HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm
Ğâr-ı Hira
Hazret-i Ali -R. Anh- Peygamber Himayesinde:
Mekke’de ve etrafındaki bölgelerde şiddetli bir kuraklık ve kıtlık hüküm sürüyordu. Yiyecek şeyler bulunmuyordu, bulunanların fiyatı da alabildiğine yükselmişti.
Resulullah Aleyhisselâm, çocukluğundan evliliğine kadar kendisini himaye eden ve yetişmesinde büyük yardımları olan amcası Ebu Tâlib’in âilesinin kalabalık olduğunu ve geçim sıkıntısı çektiğini biliyordu. Onun bu ağır yükünü hafifletmek için çare aramaya başladı. Bu maksatla Haşim oğulları’nın en zengini olan diğer amcası Abbas’a giderek durumu anlattı ve “Çocuklarından ikisinin yükünü üzerimize alalım.” diye teklifte bulundu. Abbas bu teklifi çok beğendi. İkisi birden kalkıp Ebu Tâlib’in yanına vardılar, düşüncelerini kendisine bildirdiler. Ebu Tâlib: “Âkil’i, Tâlib’i bana bırakın, diğer çocuklardan hangisini istiyorsanız alın.” dedi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm Ali’yi, Abbas da Câfer’i yanlarına alıp evlerine geldiler. Bu suretle Hazret-i Ali, henüz dört-beş yaşında bir çocukken amcası oğlunun himayesine girmiş oldu. Resulullah Aleyhisselâm’ın risaletine kadar evin çocuğu gibi büyüyüp yetişti. Bu kendisi için büyük bir nimet oldu. Sekiz-on yaşında bir çocukken müslüman olmak ve namaz kılmak saâdetine erdi.
Câfer ise müslüman olup amcası Abbas’ın bakımına ihtiyacı kalmayacak bir duruma gelinceye kadar onun yanında kaldı.
Kuss bin Sâide:
Âhir zaman peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğini daha önceden haber verenlerden birisi de, İyâd kabilesi’nin ileri gelenlerinden Kuss bin Sâide’dir. Araplar’ın şâiri ve hatîbi idi. Meşhur Ukaz panayırında bir kızıl deve üzerinde yüz yaşını aşmış olduğu halde, oradaki yüzlerce insana hitabede bulundu:
“Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız. Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter. Çocuklar doğar, analarının babalarının yerlerini alır, derken hepsi mahvolup gider. Hadiselerin ardı arkası kesilmez, hepsi birbirini kovalar.
Kulak tutunuz, dikkat ediniz! Gökte haber var, yerde ibret alınacak şeyler var.
Yeryüzü büyük bir divan, gökyüzü yüksek bir tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar, yoksa orada bırakılıp da uykuya mı dalıyorlar?
Yemin ederim, yemin ederim ki; Allah indinde bir din vardır ki, şimdi içinde bulunduğunuz dinden daha sevgilidir.
Ve Allah’ın bir gelecek peygamber’i vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başımızın üstüne geldi. Ne mutlu o kimseye ki, ona iman eder, o da kendisine hidayet eder!
Vay o bedbahta ki, ona isyan ve muhalefet eyleye! Yazıklar olsun ömürleri gaflet ile geçen ümmetlere!
Ey insanlar! Hani âbâ ve ecdâd, hani müzeyyen kâşâneler ve taştan haneler yapan Âd ve Semûd!
Hani dünya varlığına mağrur olup da kavmine: ‘Ben sizin en büyük Rabb’inizim!’ diyen Firavun ve Nemrud? Onlar size nispetle daha zengin ve kuvvetçe sizden çok daha üstün değil miydiler? Bu yer onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin! Onların yolundan gitmeyin!
Her şey fânidir, bâki olan ancak Allah’tır. O birdir, şerîki ve nazîri yoktur. Tapılacak ancak O’dur. Doğmamış ve doğurulmamıştır.
Evvel gelip geçenlerde bize ibret alacak şey çoktur. Ölüm bir ırmaktır, girecek yerleri var amma çıkacak yeri yoktur.
Büyük küçük hep göçüp gidiyor, giden geri gelmiyor. Kesin olarak bildim ki, herkese olan size ve bana da olacaktır.”
