Abbâs Amca’sı ile beraber gelip karşılarında oturan İki Cihan Güneşi, sadece gönüllerini değil, bütün cihanı aydınlatmak için gelmişti. Peygamberimiz aleyhisselâm’ı bu kadar yakından görmenin heyecanı ile bir başka iklim yaşayan Medineli Müslümanlar, bu anın hiç bitmemesini istiyorlardı. Aydınlar Aydını’ndan nûr devşiren bu seçkin topluluk, aydınlanmayla beraber, aydınlatma süreci içine girmişlerdi. Buraya niçin geldiklerinin farkındaydılar. Ne yaptıklarının bilincindeydiler. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın talimatları doğrultusunda hareket ediyorlardı. Buraya gelirken o kadar hassas, ciddi ve dikkatli olmaları isteniyordu ki uyuyan uyandırılmayacak, geç kalan beklenmeyecekti! Bu iş bu kadar önemliydi işte! Allah ve Rasûlü aşkıyla bunca yol alan bu seçkin topluluktan bir teki bile fire vermemiş, hepsi tam zamanında istenilen yerde toplanmışlardı.[1] Peygamberimiz aleyhisselâm’ı görmenin aşk ve coşkusu ile her saniyesini bir başka zevkle yudumluyorlardı ki, ilk sözü Abbâs Amca aldı… - Ey Yesribliler! Siz de bilirsiniz ki, (Hz.) Muhammed (sav) bizdendir. Bu, benim kardeşimin oğludur ve bana insanların en sevgilisidir. Eğer siz O’nu tasdik edip, kendisinin Allah’tan getirdiklerine iman ediyor, O’nu alıp yanınıza götürmek istiyorsanız yardımsız bırakmayacağınıza, aldatmayacağınıza dair sizden kesin bir söz almak istiyorum. Çünkü sizin komşularınız Yahudilerdir. Yahudiler ise buna düşmandırlar. Onların tuzak kurmayacaklarından emin değilim. Eğer siz, ok yağmuruna tutacak olan Arap kabilelerinin de düşmanlıklarına göğüs gerebilecek kadar savaş gücüne sahipseniz, aranızda iyice görüşüp konuşarak kararlaştırınız da, sonradan tefrikaya düşmeyiniz. Biz O’nu elimizden geldiği kadar korumaya çalıştık. O kendi kavmi içinde bulunmakta ve mümkün olduğunca da korunmaktadır. Fakat size katılmak, sizinle birlikte olmak istiyor. Eğer siz kendisine söz verip davette bulunduğunuz yardım, barındırma ve muhaliflerinden koruma gibi şeyleri yerine getireceğinize kani iseniz ne âlâ. Şayet, yanınıza vardıktan sonra korkup yardım edemeyecek, kendisini muhaliflerinin eline bırakacak iseniz, şimdiden bırakınız. O, kendi kavminin içinde ve beldesinde bulunmaya ve korunmaya devam etsin. Evet, sizin konuşma yapacak olanınız konuşsun. Fakat konuşmasını uzatmasın. Çünkü üzerimizde müşriklerden gözcüler ve casuslar vardır. Buradan konak yerinize dağıldığınız zaman da işinizi gizli tutunuz![2] Abbâs Amca konuşurken, Peygamberimiz aleyhisselâm tebessüm ederek onu dinledi. Sonra da Medinelilere dönüp baktı. Bunun üzerine Hz. Es’ad bin Zürâre, Peygamberimiz’den söz hakkı istedi. - Yâ Rasûlallah! Bize izin ver de, canını sıkmaksızın ve Senin hoşlanmayacağın bir şeyle itiraz etmiş olmaksızın sadece Sana icabetimizi ve imanımızı doğrulamak üzere ona (Abbâs Amca’ya) cevap verelim. - “Suçlayıcı olmaksızın ona cevap veriniz! Sözcünüz kim ise o konuşsun ve konuşmasını da kısa tutsun! Çünkü müşriklerin casusları sizi gözlemektedirler! Şayet sizin bu durumunuzu öğrenecek olurlarsa yaygara yaparlar (siz de sıkıntıya düşersiniz)!”