Yazar: Senai Demirci ( Dr. )
Kendimizi kendimize yeter hissettiğimiz yerlerde,
sahiden "Allah'a iş kalmıyor" mu? İşler yolundayken, dua gerekmiyor mu?
İstemek, yoksulluğun ve çaresizliğin hemen yanıbaşında bekler. Elimizde bir şey yoksa, dilimiz istemeye yönelir. Elimizden bir şey gelmiyorsa, dudağımıza istemek gelir. Tam tersine, doygunluk ve varlık, dilimizi istemekten geri çevirir, dudağımızı dilekten çeker. Kendimizi kendimize yeter görüyorsak, bir başkasına başvurmayız. İhtiyaç duyduğumuz her şey elimizin altındaysa, önümüzdeki her engeli aşabiliyorsak, kimseden bir şey istemek durumunda değiliz demektir. Fakir ya da aciz değilsek, kapımız istemeye kapalıdır.
Hayatın akışı içinde hem ister hem istemez olduğumuz hallere uğrarız. Kendimizi oldukça muktedir hissettiğimiz anlarda, kimseye tenezzül etmeyiz. İçimizden istemek gelmez. Böyle durumlarda iş, "bizim işimiz"dir, iş "çocuk oyuncağı"dır. İstemek aklımıza gelmez, çünkü bu işi "biz yaparız", işi "şansa bırakmayız," "iş bitirici"yizdir. Zaman zaman, bunun aksi de olur; işi yapabileceğimize, işin yolunda gideceğine dair görünür hiçbir neden yoktur. İşte o zaman, biz "iş bitirici"ler için iş, "Allah'a kalmış"tır, iş "duayla gider." Bir koyu belirsizliğin ortasında ne kadar dualara sarılıyorsak, her şeyin baştan belli olduğu, "yolunda" göründüğü meydanlarda o kadar kendimize güveniriz; tersinden söylersek "işimiz Allah'a kalmış" değildir.
Öyle mi? Kendimizi kendimize yeter hissettiğimiz yerlerde, sahiden "Allah'a iş kalmıyor" mu? İşler yolundayken, dua gerekmiyor mu? Bu soruların cevabı, kendimizi kendimize yeter hissettiğimiz anların tahliline ve işlerin yolunda gidişini tanımlamaya bağlıdır. Bu durumda, soruları yeniden sormamız gerekiyor. "İşimiz Allah'a kalmış" değilken, sahiden kendi kendimize yetiyor muyuz? İşler yolundayken, sahiden kimseden bir şey istemeyecek halde miyiz?
Gelelim cevaplara: Yeryüzünde yapa geldiğimiz her şey, bir sebep-sonuç ilişkisi içinde yürümektedir. Bir sonuca mutlaka onun için gerekli sebepleri hazır ederek ulaşabiliriz. Bu dünyada sonuca ulaşmanın yolu yordamı böyle konulmuştur. Bu yolu izleyen istediğine erişir. Belli bir sonuç için gerekli tüm sebepleri hazır eden biri de, istediğini elde etme konusunda kendisini "kendi kendine yeter" görür ya da işin "yolunda" olduğunu söyler. Görünüşte haklıdır. İşi kuralına göre oynadığına göre, işi bir başkasına bırakmış değil, bir başkasından yardım istemeyecek kadar da yoluna koymuş sayılır. Dilediğini elde etmek, isteğine ulaşmak konusunda, bundan öte yapılacak bir şey yoktur. Dilimize her nereden yerleşmişse, "işi Allah'a bırakmak" tabiri, bu sınırların berisinde pek kullanılmaz. İş, gerekli hazırlıkların yapılamadığı yerde, eksiklikler ya da aksaklıkların kaçınılmaz olduğu anlarda "Allah'a kalmış"tır.
Görünen o ki, işi Allah'a bırakmak ya da bırakmamak, bir başka tabirle, dua etme ya da dua etmeme kararı, sebepler ile sonuçlar arasındaki boşluğu ne kadar doldurduğumuza bağlıdır. Sonuca giden yolda hiçbir boşluk bırakmamışsak, iş Allah'a kalıyor değil ve dua etmesek de olur. Sonuç, elimizde olan sebeplerin ve yaptığımız hazırlıkların garanti edeceği bir şey değilmiş gibi göründüğünde, yani sebepler ile sonuçlar arasında boşluk bıraktığımız yerde, işimiz "Allah'a kalıyor" ve dua etmemiz gerekiyor.
