Soru: Kur’ân-ı Kerim’de, geçmiş kavimlerin; yaptıkları zulüm ve irtikâp ettikleri günahlara göre, farklı azap ve musibetlerle cezalandırıldıklarını görüyoruz. Ayrıca çeşit çeşit günaha karşı tevbenin de farklı farklı olması gerektiği ifade ediliyor. Bu tespitler ışığında günümüzde başımıza gelen bela ve musibetleri doğru okuyabilmemiz ve ona muvafık bir tevbede bulunabilmemiz için hangi hususlara dikkat edilmelidir?
Cevap: Sorunuzda dile getirdiğiniz hususa, bir misal teşkil etmesi açısından, Ankebût sûre-i celîlesindeki şu âyet-i kerimeyi zikredebiliriz:
“Onlardan her birini günahıyla kıskıvrak yakalayıp derdest ettik. Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik, kimini korkunç bir gürültü bastırıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmedi, onlar asıl kendi kendilerine zul-mettiler.” (Ankebût sûresi, 29/40)
Görüldüğü üzere âyet-i kerimede o kavimlerden veya o kavimlerde bulunan fertlerden her birinin kendi suçu sebebiyle bir cezaya çarptırıldığı ifade edilmektedir.
Mezkûr âyette, hangi kavmin hangi azapla cezalandırıldığı açık bir şekilde bildirilmemektedir. Ancak daha başka âyet-i kerimelerden, burada zikredilen azap türlerinin hangi kavimlerin başına geldiğine dair bir kısım bilgilere sahip bulunuyoruz. Mesela Âd ve Semud kavminin bir sayha ile helak edildiğini, yerin dibine batırılanın Karun olduğunu, Firavun’un ise suya gark edildiğini biliyoruz.
Şimdi sorunuza dönecek olursak, öncelikle ifade etmem gerekir ki, zikredilen bu kavimlerin, günah ve isyanlarıyla, başlarına gelen musibetler arasında bir münasebet aramanın, bizi çok alâkadar edip etmeyeceğini bilemiyorum. Bununla birlikte, böyle bir alâka kurmanın, değişik maslahat ve faydaları olabileceğini düşünüyorsak, dikkat edildiğinde, işlenen suçlarla, bu suçlara terettüp eden cezalar arasında bir münasebet olduğunu görebilir, bir münasebet kurabiliriz. Mesela, Âd ve Semud kavimleri, semaviliği görmemiş/görememişlerdi. Peygambere gelen vahyi inkâr etmişler, bir peygamberin şahsında kendilerine ulaştırılan semanın sesini duymamışlardı. Bunun neticesinde de beklemedikleri korkunç bir semavi sayha ile yerle bir edilmişlerdi. Bir kez daha ifade edeyim ki, Kur’ân-ı Kerim, sarahaten böyle bir münasebeti ifade etmese de, aklî istidlaller neticesinde biz böyle bir alâka kurabiliriz.
İkinci bir misal olarak, Kur’ân-ı Kerim’de, yaklaşık iki sayfada, açıktan açığa Karun’un isyanı ve ona verilen ceza anlatılır. Bu âyet-i kerimelerde, o tâli’sizin, hazineleri ile ortaya çıkarak halka karşı çalım satması, caka yapması ve onun bu çalım ve cakalarına bazılarının imrenerek ona verilenlerin kendilerine de verilmesini temenni etmeleri dile getirilir. İşte yerin üstünde âdeta hindiler gibi kabara kabara dolaşan Karun’a verilen cezanın da, suçuna uygun olarak yerin dibine batırılma şeklinde tecellî ettiğini görüyoruz. Hz. Pîr’in ifade ettiği gibi tevazu, insanı yukarılara çıkarırken, tekebbür ve büyüklenme ise onu yerin dibine batırmaktadır.