[3] Hz. Es’ad, gülümseyerek bakan Peygamberimiz aleyhisselâm’a dönerek ve ara sıra da Hz. Abbâs’a bakarak konuşmaya başladı. - Yâ Rasûlallah! Her davetin yumuşak veya sert bir yolu ve usulü vardır. Bugün Senin yaptığın davet, zorlukları itibariyle ve yılardır yaşanan bir hayatı terk ederek yeni bir hayata atılma açısından insanların yüzünü ekşitecek, kendilerine ağır gelecek bir davettir. Sen bizi öteden beri bulunduğumuz dinimizi bırakmaya ve kendi dinine tabi olmaya davet ettin ki, bu çok zor ve ağır bir şey olduğu halde biz Senin bu teklifini kabul ettik. Sen bizi müşrik insanlarla aramızdaki yakın uzak bütün akrabalık ve komşuluk ilişkilerini kesmeye davet ettin. Bu da çok zor ve ağır bir şey olduğu halde biz Senin bu teklifini de kabul ettik. Bütün bunlar, Allah’ın doğru yolu bulma azmini ve hayırlı sonuçlara ulaşma umudunu ihsan ettiği kimseler hariç, insanlar arasında hiç de hoşa gidecek şeyler olmadığı halde biz Senin bu husustaki teklifini de dillerimizle ikrar, kalplerimizle tasdik etmek suretiyle kabul ettik. Biz, Senin Allah’tan getirdiklerine inanarak ve kalplerimize yerleşen bir marifetle tasdikte bulunarak Sana biat edeceğiz. Biz, Rabbimiz’e, Senin Rabbine biat edeceğiz. Allah’ın kudret eli ellerimizin üzerindedir. Biz, kendimizi, çocuklarımızı ve kadınlarımızı savunduğumuz ve koruduğumuz şeylerden Seni de savunacak ve koruyacağız. Eğer biz bu ahdimizi bozarsak, Allah’ın ahdini bozmuş bedbaht ve yaramaz kimseler olalım. Yâ Rasûlallah! Bu, Sana karşı bizim sadakat yeminimizdir. Yardımına sığınılacak ancak Allah’tır.[4] Sonra da Hz. Abbâs’a dönen Hz. Es’ad, ona da şöyle söyledi. - Ey konuşurken Peygamberimiz aleyhisselâm’ın önünde bize söz dokunduran zât! Kardeşinin oğlunun, sana, insanların en sevgilisi olduğunu söyledin. Biz, yakın uzak bütün akrabalarımızla ilişkilerimizi keserek şehâdet etmiş bulunuyoruz ki, bu Zât Allah’ın Rasûlü’dür. Allah, O’nu yanındaki (Kur’ân) ile göndermiştir. Kendisi asla yalancı değildir. Getirdiği Kur’ân da insan sözüne benzemez. Rasûlullah aleyhisselâm hakkında seni tatmin edecek sözü bizden alma isteğine gelince Rasûlullah için, bizden istediğin sözü al.[5] Hz. Abbâs’a, sadece Hz. Es’ad değil, Medine’nin ileri gelen diğer sahâbîleri de cevap verdiler. Öyle ki, Hz. Abbâs ikna oldu ve içi rahat etti. Hz. Es’ad hem kendi adına ve hem de gelen heyet adına yine Peygamberimiz aleyhisselâm’a döndü. - Yâ Rasûlallah! Bizler konuştuk. Şimdi de Sen konuşur musun? Bizden kendin ve Rabbin için istediğin sözü al artık! Ey Allah’ın Rasûlü, işte biz hazırız! İstediğin her şeye hazırız! Bizden Allah için de, kendin için de istediğin sözü al. Buyur ey Allah’ın Rasûlü, biz hazırız! Söz Senin yâ Rasûlallah![6] Peygamberler Sultanı bu seçkin insanlardan o kadar çok memnun oldu ki, güller gibi gülümserken yıldızlar da, ay da gölgede kalmıştı. Bu özel ve seçilmiş topluluk karşısında Peygamberimiz aleyhisselâm önce Kur’ân okudu. O, Kur’ân okumaya başlayınca bütün hepsini nûr harmanı sarıp sarmaladı. Bir başka âleme kapı açtı. Bir başka âlemin insanları oluverdiler. İşte buradaydı! Hemen yanı başlarında! O’na bu kadar yakın olmak! Aman Allah’ım! Bu ne büyük bir nimetti. Hiçbir şey yoktu artık! O vardı sadece! Allah Rasûlü vardı! İki Cihan Güneşi vardı! Gönüller Sultanı vardı! Güller Gülü vardı! Canlar Canı vardı! Nûrlar Nûru