İki gencin hidayet öyküsü

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
İki gencin hidayet öyküsü

Bir anda onları karşımda görünce çok şaşırmıştım. Şaşırmak ne kelime, öylece kalakaldım. Sakın bir rüya olmasın, diye düşündüm.

Sabah erken gitmiştim fakülteye... Dünden kalan onlarca mektup beni bekliyordu. Ders saatine kadar onları okuyup, cevaplamam gerekiyordu.
Okuyucularım her gün yurdun dört yanından ve hatta dünyanın çeşitli yerlerinden onlarca mektuplar gönderirdi. Tabiî ki bir o kadar da e-mail ve telefonlar bunların dışında...

Beni her mektup, her e-mail ve her telefon, oldukça heyecanlandırırdı. Çünkü okuyucum bana bir şeyler yazıp gönderiyorsa, kendisi için çok önemli olduğundandır. Ben de aynı titizlik ve ihtimam içinde yazdıklarını okuyup, isteklerine cevap vermeliydim. Bu onlara olan vefa borcumdu. Ama daha da önemlisi, kendime olan saygım ve görevimdi. Çünkü bana içini döken, çok ibretli hatıralarını paylaşan, “yetişin” diye feryat eden, çok acil bir problem için çırpınan veya gözümü ve gönlümü nemlendiren, bazen de bir çocuk gibi ağlatan bu mektuplar ve e-mailler, okuyucularım tarafından parmaklarıyla değil, yürekleriyle yazılıyorlardı. Onun için de her mektup, e-mail ve telefon benim için mukaddes bir emanetti. En önemlisi de bu gün satış rekorları kıran ve milyonlarca insana rehber olan kitaplarımın böylesi mektupların ürünüydü. İşte masamın başında önüme aldığım onlarca mektubun arasına dalıp büyük bir heyecan ve merakla satırlar arasında kaybolmuşken, onlar çıkıp gelmesinler mi?

Onlar dediğim, beni şaşırtan insanlar, üç yıldan beri derslerine girdiğim iki öğrencim.

Birisi açık açık “Ben ateistim, inanmıyorum, benim için Allah’ın (hâşâ) ve dinin hiçbir anlamı yoktur” diyen Topsakal Sinan...

Öbürü de, gösterişiyle, fizikî güzelliğiyle ve fanatik görüşleriyle herkesin tanıdığı, “Dinsiz Yeşim”di...

Her zaman bu iki öğrencimle iyi ilişkiler kurmaya gayret etmiştim. Onca saldırı ve hakaretlerine rağmen, köprüleri atmadım ve mutlaka bir dostluk şansı bıraktım.

Zaman zaman gelip, kapımı çalmaları ve özel konuları kendi paralelindeki insanlarla değil de benimle konuşmaları bu yüzdendi. Çünkü en ağır eleştirilerinde bile, aynı üslûpla cevap vermiyordum ve anlattıkları her olayı, gizli bir hatıra gibi saklıyor ve asla başkasıyla paylaşmıyordum. Bunun için de, ayrı dünyaların adamı olmamıza rağmen çok iyi bir diyaloğumuz vardı. Ama bu sefer gelişleri çok farklıydı. Öylesine bir duruşları vardı ki karşımda, bunun için hayal ve rüya olmaması için, Rabbime yalvarıyordum.

Topsakal Sinan, topsakalını ve saçlarını kesmiş, her gün görmeye alıştığımız o acayip kılığından eser kalmamıştı.

Hele Dinsiz Yeşim... Allah’ım ne olur bu bir şaka olmasın...

Uzun bir giysi ve kendini melekler gibi gösteren başında bir eşarp... “Sen ha...! Yani Dinsiz Yeşim ha...! Aman Allah’ım...!”

Müthiş bir heyecan ve tam bir şaşkınlık içinde, kendimi ayakta buldum. Nasıl karşıladığımı, nasıl oturttuğumu ve “buyur” ederken de neler söylediğimi hatırlamıyorum.