Âyetin sonunda ise fezleke olarak şöyle buyrulur:
“Onlara Allah zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler.” Zulmetme; haddini bilmeme, hak, hukuk, sınır tanımama, küstahlıkta bulunma ve hakka karşı meydan okuma demektir. İşte Ankebût sûre-i celîlesinde, mezkûr âyetten önce peygamberlerine karşı küstahlık yapan, haddini aşan, taşkınlıkta bulunan kavimler anlatılmış, başlarına gelen belalar zikredilmiştir. Âyet-i kerimenin sonunda ise, Cenâb-ı Hakk’ın –hâşâ– onlara zulmetmediği, onların ancak müstehak oldukları cezaya çarptırıldıkları ve aslında onların yaptıkları zülum ve işledikleri azim günahlarla, kendi kendilerine zulmedip bunu kendi kendilerine reva gördükleri ifade edilmektedir.
Günahlarını Alenîleştirenlerin Ötede Karşılaşacağı Muamele
Sorunuzun ikinci kısmına gelince; Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde:
“Bütün insanlar hata işleyebilirler. Ancak hata işleyenlerin en hayırlısı, tevbe ile yeniden Allah’a dönenlerdir.” (Tirmizî, Kıyamet 49) buyurmuşlardır. Evet, insan hata ve günah işleyebilir. Ancak işlenen günahı setretmek ve kimseye faş etmemek esastır. Çünkü Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Buhari’de geçen bir hadis-i şerifte:
“Günahı alenî işleyenlerin dışında ümmetimin hepsi affa mazhar olacaktır.” buyurmuşlar; daha sonra da kişinin geceleyin işlediği ve Allah’ın da affettiği bir günahı sabah olunca başkalarına anlatmasını alenî günah işlemenin bir çeşidi olarak saymışlardır. (Buhârî, Edeb 60) Böylece o kişi, Allah’ın örttüğü bir hatayı kendisi açmış, günahını halkın içinde anlatıp insanları o günaha şahit tutmakla, bir manada kendi elini kolunu bağlamıştır. Bunun neticesinde ise, o davranış, ahirette kendi aleyhine değerlendirilecek bir husus olarak karşısına çıkacaktır.
Bu sebeple diyoruz ki, evet, herkes düşebilir. Ancak düştükten sonra yeniden Allah’a teveccüh edip O’na dönmek yerine, kalkıp günahını başkalarına anlatmak, günah kabahatine daha büyük bir kabahat eklemek demektir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, Settaru’l-Uyûb’tur. Sadece O’na sığınmak ve:
Çeşit Çeşit Vesâyet
Soruda dile getirilen, günahın çeşidine göre tevbe edilmesi mevzuu da, hakikaten üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir husustur. Çünkü tevbe mücerred bir pişmanlık duygusu olmadığı gibi, sadece dille ifade edilen bir af talebi demek de değildir. Elbette ki, gönülden nedamet ve el açıp istiğfarda bulunmak tevbe adına çok önemlidir. Ancak, sahih bir tevbe için, aynı zamanda, ne tür bir günah işlenmişse, onun bir daha tekerrür etmemesi adına, fevt ve ihmal edilen şeylerin telafi edilmesi, o günahın yaptığı tahribatın giderilmeye çalışılması ve yeniden o günahı netice verebilecek hususlara karşı sağlam ve kararlı bir duruş ortaya konulması gerekir. Meselâ, bu coğrafyanın insanı, bir dönem, kendini gaflete salıp uyanık davranmadığından ötürü, yabancı duygu ve düşünceler tarafından ele geçirilmiş ve kuşatma altına alınmışsa, böyle bir gaflet günahının tevbesi, bir perşembe akşamında, merasim şeklinde dile getirilen istiğfar cümleleriyle gerçekleştirilemez. Bir bakın Allah aşkına, bugün milletimiz ve İslâm dünyasının üzerinde kaç çeşit vesayet var! Ekonomik vesayet, kültürel vesayet, üstü örtülü siyasî vesayet ve daha nice vesayet. Eğer bu çeşit çeşit vesayetler, bizim, şahsî çıkar ve menfaat peşinde koşmamız, egoistçe tavır ve davranışlar içine girmemiz, enaniyet ve benlik duygusuyla iftiraklara sebebiyet vermemiz… gibi azim günahların bir neticesi ise, o zaman yapmamız gereken vahdet-i ruhiyeyi temin için benlik ve enaniyetimizi ayaklar altına almak, şahsî menfaatlerimizi düşünmeyi bir kenara bırakıp milletimizi ve onun ikbal ve geleceğini düşünmek olmalıdır. Evet, inanan insanlar olarak bu şekilde çeşit çeşit vesayet altında bulunmak öyle bir cinayet ve öyle bir günahtır ki, işlenen bu günahın vebalinden kurtulmak için “onurum, gururum” demeden, enaniyetimizi ayaklar altına almamız; alıp vifak ve ittifak adına ölesiye bir gayret sergilememiz gerekir. İşte bu duygu ve düşünceyle, muzdarip ve içten bir edayla, dilimizle de, “Allahım, ne olur, bahtına düştük. Bizi affeyle ve bizi kendimize getir. İhmal ettiğimiz sahalardaki boşlukları doldurmak için bize güç, kuvvet, irade ver; fırsat ve imkân lütfeyle!..” diye yalvarıp yakarmalıyız.