Bu çok değerli hitabesini yapan ve Hatem’ül Enbiyâ’nın pek yakında geleceğini haber veren Kuss bin Sâide, kendisini dikkatle dinleyenler arasında geleceğinden söz ettiği peygamberin bulunduğundan habersizdi.
Aradan çok geçmeden, Resulullah Aleyhisselâm’a nübüvvet ve risalet geldi. Fakat Kuss vefat etmiş, gelip görüşmek kendisine nasip olmamıştı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kuss bin Sâide’den söz açıldığında:
“Ümit ederim ki Allah-u Teâlâ kıyâmet gününde Kuss bin Sâide’yi ayrı bir ümmet olarak haşreder.” buyurmuşlardır.
Resulullah Aleyhisselâm’ın iltifat ve takdirine mazhar olan Kuss bin Sâide’nin ölümden sonra dirilme ve âhiret ahvâli ile ilgili bir şiiri de şu mealdedir:
“Ey ölüye ağlayan kimse! Ölüler kabirlerinde yatıyorlar. Kendi mallarından olarak üstlerinde sadece bir kefen parçası var. Onları bırak kendi hallerine uyusunlar.
Zira gün gelecek çağrılacaklar, uykudan uyanır gibi uyanıp, önceden yaratıldıkları gibi tekrar yaratılıp çağırılan yere bir kısmı çıplak, bir kısmı giyinik olarak varacaklar. Giyinik olanlar da bir kısmı yeni elbiseler bir kısmı eski elbiseler giymiş durumda olacaklar.”
Kâbetullah Tamirinde Hakemlik:
Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail tarafından yapılmış olan Kâbe, geçen yüzyıllar içinde yağmur ve sel suları ile harap olmuş, duvarları iyice yıpranmış, örtüsünün tutuşup yanması ile duvarlardaki ağaçlar da yanmış, yıkılmaya yüz tutmuştu. Kâbe’nin tamir edilmesi gerekiyordu.
Kureyşliler Kâbe’yi yıkarak yeniden yapmaya karar verdiler.
İnşaat işinin başlamasından önce yapılan merasimde; binanın yapımı için yapılacak yardımların helâl gelir olmasını, zinâdan, fâizden ve zulümle elde edilen gelirlerden yapılmamasını tavsiye ettiler. Yardımlar toplandı, gerekli malzeme temin edildi ve böylece Kâbe’nin yeniden inşâsına başlandı. Önce Kâbe’yi İbrahim Aleyhisselâm’ın attığı temele kadar yıktılar. Bundan sonra taşlar örülmeye başladı. Mekke’nin bütün kabileleri çalışıyordu. Duvarlar Hacer-i esved’in bulunduğu yere kadar yükseldi. Yalnız Hacer-i esved’in yerine yerleştirilmesi işine gelince, kabileler arasında sert tartışmalar çıktı. Zira onu yerleştirmek şerefini her kabile kendisi kazanmak istiyordu. Çünkü bu iş onların itibarını artıracak, övünme sebebi olacaktı. Herkes aynı şeyi iddia edince eller kılıçlara uzandı, kan dökülmek üzere idi. Anlaşmazlık dört-beş gün böyle devam etti.
Nihayet meselenin hallini aramaya başladılar. Silâhlara sarılmadan önce son bir toplantı daha yaptılar. Çeşitli fikirler ileri sürüldü. İçlerinde en yaşlı olan Huzeyfe bin Muğire; Harem kapısından ilk girecek kişinin hakem yapılarak, onun vereceği karara uyulmasını teklif etti. Bu teklif ittifakla kabul edildi.