Tek hatırladığım Topsakal Sinan’ın, içtenlik dolu, samimiyet dolu ve mahcubiyet dolu sesiydi.

“Hocam sizi şaşırttığımızı biliyoruz” dedi, içindeki patlamak üzere olan duygu yoğunluğunu bastırarak. “Çünkü biz de şaşkınlık içindeyiz. Dar ve zor günlerimizde çaldığımız kapı, hep sizinki olmuştu. Elbette ki hayatımızın en önemli kararını verdiğimiz bugün de yine sizin kapınızı çalıp, desteğinizi almalıydık. Öyle de yaptık.”

Gözlerinde, bu güne kadar asla görmediğim mutluluk, tatlı bir tedirginliğin ve yeni hayatın atmosferi içinde nasıl davranmaları gerektiğini bilememenin pırıltıları okunan bu iki öğrencime hayran hayran bakıyordum. İçimde öyle bir fırtına başlamıştı ki, cümleler aciz kalmış, kelimeler çıkmıyor ve ses tonum bir türlü gırtlağımı aşıp gelemiyordu.

Allah’ım ne olur şu hidayet kapını, bilmeden günahlara bulaşmış ve yanlışlara saplanmış milyonlarca kulların için de esirgeme...

Sabahın bu erken saatlerinde karşılaştığım bu müthiş sahnenin sebebini sormaya gerek kalmadan girişken, konuşkan ve doğruları her yerde pervasızca söyleyen Yeşim, yüzü kızararak anlatmaya başladı: “Sinan’la benim aile kültürümüz birbirine çok benziyordu. Onun için de okulun ilk açıldığı günden beri arkadaş olmuştuk. Çünkü aynı görüşleri paylaşan, hayata aynı açıdan bakan, sorumsuz ve amaçsız iki insan... Belki de insan olmanın sorumluluğundan kaçmak için, Allah’ı ve dini inkâr etme kolaylığına saplanmıştık. Bu rahat ve dağınık yaşamımız yolunda bizlere en iyi rehberdi.
“Tabiî ki işin bu noktaya gelmesinde ‘dinsiz, imansız’ bir insan olmamızda en büyük pay, önce kul olmaktan nasibini alamamış ailelerimiz, sonra da amaçları ‘dinsiz’ bir toplum yetiştirmek olan öğretmenlerimizdi.

“Bu boşluk, bu çıkmaz ve karışık hayat içinde ne yapacağımızı şaşırmış bir halde, mutsuz ve huzursuz bir ömür sürerken Rabbim sizi çıkardı karşımıza... Belki de içten içe, gittiğimiz bu yolu beğenmeyişimiz, o yüce Allah’a bir yakarış olmuştu ki, bizim gibi ‘dinsiz’ iki insanın elinden tuttu.”
Bu büyülü atmosferin sanki bizi bir anda rüyalar âlemine sürüklediği durumu yeni fark eder gibi hemen araya girdim:

“Çocuklar dedim. Önce bir çay alalım. Sonra sohbetimize devam ederiz. Daha zamanımız çok. Çayla birlikte de bir şeyler söyleyelim. Muhtemel ki yeni kalktınız ve kahvaltı da yapmadınız.”

Sinan’ın gözlerindeki duygu bulutları bir anda oynaştı ve Yeşim’in patlamak üzere olan gözyaşlarıyla çarpıştı.

“Ne uykusu hocam” dedi Sinan. “Sabaha kadar uyumadık ki... Yeşimle birlikte bir gecede iki kitap bitirdik... Düzceli Mehmet ve Aysel...”

Aynı anda Sinan ve Yeşim’in bakışları önlerine eğildi, hayatın baharında ve kısacık ömürlerini Allah’a isyanla geçirmiş bu iki gencin yanaklarına doğru yaşlar sızmaya başladı.

