Osmanlı ordusu Kudüs'ten çekilirken(9 Aralık 1917) Mescid-i Aksa'yı koruması
için nöbetçi bırakılan Onbaşı Hasan'ın yürekleri titreten öyküsü...
Tam 57 yıl nöbetine sâdık kalan Osmanlı askerini, merhum tarihçimiz
İlhan Bardakçı 1972 yılının 12 Mayıs günü Mescid-i Aksa'nın
merdivenlerinde görür ve yıllar sonra bu inanılmaz karşılaşmayı kaleme
alır. Sayesinde haberdar olduğumuz canlı tarih âbidesini şöyle dile getirir rahmetli tarihçimiz:
O’na Mescid Ül Aksa'da Rastladım.
Mevki: Kudüs.
Mekân: Mescid ül Aksa.
Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma.
Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri
rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz.
Kudüs Kapalı Çarşısı'nda rüzgâr gibi dolanan entarili
kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü,
önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa'nın önüne
kavuşturur. Mir'ac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble'mize
yani... Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim
lâkabımızla anılır. "12 bin şamdanlı avlu" derler oraya.
Yavuz Selim 30 Aralık 1517 salı günü Kudüs'ü devlete
katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda
kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12
bin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş
merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu
ikinci avluya ulaşırsınız.
O'nu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy.
İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi. Palto?.. Hayır,
kaput, pardesü veya kaftan? Değil. Öyle bir şey, işte.
Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya
dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni
kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüzbinlerce çizgi, kırışık
ve kavruk bir deri kalıntısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var.
Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. "Kim bu adam?" dedim.
Lâkaydi ile omuz silkti. "Bilmem," diye cevap verdi. "Bir meczub
işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi,
hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi
görmez."
KAN MI ÇEKTİ NEDİR?
Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe
"Selâmünaleyküm baba" dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle
çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana,
bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
- Aleykümüsselâm oğul...
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...
- Kimsin sen, Baba? dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım.
Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs'ü 401
yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9
Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş,
çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar
geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir ardçı bölük
bırakırız. Âdet odur ki; kenti zabteden gâlip, âsâyiş görevi yapan
yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
- Ben, dedi, Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan
ardçı bölüğünden...
Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri
ateşler gibi zımbaladı:
- Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8.
Bölük, 11. Ağır Makinalı Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım...
Yarabbi. Baktım, bir minâre şerefesi gibi gergin omuzları
üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi...
Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
- Sana, bir emânetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emâneti
yerine teslim eden mi?
- Elbette, dedim, buyur hele...
Konuştu:
- Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı'na düşerse... Git,
burayı bana emânet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa
Efendi'yi bul. Ellerinden benim için bus et (Öp). O’na de ki...
Sonra, kumandanı olduğu takımın makinalısı gibi gürledi:
- O'na de ki, gönül komasın. O’na de ki, "11. makinalı takım
Komutanı Iğdır'lı Onbaşı Hasan, o günden bu yana,
bıraktığın yerde nöbetinin başındadır.
Tekmilim tamamdır kumandanım" dedi dersin...
Öleyazdım.
Sonra yine dineldi(doğruldu). Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı
gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun
serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin
başında idi. Tam 57 yıl kendisini unutuşumuzdaki nâdanlığımıza
rağmen devletine küsmemişti…
YILLAR SONRA
Bu hatıramı, TV'deki uzun dizimin birisinde anlattığım vakit,
zamanın Genelkurmay Başkanı beni aramıştı. "Bu aziz askeri
bulmak için" aracı olmamı istiyordu. Hasan Onbaşı bizdendi... O
halde unutulmak kaderi idi. Öyle de oldu zaten. Aramadık ki,
bulalım.
Bulunamazdı zaten. O ki, göklere başvermiş bir ulu selvi idi. Ve
bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza
ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük. Biz, sadece
unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas
mânâyı da unutmuştuk... Bilmem şu an ne yapıyorsunuz sevgili dostlar. Ben sizlere Onbaşı Hasan’ı takdim ederim
için nöbetçi bırakılan Onbaşı Hasan'ın yürekleri titreten öyküsü...