Tam o sırada Muhammed Aleyhisselâm çıkageldi. Onu görür görmez: “İşte el-emin, ona râzıyız, o Muhammed’dir!...” diye bağrışmaya başladılar. Herkes bu tesadüfe çok sevindi. Çünkü o dürüst bir kimse idi. O zamana kadar yanlış bir iş yaptığına, adam kayırdığına hiç rastlanmamıştı. Yanlarına gelince durumu anlattılar ve hemen kendisini hakem yaptılar. Herkes merakla ne yapacağını takip ettiği sırada sırtından çıkardığı ridâsını yere serdi, mübarek elleriyle Hacer-i esved’i ortasına koydu. Sonra da kabile başkanlarına uçlarından tutturarak köşeye kadar taşıttı. Köşeye gelince tekrar kendisi eline aldı, yerine yerleştirdi ve üzerinden duvar örülmeye devam edildi. Böylelikle taşı yerine taşımak şerefine hepsi nâil olmuştu. Diğer taraftan anlaşmazlık giderilmiş, büyük bir felâketin de önü alınmış oldu. Bu esnada Resulullah Aleyhisselâm otuz beş yaşlarında bulunuyordu.
Daha önceleri de mühim birkaç kavgayı önlemiş, birçok isabetli kararlar vermişti. Gerek Hılfül-fudûl cemiyetinde bulunuşu, gerekse Kâbe hakemliği onun gençlik dönemi hakkında bilgi veren mühim hadiseler arasında sayılır.
Kâbe’nin tamirinde bizzat çalışmış, taş taşımış, hatta bu yüzden omuzları yara olmuştu. Bir defasında amcası Abbas’ın tavsiyesine uyarak, taş acıtmasın diye elbisesini omuzuna topladığında, vücudu açılıverince baygın yere düşmüş, daha sonra hemen örtünmüş ve bir daha aynı hareketi tekrar etmemiştir. (Buhârî)
Ğâr-ı Hira:
Kâbe-i muazzama’nın yeniden inşâsından beri, Muhammed Aleyhisselâm’ın ruhi hayatında değişiklikler göze çarpmaya başladı. Daha önceleri dedesi Abdülmuttalib’in Ramazan ayında Hira mağarası’na çekildiği gibi, o da her sene azığını yanına alır, Mekke ile Arafat arasında Kâbe-i muazzama’ya yaklaşık beş km. uzaklıkta bulunan Hira dağında bir mağaraya gider, bütün Ramazan ayını orada geçirirdi. Bu mağaranın Muhammed Aleyhisselâm’ın hayatında mühim bir yeri vardır.
Hazret-i Hatice zaman zaman ona süt, kurutulmuş et, zeytinyağı, kuru ekmek gibi yiyecekler gönderir, bazen de lâzım olan şeyleri bizzat kendisi almaya gelirdi. Yolunu şaşıran yolcularla elindeki az bir yiyeceği paylaşırdı. Bu inzivâdan dönüşte doğruca Kâbe’yi ziyaret eder, yedi defa tavaf yapar, sonra evine giderdi. Bunu âdet edinmişti.
Mağarada bulunduğu sıralarda büyük bir sessizlik içinde tefekkür ve murakaba ile meşgul olur, kendisine ihsan edilen mârifet nuru ile ibadet eder ve kendisini ruh sükûnetine verirdi. Allah-u Teâlâ onu büyük vazifeyi ifâya hazırlıyordu, Hira’daki yalnızlığı ona iyice sevdirmişti.
Putperestliğin zirveye ulaştığı o bölgede, putperestlikten nefret ederek İbrahim Aleyhisselâm’ın dinini arayanlar da vardı. Eskiden beri bazı hanif ve zâhidler Recep ayında dağlarda inzivâya çekilir, tefekküre dalarlardı.
Resulullah Aleyhisselâm hususiyetle Peygamberlik öncesi beş yıl içinde farklı durumlarla karşılaşırdı. Zaman zaman kulağına gâibten: “Sen Allah’ın Peygamberi’sin!” diye sesler geliyor, gözüne melekler görünüyor, yollarda rastladığı ağaçlar ve taşlar: “Esselâmu aleyke ya Resulellah!” diye kendisine selâm veriyordu.
Câbir bin Semüre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Ben Mekke’de bir taş bilirim. Peygamber olarak gönderilmezden önce bana selâm veriyordu. Ben şu anda da o taşı biliyorum.” (Müslim: 2277)
Gün gibi aşikâr olarak rüyâlar görüyor ve rüyâda her gördüğünün mânâsı daha sonraki günlerde, olduğu gibi tahakkuk ediyordu. Bu rüyâ devresi altı ay devam etti.