İşte işin tam burasında, sebep-sonuç ilişkisine nasıl baktığımızı açığa çıkarmamız gerekiyor. Kendimizi sebepler ile sonuçlar arasındaki mesafeyi doldurabilir yeterlilikte mi görüyoruz, yoksa sebepleri ne kadar hazır edersek edelim, istediğimiz şeyin, yani sebeplerin bir uzantısı olarak değil de, ayrıca verildiğini mi düşünüyoruz.
Risale-i Nur, sebep ve sonucu, birbirinin uzantısı bir zincir olarak görmek yerine, birbirinden bağımsız, ayrı ayrı yaratılıyor olduğunu görmeye davet eder bizi. Ehl-i imanın ağzına bile bulaşan ve sonucun sebeplerin bir uzantısı gibi görüldüğü determinist anlayış, yerine "iktiran" gibi çok heyecanlı bir bakış açısını sunar Risale-i Nur. Buna göre, sebep ve sonuç birbirlerinin uzantısı olarak değil, sadece "beraberce" ve "ayrı ayrı" yaratılıyordur. Yani, istediğimiz bir sonucun var edilmesinde ilgili sebepler bir katkıda bulunuyor değil, sadece önceden geliyor. Sebeplerin önceden hazırlanması o sonucun var edilmesi için bir kural olarak konulmuştur. Bu kurala uymakla, ilgili sonucun, bu sebeplerin ardından ve ayrıca yaratılmasını istiyoruzdur. Yoksa, sonucun yaratılmasını kolaylaştırıyor ya da gerçekleştiriyor değilizdir. Bir diğer ifade ile, sebepleri hazır ederek, sebep ile sonuç arasındaki boşluğu kapatıyor değil; bu boşluğun kapanması için gerekli kurallara uyuyoruzdur. Yani, işleri ne kadar yoluna koyarsak koyalım, ne kadar işi "Allah'a bırakmıyor" olursak olalım, ne kadar hazırlık yaparsak yapalım, eninde sonunda yaptığımız şey, "istemek"tir. Sebepleri hazır etme yolunda göstereceğimiz her türlü özen, sonucun kendi varlığına değil, sonucu "istemeye" bir katkıdır. Buna göre, sebepleri hazır etmek ile sonucu istemek arasında ters orantı değil, doğru orantı vardır. O halde, işleri ne kadar yoluna koyuyorsak, ne kadar iyi hazırlık yapıyorsak, o kadar çok "istiyoruz" demektir.
Risale-i Nur'un "dua-yı fiilî" kavramlaştırması içinde, bu isteme eylemlerinin hemen hepsiöznesi kim olursa olsun bir "dua"dır. Nihai tahlilde, kendimize güvenerek, kendimizi kendimize yeter bilerek yapa geldiğimiz bütün işler, bir duadır, "Allah'a bırakmak"tan ibarettir.
Bu nihai hükmün hemen herkes tarafından benimsenebileceğini, hazmedileceğini beklemek zor görünüyor. Ancak, bu noktaya bir "yönlendirme levhası" koyarak, yazıyı bitirmek niyetindeyim. Eğer, sebeplerin sonuçların oluşumuna katkıda bulunduğunu düşünüyorsak, yani "tesir-i hakiki"si olduğunu düşünüyorsak, kudret-i ilahi ile kul fiilleri karşı kutuplara çekilirler, birbirine rekabet ediyormuş gibi görünüyorlar. Bu durumda "iş"imizi yaptığımız sürece "dua"sız kalırız, dua etmeyi de elimizden iş gelmediği zamanlara sınırlarız. Eğer, sebeplerin sonuçlarla sadece beraberce yaratıldığını görmeyi başarırsak, işimizi yaparken aslında dua ediyor olduğumuzu bilir, dua etmeyi hayatımızın her anına yayabiliriz. Üstelik bu durumda, üzerimize düşeni yaptığımızda "gururlanma"ya değil, "tevekkül"e hak kazandığımızı, "dua"nın ise tembellik yüzünden ve tembellik yerine yapılacak bir şey olmadığını kavramaya başlarız. Ve belki, bundan sonra her duanın "ıztırar diliyle" yapıldığını farketmeyi de başarabiliriz. Çünkü, istemek yoksunluğun ve çaresizliğin hemen yanıbaşında bekler. Elimizden bir şey gelmediği özel zamanlarda, elimizden gelen dua olduğu gibi, elimizden herşeyin geldiği zamanlarda da elimizden gelenin hepsi dua olmalıdır. Yani, göz kapaklarımızı kaldırıp görmek istediğimizde, en az bir âmâ kadar dua ediyoruzdur aslında. Yine, kalkıp bir adım atmak istediğimizde de, en az bir felçli kadar dua ediyoruzdur. Doğrusu, kendi varlığımızı bir an sonrasına taşıyamayacak kadar mecalsiz ve felçli, etrafımızda ve içimizde olup biten sayısız belirsizlikleri kendi lehimize çeviremeyecek kadar kör ve ışıksız sayılırız.
