Z
Ze'Mahşer
Ziyaretçi
1. GİRİŞ
Temel İslam bilimlerinde, özellikle hadis ilminde nakil, rivayet ve hafıza ile birlikte akıl, dirayet ve muhakemenin önemi tartışılmaz. Hadis metinlerinin, Resulullah'ın (s.a.v) muradına mutabakat arz edecek şekilde anlaşılması ve yorumlanması, sahabe devrinden günümüze bir çok âlim için sürekli bir zihni meşguliyet olmuştur.
Hicri ikinci ve üçüncü asırlarda müctehid imamların gösterdikleri üstün gayret, er-Râmehürmüzi'nin (v.360/970) telif ettiği "el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvi vel-vâi" adlı eser, el-Gazali'nin (v. 505/1111) hadisleri anlamanın esasları hakkında kaleme aldığı "Kânunu't-Te'vil" isimli risale, ez-Zerkeşi'nin (v. 794/1392), bazı sahabiler tarafından rivayet edilen hadislerin yanlış/eksik anlaşılması ve yorumlanması karşısında, Hz. Aişe' nin müdahale ederek düzelttiği konuları ihtiva eden "el-İcâbefi ırâdi me'stedrakethu Aişe ale's-sahabe" adıyla yaptığı çalışma, es-Suyûti'nin (v. 911/1505) "Aynu'l-isabe fi's-tidraki Aişe ale's-sahabe" adıyla yaptığı derleme, muasırlardan Muhammed el-Gazzali'nin (v. 1416/1996) "es-Sünnetü 'n-nebeviyye beyne ehl 'i-fıkhı ve'l-hadis" 1 ve Yusuf el-Karadavi'nin "Keyfe neteâmelu maa's-sünneti'n-nebeviyye" adlı kitapları söz konusu zihni meşguliyetin birkaç tezahüründen ibarettir. Bunlardan er-Ramehürmüzi'nin "el-Muhaddisu'lfâsıl" ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü usûl-i hadisin ilk sistematik ürünlerinden sayılan bu eser, isminden de anlaşılacağı üzere, rivayet-dirayet ilişkisini konu edinmiş ve nakil-akıl ikilisinin "olmazsa olmaz"lığını vurgulamıştır. O, rivayet ile dirayeti şahsında toplayan ilimlerin faziletini müstakil bir başlık altında işlediği 2 gibi, rivayetle birlikte dirayet ilminin ehl-i hadise has bir iş olduğunu ayrı bir bölümde ele almıştır 3. Esasen, er- Râmehürmüzi'nin şu tesbiti, Hadislerin anlaşılmasında rivayet-dirâyet bütünlüğü unvanını taşıyan bu makale için ilham kaynağı olmuştur.
Hadis ıle fıkıh (tefakkuh, ince anlayış, hüküm çıkarma tekniği ve istinbat melekesi) birlikte oldukları zaman tekemmül eder, birbirlerinden ayrıldıkları zaman ise noksan kalırlar. 4
Konunun sınırlandırılmasına yardımcı olan ve makalenin kavramsal çerçevesinin oluşturulmasında rol oynayan bu sözün açılımına geçmeden önce, araştırmamızın anahtar terimleri olan rivâyet ve dirâyetin hadis tarihinde yüklendikleri manayı kısaca arz etmek uygun olacaktır.
II. RİVÂYET ve DİRÂYET
Hicri sekizinci asırdan itibaren hadis ilminin, rivayet li 'l-hadis ilmi (ilmu rivayet il-hadis/ ilmu'l-hadis rivâyeten) ve dirâyetü'l-hadis ilmi (ılmu diryeti'l-hadis/ ilmu'l-hadis ol dirâyeten) tarzında bir tasnife tabi tutulduğu görülmektedir. Aslında tarih itibariyle rivayet ve dirayet kavramlarının kullanımı, hicretin ilk asırlarına uzanacak kadar eskidir. Nitekim bu konuda Peygamber'e (s.a.v.) nisbet edilen bir hadis de bulunmaktadır:
"Dirayet ehli (durat) olun, rivayet ehli (ruvat) olmayın. Fıkhını bildiğiniz bir hadis, rivayet ettiğiniz bin hadisten daha hayırlıdır" 5.
Hadisin teknik anlamda sahih olup olmadığı tartışması bir yana, ilk asırların gündemini meşgul eden bir problemi günümüze taşıması ve bize mesaj vermesi bakımından bir değer ifade etmektedir.
Hadis ilmini "rivâyetü'l-hadis" ve "dirâyetü'l-hadis" tarzında ayrı ayrı ele alıp, mantıkçıların metodunu kullanarak ilk tarif eden kimsenin bir ilimler tarihçisi olan İbnü"l-Ekfâni (v. 749/1348) olduğu tesbit edilebilmiştir 6. "Meslekten bir hadisçi" olmayan İbnü'l-Ekfâni'nin sistematize ettiği bu tarife göre; rivâyetü'l-hadis ilminde "Peygamber'in (s,a.) söz, fil, ve takrirlerinin nakli, zabt ve tesbiti" ele alınırken, dirâyetü'l-hadis ilminde "rivâyetin nevi ve hükümleri, râvilerin şartları, merviyyâtın sınıfları ve onların mana1arının, çıkarılması (istihraç)" söz konusu edilmektedir 7. Es-Suyûti (v. 911/1505), İbnu'l-Ekfâni'nin bu tasnif ve tarifini eserine almış 8, onu takip eden hemen bütün hadisçilerde de kısmen veya tamamen aynı bakış açısı hâkim olmuştur. Yine bu bakış açısının zemin hazırladığı yaygın kanaate göre sahife, cüz, fevâid, emâli gibi ilk devir hadis mecmuaları, müsned, mu'cem, musannef sahih, câmi, sünen gibi hadis kitabiyatı, rivayet ilminin (furû-u hadis) kaynakları olarak teşekkül ederken, ilelü 'l-hadis, ihtilâful-hadis, esbâbu vurûdi'l-hadis, garîbu'l-hadis, nâsihu'l-hadis, nakdu'r-ricâl (cerh-ta'dil), esmâu'r-ricâl ve tabakât çalışmaları da dirayet ilminin (usul-i hadis) mahsulleri olarak vücut bulmuştur. Hemen belirtmek gerekir ki, onlardan; ihtilâfu'l-hadis, esbâbu vurûdi'l-hadis, garîbu 'l-hadis ve nâsihu'l-hadis disiplinleri, dirâyetü'l-hadisi doğrudan ilgilendirmiş ve hadis metinlerinin anlaşılması, yorumlanması ve hayata geçirilmesinde önemli rol oynamıştır.