İftiraka Sebebiyet Verenler Cennet Yüzü Göremezler
Bilemezsiniz, bir Endülüs’ü düşündüğümde yüreğim nasıl burkulur, gönlüm nasıl hicranla dolar. Evet, bana hep hicran gelir; oradaki mü’minler, birbiriyle didişip uğraşırken, Ferdinand’ın gelip hepsinin tepesine binmesi ve o coğrafyada bir gül devrinin hazin bir şekilde son buluşu. Neticede sekiz asır sizin elinizde belli bir kıvama ulaşan ve aynı zamanda Batı Rönesans’ının iyi ve güzel unsurlarına kaynaklık eden bir coğrafya gözünüzün içine bakıla bakıla gasp edilmiştir.
O koskocaman Devlet-i Âliye’nin, son hâli de esasen bundan farklı değildir. Evet, ne acıdır ki, yeryüzü muvazenesinde çok önemli bir konumu bulunan koskocaman bir Devlet-i Âliye iftiraklar neticesinde yıkılıp gitmiştir. Mehmet Âkif’in ifadeleri içinde o büyük devletten geriye, “harap eller, yıkılmış hanümanlar, kimsesiz çöller, başsız ümmetler, emek mahrumu günler ve fikri ferda bilmez akşamlar” kalmıştır.
Ancak biz,
“Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız. (Bakara sûresi, 2/134) ferman-ı sübhanisini nazar-ı dikkate alıp kendi hâl-i pürmelâlimize bakmamız gerekir. Evet, onlar, kazandıklarıyla Allah’ın huzuruna gittiler. Biz de bugün bir ümmet, bir milletiz. Bizim de tekâsüllerimiz, ihmallerimiz, birbirimizle yaka paça olmamız, anlaşma ve uzlaşmaya bir türlü yanaşmamamız ve ayrılıklara düşmemiz söz konusu. İşte bütün bunlar başımıza öyle gaileler açmaktadır ki, koskocaman bir millet iftiraklar sonucunda zayıf düşürülmüş, sonra da başkaları gelmiş, tokmakla tepesine inmiş ve onu sürüm sürüm süründürmüştür/süründürmektedir.
Bütün bu günahlar umumun hukukuna tecavüz olduğu için şahsî günahların kat be kat önüne geçer. Hukuk sistemi açısından amme hakkı aynı zamanda Allah hakkıdır. Bu açıdan milletin hukukuna tecavüz aynı zamanda Allah hakkını da ihtiva eder. Bu sebeple rahatlıkla denilebilir ki, iftiraklarla bir milleti paramparça hâle getirenler, namaz kılsa, oruç tutsa, zekat verse ve hacca gitse de, umum millet hakkını helal etmedikçe, onların Cennet’e girmeleri mümkün değildir.