Görünen o ki, her işimiz "Allah'a kalmıştır". Anlaşılan o ki, her zaman "zorda"yız.
Kendimizi kendimize yeter hissettiğimiz yerlerde,
sahiden "Allah'a iş kalmıyor" mu? İşler yolundayken, dua gerekmiyor mu?
İstemek, yoksulluğun ve çaresizliğin hemen yanıbaşında bekler. Elimizde bir şey yoksa, dilimiz istemeye yönelir. Elimizden bir şey gelmiyorsa, dudağımıza istemek gelir. Tam tersine, doygunluk ve varlık, dilimizi istemekten geri çevirir, dudağımızı dilekten çeker. Kendimizi kendimize yeter görüyorsak, bir başkasına başvurmayız. İhtiyaç duyduğumuz her şey elimizin altındaysa, önümüzdeki her engeli aşabiliyorsak, kimseden bir şey istemek durumunda değiliz demektir. Fakir ya da aciz değilsek, kapımız istemeye kapalıdır.
Hayatın akışı içinde hem ister hem istemez olduğumuz hallere uğrarız. Kendimizi oldukça muktedir hissettiğimiz anlarda, kimseye tenezzül etmeyiz. İçimizden istemek gelmez. Böyle durumlarda iş, "bizim işimiz"dir, iş "çocuk oyuncağı"dır. İstemek aklımıza gelmez, çünkü bu işi "biz yaparız", işi "şansa bırakmayız," "iş bitirici"yizdir. Zaman zaman, bunun aksi de olur; işi yapabileceğimize, işin yolunda gideceğine dair görünür hiçbir neden yoktur. İşte o zaman, biz "iş bitirici"ler için iş, "Allah'a kalmış"tır, iş "duayla gider." Bir koyu belirsizliğin ortasında ne kadar dualara sarılıyorsak, her şeyin baştan belli olduğu, "yolunda" göründüğü meydanlarda o kadar kendimize güveniriz; tersinden söylersek "işimiz Allah'a kalmış" değildir.
Öyle mi? Kendimizi kendimize yeter hissettiğimiz yerlerde, sahiden "Allah'a iş kalmıyor" mu? İşler yolundayken, dua gerekmiyor mu? Bu soruların cevabı, kendimizi kendimize yeter hissettiğimiz anların tahliline ve işlerin yolunda gidişini tanımlamaya bağlıdır. Bu durumda, soruları yeniden sormamız gerekiyor. "İşimiz Allah'a kalmış" değilken, sahiden kendi kendimize yetiyor muyuz? İşler yolundayken, sahiden kimseden bir şey istemeyecek halde miyiz?
Gelelim cevaplara: Yeryüzünde yapa geldiğimiz her şey, bir sebep-sonuç ilişkisi içinde yürümektedir. Bir sonuca mutlaka onun için gerekli sebepleri hazır ederek ulaşabiliriz. Bu dünyada sonuca ulaşmanın yolu yordamı böyle konulmuştur. Bu yolu izleyen istediğine erişir. Belli bir sonuç için gerekli tüm sebepleri hazır eden biri de, istediğini elde etme konusunda kendisini "kendi kendine yeter" görür ya da işin "yolunda" olduğunu söyler. Görünüşte haklıdır. İşi kuralına göre oynadığına göre, işi bir başkasına bırakmış değil, bir başkasından yardım istemeyecek kadar da yoluna koymuş sayılır. Dilediğini elde etmek, isteğine ulaşmak konusunda, bundan öte yapılacak bir şey yoktur. Dilimize her nereden yerleşmişse, "işi Allah'a bırakmak" tabiri, bu sınırların berisinde pek kullanılmaz. İş, gerekli hazırlıkların yapılamadığı yerde, eksiklikler ya da aksaklıkların kaçınılmaz olduğu anlarda "Allah'a kalmış"tır.