Görüldüğü üzere "ilmu'l-ahbâr" ve "ilmu'l-âsâr" adıyla bilinen rivâyetü'l-hadis ilmi ve "ulümu' l-hadis", "mustalahu'l-hadis", ve "ilmu usûli'l-hadis" ismiyle maruf olan dirâyetü'l-hadis ilmine ilişkin ortaya çıkan söz konusu kategorik ve terminolojik gelişme, sonraki dönem (müteahhirun) âlimlerinin ürünüdür. Ancak sonraki dönem âlimlerinden yine bir ilimler tarihçisi olan Taşköprüzâde (v. 968/1561) tarafından yapılan şu tarifin daha isabetli olduğu anlaşılmaktadır:
"Rivâyetü'l-hadis ilmi, zabt ve adalet yönünden ravilerin hallerini, ittisal ve inkıta bakımından da senedin durumunu tetkik ederek, hadislerin Rasülullah'a (s.a.) ulaşmasını konu edinen bir ilimdir 9. Dirâyetü'l-hadis ilmi ise, Arap dili kaidelerine ve şer'i kriterlere dayanarak, Peygamber'in (sa.) ahvaline mutabık olarak, hadis metinlerinden anlaşılan mana, murad ve maksattan bahseden ilimdir" 10
Taşköprüzâde, dirâyetü'l-hadis ilmine esas teşkil eden kaynakların Kur'an ve Sünnet, fıkıh ilmi ve Peygamber'in (s.a.) hayatıyla alakalı rivayetler bilgisi 11 olduğunu da belirtmektedir. Taşköprüzâde'nin rivâyet-dirayet yaklaşımı, makale başlığında kullandığımız dirayet ile neyi kastettiğimizi yansıtması ve dirâyetü'l-hadis terimine berraklık kazandırması bakımından önem arz etmektedir. Taşköprüzâde tarafından yapılan bu tarif, orijinal ve isabetli bulunmuş olacak ki, ünlü bibliyograf ve ilimler tarihçisi Katib Çelebi'nin (v. 1067/1656) tercihine mazhar olmuş, Mısır Ezher âlimlerinden Ebu'l-Fadl Abdullah el-Gumâri'nin "Tevcihu 'l-inâye li ta'rifi ilmi 'l-hadis rivâyeten ve dirâyeten" adlı müstakil bir eser yazmasına malzeme teşkil etmiştir. Katib Çelebi, hadis ilmini "Peygamber'in (s.a.) sözlerinin, fiillerinin ve hallerinin bilindiği ilim" 12 şeklinde tarif ettikten sonra, rivayetü'l-hadis ve dirayetü'l-hadis'in tariflerini Taşköprüzade'den aynen nakletmiştir. el-Gumarî de, İbnu'l-Ekfan ve es-Suyûti çizgisini tenkit etmiş 13, Taşköprüzâde'nin tarifini esas alarak konu hakkında Ezher uleması huzurunda bir konferans vermiş, onların tasvibini almış ve bundan hareketle de söz konusu eserini yazmıştır. 0, şöyle demektedir:
"Bütün bunlardan, rivayetü'l-hadis ilmi ile dirayetü'l-hadis ilmi arasındaki fark vuzuha kavuşmuş olmaktadır: Rivayetü'l-hadis ilminin konusu, kabul ve red yönünden ravi ile mervidir. Dirayetü'l-hadis ilminin konusu ise, anlaşılması (fehm) ve kendisinden hüküm çıkarılması (istinbat) yönünden hadis metinleridir." 14.
Bu tasnif ve tarife göre, rivayetü'l-hadis ilmi, sonraki dönem hadisçileri tarafından "kabul ve red yönünden rav ile mervnin hallerini ortaya koyan k.ideler ilmi" şeklinde tarif edilen dirayetü'l-hadis ilmine, dirayetü'l-hadis ilmi ise fıkhu'l-hadise tekabül etmektedir.
Esasen, Taşköprüzade'nin tasnif ve tarifini esas alan bakış açısı, ilk asırların rivayet- dirayet telakkisiyle de mutabakat arz etmektedir. İmam Muhammed eş-Şeybani (v. 189/804), "Hadisle amel ancak rey (dirayet, tefakkuh) ile, rey de ancak hadis (rivayet) ile istikamet kazanır" 15 derken, Hâkim en-Nisaburi (v, 405/1014) de "Fıkhu'l-hadis (dirayet), bu ilimlerin semeresidir. Şeriatın, varlığını devam ettirebilmesi de buna bağlıdır" 16 demektedir. Ayrıca fıkhu'l-hadisi eserinde müstakil bir başlık altında ele alan Hâkim, bununla dirayetü'l-hadisi kastetmiş olsa gerektir. Çünkü "bilmek, anlamak, iyice kavramak" manalarına gelen dirayet, fıkıh / tefakkuh kelimesinin müteradifi durumundadır. Bu itibarla fıkhu'l-hadis, hadis-fıkıh ilişkisi açısından ayrı bir önem kazanmış olmaktadır.
III. HADİS-FIKIH İLİŞKİSİ ve FIKHU'L-HADİS
Giriş'te er-Râmehürmüzi'nin (v. 360/970), makalemizin çerçevesinin çizilmesine ışık tutan tesbitini nakletmiştik. Hadis-fıkıh ilişkisinin ve rivayet-dirayet dengesinin nasıl tesis edilmesi gerektiği problemine çözüm yolu gösteren bu tesbiti tekrarlamak istiyonız: "Hadis ile fıkıh/tefakkuh birlikte oldukları zaman tekemmül eder, birbirlerinden ayrıldıkları zaman ise noksan kalırlar" 17.
Eserinin hemen girişinde er-Râmehürmüzi'ye bu tarihi sözü söyleten gerçek, şüphesiz onun gördüğü dengesizlik; bazı ravilerin dirayetten kopuk mücerred bir rivayet anlayışı, bazı fakihlerin de rivayetten uzak mücerred bir dirayet düşüncesi olmuştur.
er-Ramehürmüzi'nin Süfyân es-Sevri'den (v. 161/777) naklettiği "Helal ve haramı, hadis ilminde meşhur (dirayet ve tefakkuh tarafı) olanlardan al, diğerlerini ise şeyhlerden / ravilerden öğrenebilirsin !" 18 tarzındaki nasihat veya Ebü Asım en-Nebil'den (v. 212/827) rivayet ettiği "Hadiste dirayetsiz imamlık, düşük bir imamlıktır"19 şeklindeki uyarı, onun, söz konusu tesbitiyle vermek istediği mesaja açıklık getirmektedir. Yine onun, Abdullah b. Haşim et-Tûsî'den naklettiği şu bilgi de önemlidir:
"Biz, Vekî'in huzurunda bulunuyorduk. 0 bize:
- (İki isnad silsilesinden hangisi); el-A'meş - Ebü Vail - Abdullah b. Mes'ud mu, yoksa Süfyan - Mansür-İbrü.him- Alkame- Abdullah b. Mes'ud mu size daha sevimli ve sizin için tercih sebebidir? diye sordu. Biz de:
- el-A'meş'in Ebü Vail'den yaptığı rivayet daha makbuldür, diye cevap verdik. Bunun üzerine Vekî:
- (Sübhanellah!) el-A'meş şeyhtir, Ebü Vâil de şeyhtir. Süfyan, Mansür, İbrahim, Alkame ve Abdullah ise, bunların hepsi birer fakihtir. (Fakihlerin alıp kullandığı bir hadis, şeyhlerin/nakillerin kullandığı bir hadisten daha iyidir) dedi. 20
Aktardığımız sözlerde geçen "şeyh" kavramının, mücerred "muhaddis", "râvi" ve "nâkil" manasında, yani rivayetle meşgul olan ve duyduğu hadisi nakletme vazifesini üstlenen kimse 21, "fakih" kavramının ise rivayetten haberdar olmakla birlikte, onun nasıl anlaşılması ve yorumlanması gerektiğini bilen kimse manasında kullanıldığı anlaşılmaktadır. "Şeyh"in hâkim vasfı hıfz ve nakildir. Hocasından devraldığı rivayet mirasını öğrencisine aynen nakledebilen bir şeyh, yüklendiği misyonu yerine getirmiş demektir. Dirayet vasfını haiz olması gereken fakih ise, zuhur eden fıkıh-hukuki problemi çözmesi beklenen, istinbat melekesi ve ictihad ehliyeti olan bir merci durumundadır. Şüphesiz böyle bir kimse, aynı zamanda hadisleri bilmek ve değerlendirmek zorundadır. "Kişi ne zaman fetva verir?" sualine muhatap olan Abdullah İbnu'l-Mübarek'in (v. 181/797), "Eser(rivayet)de ilim sahibi, re'y (dirayet) de de basiret ehli olduğu zaman" tarzında verdiği cevap 22 da bunu göstermektedir. Ayrıca, yargı ve fetva makamında bulunacak olan müctehidin, ahkam hadislerini bilmesi gerektiği hususunda ulemanın ittifakı vardır 23. Müctehid imamın bir hadisi delil olarak kullanmasının (istidlal), o hadisin kuvvet kazandığı (tashih ve takviye) manasını taşıdığını ifade edenlerin 24 hareket noktası da bu olsa gerektir. Yine, hadislerin sened tenkidini daha çok muhaddislerin, metin tenkidini ise (muhaddis) fakihlerin yaptığı fıkri 25 de bu yüzden olmalıdır.
Aslında, rivayet bakımından güçlü altyapısı olmayan bir fakihin, dirayet açısından da zayıf kalması kaçınılmaz bir sonuçtur. "Fakih, hadis sahibi olmadığı zaman topal olur' diyen Ebü Arübe el-Harrânî'nin (v. 318/930) 26 sözü bu zeminde düşünülmelidir. Böyle bir kimse, ez-Zehebi'nin (v. 748/1347) benzetmesiyle 27, henüz tüylenmediği ve gelişimini tamamlamadığı halde uçma teşebbüsünde bulunan bir kuş yavrusu mesabesindedir. "Fakih' kavramı ile yalnız furûu bilen kimsenin kastedilmediği 28 de açıktır. Çünkü bilgi kaynağı fetva literatürü veya müdellel olmayan fıkıh kitabiyatı olan ve mesned itibariyle muhtevasını hiç tahkik etmeden olduğu gibi nakleden mukallid bir âlim, "fıkh"ın gereği olan istinbat, itibar, tedebbür, muhakeme ve mukayese imkanlarından aciz kalmaktadır, İşte bu noktada hadis-fıkıh ilişkisi veya muhaddis-fakih işbirliğinin önemi tebellür Hanefi hadis ve fıkıh âlimi el-Keşmiri'nin (v. 1352/1933) şu tesbiti bu bakımdan önemlidir:
"Birçok mesele fıkıh (kitapların) da mevcut değildir. Halbuki hadis o meseleye temas etmiştir. Kim dinin tamamının fıkıh (kitapların)da bulunduğunu ve fıkhın dışında hiçbir şeyin kalmadığını iddia ederse, o doğrudan sapmıştır" 29.
Bu demektir ki, "Fıkıh ilminde halledilmeyen bir mesele yoktur; ortaya çıkan meselenin cevabı fıkıh, fetva veya ilmihal kitaplarında mevcuttur. Hadis kaynakları müracaat etmeye lüzum da yoktur. Hadisler yalnız teberrüken okunmalıdır" şeklinde özetlenebilecek bir fikir, ilmi zihniyetten uzak ve mesnedsiz bir iddia olmaktadır. Buhârî (v. 256/869), hocası Ali İbnu'l-Medînî'nin (v. 234/848) şöyle dediğini "Hadislerin manasını anlamak (fekâhet, tefakkuh) ilmin yarısıdır. Ricâl bilgisi de öteki yarısıdır" 30. Bu sözün ilk cümlesinde geçen "tefakkuh", fıkhu'l-hadisi/dirayet ilmini "rical bilgisi" de rivayet ilmini çağrıştırmaktadır.
Fıkhu'l-hadis, hadislerin mana ve maksadına nüfuz etmek suretiyle doğru olarak anlama (fehm) faaliyeti ve onlardan sıhhatli bir şekilde hüküm çıkarma (istinbat) tekniği demektir 31. Başka bir deyişle fıkhu'l-hadis, murad-ı nebeviyi tesbit noktasında sarfedilmesi gereken ciddi gayreti ifade eden hadis ilim dalıdır. Derin tefekkür ve basiret isteyen bu ilim dalında, "münakaşa edilen konular geniş Kur'an ve hadis kültürü, fıkıh yeterlilik ve hazırlık yardımıyla çözüme kavuşur" 32. Ne var ki, tarih boyunca "en yüce ilim"(ecellu'l-ulûm) 33 ve "en şerefli ilim" (eşrefu'l-ulûm) 34 şeklinde telakki edile gelmiş hadis ilimlerinin "en şerefli" ilim dalı olarak hüsn-ü kabul görmüş olan fıkhu'l-hadis, henüz müstakil bir disiplin hüviyeti kazanamamış; metodolojisi gelişememiş ve özel bir literatürü oluşamamıştır, Bu yüzden de fıkhu'l-hadis'in "en şerefli" olma özelliği daha çok teoride kalmış ve tarih içinde icra etmesi gereken fonksiyon sistematik şekilde pratiğe geçirilememiştir. Ancak bir nevi hadis felsefesi demek olan bu ilmin, daha ziyade hadis şerh kitabiyatı içinde müteferrik vaziyette işlendiği bir vakıadır. Ebü Ca'fer et-Tahâvi'nin (v. 321/933) Şerhu maâni'l-âsâr'ı, Ebü Süleyman el-Hattabi'nin (v. 388/998) Meâlimu 's-sünen'i, İbn Hazm'ın (v. 456/1063) el-Muhallâ'sı ve İbn Abdilberr'in (v. 463/1070) et-Temhid'i 35 bu konuda hemen ilk alda gelen örnekler durumundadır.
Fıkhu'l-hadise ihtimam gösteren; hadis-fıkıh, rivayet-dirayet, menkul-makul ve nakil-nazar ikilisini şahsında toplamış olan muhaddis fakihler, her zaman imtiyaz görmüş, fikir ve tahlilleri umumiyetle tercihe şayan görülmüştür. Onların tavsifinde, "men cemaa beyne'r-rivâye ve'd-diraye" 36, "el-Camiûn beyne sınâateyi'l-hadis ve'l-fıkh" 37, "fukahau'lhadis" 38, "fukahâu'l-muhaddisin" 39, "fukahau ehli'l-hadis" 40 ve "ehlu'l-fıkh fi' l-hadis" 41 gibi unvanların kullanılması, söz konusu imtiyaz ve tercihin ifadesidir. Gerçekten de fıkhu'l-hadise ihtimam gösterebilen âlimler, hadis ve sünnetin mazide kalmış ve uygulamadan uzak bir "tarih" değil, evrensel ve dinamik bir hayat tarzı olduğunu göstermişler, yaşadıkları çağın problemlerine ışık tutan alternatif çözümler getirmişler ve ümmetin yolunu aydınlatmışlardır. Çünkü nebevi talimatın hukuk ve mantığının temelinde insana hizmet faktörü; onun ruh ve bedeni gelişimi, eğitimi ve ihtiyacı yatmaktadır. Muhaddis el-A'meş'in (v. 148/765), "Sizler doktorsunuz, bizler ise eczacıyız" 42 diye hitabettiği İmam Ebû Hanife'ye (veya Ebû Yûsuf'a) olan hayranlığını açığa vurması bu yüzden, yani onun problemlere çözüm yolu arayışından ve insana olan hizmet anlayışından olsa gerektir. Yine, nassın ruhu ile lafzının bağdaştırılamaması halinde "maslahat" düşüncesine istinaden, özellikle Hanefi fakihleri tarafından istihsan delili kullanılarak lafzın dışında bir uygulamaya gidilmesi 43 aynı gerekçe ile açıklanabilir.
Ne var ki, bu vasıftaki âlimlerin her asırda sayı bakımından az olduklarını öğrenmekteyiz. Tabiinden Enes b. Sirin anlatıyor: "Küfe'ye vardım, orada hadis tahsil eden dört bin kişi gördüm. Ama onların ancak dört yüzü fakih idi" 44. Bu vakayı değerlendirmeye tabi tutan Abdülfettâh Ebü Ğudde (v. 1417/1997) şöyle demektedir: "Bu hâdise, (muhaddis) fakihin vazifesinin çok ağır olduğunu ve buna bağlı olarak da onların sayılarının (mücerred) nakil ve raviler kadar fazla olmadığını göstermektedir" 45. Meşhur bir muhaddis olan "Abdurrezzak b. Hemmam es-San'ani'nin (v. 211/826) fıkıh tarafı var mıdır?" sualine 46 muhatap olan Ahmed b. Hanbel'in (v. 241/855) verdiği cevap da söz konusu vakayı destekler mahiyettedir: "Ehl-i hadiste fıkıh/tefakkuh gayet azdır!" 47. Aralarındaki "teâruz" sebebiyle topladığı hadisler karşısında ne yapacağını bilemeyen İbn Vehb'in (v. 197/813), "Şayet Allah bizi Mâlik ve el-Leys ile kurtarmasaydı sapardık" 48 diyerek, amele elverişli hadisler konusunda kendisine rehberlik eden İmam Malik (v. 179/795) ve el-Leys'i (v, 175/791) minnet ve şükran duygusuyla anması veya İmam Şafı'nin hocalarından Vekî b. el-Cerrah'ın (v. 197/812) "Eğer Cabir el-Cu'fi olmasaydı Küfeliler hadissiz, Hammad da olmasaydı fıkıhsız kalırlardı" 49 şeklindeki tesbit ve müşahedesi yahut meşhur cerh-ta'dil âlimi Basralı muhaddis Yahya b. Said el-Kattan'nın (v. 198/813) ahkam istinbatında pek varlık gösteremeyip İmam Ebü Hanife' nin fetva ve ictihadını esas alması 50 da bu zeminde mütalaaa edilmelidir.
Demek oluyor ki, tek başına "muhaddis-hafız" unvanı, "fakih/müctehid" seviyesinin elde edilmesine imkân vermemektedir 51. Ancak kabul edilmelidir ki, "fakih/müctehid" unvanını kazanamayan "muhaddis/hafız"ın dikkatle duyduğu, okuduğu ve ezberlediği on binlerce hadis sayesinde çok yönlü bilgi ve birikime ulaştığı; ana hatlarıyla başta Kur'an tefsiri olmak üzere, akde, hukuk, ahlak, eğitim, iktisat, siyaset, tarih, sosyoloji ve psikoloji gibi ilim dallarında çok yönlü bilgi ve birikime sahip olduğu da bir gerçektir. Bu itibarla, "Sünnet'in kapsadığı alanlarla ilgili çağdaş disiplinler ve özellikle Sosyal bilimler ile Hadis ilmi arasında ortaklaşa çalışmaların başlatılması gerekmektedir." 52 şeklinde ifade bulan görüş ciddiye alınmalıdır. Şüphesiz bu durum, ehl-i hadis için bir meziyet ve bir "kıymet" olarak görülmelidir. Tabii bu "meziyet" ve "kıymet", hadislerin anlaşılmasına gösterilen ihtimamla mütenasip bir keyfiyet arz etmektedir. Hatb el-Bağdad'nin (v. 463/1070), Şerefu ashabi'l-hadis'inde, Ehl-i Sünnet dünyasının muhaddis sözcüsü sıfatıyla ispatlamayı hedeflediği şu inancı da kanaatimizi teyid etmektedir:
"İslam'ın öğrenilebileceği en sağlam kaynak Hadis ilmidir. Hadislerde İslam kültürünün her dalıyla ilgili bilgi vardır. Bu hadisleri derleyen, bizzat uygulayan ve başkalarına öğretenler, bu suretle de, gerçek İslam kültürünü yok olmaktan kurtaranlar Hadisçilerdir. Dolayısıyla onlar, İslam âlimlerinin en ön safında yer almaya hak kazanmışlardır" 53.
Fıkhu'l-hadisin önemini gösterdiği kadar pratik değeri de bulunan bir misal vermek istiyoruz. Meymün b. Mihran (v. 117/734) anlatıyor: Su içerken beni Ömer b. Abdilaziz gördü. Nefes alıp vermek için ben suyu ara vererek içmeye başlamıştım, Ömer b. Abdilaziz bana: "Rasulullah (s.a.v) su kabına soluyarak içmeyi yasaklamıştır. Eğer su kabının içine solumazsan, istersen bir nefeste iç/İçebilirsin !" dedi. Bu hadiseyi nakleden Endülüslü Maliki fakih ve muhaddis İbn Abdilberr (v. 463/1070) şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Ömer b. Abdilaziz'in konu hakkındaki sözü, sahih ve ince bir anlayıştır (el-fıkhu's-sahih)" 54. İbn Abdilberr, suya nefes vererek içmekle ilgili yasağın, Zahirilerin iddia ettikleri gibi "tahrimen" değil, "edeben" olduğunu da ifade etmektedir.
Temel İslam bilimlerinde, özellikle hadis ilminde nakil, rivayet ve hafıza ile birlikte akıl, dirayet ve muhakemenin önemi tartışılmaz. Hadis metinlerinin, Resulullah'ın (s.a.v) muradına mutabakat arz edecek şekilde anlaşılması ve yorumlanması, sahabe devrinden günümüze bir çok âlim için sürekli bir zihni meşguliyet olmuştur.
Hicri ikinci ve üçüncü asırlarda müctehid imamların gösterdikleri üstün gayret, er-Râmehürmüzi'nin (v.360/970) telif ettiği "el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvi vel-vâi" adlı eser, el-Gazali'nin (v. 505/1111) hadisleri anlamanın esasları hakkında kaleme aldığı "Kânunu't-Te'vil" isimli risale, ez-Zerkeşi'nin (v. 794/1392), bazı sahabiler tarafından rivayet edilen hadislerin yanlış/eksik anlaşılması ve yorumlanması karşısında, Hz. Aişe' nin müdahale ederek düzelttiği konuları ihtiva eden "el-İcâbefi ırâdi me'stedrakethu Aişe ale's-sahabe" adıyla yaptığı çalışma, es-Suyûti'nin (v. 911/1505) "Aynu'l-isabe fi's-tidraki Aişe ale's-sahabe" adıyla yaptığı derleme, muasırlardan Muhammed el-Gazzali'nin (v. 1416/1996) "es-Sünnetü 'n-nebeviyye beyne ehl 'i-fıkhı ve'l-hadis" 1 ve Yusuf el-Karadavi'nin "Keyfe neteâmelu maa's-sünneti'n-nebeviyye" adlı kitapları söz konusu zihni meşguliyetin birkaç tezahüründen ibarettir. Bunlardan er-Ramehürmüzi'nin "el-Muhaddisu'lfâsıl" ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü usûl-i hadisin ilk sistematik ürünlerinden sayılan bu eser, isminden de anlaşılacağı üzere, rivayet-dirayet ilişkisini konu edinmiş ve nakil-akıl ikilisinin "olmazsa olmaz"lığını vurgulamıştır. O, rivayet ile dirayeti şahsında toplayan ilimlerin faziletini müstakil bir başlık altında işlediği 2 gibi, rivayetle birlikte dirayet ilminin ehl-i hadise has bir iş olduğunu ayrı bir bölümde ele almıştır 3. Esasen, er- Râmehürmüzi'nin şu tesbiti, Hadislerin anlaşılmasında rivayet-dirâyet bütünlüğü unvanını taşıyan bu makale için ilham kaynağı olmuştur.
Hadis ıle fıkıh (tefakkuh, ince anlayış, hüküm çıkarma tekniği ve istinbat melekesi) birlikte oldukları zaman tekemmül eder, birbirlerinden ayrıldıkları zaman ise noksan kalırlar. 4
Konunun sınırlandırılmasına yardımcı olan ve makalenin kavramsal çerçevesinin oluşturulmasında rol oynayan bu sözün açılımına geçmeden önce, araştırmamızın anahtar terimleri olan rivâyet ve dirâyetin hadis tarihinde yüklendikleri manayı kısaca arz etmek uygun olacaktır.
II. RİVÂYET ve DİRÂYET
Hicri sekizinci asırdan itibaren hadis ilminin, rivayet li 'l-hadis ilmi (ilmu rivayet il-hadis/ ilmu'l-hadis rivâyeten) ve dirâyetü'l-hadis ilmi (ılmu diryeti'l-hadis/ ilmu'l-hadis ol dirâyeten) tarzında bir tasnife tabi tutulduğu görülmektedir. Aslında tarih itibariyle rivayet ve dirayet kavramlarının kullanımı, hicretin ilk asırlarına uzanacak kadar eskidir. Nitekim bu konuda Peygamber'e (s.a.v.) nisbet edilen bir hadis de bulunmaktadır:
"Dirayet ehli (durat) olun, rivayet ehli (ruvat) olmayın. Fıkhını bildiğiniz bir hadis, rivayet ettiğiniz bin hadisten daha hayırlıdır" 5.
Hadisin teknik anlamda sahih olup olmadığı tartışması bir yana, ilk asırların gündemini meşgul eden bir problemi günümüze taşıması ve bize mesaj vermesi bakımından bir değer ifade etmektedir.
Hadis ilmini "rivâyetü'l-hadis" ve "dirâyetü'l-hadis" tarzında ayrı ayrı ele alıp, mantıkçıların metodunu kullanarak ilk tarif eden kimsenin bir ilimler tarihçisi olan İbnü"l-Ekfâni (v. 749/1348) olduğu tesbit edilebilmiştir 6. "Meslekten bir hadisçi" olmayan İbnü'l-Ekfâni'nin sistematize ettiği bu tarife göre; rivâyetü'l-hadis ilminde "Peygamber'in (s,a.) söz, fil, ve takrirlerinin nakli, zabt ve tesbiti" ele alınırken, dirâyetü'l-hadis ilminde "rivâyetin nevi ve hükümleri, râvilerin şartları, merviyyâtın sınıfları ve onların mana1arının, çıkarılması (istihraç)" söz konusu edilmektedir 7. Es-Suyûti (v. 911/1505), İbnu'l-Ekfâni'nin bu tasnif ve tarifini eserine almış 8, onu takip eden hemen bütün hadisçilerde de kısmen veya tamamen aynı bakış açısı hâkim olmuştur. Yine bu bakış açısının zemin hazırladığı yaygın kanaate göre sahife, cüz, fevâid, emâli gibi ilk devir hadis mecmuaları, müsned, mu'cem, musannef sahih, câmi, sünen gibi hadis kitabiyatı, rivayet ilminin (furû-u hadis) kaynakları olarak teşekkül ederken, ilelü 'l-hadis, ihtilâful-hadis, esbâbu vurûdi'l-hadis, garîbu'l-hadis, nâsihu'l-hadis, nakdu'r-ricâl (cerh-ta'dil), esmâu'r-ricâl ve tabakât çalışmaları da dirayet ilminin (usul-i hadis) mahsulleri olarak vücut bulmuştur. Hemen belirtmek gerekir ki, onlardan; ihtilâfu'l-hadis, esbâbu vurûdi'l-hadis, garîbu 'l-hadis ve nâsihu'l-hadis disiplinleri, dirâyetü'l-hadisi doğrudan ilgilendirmiş ve hadis metinlerinin anlaşılması, yorumlanması ve hayata geçirilmesinde önemli rol oynamıştır.
Görüldüğü üzere "ilmu'l-ahbâr" ve "ilmu'l-âsâr" adıyla bilinen rivâyetü'l-hadis ilmi ve "ulümu' l-hadis", "mustalahu'l-hadis", ve "ilmu usûli'l-hadis" ismiyle maruf olan dirâyetü'l-hadis ilmine ilişkin ortaya çıkan söz konusu kategorik ve terminolojik gelişme, sonraki dönem (müteahhirun) âlimlerinin ürünüdür. Ancak sonraki dönem âlimlerinden yine bir ilimler tarihçisi olan Taşköprüzâde (v. 968/1561) tarafından yapılan şu tarifin daha isabetli olduğu anlaşılmaktadır:
"Rivâyetü'l-hadis ilmi, zabt ve adalet yönünden ravilerin hallerini, ittisal ve inkıta bakımından da senedin durumunu tetkik ederek, hadislerin Rasülullah'a (s.a.) ulaşmasını konu edinen bir ilimdir 9. Dirâyetü'l-hadis ilmi ise, Arap dili kaidelerine ve şer'i kriterlere dayanarak, Peygamber'in (sa.) ahvaline mutabık olarak, hadis metinlerinden anlaşılan mana, murad ve maksattan bahseden ilimdir" 10
Taşköprüzâde, dirâyetü'l-hadis ilmine esas teşkil eden kaynakların Kur'an ve Sünnet, fıkıh ilmi ve Peygamber'in (s.a.) hayatıyla alakalı rivayetler bilgisi 11 olduğunu da belirtmektedir. Taşköprüzâde'nin rivâyet-dirayet yaklaşımı, makale başlığında kullandığımız dirayet ile neyi kastettiğimizi yansıtması ve dirâyetü'l-hadis terimine berraklık kazandırması bakımından önem arz etmektedir. Taşköprüzâde tarafından yapılan bu tarif, orijinal ve isabetli bulunmuş olacak ki, ünlü bibliyograf ve ilimler tarihçisi Katib Çelebi'nin (v. 1067/1656) tercihine mazhar olmuş, Mısır Ezher âlimlerinden Ebu'l-Fadl Abdullah el-Gumâri'nin "Tevcihu 'l-inâye li ta'rifi ilmi 'l-hadis rivâyeten ve dirâyeten" adlı müstakil bir eser yazmasına malzeme teşkil etmiştir. Katib Çelebi, hadis ilmini "Peygamber'in (s.a.) sözlerinin, fiillerinin ve hallerinin bilindiği ilim" 12 şeklinde tarif ettikten sonra, rivayetü'l-hadis ve dirayetü'l-hadis'in tariflerini Taşköprüzade'den aynen nakletmiştir. el-Gumarî de, İbnu'l-Ekfan ve es-Suyûti çizgisini tenkit etmiş 13, Taşköprüzâde'nin tarifini esas alarak konu hakkında Ezher uleması huzurunda bir konferans vermiş, onların tasvibini almış ve bundan hareketle de söz konusu eserini yazmıştır. 0, şöyle demektedir:
"Bütün bunlardan, rivayetü'l-hadis ilmi ile dirayetü'l-hadis ilmi arasındaki fark vuzuha kavuşmuş olmaktadır: Rivayetü'l-hadis ilminin konusu, kabul ve red yönünden ravi ile mervidir. Dirayetü'l-hadis ilminin konusu ise, anlaşılması (fehm) ve kendisinden hüküm çıkarılması (istinbat) yönünden hadis metinleridir." 14.
Bu tasnif ve tarife göre, rivayetü'l-hadis ilmi, sonraki dönem hadisçileri tarafından "kabul ve red yönünden rav ile mervnin hallerini ortaya koyan k.ideler ilmi" şeklinde tarif edilen dirayetü'l-hadis ilmine, dirayetü'l-hadis ilmi ise fıkhu'l-hadise tekabül etmektedir.
Esasen, Taşköprüzade'nin tasnif ve tarifini esas alan bakış açısı, ilk asırların rivayet- dirayet telakkisiyle de mutabakat arz etmektedir. İmam Muhammed eş-Şeybani (v. 189/804), "Hadisle amel ancak rey (dirayet, tefakkuh) ile, rey de ancak hadis (rivayet) ile istikamet kazanır" 15 derken, Hâkim en-Nisaburi (v, 405/1014) de "Fıkhu'l-hadis (dirayet), bu ilimlerin semeresidir. Şeriatın, varlığını devam ettirebilmesi de buna bağlıdır" 16 demektedir. Ayrıca fıkhu'l-hadisi eserinde müstakil bir başlık altında ele alan Hâkim, bununla dirayetü'l-hadisi kastetmiş olsa gerektir. Çünkü "bilmek, anlamak, iyice kavramak" manalarına gelen dirayet, fıkıh / tefakkuh kelimesinin müteradifi durumundadır. Bu itibarla fıkhu'l-hadis, hadis-fıkıh ilişkisi açısından ayrı bir önem kazanmış olmaktadır.
III. HADİS-FIKIH İLİŞKİSİ ve FIKHU'L-HADİS
Giriş'te er-Râmehürmüzi'nin (v. 360/970), makalemizin çerçevesinin çizilmesine ışık tutan tesbitini nakletmiştik. Hadis-fıkıh ilişkisinin ve rivayet-dirayet dengesinin nasıl tesis edilmesi gerektiği problemine çözüm yolu gösteren bu tesbiti tekrarlamak istiyonız: "Hadis ile fıkıh/tefakkuh birlikte oldukları zaman tekemmül eder, birbirlerinden ayrıldıkları zaman ise noksan kalırlar" 17.
Eserinin hemen girişinde er-Râmehürmüzi'ye bu tarihi sözü söyleten gerçek, şüphesiz onun gördüğü dengesizlik; bazı ravilerin dirayetten kopuk mücerred bir rivayet anlayışı, bazı fakihlerin de rivayetten uzak mücerred bir dirayet düşüncesi olmuştur.
er-Ramehürmüzi'nin Süfyân es-Sevri'den (v. 161/777) naklettiği "Helal ve haramı, hadis ilminde meşhur (dirayet ve tefakkuh tarafı) olanlardan al, diğerlerini ise şeyhlerden / ravilerden öğrenebilirsin !" 18 tarzındaki nasihat veya Ebü Asım en-Nebil'den (v. 212/827) rivayet ettiği "Hadiste dirayetsiz imamlık, düşük bir imamlıktır"19 şeklindeki uyarı, onun, söz konusu tesbitiyle vermek istediği mesaja açıklık getirmektedir. Yine onun, Abdullah b. Haşim et-Tûsî'den naklettiği şu bilgi de önemlidir:
"Biz, Vekî'in huzurunda bulunuyorduk. 0 bize:
- (İki isnad silsilesinden hangisi); el-A'meş - Ebü Vail - Abdullah b. Mes'ud mu, yoksa Süfyan - Mansür-İbrü.him- Alkame- Abdullah b. Mes'ud mu size daha sevimli ve sizin için tercih sebebidir? diye sordu. Biz de:
- el-A'meş'in Ebü Vail'den yaptığı rivayet daha makbuldür, diye cevap verdik. Bunun üzerine Vekî:
- (Sübhanellah!) el-A'meş şeyhtir, Ebü Vâil de şeyhtir. Süfyan, Mansür, İbrahim, Alkame ve Abdullah ise, bunların hepsi birer fakihtir. (Fakihlerin alıp kullandığı bir hadis, şeyhlerin/nakillerin kullandığı bir hadisten daha iyidir) dedi. 20
Aktardığımız sözlerde geçen "şeyh" kavramının, mücerred "muhaddis", "râvi" ve "nâkil" manasında, yani rivayetle meşgul olan ve duyduğu hadisi nakletme vazifesini üstlenen kimse 21, "fakih" kavramının ise rivayetten haberdar olmakla birlikte, onun nasıl anlaşılması ve yorumlanması gerektiğini bilen kimse manasında kullanıldığı anlaşılmaktadır. "Şeyh"in hâkim vasfı hıfz ve nakildir. Hocasından devraldığı rivayet mirasını öğrencisine aynen nakledebilen bir şeyh, yüklendiği misyonu yerine getirmiş demektir. Dirayet vasfını haiz olması gereken fakih ise, zuhur eden fıkıh-hukuki problemi çözmesi beklenen, istinbat melekesi ve ictihad ehliyeti olan bir merci durumundadır. Şüphesiz böyle bir kimse, aynı zamanda hadisleri bilmek ve değerlendirmek zorundadır. "Kişi ne zaman fetva verir?" sualine muhatap olan Abdullah İbnu'l-Mübarek'in (v. 181/797), "Eser(rivayet)de ilim sahibi, re'y (dirayet) de de basiret ehli olduğu zaman" tarzında verdiği cevap 22 da bunu göstermektedir. Ayrıca, yargı ve fetva makamında bulunacak olan müctehidin, ahkam hadislerini bilmesi gerektiği hususunda ulemanın ittifakı vardır 23. Müctehid imamın bir hadisi delil olarak kullanmasının (istidlal), o hadisin kuvvet kazandığı (tashih ve takviye) manasını taşıdığını ifade edenlerin 24 hareket noktası da bu olsa gerektir. Yine, hadislerin sened tenkidini daha çok muhaddislerin, metin tenkidini ise (muhaddis) fakihlerin yaptığı fıkri 25 de bu yüzden olmalıdır.
Aslında, rivayet bakımından güçlü altyapısı olmayan bir fakihin, dirayet açısından da zayıf kalması kaçınılmaz bir sonuçtur. "Fakih, hadis sahibi olmadığı zaman topal olur' diyen Ebü Arübe el-Harrânî'nin (v. 318/930) 26 sözü bu zeminde düşünülmelidir. Böyle bir kimse, ez-Zehebi'nin (v. 748/1347) benzetmesiyle 27, henüz tüylenmediği ve gelişimini tamamlamadığı halde uçma teşebbüsünde bulunan bir kuş yavrusu mesabesindedir. "Fakih' kavramı ile yalnız furûu bilen kimsenin kastedilmediği 28 de açıktır. Çünkü bilgi kaynağı fetva literatürü veya müdellel olmayan fıkıh kitabiyatı olan ve mesned itibariyle muhtevasını hiç tahkik etmeden olduğu gibi nakleden mukallid bir âlim, "fıkh"ın gereği olan istinbat, itibar, tedebbür, muhakeme ve mukayese imkanlarından aciz kalmaktadır, İşte bu noktada hadis-fıkıh ilişkisi veya muhaddis-fakih işbirliğinin önemi tebellür Hanefi hadis ve fıkıh âlimi el-Keşmiri'nin (v. 1352/1933) şu tesbiti bu bakımdan önemlidir:
"Birçok mesele fıkıh (kitapların) da mevcut değildir. Halbuki hadis o meseleye temas etmiştir. Kim dinin tamamının fıkıh (kitapların)da bulunduğunu ve fıkhın dışında hiçbir şeyin kalmadığını iddia ederse, o doğrudan sapmıştır" 29.
Bu demektir ki, "Fıkıh ilminde halledilmeyen bir mesele yoktur; ortaya çıkan meselenin cevabı fıkıh, fetva veya ilmihal kitaplarında mevcuttur. Hadis kaynakları müracaat etmeye lüzum da yoktur. Hadisler yalnız teberrüken okunmalıdır" şeklinde özetlenebilecek bir fikir, ilmi zihniyetten uzak ve mesnedsiz bir iddia olmaktadır. Buhârî (v. 256/869), hocası Ali İbnu'l-Medînî'nin (v. 234/848) şöyle dediğini "Hadislerin manasını anlamak (fekâhet, tefakkuh) ilmin yarısıdır. Ricâl bilgisi de öteki yarısıdır" 30. Bu sözün ilk cümlesinde geçen "tefakkuh", fıkhu'l-hadisi/dirayet ilmini "rical bilgisi" de rivayet ilmini çağrıştırmaktadır.
Fıkhu'l-hadis, hadislerin mana ve maksadına nüfuz etmek suretiyle doğru olarak anlama (fehm) faaliyeti ve onlardan sıhhatli bir şekilde hüküm çıkarma (istinbat) tekniği demektir 31. Başka bir deyişle fıkhu'l-hadis, murad-ı nebeviyi tesbit noktasında sarfedilmesi gereken ciddi gayreti ifade eden hadis ilim dalıdır. Derin tefekkür ve basiret isteyen bu ilim dalında, "münakaşa edilen konular geniş Kur'an ve hadis kültürü, fıkıh yeterlilik ve hazırlık yardımıyla çözüme kavuşur" 32. Ne var ki, tarih boyunca "en yüce ilim"(ecellu'l-ulûm) 33 ve "en şerefli ilim" (eşrefu'l-ulûm) 34 şeklinde telakki edile gelmiş hadis ilimlerinin "en şerefli" ilim dalı olarak hüsn-ü kabul görmüş olan fıkhu'l-hadis, henüz müstakil bir disiplin hüviyeti kazanamamış; metodolojisi gelişememiş ve özel bir literatürü oluşamamıştır, Bu yüzden de fıkhu'l-hadis'in "en şerefli" olma özelliği daha çok teoride kalmış ve tarih içinde icra etmesi gereken fonksiyon sistematik şekilde pratiğe geçirilememiştir. Ancak bir nevi hadis felsefesi demek olan bu ilmin, daha ziyade hadis şerh kitabiyatı içinde müteferrik vaziyette işlendiği bir vakıadır. Ebü Ca'fer et-Tahâvi'nin (v. 321/933) Şerhu maâni'l-âsâr'ı, Ebü Süleyman el-Hattabi'nin (v. 388/998) Meâlimu 's-sünen'i, İbn Hazm'ın (v. 456/1063) el-Muhallâ'sı ve İbn Abdilberr'in (v. 463/1070) et-Temhid'i 35 bu konuda hemen ilk alda gelen örnekler durumundadır.