"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Ğâr-ı Hira
Hazret-i Ali -R. Anh- Peygamber Himayesinde:
Mekke’de ve etrafındaki bölgelerde şiddetli bir kuraklık ve kıtlık hüküm sürüyordu. Yiyecek şeyler bulunmuyordu, bulunanların fiyatı da alabildiğine yükselmişti.
Resulullah Aleyhisselâm, çocukluğundan evliliğine kadar kendisini himaye eden ve yetişmesinde büyük yardımları olan amcası Ebu Tâlib’in âilesinin kalabalık olduğunu ve geçim sıkıntısı çektiğini biliyordu. Onun bu ağır yükünü hafifletmek için çare aramaya başladı. Bu maksatla Haşim oğulları’nın en zengini olan diğer amcası Abbas’a giderek durumu anlattı ve “Çocuklarından ikisinin yükünü üzerimize alalım.” diye teklifte bulundu. Abbas bu teklifi çok beğendi. İkisi birden kalkıp Ebu Tâlib’in yanına vardılar, düşüncelerini kendisine bildirdiler. Ebu Tâlib: “Âkil’i, Tâlib’i bana bırakın, diğer çocuklardan hangisini istiyorsanız alın.” dedi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm Ali’yi, Abbas da Câfer’i yanlarına alıp evlerine geldiler. Bu suretle Hazret-i Ali, henüz dört-beş yaşında bir çocukken amcası oğlunun himayesine girmiş oldu. Resulullah Aleyhisselâm’ın risaletine kadar evin çocuğu gibi büyüyüp yetişti. Bu kendisi için büyük bir nimet oldu. Sekiz-on yaşında bir çocukken müslüman olmak ve namaz kılmak saâdetine erdi.
Câfer ise müslüman olup amcası Abbas’ın bakımına ihtiyacı kalmayacak bir duruma gelinceye kadar onun yanında kaldı.
Kuss bin Sâide:
Âhir zaman peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğini daha önceden haber verenlerden birisi de, İyâd kabilesi’nin ileri gelenlerinden Kuss bin Sâide’dir. Araplar’ın şâiri ve hatîbi idi. Meşhur Ukaz panayırında bir kızıl deve üzerinde yüz yaşını aşmış olduğu halde, oradaki yüzlerce insana hitabede bulundu:
“Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız. Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter. Çocuklar doğar, analarının babalarının yerlerini alır, derken hepsi mahvolup gider. Hadiselerin ardı arkası kesilmez, hepsi birbirini kovalar.
Kulak tutunuz, dikkat ediniz! Gökte haber var, yerde ibret alınacak şeyler var.
Yeryüzü büyük bir divan, gökyüzü yüksek bir tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar, yoksa orada bırakılıp da uykuya mı dalıyorlar?
Yemin ederim, yemin ederim ki; Allah indinde bir din vardır ki, şimdi içinde bulunduğunuz dinden daha sevgilidir.
Ve Allah’ın bir gelecek peygamber’i vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başımızın üstüne geldi. Ne mutlu o kimseye ki, ona iman eder, o da kendisine hidayet eder!
Vay o bedbahta ki, ona isyan ve muhalefet eyleye! Yazıklar olsun ömürleri gaflet ile geçen ümmetlere!
Ey insanlar! Hani âbâ ve ecdâd, hani müzeyyen kâşâneler ve taştan haneler yapan Âd ve Semûd!
Hani dünya varlığına mağrur olup da kavmine: ‘Ben sizin en büyük Rabb’inizim!’ diyen Firavun ve Nemrud? Onlar size nispetle daha zengin ve kuvvetçe sizden çok daha üstün değil miydiler? Bu yer onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin! Onların yolundan gitmeyin!
Her şey fânidir, bâki olan ancak Allah’tır. O birdir, şerîki ve nazîri yoktur. Tapılacak ancak O’dur. Doğmamış ve doğurulmamıştır.
Evvel gelip geçenlerde bize ibret alacak şey çoktur. Ölüm bir ırmaktır, girecek yerleri var amma çıkacak yeri yoktur.
Büyük küçük hep göçüp gidiyor, giden geri gelmiyor. Kesin olarak bildim ki, herkese olan size ve bana da olacaktır.”