Tam 57 yıl nöbetine sâdık kalan Osmanlı askerini, merhum tarihçimiz
İlhan Bardakçı 1972 yılının 12 Mayıs günü Mescid-i Aksa'nın
merdivenlerinde görür ve yıllar sonra bu inanılmaz karşılaşmayı kaleme
alır. Sayesinde haberdar olduğumuz canlı tarih âbidesini şöyle dile getirir rahmetli tarihçimiz:
O’na Mescid Ül Aksa'da Rastladım.
Mevki: Kudüs.
Mekân: Mescid ül Aksa.
Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma.
Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri
rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz.
Kudüs Kapalı Çarşısı'nda rüzgâr gibi dolanan entarili
kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü,
önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa'nın önüne
kavuşturur. Mir'ac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble'mize
yani... Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim
lâkabımızla anılır. "12 bin şamdanlı avlu" derler oraya.
Yavuz Selim 30 Aralık 1517 salı günü Kudüs'ü devlete
katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda
kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12
bin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş
merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu
ikinci avluya ulaşırsınız.
O'nu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy.
İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi. Palto?.. Hayır,
kaput, pardesü veya kaftan? Değil. Öyle bir şey, işte.
Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya
dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni
kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüzbinlerce çizgi, kırışık
ve kavruk bir deri kalıntısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var.
Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. "Kim bu adam?" dedim.
Lâkaydi ile omuz silkti. "Bilmem," diye cevap verdi. "Bir meczub
işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi,
hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi
görmez."
KAN MI ÇEKTİ NEDİR?
Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe
"Selâmünaleyküm baba" dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle
çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana,
bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
- Aleykümüsselâm oğul...
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...
- Kimsin sen, Baba? dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım.
Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs'ü 401
yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9
Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş,
çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar
geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir ardçı bölük
bırakırız. Âdet odur ki; kenti zabteden gâlip, âsâyiş görevi yapan
yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
- Ben, dedi, Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan
ardçı bölüğünden...
Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri
ateşler gibi zımbaladı:
- Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8.
Bölük, 11. Ağır Makinalı Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım...
Yarabbi. Baktım, bir minâre şerefesi gibi gergin omuzları
üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi...
Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
- Sana, bir emânetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emâneti
yerine teslim eden mi?
- Elbette, dedim, buyur hele...
Konuştu:
- Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı'na düşerse... Git,
burayı bana emânet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa
Efendi'yi bul. Ellerinden benim için bus et (Öp). O’na de ki...
Sonra, kumandanı olduğu takımın makinalısı gibi gürledi:
- O'na de ki, gönül komasın. O’na de ki, "11. makinalı takım
Komutanı Iğdır'lı Onbaşı Hasan, o günden bu yana,
bıraktığın yerde nöbetinin başındadır.
Tekmilim tamamdır kumandanım" dedi dersin...
Öleyazdım.
Sonra yine dineldi(doğruldu). Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı
gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun
serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin
başında idi. Tam 57 yıl kendisini unutuşumuzdaki nâdanlığımıza
rağmen devletine küsmemişti…
YILLAR SONRA
Bu hatıramı, TV'deki uzun dizimin birisinde anlattığım vakit,
zamanın Genelkurmay Başkanı beni aramıştı. "Bu aziz askeri
bulmak için" aracı olmamı istiyordu. Hasan Onbaşı bizdendi... O
halde unutulmak kaderi idi. Öyle de oldu zaten. Aramadık ki,
bulalım.
Bulunamazdı zaten. O ki, göklere başvermiş bir ulu selvi idi. Ve
bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza
ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük. Biz, sadece
unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas
mânâyı da unutmuştuk... Bilmem şu an ne yapıyorsunuz sevgili dostlar. Ben sizlere Onbaşı Hasan’ı takdim ederim