Bu sebeple, hizip mülâhazasıyla vahdet-i ruhiyeyi yaralayan ve birbiriyle boğuşarak mübarek bir milleti paramparça hâle getirenler, bu ağır ve azim günahın vebalinden kurtulmak istiyorlarsa, işledikleri cinayetin büyüklüğünü görmeli, iftirakın ihanet ölçüsünde bu topluma zarar verdiğinin farkına varmalı ve artık klik ve hizip anlayışını bir kenara bırakarak vifak ve ittifaka giden yolları açmalıdırlar; hiç olmazsa sulh olup ihtilafa düşmeme noktasından bir azim ve cehd ortaya koymalıdırlar. Aksi takdirde biraz önce ifade edildiği gibi, umum millet fertleri hakkını helal etmedikçe, onlar, Cennet’in kokusunu dahi duyamazlar. İşte bu anlayış ve bakış açısıyla, hepimizin, “Keşke, tırnağımın ucundan başımdaki saçın ucuna kadar ölümü bütün acılığıyla duysaydım ama âlem-i İslâm âbidesinin ayakta olduğunu, Ümmet-i Muhammed’in vifak ve ittifak içinde tek bir yürek hâline geldiğini görseydim.” diyerek dua etmeli ve bütün cehd ve gayretlerimizle bu işe kilitlenmeliyiz ki, bu durum, umum günahlara keffaret olsun ve başımızdaki gaile ve musibetler de Rahmet-i İlâhî tarafından bertaraf edilsin. Evet, Cenâb-ı Hakk’a karşı: “Allah’ım bin kere benim canımı al ama ülkemde nizam olsun. Ne olur ya Rabbi, bahtına düştük, canımızı al fakat ruhumuzun abidesini dikmeye bizi muvaffak kıl. Ne yapalım, âciziz, zayıfız, elimizden bir şey gelmiyor. Feleğin çarkları karşısında hep yenik düşüyoruz. O çarklar bizim arzu ve isteklerimize göre dönmüyor. Zira zimam başkasının elinde, dümende oturan başkası. Vallahi, billahi, tallahi, çırpınıp duruyoruz ama dediğimiz şeyler hep havada kalıyor.” sözleriyle içimizde iç yakan bir hicran ve hasret olmalı ve sinemiz zıpkın yemiş gibi heyecanla inlemelidir ki, bizim bu hâlimiz umum günahlara kefaret olsun ve yeniden bir kez daha milletimizin ikbali gülsün.
KIRIK TESTİ'DEN...
Cevap: Sorunuzda dile getirdiğiniz hususa, bir misal teşkil etmesi açısından, Ankebût sûre-i celîlesindeki şu âyet-i kerimeyi zikredebiliriz:
فَكُلًّا أَخَذْنَا بِذَنْبِهِ فَمِنْهُمْ مَنْ أَرْسَلْنَا عَلَيْهِ حَاصِبًا وَمِنْهُمْ مَنْ أَخَذَتْهُ الصَّيْحَةُ وَمِنْهُمْ مَنْ خَسَفْنَا بِهِ الْأَرْضَ وَمِنْهُمْ مَنْ أَغْرَقْنَا وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلٰكِنْ كَانُۤوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
“Onlardan her birini günahıyla kıskıvrak yakalayıp derdest ettik. Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik, kimini korkunç bir gürültü bastırıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmedi, onlar asıl kendi kendilerine zul-mettiler.” (Ankebût sûresi, 29/40)
Görüldüğü üzere âyet-i kerimede o kavimlerden veya o kavimlerde bulunan fertlerden her birinin kendi suçu sebebiyle bir cezaya çarptırıldığı ifade edilmektedir.
Mezkûr âyette, hangi kavmin hangi azapla cezalandırıldığı açık bir şekilde bildirilmemektedir. Ancak daha başka âyet-i kerimelerden, burada zikredilen azap türlerinin hangi kavimlerin başına geldiğine dair bir kısım bilgilere sahip bulunuyoruz. Mesela Âd ve Semud kavminin bir sayha ile helak edildiğini, yerin dibine batırılanın Karun olduğunu, Firavun’un ise suya gark edildiğini biliyoruz.
Şimdi sorunuza dönecek olursak, öncelikle ifade etmem gerekir ki, zikredilen bu kavimlerin, günah ve isyanlarıyla, başlarına gelen musibetler arasında bir münasebet aramanın, bizi çok alâkadar edip etmeyeceğini bilemiyorum. Bununla birlikte, böyle bir alâka kurmanın, değişik maslahat ve faydaları olabileceğini düşünüyorsak, dikkat edildiğinde, işlenen suçlarla, bu suçlara terettüp eden cezalar arasında bir münasebet olduğunu görebilir, bir münasebet kurabiliriz. Mesela, Âd ve Semud kavimleri, semaviliği görmemiş/görememişlerdi. Peygambere gelen vahyi inkâr etmişler, bir peygamberin şahsında kendilerine ulaştırılan semanın sesini duymamışlardı. Bunun neticesinde de beklemedikleri korkunç bir semavi sayha ile yerle bir edilmişlerdi. Bir kez daha ifade edeyim ki, Kur’ân-ı Kerim, sarahaten böyle bir münasebeti ifade etmese de, aklî istidlaller neticesinde biz böyle bir alâka kurabiliriz.