Önü alınmaz bir fırtınanın ilk işaretleri gibi, boğazıma kilitlenen duygu tufanını haber verircesine ağlamaya başladı Yeşim. Sinan’ın ise elleri yüzünde, olup bitenleri göstermek istemiyordu. “Bu sabah tövbe ettik hocam” dedi Yeşim, bir türlü kontrol edemediği bir ses tonuyla... “Yalan yanlış ilk namazımızı da bu sabah kıldık. Düzceli Mehmet’in ve Aysel’in hayatları bizim içimizde, yüreğimizde vardı. Meğer ki bu yolları, onlar bizden önce geçmişler ve bizden önce Rabbimize kanat açmışlar. Ne yazık ki biz geç kalmışız. Galiba bizimki son umut.”

Daha fazla dayanamadı. Daha önce nişanlandığını duyduğum Sinan’a sarıldı. Ben ise masa başında tam bir şoka girmiştim.

Gel de dayan bu sahneye... Gel de söndür söndürebilirsen bu iki gencin yüreklerinde yanan ateşi...

Allah’tan ki çaylar yetişti. Ve odaya giren çaycıyı görünce kendimizi toparlamaya başladık.

“Ailelerimizin de rızasıyla bu sabah imam nikâhı kıydık hocam” diye devam etti Sinan. “Zaten nişanlıydık, biliyorsunuz... Benim de Yeşimin de giysileri emanet... Tıpkı emanet canımız ve emanet ömrümüz gibi...
“Dönem içindeki dersler çok etkili oluyordu. Her bir tartışma aslında bizi biraz daha kendimize yaklaştırıyordu. Her ne kadar ‘imansız’ görünsek de; hele kader, ahiret, Allah gibi imanî konular işlenirken sınıfta inatla ‘Kabul etmiyoruz’ desek de, aslında bunlar gizli bir onaydı.”

Bir konu tabu olamazdı... Mutlaka tartışılmalı. “İnanacaksın, yoksa kâfir olursun” demek bana göre bir acizliğin ifadesiydi... Bu açıdan tartışılan konular ve dersler bizim için müthiş bir ilâç oluyordu.

“Özellikle de sık sık atıfta bulunduğunuz Risâle-i Nur kitaplarını merak ettik ve inceledik. İlk zamanlar ‘Niçin bu hoca hep bu kitaplardan bahsediyor, başka kaynak yok mu?’ diye itiraz ederdik. Ama Risâle-i Nur kitaplarını tanıdıktan sonra anladık ki bu kitaplar bu zamanın manevî ihtiyaçlarına göre yazılmış. Nasıl ki kanser hastalığı için mutlaka kanser ilâcı lâzımsa, bu zaman inkâr ve şüphe hareketine de Risâle-i Nur kitapları lâzımmış. Bu tabiî ki diğer kitapları reddetme anlamında değildir. Çünkü her kitabın bir alanı ve hedef kitlesi vardır. Günün inkâr ve isyan cereyanının ilâcı da Risâle-i Nur’dadır. Bunun için de size çok minnettarız hocam...”

O sabah bir başka sabahtı. Ama o sabah yalnızca bu iki gencin mutluluk başlangıcı değil, aynı zamanda da kendilerini bekleyen çok ağır imtihanların da ilk adımıydı. Çünkü ikisinin de ailesi, güzel bir dönüş yapan bu iki gencimizi reddettiler. Onlara göre gençler “Sapıtmışlar, mutlaka tedavi görmeleri gerekiyordu.” Tabiî ki hedefte ben de vardım ve gençlerin “Akıllarını çelip, onları yanlış yola sevk ediyor”dum.

Bu iki genç bütün güçlükleri birlikte göğüslediler. Şimdi ikisi de öğretmen ve mutlu bir yuva kurdular. Yeni doğan çocuklarına da hocalarının adını verdiler. Bu benim için ifadesi zor bir mutluluktu.

Şimdi onlar, hayatın yanlışlıkları içinde ömür tüketen gençlere rehber olmak için gece-gündüz çırpınmaktadırlar.
Rabbim hem dirayetlerini, hem de sayılarını arttırsın.

Halit Ertuğrul

Yeni Asya
Elif ekinden
 
Üst