Bu çok değerli hitabesini yapan ve Hatem’ül Enbiyâ’nın pek yakında geleceğini haber veren Kuss bin Sâide, kendisini dikkatle dinleyenler arasında geleceğinden söz ettiği peygamberin bulunduğundan habersizdi.
Aradan çok geçmeden, Resulullah Aleyhisselâm’a nübüvvet ve risalet geldi. Fakat Kuss vefat etmiş, gelip görüşmek kendisine nasip olmamıştı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kuss bin Sâide’den söz açıldığında:
“Ümit ederim ki Allah-u Teâlâ kıyâmet gününde Kuss bin Sâide’yi ayrı bir ümmet olarak haşreder.” buyurmuşlardır.
Resulullah Aleyhisselâm’ın iltifat ve takdirine mazhar olan Kuss bin Sâide’nin ölümden sonra dirilme ve âhiret ahvâli ile ilgili bir şiiri de şu mealdedir:
“Ey ölüye ağlayan kimse! Ölüler kabirlerinde yatıyorlar. Kendi mallarından olarak üstlerinde sadece bir kefen parçası var. Onları bırak kendi hallerine uyusunlar.
Zira gün gelecek çağrılacaklar, uykudan uyanır gibi uyanıp, önceden yaratıldıkları gibi tekrar yaratılıp çağırılan yere bir kısmı çıplak, bir kısmı giyinik olarak varacaklar. Giyinik olanlar da bir kısmı yeni elbiseler bir kısmı eski elbiseler giymiş durumda olacaklar.”
Kâbetullah Tamirinde Hakemlik:
Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail tarafından yapılmış olan Kâbe, geçen yüzyıllar içinde yağmur ve sel suları ile harap olmuş, duvarları iyice yıpranmış, örtüsünün tutuşup yanması ile duvarlardaki ağaçlar da yanmış, yıkılmaya yüz tutmuştu. Kâbe’nin tamir edilmesi gerekiyordu.
Kureyşliler Kâbe’yi yıkarak yeniden yapmaya karar verdiler.
İnşaat işinin başlamasından önce yapılan merasimde; binanın yapımı için yapılacak yardımların helâl gelir olmasını, zinâdan, fâizden ve zulümle elde edilen gelirlerden yapılmamasını tavsiye ettiler. Yardımlar toplandı, gerekli malzeme temin edildi ve böylece Kâbe’nin yeniden inşâsına başlandı. Önce Kâbe’yi İbrahim Aleyhisselâm’ın attığı temele kadar yıktılar. Bundan sonra taşlar örülmeye başladı. Mekke’nin bütün kabileleri çalışıyordu. Duvarlar Hacer-i esved’in bulunduğu yere kadar yükseldi. Yalnız Hacer-i esved’in yerine yerleştirilmesi işine gelince, kabileler arasında sert tartışmalar çıktı. Zira onu yerleştirmek şerefini her kabile kendisi kazanmak istiyordu. Çünkü bu iş onların itibarını artıracak, övünme sebebi olacaktı. Herkes aynı şeyi iddia edince eller kılıçlara uzandı, kan dökülmek üzere idi. Anlaşmazlık dört-beş gün böyle devam etti.
Nihayet meselenin hallini aramaya başladılar. Silâhlara sarılmadan önce son bir toplantı daha yaptılar. Çeşitli fikirler ileri sürüldü. İçlerinde en yaşlı olan Huzeyfe bin Muğire; Harem kapısından ilk girecek kişinin hakem yapılarak, onun vereceği karara uyulmasını teklif etti. Bu teklif ittifakla kabul edildi.
