İmar etmek, şen ve bayındır olmak, bina ve yapı. Bir vakıf terimi olarak; Selçuklular ve Osmanlılar devrinde yoksullar, muhtaçlar ve öğrenciler için kuruları yeme, içme, bazen de barınma amacıyla kullanılan yerlere verilen genel ad. Harâb'ın zıddı olan "ma'mûr belde" anlamında "umrân" da aynı köktendir.
Türkçede daha çok "aşhane ve aşevi" olarak tanınan bu hayır kurumları tarihte devlet, vezirler ve zenginlerin bağışlarıyla kurulmuş gayrimenkul gelirleriyle desteklenmiş ve bu kuruluşlar için özel binalar yapılmıştır. Hatta cami, medrese, hastane, aşhane, misafirhane, hankah, türbe, kale ve minare gibi yapıların tek tek veya bir arada olarak imaret kapsamına girmektedir (O, Ergin, Türk Şehirleri İmaret Sistemi, İstanbul 1938).
İslâm dininde yoksul, dul yetim ve öğrencileri görüp gözetme teşvik edildiği için tarihte vakıfların yanında, vakıflarla birlikte pek çok imaretler meydana getirilmiştir. Bu konuda en eski imaretin, misafire çok ikram yapmakla ün kazanan Hz. İbrahim'le, İslâm'ın doğuşundan çok önce kurumlaşan, Kâ'be-i Muazzama'da hacılara zemzem suyu dağıtma ve yemek ikram etme hizmeti sikaye* ve Rifade'ye dayandığı söylenebilir. Hz. Peygamber'in ve ashab-ı kirâmın yaptığı pekçok vakıf hayrının da imaret niteliğindedir.
Osmanlılarda medrese öğrencilerinin parasız olarak yemek yediği imaretler aynı zamanda o semtin, yoksullarının ve gelip-geçen misafirlerinin sabah-akşam yemek yedikleri yerlerdi. Yemeğin dışında, bu kimselere üç, beş hatta on akça diş kirası verilirdi. Bu çeşit imaretlerin ilki, 1336'da Sultan Orhan tarafından İznik'te kurulmuştur. Bu kurumu bizzat açan Orhan Gazi, kendi elleriyle yoksullara yemek dağıtmış, ışıkları yakmıştır. ll. Murad'ın saraydaki âlimlere imarette verdiği yemekte bizzat hizmet yaptığı bilinmektedir (M. Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İmaret Mad.).
XVIII. yüzyılın sonlarında İstanbul imaretleri her gün otuzbinden fazla insana yemek veriyordu. 1742'de 1. Mahmud tarafından kurulan Ayasofya Mutfağı'ndan önce de Bayezid, Fatih Sultan Selim, Süleymaniye, Sultan Ahmed, Nuruosmaniye vb. Salatîn camilerinin yanında imaretler vardı. Yoksulların en çok toplandıkları imaretler; Laleli, Şehzade ile Üsküdar'da Valide Atik ve Mihrimah, Eyüp'de Mihrişah imaretleri idi.
İstanbul'da camilerin çevresinde oluşan imaretlerden Fatih'e ait olanları tasvir ederken Evliya Çelebi şunları söyler: "... ile âraste olmuş bir camidir ki, mürtefi bir mahalden cevanib-i erbaasında olan imaretlere nazar-ı iman ile nazar etsek safi rasâs-ı hastan gömgök bir imarethanedir ki berk urup durur. Bu asardan gayri koca Fatih'in nice imaret ile Şehr-i İstanbul'un enderun ve birun'unda vücuda getirdiği âsar-ı azîme ile şehr-i cedid mamur ve abadandır." Süleymaniye imareti için de şöyle der: "Galata canibinden bu Süleymaniye imaretine nazar eden güya gömgök kurşun ile puşide bir sevad-ı muazzam nümayan görür, yani Galata tarafından Süleymaniye imaretine bakan kimse gömgök kurşunla kaplanmış, muazzam bir karartı görür".
6 Nisan 1327/1909 tarihinde çıkarılan bir kanunla, İstanbul'da bulunan yirmi imaretten ikisi hariç, onsekizi kapatılmıştır. Yalnız yoksullar için bırakıları Laleli ve Üsküdar'daki imâretlerin yeterli olmaması üzerine, 1330/1914 tarihinde çıkarılan bir nizamname ile yine öğrenciye mahsus olmak üzere Fatih, Şehzade, Nuruosmaniye ve Valide Atik imaretleri yeniden hizmete açılmıştır (M. Zeki Pâkalın, a.g.e, II, 62). Ancak bu arada yoksulların doyurulması uygulamasında değişiklikler olmuştur.
İmaretler medreselerin kapatılmasından sonra tarihe kavuşmuştur. Sınırlı öğrencinin bulunduğu yalnız İstanbul'da imaretlerde günlük otuzbin öğrenci ve yoksulun doyurulup barındırılması bu kuruluşların gücünü gösterir. Bunların finansmanı vakıfça ve hayır sahiplerince karşılandığı için gerçekte, devletin yapması gereken harcamalar toplum tarafından yapılmakta ve devletin yükü hafifletilmektedir. Böylece bir İslâm toplumunda vakıf, imaret, zekât, fitre ve öşür gibi ibadet sayılan hayır ve harcamalar eğitim, salık ve yoksulluk probleminin maddî yükünü üzerine almış ve kamu harcamalarının önemli bir bölümü bu yolla karşılanmıştır.
Şâmil İA
Türkçede daha çok "aşhane ve aşevi" olarak tanınan bu hayır kurumları tarihte devlet, vezirler ve zenginlerin bağışlarıyla kurulmuş gayrimenkul gelirleriyle desteklenmiş ve bu kuruluşlar için özel binalar yapılmıştır. Hatta cami, medrese, hastane, aşhane, misafirhane, hankah, türbe, kale ve minare gibi yapıların tek tek veya bir arada olarak imaret kapsamına girmektedir (O, Ergin, Türk Şehirleri İmaret Sistemi, İstanbul 1938).
İslâm dininde yoksul, dul yetim ve öğrencileri görüp gözetme teşvik edildiği için tarihte vakıfların yanında, vakıflarla birlikte pek çok imaretler meydana getirilmiştir. Bu konuda en eski imaretin, misafire çok ikram yapmakla ün kazanan Hz. İbrahim'le, İslâm'ın doğuşundan çok önce kurumlaşan, Kâ'be-i Muazzama'da hacılara zemzem suyu dağıtma ve yemek ikram etme hizmeti sikaye* ve Rifade'ye dayandığı söylenebilir. Hz. Peygamber'in ve ashab-ı kirâmın yaptığı pekçok vakıf hayrının da imaret niteliğindedir.
Osmanlılarda medrese öğrencilerinin parasız olarak yemek yediği imaretler aynı zamanda o semtin, yoksullarının ve gelip-geçen misafirlerinin sabah-akşam yemek yedikleri yerlerdi. Yemeğin dışında, bu kimselere üç, beş hatta on akça diş kirası verilirdi. Bu çeşit imaretlerin ilki, 1336'da Sultan Orhan tarafından İznik'te kurulmuştur. Bu kurumu bizzat açan Orhan Gazi, kendi elleriyle yoksullara yemek dağıtmış, ışıkları yakmıştır. ll. Murad'ın saraydaki âlimlere imarette verdiği yemekte bizzat hizmet yaptığı bilinmektedir (M. Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İmaret Mad.).
XVIII. yüzyılın sonlarında İstanbul imaretleri her gün otuzbinden fazla insana yemek veriyordu. 1742'de 1. Mahmud tarafından kurulan Ayasofya Mutfağı'ndan önce de Bayezid, Fatih Sultan Selim, Süleymaniye, Sultan Ahmed, Nuruosmaniye vb. Salatîn camilerinin yanında imaretler vardı. Yoksulların en çok toplandıkları imaretler; Laleli, Şehzade ile Üsküdar'da Valide Atik ve Mihrimah, Eyüp'de Mihrişah imaretleri idi.
İstanbul'da camilerin çevresinde oluşan imaretlerden Fatih'e ait olanları tasvir ederken Evliya Çelebi şunları söyler: "... ile âraste olmuş bir camidir ki, mürtefi bir mahalden cevanib-i erbaasında olan imaretlere nazar-ı iman ile nazar etsek safi rasâs-ı hastan gömgök bir imarethanedir ki berk urup durur. Bu asardan gayri koca Fatih'in nice imaret ile Şehr-i İstanbul'un enderun ve birun'unda vücuda getirdiği âsar-ı azîme ile şehr-i cedid mamur ve abadandır." Süleymaniye imareti için de şöyle der: "Galata canibinden bu Süleymaniye imaretine nazar eden güya gömgök kurşun ile puşide bir sevad-ı muazzam nümayan görür, yani Galata tarafından Süleymaniye imaretine bakan kimse gömgök kurşunla kaplanmış, muazzam bir karartı görür".
6 Nisan 1327/1909 tarihinde çıkarılan bir kanunla, İstanbul'da bulunan yirmi imaretten ikisi hariç, onsekizi kapatılmıştır. Yalnız yoksullar için bırakıları Laleli ve Üsküdar'daki imâretlerin yeterli olmaması üzerine, 1330/1914 tarihinde çıkarılan bir nizamname ile yine öğrenciye mahsus olmak üzere Fatih, Şehzade, Nuruosmaniye ve Valide Atik imaretleri yeniden hizmete açılmıştır (M. Zeki Pâkalın, a.g.e, II, 62). Ancak bu arada yoksulların doyurulması uygulamasında değişiklikler olmuştur.
İmaretler medreselerin kapatılmasından sonra tarihe kavuşmuştur. Sınırlı öğrencinin bulunduğu yalnız İstanbul'da imaretlerde günlük otuzbin öğrenci ve yoksulun doyurulup barındırılması bu kuruluşların gücünü gösterir. Bunların finansmanı vakıfça ve hayır sahiplerince karşılandığı için gerçekte, devletin yapması gereken harcamalar toplum tarafından yapılmakta ve devletin yükü hafifletilmektedir. Böylece bir İslâm toplumunda vakıf, imaret, zekât, fitre ve öşür gibi ibadet sayılan hayır ve harcamalar eğitim, salık ve yoksulluk probleminin maddî yükünü üzerine almış ve kamu harcamalarının önemli bir bölümü bu yolla karşılanmıştır.
Şâmil İA