vardı! Nûrun kaynağından nûr devşiren bu seçilmiş topluluk, Nûr ile nûrlanmışlardı artık! O nûr ile onurlanmışlardı! Kur’ân okuyan Peygamberimiz aleyhisselâm, daha sonra İslâm hakkında genel bilgi verdi. Bütün özler, yüzler, gözler O’na kilitlenmişti artık… - “Yüce Rabbim için sizden istediğim O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanız ve O’na ibadet etmenizdir. Kendim için isteğime gelince; Allah’ın Rasûlü olduğuma şahitlik etmeniz, Beni ve ashâbımı barındırmanızdır. Bana ve ashabıma yardımcı olmanızdır. Kendinizi ve ailenizi savunduğunuz ve koruduğunuz şeylerden, bizleri de savunup korumanızdır. Hanımlarınızı ve çocuklarınızı savunup koruduğunuz şeylerden, Beni de savunup koruyacağınız hakkında sizinle bey’at yapayım!”[7] Medine’nin bu seçkin insanları büyük bir coşku ile atıldılar… - Ey Allah’ın Rasûlü! Seni Hak Din ve Kitapla peygamber olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki, kendi canımızı ve çoluk çocuğumuzu savunup koruduğumuz şeylerden Seni de koruyacağız! - Ne istersen iste, hazırız. Bizimle biat et yâ Rasûlallah! Biz, vallahi savaş ve silah erleriyiz. Bu bize, ecdadımızdan miras kalmıştır. Sana biate hazırız yâ Rasûlallah! Peygamberimiz aleyhisselâm, bundan da çok memnun kaldı. Hemen ardından da şöyle buyurdu… - “Allah’a hiçbir şeyi şerik koşmayacaksınız! Hırsızlık etmeyeceksiniz! Çocuklarınızı öldürmeyeceksiniz! Hiçbir kimseye hiçbir şekilde iftirada bulunmayacaksınız! Hiçbir işte bana karşı gelmeyeceksiniz. Bu şartlarla sizden bey’at alıyorum. İçinizden kim ahdine vefa gösterir, sözünde durursa onun ecir ve mükâfatı Allah’a aittir. Kim sözünü bozarak bunlardan birisini işler de bu yüzden dünyada azaba uğrarsa bu azab, onun için bir keffâret ve temizlik olur. İşlemiş olduğu suçu Allah’ın örttüğü kimsenin işi ise Allah’a kalır. Allah dilerse ona azab eder, dilerse onu affeder.”[8] Peygamberimiz aleyhisselâm’ın mübarek ellerine sarılan sahâbe de, her biri tek tek şöyle söz veriyordu: - Genişlikte ve darlıkta, sağlıkta ve hastalıkta, kolaylıkta ve güçlük anlarımızda, sevinçli ve kederli zamanlarımızda, her zaman ve her yerde Senin emirlerine isteyerek boyun eğecek ve nerede olursak olalım hakkı söyleyeceğiz! Allah yolunda yürürken, kınayanların kınamasından korkmayacağız![9] Bu sözü verdikten sonra birden durup mahzunlaşan Medineliler, Peygamberimiz aleyhisselâm’a bakarak içlerinden geçeni şöyle dile getirdiler… - Ey Allah’ın Rasûlü! Bizler kendi kavmimiz içinde, Yahudilerle anlaşmalarımız ve sözleşmelerimiz var. Biz onları, Seninle yapacağımız bu biatimizle kesip atmış oluyoruz. Allah Seni muzaffer kıldıktan sonra bizi bırakıp kavminin yanına dönmeyi arzu eder misin?[10] Peygamberimiz aleyhisselâm da güller gibi gülümseyerek cevap verdi… - “Hayır! Benim kanım sizin kanınızladır. Benim zimmetim sizin zimmetinizledir. Ben sizdenim, siz de bendensiniz. Savaştıklarınızla savaşır, barıştıklarınızla barışırım. Ben sizdenim, siz de bendensiniz!”