Tam o sırada Muhammed Aleyhisselâm çıkageldi. Onu görür görmez: “İşte el-emin, ona râzıyız, o Muhammed’dir!...” diye bağrışmaya başladılar. Herkes bu tesadüfe çok sevindi. Çünkü o dürüst bir kimse idi. O zamana kadar yanlış bir iş yaptığına, adam kayırdığına hiç rastlanmamıştı. Yanlarına gelince durumu anlattılar ve hemen kendisini hakem yaptılar. Herkes merakla ne yapacağını takip ettiği sırada sırtından çıkardığı ridâsını yere serdi, mübarek elleriyle Hacer-i esved’i ortasına koydu. Sonra da kabile başkanlarına uçlarından tutturarak köşeye kadar taşıttı. Köşeye gelince tekrar kendisi eline aldı, yerine yerleştirdi ve üzerinden duvar örülmeye devam edildi. Böylelikle taşı yerine taşımak şerefine hepsi nâil olmuştu. Diğer taraftan anlaşmazlık giderilmiş, büyük bir felâketin de önü alınmış oldu. Bu esnada Resulullah Aleyhisselâm otuz beş yaşlarında bulunuyordu.
Daha önceleri de mühim birkaç kavgayı önlemiş, birçok isabetli kararlar vermişti. Gerek Hılfül-fudûl cemiyetinde bulunuşu, gerekse Kâbe hakemliği onun gençlik dönemi hakkında bilgi veren mühim hadiseler arasında sayılır.
Kâbe’nin tamirinde bizzat çalışmış, taş taşımış, hatta bu yüzden omuzları yara olmuştu. Bir defasında amcası Abbas’ın tavsiyesine uyarak, taş acıtmasın diye elbisesini omuzuna topladığında, vücudu açılıverince baygın yere düşmüş, daha sonra hemen örtünmüş ve bir daha aynı hareketi tekrar etmemiştir. (Buhârî)
Ğâr-ı Hira:
Kâbe-i muazzama’nın yeniden inşâsından beri, Muhammed Aleyhisselâm’ın ruhi hayatında değişiklikler göze çarpmaya başladı. Daha önceleri dedesi Abdülmuttalib’in Ramazan ayında Hira mağarası’na çekildiği gibi, o da her sene azığını yanına alır, Mekke ile Arafat arasında Kâbe-i muazzama’ya yaklaşık beş km. uzaklıkta bulunan Hira dağında bir mağaraya gider, bütün Ramazan ayını orada geçirirdi. Bu mağaranın Muhammed Aleyhisselâm’ın hayatında mühim bir yeri vardır.
Hazret-i Hatice zaman zaman ona süt, kurutulmuş et, zeytinyağı, kuru ekmek gibi yiyecekler gönderir, bazen de lâzım olan şeyleri bizzat kendisi almaya gelirdi. Yolunu şaşıran yolcularla elindeki az bir yiyeceği paylaşırdı. Bu inzivâdan dönüşte doğruca Kâbe’yi ziyaret eder, yedi defa tavaf yapar, sonra evine giderdi. Bunu âdet edinmişti.
Mağarada bulunduğu sıralarda büyük bir sessizlik içinde tefekkür ve murakaba ile meşgul olur, kendisine ihsan edilen mârifet nuru ile ibadet eder ve kendisini ruh sükûnetine verirdi. Allah-u Teâlâ onu büyük vazifeyi ifâya hazırlıyordu, Hira’daki yalnızlığı ona iyice sevdirmişti.
Putperestliğin zirveye ulaştığı o bölgede, putperestlikten nefret ederek İbrahim Aleyhisselâm’ın dinini arayanlar da vardı. Eskiden beri bazı hanif ve zâhidler Recep ayında dağlarda inzivâya çekilir, tefekküre dalarlardı.
Resulullah Aleyhisselâm hususiyetle Peygamberlik öncesi beş yıl içinde farklı durumlarla karşılaşırdı. Zaman zaman kulağına gâibten: “Sen Allah’ın Peygamberi’sin!” diye sesler geliyor, gözüne melekler görünüyor, yollarda rastladığı ağaçlar ve taşlar: “Esselâmu aleyke ya Resulellah!” diye kendisine selâm veriyordu.
Câbir bin Semüre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Ben Mekke’de bir taş bilirim. Peygamber olarak gönderilmezden önce bana selâm veriyordu. Ben şu anda da o taşı biliyorum.” (Müslim: 2277)
Gün gibi aşikâr olarak rüyâlar görüyor ve rüyâda her gördüğünün mânâsı daha sonraki günlerde, olduğu gibi tahakkuk ediyordu. Bu rüyâ devresi altı ay devam etti.
"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Son düzenleme: