Hak, Gerçeklik, İslam, Allah’ın el-Hakk Güzel İsmi

muhsin iyi

Deneyimli Üye
Kademeli
Hak, Gerçeklik, İslam, Allah’ın el-Hakk Güzel İsmi

Allah (c.c.) haktan yanadır. Her zaman haklı kazanır. Bazen haksız olan kazanıyor görünse de mutlaka sonuçta haklı olan galip gelir. Yalnız hakkın ahrete bırakıldığı durumlar da vardır.


Müslüman’a en yakışmayan şey, yalan söylemektir. Bunun için peygamberimiz (s.a.s) müminin yalan söyleyemeyeceğini beyan buyurmuşlardır. Çünkü yalan gerçeğe zıt bir şeydir. İslam ise gerçeğe dayanır. Müslüman yalan söylediğinde haktan kopmaktadır. Onu yalan kadar zedeleyen başka bir şey yoktur. İslam hak din olduğundan müntesiplerinin de hiçbir zaman haktan kopmamalarını, hiçbir suretle yalan söylememelerini istemektedir.


İlahi adalet hep haktan yana ilerler. Batılın bazen galip gelmesi bir imtihan sırrıdır. Allah’ın (c.c.) gerçek inanan kulları ile kalbinde kuşku bulunanları birbirinden ayırdığı bir süreçtir. Böyle bir durumda iken mümin haktan hiç kuşku duymaz, onun bir gün tecelli edeceğini bilir. Çünkü hak Allah’ın (c.c.) sözüdür, değişmez.


Duyu organları ile algıladığımız her varlık, olay, olgu ile Allah’ın (c.c.) el-Hakk (Allah gerçeği ortaya serer, yalanı, yanlışı geçersiz kılar) güzel ismi tecelli eder. Onun için gerçekle hayali birbirine karıştırmamak gerekir. Gerçekte el-Hakk güzel ismi tecelli ederken hayalde arzularımız, düşüncelerimiz boy gösterir. Şahitlik, gerçeği temel alır. Adalet hakkı ortaya çıkarmak uğraşısıdır. Hakkın lehine şahitlikten kaçınmak ise büyük bir vebaldir: “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız, yakınlarınız aleyhinde bile olsa Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun (Nisa suresi, ayet 135).”


Hakkın karşısında batıl bulunur. Batıl daima değişmeye mahkûmdur. Çünkü insan kafasının ve arzularının mahsulüdür. Hayallerden doğmuştur. Gerçekle bağlantısı yoktur. Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de batıl için şöyle buyurmaktadır: “O gökten yağmur indirir de vadiler, dereler kendi ölçülerince dolup sel olup akar. Sel, suların üstünde kabaran köpüğü alıp götürür. İnsanların süs veya bazı eşyaları yapmak için ateşte erittikleri madenlerin de buna benzer bir köpüğü vardır. İşte Allah, hak ile batılı böyle bir temsil ile anlatır: Köpük yok olur gider, insanlara yararı olan cevher kısmı ise dipte kalır. Allah işte böyle misaller verir (Ra’d suresi, ayet 17)”


El-Hakk güzel ismi, Allah’ın (c.c.) varlığının delillerle ispat etmeye gerek duyulmaksızın apaçık olarak ortada olduğu anlamına gelmektedir. Her şey O’nun sıfat ve güzel isimlerinin tercümanlığını yapmakta, O’ndan söz etmektedir. Buna rağmen yüce Allah (c.c.) rahmetinden peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir. Peygamberler hem mucizeleri hem birbirlerini aynı dava ile tasdik etmeleri hem de örnek ahlakları ile hak olduklarını ispat etmişlerdir. Kutsal kitaplar, özellikle Kuran-ı Kerim ise Allah’ın (c.c.) sözü olduğunu her ayetiyle gönüllere, akıllara duyurmaktadır. Kuran-ı Kerim’le Allah’ın (c.c.) el-Hakk güzel ismi adeta tecelli etmiştir. Ondaki her bilgi, hüküm, hikmet ezeli ve ebedi olan Allah’a (c.c.) aittir. Allah (c.c.) her şeyi en doğru bilendir. O’nun bilgisinde bir değişme, yanılma ve eksiklik olmaz.


Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de bazı hakları belirlemiştir. Bazı hakları ise toplumların, medeniyetlerin, insanlığın gelişmesine bırakmıştır. Bunlardan birincisine kısas örneklenebilir. Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de ölen kişinin velisine kısas veya diyet alma (kan bedeli) hakkı tanımıştır. İkincisine de köleliğin kaldırılması örnek olarak verilebilir. İslam dini köleyi özgürlüğüne kavuşturmayı büyük bir iyilik olarak teşvik etmiş, doğabilecek olumsuzluklardan ötürü de onu tek taraflı kaldırmak istememiştir. Çünkü savaşların kazanılıp kaybedilmesinde öldürülme kadar esir olup yaşamını köle olarak sürdürme kaygısı da çok önemli bir rol oynamaktaydı. Bu kaygıdan karşı taraf kurtulursa daha cesur hareket edebilecek, Müslümanların kaygısı da şiddetlenecekti. Dünya uluslarının ortak bir antlaşması ile köleliğin kaldırılması bir insan hakkıdır. Allah’ın (c.c.) el- Hakk güzel isminin tecellisidir.


Allah (c.c.) dışında olan her şey aslında yoktur. Yoktan yaratılmışlardır. Ama görünüşte varlıklar vardır ama Allah (c.c.) yoktur. Gerçekte var olan sadece Allah’tır. Bu nedenle mutasavvıflardan benliğini Allah’ta (c.c.) yok etme makamına ulaşanlar (fenafillâh ehli), bu gerçeği görmüşler, yani aslında kendilerinin yok olduğunu, Allah’ın (c.c.) var olduğunu farklı bir bilinç düzeyiyle algılamışlardır. Bunun üzerine bazıları ilahi aşkın verdiği sarhoşlukla kendinden geçip “Enel-Hakk (Ben Hakk’ım)” demişlerdir. Bu sözle onlar Allah (c.c.) olduklarını veya ilahi bir özellik kazandıklarını değil kendi varlıklarının ortadan kalkıp el-Hakk olan Allah’ın (c.c.) kendilerinde tecelli ettiğini vurgulamışlardır. Aslında her varlık, Allah’ın bu güzel isminin tecellisi ile var olmuştur.


Her dünya görüşü sadece düşünce temeline dayanır. Yani ideolojiler kafadadırlar. Hayaller gibidirler. Onların gerçeklerle ilgileri zayıftır. Elbette onların içerisinde güzel düşünceler, insanların duygularını okşayan iyi niyetler vardır. Ama insan nefsini unuttukları için büyük eksiklikler içerirler. Gerçeğe bir türlü dönüşemezler. İslam dini böyle değildir. Beş şartından dördü, somut birer yaşantı ister. Yani çeşitli yaşantı süreçlerini gerektirir. Namazın farzları bedenin hareketlerine dayanır. Cemaatle namazda zengin fakir aynı safta bir tarağın dişleri gibi eşittirler. Oruç gün boyunca açlık, susuzluk, cinsel ilişki yasağı ile insanları çetin bir yaşantı sınavına sokar. Bu sayede insan temel ihtiyaçlardan yoksun kimselerin durumunu daha yakından bilir, tanır. Zekât insanların genellikle gerçeğin gerçeği olarak telakki ettikleri, çoğu kişinin de bir ilah gibi taptığı paranın küçük bir kısmını toplumda buna ihtiyaç duyan insanlarla paylaşmaktır. Bu sayede zengin ile fakir arasında bir düşmanlık ve kin oluşmaz. Hac hem bedensel hem de ekonomik bir ibadet olmanın yanında belli bir zaman için çeşitli kurallarla belirli bir yaşantıyı ve ziyaret yerlerini gerekli kılan en somut ibadettir. Hacda bütün dünya Müslümanları aynı kıyafetle biraraya gelip kardeşliği doya doya yaşarlar. Kelime-i şahadet ise İslam dininin dünya görüşünü teşkil eder. Kelime-i şahadette bir babanın evlatları arasında ayrım yapmaması gibi Müslümanların da Allah karşısında eşit olduğu, bunun için peygamberin örnek hayatına uymaya çalışma vurgulanmaktadır. Şayet İslam’ın şartı sadece kelime-i şahadetten oluşsaydı diğer dünya görüşleri ile aynı özelliklere sahip olacaktı. Ama kelime-i şahadet İslam’ın diğer dört şartı ile birlikte bir gerçekliğe dönüşmektedir. İnsanlar kelime-i şahadetle İslam dinine girmekteler ama bu dinde müminlik vasfında gelişmeleri ancak diğer dört şartı da yerine getirmelerine bağlı olmaktadır. Onun için İslam salt bir ideoloji değildir, hayatın bütünün kucaklayan bir dindir. İslam, insanların cinsel hayatından tutun sosyal hayata kadar her şeyi düzenlemekte, kendince hayatın her alanını şekillendirmektedir.


Komünizm davasıyla devrim yapmış, sonra yıkılmış devletin (SSCB) yerine kurulan yeni devletlerin bazılarında çeşitli aralıklarla toplam beş yıl kadar bulundum. Bu uzun zaman süresince oralarda hep şunu merak etmişimdir: Gerçekten 70 yıl bu ideoloji ve kültürle yetişmiş ve komünist olması için onca yıl eğitim almış bunca insan arasında ekonomik olanaklarını başka bir komünist arkadaşıyla paylaşan birisi var mıdır? Bu ideolojinin gerçeğe dönüşen bir eylemini yakalayabilecek miyim? Öyle ya uğruna milyonlarca insan katledildi. Bu, boşuna olamaz. Numunelik de olsa mutlaka bir iki örnek insan yetiştirilmiştir. Bu konuda kendimce çok araştırmalar yapmıştım. Ama maalesef bir küçük örneğe bile tesadüf edemediğim gibi komşuluk ilişkilerinde pek çok bencilliklere de şahit olmuşumdur. Orada insanlar genellikle ya çok zenginler ya da çok fakirler. Orta tabaka pek yok gibi. Garip olan durum ise, zenginlerin genellikle belli yerlerde toplanmayıp (henüz gettolaşmaya fırsat ve zemin bulamadılar herhalde) fakirlerle iç içe yaşamasıdır. Yani aynı mahalleyi ve sokağı paylaşmalarıdır. Bunun dışında, dindar olanları hariç, birbirleri ile hiçbir ilgilerinin olmamasıdır. O zaman şu gerçeğin doğruluğunu bir kez daha derinden kavradım: ‘İnsan nefsi düşünce ve duygu egzersizleri ile eğitilemiyor. Nefis, yaşantıların dili ile biçimleniyor.’ Yani dinimizin zekât ve sadaka emri ve yükümlüğü olmasaydı bir Müslüman da bir komünist gibi kafasında ve kalbinde yoksul kişilere karşı güzel düşünceler ve duygular besleyecekti ama hiçbir zaman maddi olanaklarını onlarla paylaşamayacaktı. Nefsi buna engel olacaktı. İslam’ın büyüklüğü ve güzelliği, Allah’ın (c.c.) el-Hakk güzel ismine uygun olarak somut yaşantıları gerektirmesi ve insan gerçekliğini (özellikle nefsini) dikkate almasıdır. İnsan bedenini ve malını Allah’ın (c.c.) emri istikametinde bir derece kullanırsa Allah (c.c.) onun dünya görüşünü de gerçekliğe dönüştürmektedir. İslam her halükarda bir hayat dinidir. Devleti olmasa bile kişiyi belli yaşantı biçimlerine ve süreçlerine uymaya zorlamaktadır. Allah’ın dini olan İslam bu dünyayı ve ebedi ahret yurdunu cennete çevirmek için gelmiştir. Onun için İslam dinine dünyevi ideolojiler gibi bakmak onu salt bir ideoloji olarak görmek ve değerlendirmek büyük bir yanlışlıktır. O her şeyden önce gerçekliğe, Allah’ın el-Hakk güzel ismine dayanmaktadır. Hayatı temel almaktadır.


El-Hakk (Allah gerçeği ortaya serer, yalanı, yanlışı geçersiz kılar) güzel ismi ile kula düşen görev, hakka şahitlik yapmaktan kaçınmamaktır. Hakkın tecellisine çalışmaktır. Hakkı haklıya vermektir.


İşin ehline verilmesi de el-Hakk güzel isminin başka bir gereğidir. Nitekim bu konuda ayet-i kerime de vardır (Bk. Nisa suresi, 58).


Allah (c.c.), her daim bizleri hakkı arayan, haktan yana olan, hakka şahitlik yapan kullarından eylesin. Âmin.

Muhsin İyi
 
Üst