A
AhDe_VeFaLi
Ziyaretçi
Îman, İspat İster
Rivâyete göre Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâbından Hârise’ye:
“–Ey Hâ­ri­se, na­sıl sa­bah­la­dın?” di­ye sor­du.
Hârise -radıyallâhu anh-:
“–Ha­kî­kî bir mü’­min ola­rak!” ce­vâ­bı­nı ver­di.
Bu defâ Pey­gam­ber Efen­di­miz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey Hâ­ri­se! Her hâl ve ha­kî­ka­tin bir ispatı var­dır. Se­nin îmâ­nı­nın ha­kî­ka­ti­nin ispatı ne­dir?” bu­yur­du.
Hâ­ri­se -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Ra­sûlallâh! Dünyadan el-etek çe­kin­ce, gün­düz­le­rim su­suz, ge­ce­le­rim uy­ku­suz hâ­le gel­di. Rab­bi­min Arş’ını açık­ça görür gibi oldum. Birbirlerini ziyâret eden cennet ehli ile, yekdiğerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim.” dedi.
Bu­nun üze­ri­ne Al­lah Ra­sû­lü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ta­mam yâ Hâ­ri­se! Bu hâ­li­ni mu­hâ­fa­za et! Sen Al­lâh’ın, kal­bi­ni nur­lan­dır­dı­ğı bir kim­se­sin.”buyurdu. (Hey­se­mî, Mec­mau’z-Ze­vâ­id, I, 57)
Başka bir rivâyette de Ra­sû­lul­lâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Hâ­ri­se’nin bu hâlini ve kulluktaki samimiyetini şöyle tasdik etmiştir:
“Bir kim­se, Allâh’ın kalbini nurlandırdığı bir şah­sı gör­mek is­ter­se Hâ­ri­se’­ye bak­sın.” (İbn-i Ha­cer, el-İsâ­be, I, 289)
Bu rivâyetler gösteriyor ki, her iddiâ, ispata muhtaçtır; ispat ise delil ve şâhitlere... İnsanın Allâh’ın huzurundaki en büyük iddiâsı, O’na îman ettiğini söylemesidir. Bu iddiânın ispatı, hayat boyunca sergilenecek olan sâlih ameller ve istikâmet üzere bir yaşayıştır.
Îman; dil ile ikrarla birlikte zihinle değil, kalp ile tasdik olarak beyan edilmiştir. Kalp ile tasdik, kendini davranışlarda, yani amel-i sâlihlerde gösterir. Îman bir muhabbettir. Muhabbetin ölçüsü, fedâkârlıktır. Îmandaki samimiyet, Allah yolundaki fedâkârlık nisbetindedir.
Yani herkesin âyinesi, yapmış olduğu işlerdir, sadece sözde kalan laf kalabalığı değil... Bu sebeple şâir:
“Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.” demiştir.
Yine îmânın kemâli, “takvâ” ile yaşanan bir kalbî hayata bağlıdır. Takvâ ise; Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden kalbi koruma, nefsânî arzuları dizginleyip rûhânî istîdatları yükselterek Hakk’a güzel bir kul ve dost olabilme sanatıdır. Yine takvâ, Allah’ın gazabından ve azâbından, rahmetinin gölgesine girmeye gayret etmektir. Dînin hükümlerini, heyecan, vecd ve istiğrak içinde îfâ etmektir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Siz takvâ sahibi olun, Allah size (bilmediğinizi) öğretir.” (el-Bakara, 282)Yani Cenâb-ı Hak, kulunun takvâsı ölçüsünde ona ilim ve irfan bahşeder, kulunun gönül âleminden mârifetullah iklîmine ve ötelere pencereler açar.
Kulun îmandaki sadâkati, hayatı boyunca yaşadığı pek çok imtihan ile ortaya çıkar. Bu husûsu Cenâb-ı Hak, şöyle haber vermiştir:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îmân ettik» deme­leriyle bırakılacaklarını mı sandılar?”
“Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişiz­dir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (el-Ankebût, 2-3)
Nasıl ki, altının saflığı, çeşitli derecelerde harârete tâbî tutulmasıyla ortaya çıkarsa, îman da çeşitli musîbet ve felâketler karşısında sabır, tevekkül, rızâ ve teslîmiyet gösterip kalbî muvâzeneyi/dengeyi bozmamakla anlaşılır.