İkinci bir misal olarak, Kur’ân-ı Kerim’de, yaklaşık iki sayfada, açıktan açığa Karun’un isyanı ve ona verilen ceza anlatılır. Bu âyet-i kerimelerde, o tâli’sizin, hazineleri ile ortaya çıkarak halka karşı çalım satması, caka yapması ve onun bu çalım ve cakalarına bazılarının imrenerek ona verilenlerin kendilerine de verilmesini temenni etmeleri dile getirilir. İşte yerin üstünde âdeta hindiler gibi kabara kabara dolaşan Karun’a verilen cezanın da, suçuna uygun olarak yerin dibine batırılma şeklinde tecellî ettiğini görüyoruz. Hz. Pîr’in ifade ettiği gibi tevazu, insanı yukarılara çıkarırken, tekebbür ve büyüklenme ise onu yerin dibine batırmaktadır.
Âyetin sonunda ise fezleke olarak şöyle buyrulur:
وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلٰكِنْ كَانُۤوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
“Onlara Allah zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler.” Zulmetme; haddini bilmeme, hak, hukuk, sınır tanımama, küstahlıkta bulunma ve hakka karşı meydan okuma demektir. İşte Ankebût sûre-i celîlesinde, mezkûr âyetten önce peygamberlerine karşı küstahlık yapan, haddini aşan, taşkınlıkta bulunan kavimler anlatılmış, başlarına gelen belalar zikredilmiştir. Âyet-i kerimenin sonunda ise, Cenâb-ı Hakk’ın –hâşâ– onlara zulmetmediği, onların ancak müstehak oldukları cezaya çarptırıldıkları ve aslında onların yaptıkları zülum ve işledikleri azim günahlarla, kendi kendilerine zulmedip bunu kendi kendilerine reva gördükleri ifade edilmektedir.
Günahlarını Alenîleştirenlerin Ötede Karşılaşacağı Muamele
Sorunuzun ikinci kısmına gelince; Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde:
كُلُّ ابْنِ آدَمَ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ
“Bütün insanlar hata işleyebilirler. Ancak hata işleyenlerin en hayırlısı, tevbe ile yeniden Allah’a dönenlerdir.” (Tirmizî, Kıyamet 49) buyurmuşlardır. Evet, insan hata ve günah işleyebilir. Ancak işlenen günahı setretmek ve kimseye faş etmemek esastır. Çünkü Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Buhari’de geçen bir hadis-i şerifte:
كُلُّ أُمَّتِى مُعَافَى اِلَّا الْمُجَاهِرُونَ
“Günahı alenî işleyenlerin dışında ümmetimin hepsi affa mazhar olacaktır.” buyurmuşlar; daha sonra da kişinin geceleyin işlediği ve Allah’ın da affettiği bir günahı sabah olunca başkalarına anlatmasını alenî günah işlemenin bir çeşidi olarak saymışlardır. (Buhârî, Edeb 60) Böylece o kişi, Allah’ın örttüğü bir hatayı kendisi açmış, günahını halkın içinde anlatıp insanları o günaha şahit tutmakla, bir manada kendi elini kolunu bağlamıştır. Bunun neticesinde ise, o davranış, ahirette kendi aleyhine değerlendirilecek bir husus olarak karşısına çıkacaktır.
Bu sebeple diyoruz ki, evet, herkes düşebilir. Ancak düştükten sonra yeniden Allah’a teveccüh edip O’na dönmek yerine, kalkıp günahını başkalarına anlatmak, günah kabahatine daha büyük bir kabahat eklemek demektir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, Settaru’l-Uyûb’tur. Sadece O’na sığınmak ve:
يَا سَتَّارُ يَا غَفَّارُ، اِغْفِرْلَنَا ذُنُوبَنَا كُلَّهَا وَ اسْتُرْ عَيُوبَنَا كُلَّهَا
“Ey Settar u Gaffâr olan Allah’ım! Günahlarımızı bütünüyle yarlıga! Ayıplarımızı da bütünüyle setreyle!” diyerek Setttar ve Gaffar ism-i mübarekleriyle O’na iltica edip el açmak ve O’na yalvarıp yakarmak gerekir.