[11] Bu cevap Medinelileri çok sevindirdi. Karşılıklı konuşmaları takiben sözler verilip, biat gerçekleşince Abbas bin Ubâde ayağa kalkarak verilen sözün önemini hemşehrilerine tekrar hatırlattı… - Ey Yesribliler! Siz burada verdiğiniz sözün farkında mısınız? Siz bu sözünüzle insanların kırmızı ve siyahıyla savaşmak üzere sözleşmiş oldunuz! Mallarınıza bir zarar gelir veya yakınlarınızdan birileri öldürülürse O’nu yalnız bırakıp sözünüzü unutacaksanız, bunu şimdiden yapın! Vallahi, bunu daha sonradan yaparsanız bu dünya ve âhiret kaybı olur. Her iki tarafta da üzülenlerden olursunuz. Fakat mallarınızın eksilmesi, yakınlarınızın katledilmesi pahasına sözünüze sadık kalacaksanız diyecek bir şeyim yok. Bu durumda dünyada da kazanırsınız, âhirette de![12] Abbas bin Ubâde’nin bu uyarı ve hatırlatmaları üzerine hemşehrileri büyük bir coşkuyla cevap verdiler: - Sen hiç endişe etme! Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, biz mallarımız ve yakınlarımız pahasına onu kollayıp koruyacağız! Sonra da Rasûlullah aleyhisselâm’a dönüp merak ettiği şeyi de sordu: - Ey Allah’ın Rasûlü! Sözümüze sadık kalırsak bizim için ne var? Rasûlullah aleyhisselâm’ın bu soruya cevabı oldukça kısa ve açıktı: - “Cennet!”[13] Bütün hepsi Peygamberimiz aleyhisselâm’ın mübarek elini tutma şerefine ererek O’nunla tek tek biat ettiler. Peygamberler Sultanı istediğini istemiş, O’na gönül veren sahâbîler de istediği sözü vermişlerdi. Bu çok özel toplantı ve buluşmaya 73 erkeğin yanında iki de hanım sahâbi katılmıştı. Hz. Ümmü Ümâre Nesîbe binti Ka’b ile Hz. Ümmü Meni’ Emma binti Amr. Akabe’de yaşananları büyük bir dikkatle takip edip bütün gelişmelere katılırken biat sırasının kendilerine geldiğini görünce büsbütün heyecanlanmışlardı! Erkeklerin biati bitmiş, sıra hanımlara gelmişti çünkü! Hanım olarak o anda orada sadece iki kişi idiler. Her ikisi de kocalarıyla beraber gelmişlerdi. Fakat erkeklerin içine pek fazla girmemişler, kendilerine ayrılan yerden olayı takip etmişlerdi. Fakat şimdi iş değişmiş, bir anda kendilerini Peygamberimiz aleyhisselâm’ın karşısında bulmuşlardı! Her ikisinin de, heyecandan kalpleri duracak gibiydi! 73 erkekle el sıkışan Peygamberimiz aleyhisselâm, hanımlarla da el sıkışacak mıydı acaba? Bir an nasıl hareket edeceklerini bilemeyen hanımlar, heyecandan heyecana giriyorlardı. Ne yapmaları gerekiyordu şimdi? Mübarek elini tutacaklar mıydı O’nun? Peygamberimiz aleyhisselâm, biat esnasında sıra hanımlara gelince, onlarla el tutuşmadı. Biat şartlarını karşılıklı konuştuktan sonra şöyle buyurdu… - “Ben hanımların elini tutmam. Sizlerle sözle biat alırım. Tamam, siz de bu şekilde biat etmiş oldunuz!”[14] İki Cihan Güneşi ile bu kadar yakın mesafeden konuşmak ve O’na biat etmek Hz. Ümmü Ümâre Nesîbe Hanım ve arkadaşını çok etkilemişti. Oradaki bütün sahâbîler gibi, bu iki hanım sahâbi de saadetin zirvesindeydiler! İman aynası berrak yüzleri, nurdan bir avize gibi parlıyor; Peygamber Efendimiz’i bu kadar yakından görmenin sevinç ve coşkusuyla gözlerinin içi bile inciler saçıyordu… Sallâllahu aleyhi ve sellem…
Adem SARAÇ
[1] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 83; Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 3, s. 461; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, c. 1, s. 207; Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 254; M. Âsım Köksal, İslâm Târîhi, Peygamberler Peygamberi Hz. Muhammed Aleyhisselâm ve İslâmiyet, c. 2, s. 265.