Bu yönüyle mü’min, mâdenler içinde altın gibidir. Çamura da düşse, kıymet ve sâfiyetinden bir şey kaybolmaz. Tıpkı Âsiye vâlidemiz gibi. O sâliha hanım, zâlim Firavun’nun zevcesi olduğu hâlde, kalbindeki ihlâs, sadâkat ve takvâsı, îmanını korudu. Canını fedâ etti, îmânından tâviz vermedi.
Gerçek mü’minler de, lutuf veya kahır sûretindeki her türlü ilâhî imtihan karşısında kulluk şuurunu ve mânevî istikrârını muhâfaza ederler. Kalplerindeki îman cevherinin temizliği nisbetinde, dâimâ sâlih ve sâdıklarla hemhâl olurlar.
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu hakîkate şu teşbihlerle işâret buyurmuşlardır:
“Mü’min, bal arısına benzer. Temiz olanı yer (helâl yer), temiz olan şeyler ortaya koyar (Hakk’ın rızâsına uygun işler yapar), temiz yerlere konar (sâlih ve sâdık kişilerle görüşür) ve konduğu yeri ne kırar ne de bozar.” (Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147)
Yine îman, kimi zaman lutuf, kimi zamansa kahır tecellîleri ile imtihana tâbî tutulur. Kahır tecellîleri karşısında sabredip esbâba tevessül şartıyla tevekkül, teslimiyet ve rızâ göstermek, Allâh’ın rızâsına vesîle olur. Bunun zıddına, isyan etmek ise kulu mânen helâke götürür.
Lutuf tecellîleri ile imtihan da böyledir. Nâil olunan lutufları da Allah’tan bilip şükretmek, tevâzu ve mahfiyet göstermek îcâb ederken, bunun zıddına, Kârun gibi nîmetleri kendine izâfe ederek kibir ve gurura kapılmak, mânen helâk sebebidir. Bütün bunlar, kulun îmandaki sadâkatini yoklayan birer imtihandan ibârettir.
Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ilâhî imtihan tecellîleri karşısındaki hâli, bizler için en güzel örnektir.
İslâm’ın küfre karşı ilk büyük darbesi olan Bedir zaferinden sonra, mü’minlerin kalbine bir enâniyet duygusu gelmemesi için Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
“(Ey Rasûlüm! O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.” (el-Enfâl, 17)
Yine Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- fethettiği Mekke şehrine girerken, muzaffer bir kumandan olduğu hâlde, devesinin üzerinde secde vaziyetinde, tevâzu ve mahviyet içerisinde idi. O büyük zafer ânında mübârek dilinden; “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” cümlesi işitiliyordu. Bu muvaffakıyetin Allâh’ın bir lutfu olduğunu telkîn ederek nefsânî bir iftihar meyline set çekiyordu.
İşte îman gibi, her türlü fazîlet ve meziyet de kendi cinsinden ispata muhtaçtır. Nitekim bir gün Nebiyy-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- abdest almıştı. Ashâb-ı kirâm, O’nun abdest suyunu alıp yüzlerine gözlerine sürmeye başladılar. Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- onlara:
“–Niçin böyle yapıyorsunuz?”diye sordu. Onlar da:
“–Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti sebebiyle!..” dediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- âdeta bu muhabbetin ispatını isteyerek şöyle buyurdu:
“–Allah ve Rasûlü’nü sevmeyi arzu eden veya Allah ve Rasûlü’nün kendisini sevmesini isteyen kişi, konuştuğunda doğru söylesin, kendisine bir emânet verildiğinde onu en güzel şekilde edâ etsin, yani kendisine güvenen insanların bu emniyetini boşa çıkarmasın ve civarındaki insanlara en güzel şekilde komşuluk yapsın!” (Beyhakî, Şuab, II, 201; Tebrîzî, Mişkât, III, 81)
Bu hadîs-i şerîfin temas ettiği husus, “Allah ve Rasûlü’nü sevmek iddiası”nın kuru bir sözden ibâret kalmaması lâzım geldiğidir. Bu muhabbet, ancak sevdiğine itaatle ortaya çıkar. Birisini sevdiğini ve ona hayran olduğunu iddia edip de ardından onun istediklerinin tersini yapmak, büyük bir tezattır. Böyle bir durumda insan ya sevdiğinde samimî değildir ya da yaptığında...
Aynı şekilde îmânın şâhitlerinden birisi de merhamet ve affetmeyi sevme husûsiyetidir. Buradaki merhamet, hemen hemen her insanda az-çok bulunan merhamet değildir. Bu husustaki nebevî ölçü, şu hadîs-i şerîfte ortaya konulmuştur:
Bir gün Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz!..” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” dediler.
Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- şu îzâhatı yaptı:
“–Benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, evet, bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..”(Hâkim, IV, 185/7310)
Yani kulun, gönlünün genişleyerek, bütün mahlûkâtın içinde huzur bulacağı bir şefkat ve merhamet sarayı hâline gelmesidir. Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm esmâsından bir nasîb almasıdır. Yaratılana, Yaratan’dan ötürü muhabbet, merhamet ve şefkat göstermesidir. Kulun kalbi, bu şekilde hassas ve rakik hâle gelince, Cenâb-ı Hakk’ın da o kuluna karşı merhamet ve lutufları ziyâdeleşir. Zira yeryüzündekilere merhamet edenlere, gökyüzündekiler de merhamet etmeye başlar.
İşte bu kalbî kıvâma ulaşınca, insan, kendisine yapılan haksızlık veya hatalardan da incinmemeye başlar. Allâh’ın rızâsına kavuşabilmek ümidiyle bu hataları affeder, onları gönül âleminde kin ve nefrete döndürmez.
Bunun yaşanmış en müstesnâ misallerinden biri, Hazret-i Ebû Bekir’in hâlidir. O, en sevdiği kızı, Peygamber Efendimiz’in mübârek zevcesi Hazret-i Âişe Annemizin iffetine iftirâ atanlardan birisi olan Mıstah’a, daha önceleri fakirliği sebebiyle yardımlarda bulunuyordu. Ancak onun da bu dedikodu ve iftira furyası içinde yer aldığını fark edince, ona yaptığı infak ve yardımlarını kesti. Üstelik bir daha yardımda bulunmayacağına dair de yemin etti. Nasıl olurdu da, ikram ve ihsanlara gark ettiği birisi, kendi âilesinden birine, öz kızına, Peygamber Efendimiz’in pâk zevcesine, böylesine ağır bir iftirâ ile ihânet edebilirdi?!
Fakat Cenâb-ı Hak, Hazret-i Ebû Bekir’in îman ve teslîmiyetini çok ciddî bir imtihandan geçirdi. Ona, kızına iftira atan bu şahsa olan ikram ve ihsânını kesmemesini emretti ve buyurdu ki:
“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler, akrabaya, yoksulla­ra, Allah yolunda hicret edenlere(mallarından) vermeyeceklerine dair yemin etmesinler; affetsinler, bağışlasın geçsinler. Allâh’ın sizi bağışla­masını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametli­dir.” (en-Nûr, 22)
Âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını arzu ederim!” dedi. Ardından yemin keffâreti vererek, yapmış olduğu hayra devam etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)
Bu nasıl bir îman, nasıl bir muhabbet ve nasıl bir teslîmiyettir ki, âilesine, öz kızına karşı bu kadar ağır bir iftira atanı bile affetmeyi mümkün kılmaktadır. Öyle ki;
İftirâ atılan, ümmetin annesiydi.
İftirâ atılan, Âlemlere Rahmet Peygamber Efendimiz’in pâk zevcesiydi.
İftirâ atılan, üçüncüleri Allah olan ikinin ikincisi buyrulan Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk’ın kızı idi.
İftirâ atılan, ümmetin en iffetli âilesiydi.
Yani işlenen cürmün ağırlığını artıran böylesine muazzam gerekçeler vardı...
İşte o mübârek sahâbînin îmandaki sadâkat ve teslîmiyeti, böylesine ağır bir imtihan ile test edilmişti. O sadâkat âbidesi sahâbî de îmânını yüz akıyla ispatlamış, “Sıddîk” ünvânına liyâkatini tekrar taçlandırmıştı.
O hâlde her birimiz “Âmentü billâh” dediğimizde, onun îcaplarını da hayatımıza geçirmeliyiz. İlâhî imtihan tecellîlerine îman muktezâsı karşılıklar verebilmenin gayreti içinde olmalıyız. Fakat neticede gayretimizin de kâfî gelmeyeceğini bilerek, dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın af, merhamet, lutuf ve yardımına sığınmalıyız.
Yâ Rabbi!.. Göğsünde îman taşımanın, elinde bir avuç kor taşımak kadar çetin bir hâle geldiği günümüzde, bizi, gücümüzü aşacak şeylerle imtihan eyleme!.. Bizi affet, bize merhamet ve lutfunla muâmele et! Sen bizim Mevlâmızsın. Sen ne güzel dost ve ne güzel yardımcısın!..
Âmîn!