Çeşit Çeşit Vesâyet
Soruda dile getirilen, günahın çeşidine göre tevbe edilmesi mevzuu da, hakikaten üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir husustur. Çünkü tevbe mücerred bir pişmanlık duygusu olmadığı gibi, sadece dille ifade edilen bir af talebi demek de değildir. Elbette ki, gönülden nedamet ve el açıp istiğfarda bulunmak tevbe adına çok önemlidir. Ancak, sahih bir tevbe için, aynı zamanda, ne tür bir günah işlenmişse, onun bir daha tekerrür etmemesi adına, fevt ve ihmal edilen şeylerin telafi edilmesi, o günahın yaptığı tahribatın giderilmeye çalışılması ve yeniden o günahı netice verebilecek hususlara karşı sağlam ve kararlı bir duruş ortaya konulması gerekir. Meselâ, bu coğrafyanın insanı, bir dönem, kendini gaflete salıp uyanık davranmadığından ötürü, yabancı duygu ve düşünceler tarafından ele geçirilmiş ve kuşatma altına alınmışsa, böyle bir gaflet günahının tevbesi, bir perşembe akşamında, merasim şeklinde dile getirilen istiğfar cümleleriyle gerçekleştirilemez. Bir bakın Allah aşkına, bugün milletimiz ve İslâm dünyasının üzerinde kaç çeşit vesayet var! Ekonomik vesayet, kültürel vesayet, üstü örtülü siyasî vesayet ve daha nice vesayet. Eğer bu çeşit çeşit vesayetler, bizim, şahsî çıkar ve menfaat peşinde koşmamız, egoistçe tavır ve davranışlar içine girmemiz, enaniyet ve benlik duygusuyla iftiraklara sebebiyet vermemiz… gibi azim günahların bir neticesi ise, o zaman yapmamız gereken vahdet-i ruhiyeyi temin için benlik ve enaniyetimizi ayaklar altına almak, şahsî menfaatlerimizi düşünmeyi bir kenara bırakıp milletimizi ve onun ikbal ve geleceğini düşünmek olmalıdır. Evet, inanan insanlar olarak bu şekilde çeşit çeşit vesayet altında bulunmak öyle bir cinayet ve öyle bir günahtır ki, işlenen bu günahın vebalinden kurtulmak için “onurum, gururum” demeden, enaniyetimizi ayaklar altına almamız; alıp vifak ve ittifak adına ölesiye bir gayret sergilememiz gerekir. İşte bu duygu ve düşünceyle, muzdarip ve içten bir edayla, dilimizle de, “Allahım, ne olur, bahtına düştük. Bizi affeyle ve bizi kendimize getir. İhmal ettiğimiz sahalardaki boşlukları doldurmak için bize güç, kuvvet, irade ver; fırsat ve imkân lütfeyle!..” diye yalvarıp yakarmalıyız.
İftiraka Sebebiyet Verenler Cennet Yüzü Göremezler
Bilemezsiniz, bir Endülüs’ü düşündüğümde yüreğim nasıl burkulur, gönlüm nasıl hicranla dolar. Evet, bana hep hicran gelir; oradaki mü’minler, birbiriyle didişip uğraşırken, Ferdinand’ın gelip hepsinin tepesine binmesi ve o coğrafyada bir gül devrinin hazin bir şekilde son buluşu. Neticede sekiz asır sizin elinizde belli bir kıvama ulaşan ve aynı zamanda Batı Rönesans’ının iyi ve güzel unsurlarına kaynaklık eden bir coğrafya gözünüzün içine bakıla bakıla gasp edilmiştir.
O koskocaman Devlet-i Âliye’nin, son hâli de esasen bundan farklı değildir. Evet, ne acıdır ki, yeryüzü muvazenesinde çok önemli bir konumu bulunan koskocaman bir Devlet-i Âliye iftiraklar neticesinde yıkılıp gitmiştir. Mehmet Âkif’in ifadeleri içinde o büyük devletten geriye, “harap eller, yıkılmış hanümanlar, kimsesiz çöller, başsız ümmetler, emek mahrumu günler ve fikri ferda bilmez akşamlar” kalmıştır.