[2] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 4, s. 9; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüve ve Ma’rifetu Ahvâli Sahibi’ş-Şerîa, c. 2, s. 450.
[3] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 2, s. 119-120.
[4] Ebû Nuaym İsfehânî, Delâîlü’n-Nübüvve, s. 302-302.
[5] Taberî, Câmîu’l-Beyân an Te’vîl- Âyi’l-Kur’ân, c. 11, s. 35; Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki Ğavâmidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vücûhi’t-Te’vîl, c. 2, s. 216; Fahreddîn er-Râzî; et-Tefsîru’l-Kebîr (Mefâtihu’l-Gayb), c. 16, s. 199; Kurtubî, el-Câmiu’l-Ahkâmi’l-Kur’ân (Tefsîru’l-Kurtubî), c. 8, s. 267.
[6] Zehebî, Târîhu’l-İslâm ve Vefeyâtu’l-Meşâhîr ve’l-A’lâm, s. 302-303.
[7] İbn Seyyidünnâs, Uyûnu’l-Eser fî Fünûni’l-Megazi ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, c. 1, s. 163; Haysemî, el-Mecmâ’u’-Zevâid ve Menba’u’l-Fevâid, c. 6, s. 48.
[8] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 5, s. 320.
[9] Ebu’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 2, s. 84.
[10] Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 238-339.
[11] Rûdânî, Cem’ul-Fevâid min Câmi’ul-Usûl ve Mecma’iz-Zevâid, c. 3, s. 266-269.
[12] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 88.
[13] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 119-120.
[14] İbn İshak, İbn Hişam, es-Sîre, c. 2, s. 109
Adem SARAÇ
[1] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 83; Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 3, s. 461; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, c. 1, s. 207; Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 254; M. Âsım Köksal, İslâm Târîhi, Peygamberler Peygamberi Hz. Muhammed Aleyhisselâm ve İslâmiyet, c. 2, s. 265.
[2] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 4, s. 9; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüve ve Ma’rifetu Ahvâli Sahibi’ş-Şerîa, c. 2, s. 450.
[3] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 2, s. 119-120.
[4] Ebû Nuaym İsfehânî, Delâîlü’n-Nübüvve, s. 302-302.
[5] Taberî, Câmîu’l-Beyân an Te’vîl- Âyi’l-Kur’ân, c. 11, s. 35; Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki Ğavâmidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vücûhi’t-Te’vîl, c. 2, s. 216; Fahreddîn er-Râzî; et-Tefsîru’l-Kebîr (Mefâtihu’l-Gayb), c. 16, s. 199; Kurtubî, el-Câmiu’l-Ahkâmi’l-Kur’ân (Tefsîru’l-Kurtubî), c. 8, s. 267.
[6] Zehebî, Târîhu’l-İslâm ve Vefeyâtu’l-Meşâhîr ve’l-A’lâm, s. 302-303.
[7] İbn Seyyidünnâs, Uyûnu’l-Eser fî Fünûni’l-Megazi ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, c. 1, s. 163; Haysemî, el-Mecmâ’u’-Zevâid ve Menba’u’l-Fevâid, c. 6, s. 48.
[8] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 5, s. 320.
[9] Ebu’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 2, s. 84.
[10] Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 238-339.
[11] Rûdânî, Cem’ul-Fevâid min Câmi’ul-Usûl ve Mecma’iz-Zevâid, c. 3, s. 266-269.
[12] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 88.
[13] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 119-120.
[14] İbn İshak, İbn Hişam, es-Sîre, c. 2, s. 109