl her şeyi kuşatmışsa hikmeti de, aynı şekilde her şeyi kuşatmıştır. O hem Alîm'dir, hem de Hakîm'dir. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir.
Nerede ilim tecelli eder, kudret ve irade iç içe çiçek gibi açarsa, hemen ardından bir hikmet ışıldamaya başlar. Halbuki biz, bu maslahat ve hikmetleri bilmediğimiz için çok kere mükellefiyetleri hoş görmeyebiliriz. Bunların, -fıkıh ıstılahıyla ifade edecek olursak- hüsün li gayrihi, yani neticeleri itibarıyla güzel olduğunu idrâk edemeyiz. Meseleye bu açıdan bakılabilse, yaratılışın sonuç itibarıyla çok hikmetli ve çok güzel olduğu ortaya çıkacaktır. Şerlere gelince, onlar bizim hususi kesbimize bağlıdır...
Olayların arka yüzünü, meselenin tatlı yönünü gösteren bir misal Hz. Yusuf (as)’dır. Mısır'a azîz olmak için, evvela kuyuya atılmak, sonra köle gibi satılmak, ardından zindana tıkılmak gerekiyormuş. Hz. Yusuf (as) da bunların hepsini görmüş ve çekmişti. O bütün bu imtihanları bir nebiye yakışır şekilde başarıyla atlatmıştı. Dış yönüyle zor ve çetin görünen bu olayların arka yüzünde, iç yönünde bütün milletin kaderine hâkim olma gibi bir pâye vardı ve o bunlara erişti.
Allah Resûlü (asv) de mi'râca böyle sıkıntılı bir anda çıkmıştı. Hâdiseler hep aleyhindeydi. Müslümanlar muhasara altına alınmışlardı. Kendisini en çok destekleyen iki insan vefat etmişti. Artık Hz. Hatice (r.anha) ve Ebû Talib cismanî hayatta Allah Resûlü (asv)'ın yanında olmayacaklardı. Taif'e gitmiş, fakat kabul görmemişti. (İbn Kesîr, el-Bidâye, 3/151-166) İşte tam bu esnada Allah Resûlü (asv)'ne gökten bir davet geldi. Derken imkân ve vücûb arası bir makama erdi. Evet bir yere ulaştı ki, orada Cibril (as) sadece O'nu seyretmekle yetindi. Çünkü parmak ucu kadar dahi ilerlemesi mümkün değildi. (İbn Kesîr, a.g.e. 3/135-145)
İşte Allah’ın ilminde her olay başlangıç ve sonuçları yönüyle böyle sırdan bir yumaktır. Yani, Allah, hem Zâhir hem de Bâtın olması hasebiyle, hâdiselerin hem mülk hem de melekût yönünü bilmektedir. Ve kader de O'nun bu ilminin sırlı bir ünvanı demektir. Bu keyfiyetiyle de kader Levh-i Mahfuz hakikatinin bir başka adıdır.