Ancak biz,
تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ
“Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız. (Bakara sûresi, 2/134) ferman-ı sübhanisini nazar-ı dikkate alıp kendi hâl-i pürmelâlimize bakmamız gerekir. Evet, onlar, kazandıklarıyla Allah’ın huzuruna gittiler. Biz de bugün bir ümmet, bir milletiz. Bizim de tekâsüllerimiz, ihmallerimiz, birbirimizle yaka paça olmamız, anlaşma ve uzlaşmaya bir türlü yanaşmamamız ve ayrılıklara düşmemiz söz konusu. İşte bütün bunlar başımıza öyle gaileler açmaktadır ki, koskocaman bir millet iftiraklar sonucunda zayıf düşürülmüş, sonra da başkaları gelmiş, tokmakla tepesine inmiş ve onu sürüm sürüm süründürmüştür/süründürmektedir.
Bütün bu günahlar umumun hukukuna tecavüz olduğu için şahsî günahların kat be kat önüne geçer. Hukuk sistemi açısından amme hakkı aynı zamanda Allah hakkıdır. Bu açıdan milletin hukukuna tecavüz aynı zamanda Allah hakkını da ihtiva eder. Bu sebeple rahatlıkla denilebilir ki, iftiraklarla bir milleti paramparça hâle getirenler, namaz kılsa, oruç tutsa, zekat verse ve hacca gitse de, umum millet hakkını helal etmedikçe, onların Cennet’e girmeleri mümkün değildir.
Bu sebeple, hizip mülâhazasıyla vahdet-i ruhiyeyi yaralayan ve birbiriyle boğuşarak mübarek bir milleti paramparça hâle getirenler, bu ağır ve azim günahın vebalinden kurtulmak istiyorlarsa, işledikleri cinayetin büyüklüğünü görmeli, iftirakın ihanet ölçüsünde bu topluma zarar verdiğinin farkına varmalı ve artık klik ve hizip anlayışını bir kenara bırakarak vifak ve ittifaka giden yolları açmalıdırlar; hiç olmazsa sulh olup ihtilafa düşmeme noktasından bir azim ve cehd ortaya koymalıdırlar. Aksi takdirde biraz önce ifade edildiği gibi, umum millet fertleri hakkını helal etmedikçe, onlar, Cennet’in kokusunu dahi duyamazlar. İşte bu anlayış ve bakış açısıyla, hepimizin, “Keşke, tırnağımın ucundan başımdaki saçın ucuna kadar ölümü bütün acılığıyla duysaydım ama âlem-i İslâm âbidesinin ayakta olduğunu, Ümmet-i Muhammed’in vifak ve ittifak içinde tek bir yürek hâline geldiğini görseydim.” diyerek dua etmeli ve bütün cehd ve gayretlerimizle bu işe kilitlenmeliyiz ki, bu durum, umum günahlara keffaret olsun ve başımızdaki gaile ve musibetler de Rahmet-i İlâhî tarafından bertaraf edilsin. Evet, Cenâb-ı Hakk’a karşı: “Allah’ım bin kere benim canımı al ama ülkemde nizam olsun. Ne olur ya Rabbi, bahtına düştük, canımızı al fakat ruhumuzun abidesini dikmeye bizi muvaffak kıl. Ne yapalım, âciziz, zayıfız, elimizden bir şey gelmiyor. Feleğin çarkları karşısında hep yenik düşüyoruz. O çarklar bizim arzu ve isteklerimize göre dönmüyor. Zira zimam başkasının elinde, dümende oturan başkası. Vallahi, billahi, tallahi, çırpınıp duruyoruz ama dediğimiz şeyler hep havada kalıyor.” sözleriyle içimizde iç yakan bir hicran ve hasret olmalı ve sinemiz zıpkın yemiş gibi heyecanla inlemelidir ki, bizim bu hâlimiz umum günahlara kefaret olsun ve yeniden bir kez daha milletimizin ikbali gülsün.
KIRIK TESTİ'DEN...