Osman Nuri TOPBAŞ
Rivâyete göre Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâbından Hârise’ye:
“–Ey Hâ­ri­se, na­sıl sa­bah­la­dın?” di­ye sor­du.
Hârise -radıyallâhu anh-:
“–Ha­kî­kî bir mü’­min ola­rak!” ce­vâ­bı­nı ver­di.
Bu defâ Pey­gam­ber Efen­di­miz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey Hâ­ri­se! Her hâl ve ha­kî­ka­tin bir ispatı var­dır. Se­nin îmâ­nı­nın ha­kî­ka­ti­nin ispatı ne­dir?” bu­yur­du.
Hâ­ri­se -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Ra­sûlallâh! Dünyadan el-etek çe­kin­ce, gün­düz­le­rim su­suz, ge­ce­le­rim uy­ku­suz hâ­le gel­di. Rab­bi­min Arş’ını açık­ça görür gibi oldum. Birbirlerini ziyâret eden cennet ehli ile, yekdiğerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim.” dedi.
Bu­nun üze­ri­ne Al­lah Ra­sû­lü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ta­mam yâ Hâ­ri­se! Bu hâ­li­ni mu­hâ­fa­za et! Sen Al­lâh’ın, kal­bi­ni nur­lan­dır­dı­ğı bir kim­se­sin.”buyurdu. (Hey­se­mî, Mec­mau’z-Ze­vâ­id, I, 57)
Başka bir rivâyette de Ra­sû­lul­lâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Hâ­ri­se’nin bu hâlini ve kulluktaki samimiyetini şöyle tasdik etmiştir:
“Bir kim­se, Allâh’ın kalbini nurlandırdığı bir şah­sı gör­mek is­ter­se Hâ­ri­se’­ye bak­sın.” (İbn-i Ha­cer, el-İsâ­be, I, 289)
Bu rivâyetler gösteriyor ki, her iddiâ, ispata muhtaçtır; ispat ise delil ve şâhitlere... İnsanın Allâh’ın huzurundaki en büyük iddiâsı, O’na îman ettiğini söylemesidir. Bu iddiânın ispatı, hayat boyunca sergilenecek olan sâlih ameller ve istikâmet üzere bir yaşayıştır.
Îman; dil ile ikrarla birlikte zihinle değil, kalp ile tasdik olarak beyan edilmiştir. Kalp ile tasdik, kendini davranışlarda, yani amel-i sâlihlerde gösterir. Îman bir muhabbettir. Muhabbetin ölçüsü, fedâkârlıktır. Îmandaki samimiyet, Allah yolundaki fedâkârlık nisbetindedir.
Yani herkesin âyinesi, yapmış olduğu işlerdir, sadece sözde kalan laf kalabalığı değil... Bu sebeple şâir:
“Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.” demiştir.
Yine îmânın kemâli, “takvâ” ile yaşanan bir kalbî hayata bağlıdır. Takvâ ise; Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden kalbi koruma, nefsânî arzuları dizginleyip rûhânî istîdatları yükselterek Hakk’a güzel bir kul ve dost olabilme sanatıdır. Yine takvâ, Allah’ın gazabından ve azâbından, rahmetinin gölgesine girmeye gayret etmektir. Dînin hükümlerini, heyecan, vecd ve istiğrak içinde îfâ etmektir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Siz takvâ sahibi olun, Allah size (bilmediğinizi) öğretir.” (el-Bakara, 282)Yani Cenâb-ı Hak, kulunun takvâsı ölçüsünde ona ilim ve irfan bahşeder, kulunun gönül âleminden mârifetullah iklîmine ve ötelere pencereler açar.
Kulun îmandaki sadâkati, hayatı boyunca yaşadığı pek çok imtihan ile ortaya çıkar. Bu husûsu Cenâb-ı Hak, şöyle haber vermiştir:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îmân ettik» deme­leriyle bırakılacaklarını mı sandılar?”
“Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişiz­dir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (el-Ankebût, 2-3)
Nasıl ki, altının saflığı, çeşitli derecelerde harârete tâbî tutulmasıyla ortaya çıkarsa, îman da çeşitli musîbet ve felâketler karşısında sabır, tevekkül, rızâ ve teslîmiyet gösterip kalbî muvâzeneyi/dengeyi bozmamakla anlaşılır.