Fıkhu'l-hadise ihtimam gösteren; hadis-fıkıh, rivayet-dirayet, menkul-makul ve nakil-nazar ikilisini şahsında toplamış olan muhaddis fakihler, her zaman imtiyaz görmüş, fikir ve tahlilleri umumiyetle tercihe şayan görülmüştür. Onların tavsifinde, "men cemaa beyne'r-rivâye ve'd-diraye" 36, "el-Camiûn beyne sınâateyi'l-hadis ve'l-fıkh" 37, "fukahau'lhadis" 38, "fukahâu'l-muhaddisin" 39, "fukahau ehli'l-hadis" 40 ve "ehlu'l-fıkh fi' l-hadis" 41 gibi unvanların kullanılması, söz konusu imtiyaz ve tercihin ifadesidir. Gerçekten de fıkhu'l-hadise ihtimam gösterebilen âlimler, hadis ve sünnetin mazide kalmış ve uygulamadan uzak bir "tarih" değil, evrensel ve dinamik bir hayat tarzı olduğunu göstermişler, yaşadıkları çağın problemlerine ışık tutan alternatif çözümler getirmişler ve ümmetin yolunu aydınlatmışlardır. Çünkü nebevi talimatın hukuk ve mantığının temelinde insana hizmet faktörü; onun ruh ve bedeni gelişimi, eğitimi ve ihtiyacı yatmaktadır. Muhaddis el-A'meş'in (v. 148/765), "Sizler doktorsunuz, bizler ise eczacıyız" 42 diye hitabettiği İmam Ebû Hanife'ye (veya Ebû Yûsuf'a) olan hayranlığını açığa vurması bu yüzden, yani onun problemlere çözüm yolu arayışından ve insana olan hizmet anlayışından olsa gerektir. Yine, nassın ruhu ile lafzının bağdaştırılamaması halinde "maslahat" düşüncesine istinaden, özellikle Hanefi fakihleri tarafından istihsan delili kullanılarak lafzın dışında bir uygulamaya gidilmesi 43 aynı gerekçe ile açıklanabilir.
Ne var ki, bu vasıftaki âlimlerin her asırda sayı bakımından az olduklarını öğrenmekteyiz. Tabiinden Enes b. Sirin anlatıyor: "Küfe'ye vardım, orada hadis tahsil eden dört bin kişi gördüm. Ama onların ancak dört yüzü fakih idi" 44. Bu vakayı değerlendirmeye tabi tutan Abdülfettâh Ebü Ğudde (v. 1417/1997) şöyle demektedir: "Bu hâdise, (muhaddis) fakihin vazifesinin çok ağır olduğunu ve buna bağlı olarak da onların sayılarının (mücerred) nakil ve raviler kadar fazla olmadığını göstermektedir" 45. Meşhur bir muhaddis olan "Abdurrezzak b. Hemmam es-San'ani'nin (v. 211/826) fıkıh tarafı var mıdır?" sualine 46 muhatap olan Ahmed b. Hanbel'in (v. 241/855) verdiği cevap da söz konusu vakayı destekler mahiyettedir: "Ehl-i hadiste fıkıh/tefakkuh gayet azdır!" 47. Aralarındaki "teâruz" sebebiyle topladığı hadisler karşısında ne yapacağını bilemeyen İbn Vehb'in (v. 197/813), "Şayet Allah bizi Mâlik ve el-Leys ile kurtarmasaydı sapardık" 48 diyerek, amele elverişli hadisler konusunda kendisine rehberlik eden İmam Malik (v. 179/795) ve el-Leys'i (v, 175/791) minnet ve şükran duygusuyla anması veya İmam Şafı'nin hocalarından Vekî b. el-Cerrah'ın (v. 197/812) "Eğer Cabir el-Cu'fi olmasaydı Küfeliler hadissiz, Hammad da olmasaydı fıkıhsız kalırlardı" 49 şeklindeki tesbit ve müşahedesi yahut meşhur cerh-ta'dil âlimi Basralı muhaddis Yahya b. Said el-Kattan'nın (v. 198/813) ahkam istinbatında pek varlık gösteremeyip İmam Ebü Hanife' nin fetva ve ictihadını esas alması 50 da bu zeminde mütalaaa edilmelidir.
Demek oluyor ki, tek başına "muhaddis-hafız" unvanı, "fakih/müctehid" seviyesinin elde edilmesine imkân vermemektedir 51. Ancak kabul edilmelidir ki, "fakih/müctehid" unvanını kazanamayan "muhaddis/hafız"ın dikkatle duyduğu, okuduğu ve ezberlediği on binlerce hadis sayesinde çok yönlü bilgi ve birikime ulaştığı; ana hatlarıyla başta Kur'an tefsiri olmak üzere, akde, hukuk, ahlak, eğitim, iktisat, siyaset, tarih, sosyoloji ve psikoloji gibi ilim dallarında çok yönlü bilgi ve birikime sahip olduğu da bir gerçektir. Bu itibarla, "Sünnet'in kapsadığı alanlarla ilgili çağdaş disiplinler ve özellikle Sosyal bilimler ile Hadis ilmi arasında ortaklaşa çalışmaların başlatılması gerekmektedir." 52 şeklinde ifade bulan görüş ciddiye alınmalıdır. Şüphesiz bu durum, ehl-i hadis için bir meziyet ve bir "kıymet" olarak görülmelidir. Tabii bu "meziyet" ve "kıymet", hadislerin anlaşılmasına gösterilen ihtimamla mütenasip bir keyfiyet arz etmektedir. Hatb el-Bağdad'nin (v. 463/1070), Şerefu ashabi'l-hadis'inde, Ehl-i Sünnet dünyasının muhaddis sözcüsü sıfatıyla ispatlamayı hedeflediği şu inancı da kanaatimizi teyid etmektedir:
"İslam'ın öğrenilebileceği en sağlam kaynak Hadis ilmidir. Hadislerde İslam kültürünün her dalıyla ilgili bilgi vardır. Bu hadisleri derleyen, bizzat uygulayan ve başkalarına öğretenler, bu suretle de, gerçek İslam kültürünü yok olmaktan kurtaranlar Hadisçilerdir. Dolayısıyla onlar, İslam âlimlerinin en ön safında yer almaya hak kazanmışlardır" 53.
Fıkhu'l-hadisin önemini gösterdiği kadar pratik değeri de bulunan bir misal vermek istiyoruz. Meymün b. Mihran (v. 117/734) anlatıyor: Su içerken beni Ömer b. Abdilaziz gördü. Nefes alıp vermek için ben suyu ara vererek içmeye başlamıştım, Ömer b. Abdilaziz bana: "Rasulullah (s.a.v) su kabına soluyarak içmeyi yasaklamıştır. Eğer su kabının içine solumazsan, istersen bir nefeste iç/İçebilirsin !" dedi. Bu hadiseyi nakleden Endülüslü Maliki fakih ve muhaddis İbn Abdilberr (v. 463/1070) şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Ömer b. Abdilaziz'in konu hakkındaki sözü, sahih ve ince bir anlayıştır (el-fıkhu's-sahih)" 54. İbn Abdilberr, suya nefes vererek içmekle ilgili yasağın, Zahirilerin iddia ettikleri gibi "tahrimen" değil, "edeben" olduğunu da ifade etmektedir.