Bu yönüyle mü’min, mâdenler içinde altın gibidir. Çamura da düşse, kıymet ve sâfiyetinden bir şey kaybolmaz. Tıpkı Âsiye vâlidemiz gibi. O sâliha hanım, zâlim Firavun’nun zevcesi olduğu hâlde, kalbindeki ihlâs, sadâkat ve takvâsı, îmanını korudu. Canını fedâ etti, îmânından tâviz vermedi.
Gerçek mü’minler de, lutuf veya kahır sûretindeki her türlü ilâhî imtihan karşısında kulluk şuurunu ve mânevî istikrârını muhâfaza ederler. Kalplerindeki îman cevherinin temizliği nisbetinde, dâimâ sâlih ve sâdıklarla hemhâl olurlar.
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu hakîkate şu teşbihlerle işâret buyurmuşlardır:
“Mü’min, bal arısına benzer. Temiz olanı yer (helâl yer), temiz olan şeyler ortaya koyar (Hakk’ın rızâsına uygun işler yapar), temiz yerlere konar (sâlih ve sâdık kişilerle görüşür) ve konduğu yeri ne kırar ne de bozar.” (Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147)
Yine îman, kimi zaman lutuf, kimi zamansa kahır tecellîleri ile imtihana tâbî tutulur. Kahır tecellîleri karşısında sabredip esbâba tevessül şartıyla tevekkül, teslimiyet ve rızâ göstermek, Allâh’ın rızâsına vesîle olur. Bunun zıddına, isyan etmek ise kulu mânen helâke götürür.
Lutuf tecellîleri ile imtihan da böyledir. Nâil olunan lutufları da Allah’tan bilip şükretmek, tevâzu ve mahfiyet göstermek îcâb ederken, bunun zıddına, Kârun gibi nîmetleri kendine izâfe ederek kibir ve gurura kapılmak, mânen helâk sebebidir. Bütün bunlar, kulun îmandaki sadâkatini yoklayan birer imtihandan ibârettir.
Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ilâhî imtihan tecellîleri karşısındaki hâli, bizler için en güzel örnektir.
İslâm’ın küfre karşı ilk büyük darbesi olan Bedir zaferinden sonra, mü’minlerin kalbine bir enâniyet duygusu gelmemesi için Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
“(Ey Rasûlüm! O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.” (el-Enfâl, 17)
Yine Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- fethettiği Mekke şehrine girerken, muzaffer bir kumandan olduğu hâlde, devesinin üzerinde secde vaziyetinde, tevâzu ve mahviyet içerisinde idi. O büyük zafer ânında mübârek dilinden; “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” cümlesi işitiliyordu. Bu muvaffakıyetin Allâh’ın bir lutfu olduğunu telkîn ederek nefsânî bir iftihar meyline set çekiyordu.
İşte îman gibi, her türlü fazîlet ve meziyet de kendi cinsinden ispata muhtaçtır. Nitekim bir gün Nebiyy-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- abdest almıştı. Ashâb-ı kirâm, O’nun abdest suyunu alıp yüzlerine gözlerine sürmeye başladılar. Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- onlara:
“–Niçin böyle yapıyorsunuz?”diye sordu. Onlar da:
“–Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti sebebiyle!..” dediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- âdeta bu muhabbetin ispatını isteyerek şöyle buyurdu:
“–Allah ve Rasûlü’nü sevmeyi arzu eden veya Allah ve Rasûlü’nün kendisini sevmesini isteyen kişi, konuştuğunda doğru söylesin, kendisine bir emânet verildiğinde onu en güzel şekilde edâ etsin, yani kendisine güvenen insanların bu emniyetini boşa çıkarmasın ve civarındaki insanlara en güzel şekilde komşuluk yapsın!” (Beyhakî, Şuab, II, 201; Tebrîzî, Mişkât, III, 81)
Bu hadîs-i şerîfin temas ettiği husus, “Allah ve Rasûlü’nü sevmek iddiası”nın kuru bir sözden ibâret kalmaması lâzım geldiğidir. Bu muhabbet, ancak sevdiğine itaatle ortaya çıkar. Birisini sevdiğini ve ona hayran olduğunu iddia edip de ardından onun istediklerinin tersini yapmak, büyük bir tezattır. Böyle bir durumda insan ya sevdiğinde samimî değildir ya da yaptığında...
Aynı şekilde îmânın şâhitlerinden birisi de merhamet ve affetmeyi sevme husûsiyetidir. Buradaki merhamet, hemen hemen her insanda az-çok bulunan merhamet değildir. Bu husustaki nebevî ölçü, şu hadîs-i şerîfte ortaya konulmuştur:
Bir gün Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz!..” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” dediler.
Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- şu îzâhatı yaptı:
“–Benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, evet, bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..”(Hâkim, IV, 185/7310)
Yani kulun, gönlünün genişleyerek, bütün mahlûkâtın içinde huzur bulacağı bir şefkat ve merhamet sarayı hâline gelmesidir. Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm esmâsından bir nasîb almasıdır. Yaratılana, Yaratan’dan ötürü muhabbet, merhamet ve şefkat göstermesidir. Kulun kalbi, bu şekilde hassas ve rakik hâle gelince, Cenâb-ı Hakk’ın da o kuluna karşı merhamet ve lutufları ziyâdeleşir. Zira yeryüzündekilere merhamet edenlere, gökyüzündekiler de merhamet etmeye başlar.
İşte bu kalbî kıvâma ulaşınca, insan, kendisine yapılan haksızlık veya hatalardan da incinmemeye başlar. Allâh’ın rızâsına kavuşabilmek ümidiyle bu hataları affeder, onları gönül âleminde kin ve nefrete döndürmez.
Bunun yaşanmış en müstesnâ misallerinden biri, Hazret-i Ebû Bekir’in hâlidir. O, en sevdiği kızı, Peygamber Efendimiz’in mübârek zevcesi Hazret-i Âişe Annemizin iffetine iftirâ atanlardan birisi olan Mıstah’a, daha önceleri fakirliği sebebiyle yardımlarda bulunuyordu. Ancak onun da bu dedikodu ve iftira furyası içinde yer aldığını fark edince, ona yaptığı infak ve yardımlarını kesti. Üstelik bir daha yardımda bulunmayacağına dair de yemin etti. Nasıl olurdu da, ikram ve ihsanlara gark ettiği birisi, kendi âilesinden birine, öz kızına, Peygamber Efendimiz’in pâk zevcesine, böylesine ağır bir iftirâ ile ihânet edebilirdi?!
Fakat Cenâb-ı Hak, Hazret-i Ebû Bekir’in îman ve teslîmiyetini çok ciddî bir imtihandan geçirdi. Ona, kızına iftira atan bu şahsa olan ikram ve ihsânını kesmemesini emretti ve buyurdu ki:
“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler, akrabaya, yoksulla­ra, Allah yolunda hicret edenlere(mallarından) vermeyeceklerine dair yemin etmesinler; affetsinler, bağışlasın geçsinler. Allâh’ın sizi bağışla­masını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametli­dir.” (en-Nûr, 22)
Âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını arzu ederim!” dedi. Ardından yemin keffâreti vererek, yapmış olduğu hayra devam etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)
Bu nasıl bir îman, nasıl bir muhabbet ve nasıl bir teslîmiyettir ki, âilesine, öz kızına karşı bu kadar ağır bir iftira atanı bile affetmeyi mümkün kılmaktadır. Öyle ki;
İftirâ atılan, ümmetin annesiydi.
İftirâ atılan, Âlemlere Rahmet Peygamber Efendimiz’in pâk zevcesiydi.
İftirâ atılan, üçüncüleri Allah olan ikinin ikincisi buyrulan Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk’ın kızı idi.
İftirâ atılan, ümmetin en iffetli âilesiydi.
Yani işlenen cürmün ağırlığını artıran böylesine muazzam gerekçeler vardı...
İşte o mübârek sahâbînin îmandaki sadâkat ve teslîmiyeti, böylesine ağır bir imtihan ile test edilmişti. O sadâkat âbidesi sahâbî de îmânını yüz akıyla ispatlamış, “Sıddîk” ünvânına liyâkatini tekrar taçlandırmıştı.
O hâlde her birimiz “Âmentü billâh” dediğimizde, onun îcaplarını da hayatımıza geçirmeliyiz. İlâhî imtihan tecellîlerine îman muktezâsı karşılıklar verebilmenin gayreti içinde olmalıyız. Fakat neticede gayretimizin de kâfî gelmeyeceğini bilerek, dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın af, merhamet, lutuf ve yardımına sığınmalıyız.
Yâ Rabbi!.. Göğsünde îman taşımanın, elinde bir avuç kor taşımak kadar çetin bir hâle geldiği günümüzde, bizi, gücümüzü aşacak şeylerle imtihan eyleme!.. Bizi affet, bize merhamet ve lutfunla muâmele et! Sen bizim Mevlâmızsın. Sen ne güzel dost ve ne güzel yardımcısın!..
Âmîn!
Osman Nuri TOPBAŞ