Görünen o ki, işi Allah'a bırakmak ya da bırakmamak, bir başka tabirle, dua etme ya da dua etmeme kararı, sebepler ile sonuçlar arasındaki boşluğu ne kadar doldurduğumuza bağlıdır. Sonuca giden yolda hiçbir boşluk bırakmamışsak, iş Allah'a kalıyor değil ve dua etmesek de olur. Sonuç, elimizde olan sebeplerin ve yaptığımız hazırlıkların garanti edeceği bir şey değilmiş gibi göründüğünde, yani sebepler ile sonuçlar arasında boşluk bıraktığımız yerde, işimiz "Allah'a kalıyor" ve dua etmemiz gerekiyor.
İşte işin tam burasında, sebep-sonuç ilişkisine nasıl baktığımızı açığa çıkarmamız gerekiyor. Kendimizi sebepler ile sonuçlar arasındaki mesafeyi doldurabilir yeterlilikte mi görüyoruz, yoksa sebepleri ne kadar hazır edersek edelim, istediğimiz şeyin, yani sebeplerin bir uzantısı olarak değil de, ayrıca verildiğini mi düşünüyoruz.
Risale-i Nur, sebep ve sonucu, birbirinin uzantısı bir zincir olarak görmek yerine, birbirinden bağımsız, ayrı ayrı yaratılıyor olduğunu görmeye davet eder bizi. Ehl-i imanın ağzına bile bulaşan ve sonucun sebeplerin bir uzantısı gibi görüldüğü determinist anlayış, yerine "iktiran" gibi çok heyecanlı bir bakış açısını sunar Risale-i Nur. Buna göre, sebep ve sonuç birbirlerinin uzantısı olarak değil, sadece "beraberce" ve "ayrı ayrı" yaratılıyordur. Yani, istediğimiz bir sonucun var edilmesinde ilgili sebepler bir katkıda bulunuyor değil, sadece önceden geliyor. Sebeplerin önceden hazırlanması o sonucun var edilmesi için bir kural olarak konulmuştur. Bu kurala uymakla, ilgili sonucun, bu sebeplerin ardından ve ayrıca yaratılmasını istiyoruzdur. Yoksa, sonucun yaratılmasını kolaylaştırıyor ya da gerçekleştiriyor değilizdir. Bir diğer ifade ile, sebepleri hazır ederek, sebep ile sonuç arasındaki boşluğu kapatıyor değil; bu boşluğun kapanması için gerekli kurallara uyuyoruzdur. Yani, işleri ne kadar yoluna koyarsak koyalım, ne kadar işi "Allah'a bırakmıyor" olursak olalım, ne kadar hazırlık yaparsak yapalım, eninde sonunda yaptığımız şey, "istemek"tir. Sebepleri hazır etme yolunda göstereceğimiz her türlü özen, sonucun kendi varlığına değil, sonucu "istemeye" bir katkıdır. Buna göre, sebepleri hazır etmek ile sonucu istemek arasında ters orantı değil, doğru orantı vardır. O halde, işleri ne kadar yoluna koyuyorsak, ne kadar iyi hazırlık yapıyorsak, o kadar çok "istiyoruz" demektir.
Risale-i Nur'un "dua-yı fiilî" kavramlaştırması içinde, bu isteme eylemlerinin hemen hepsiöznesi kim olursa olsun bir "dua"dır. Nihai tahlilde, kendimize güvenerek, kendimizi kendimize yeter bilerek yapa geldiğimiz bütün işler, bir duadır, "Allah'a bırakmak"tan ibarettir.
Bu nihai hükmün hemen herkes tarafından benimsenebileceğini, hazmedileceğini beklemek zor görünüyor. Ancak, bu noktaya bir "yönlendirme levhası" koyarak, yazıyı bitirmek niyetindeyim. Eğer, sebeplerin sonuçların oluşumuna katkıda bulunduğunu düşünüyorsak, yani "tesir-i hakiki"si olduğunu düşünüyorsak, kudret-i ilahi ile kul fiilleri karşı kutuplara çekilirler, birbirine rekabet ediyormuş gibi görünüyorlar. Bu durumda "iş"imizi yaptığımız sürece "dua"sız kalırız, dua etmeyi de elimizden iş gelmediği zamanlara sınırlarız. Eğer, sebeplerin sonuçlarla sadece beraberce yaratıldığını görmeyi başarırsak, işimizi yaparken aslında dua ediyor olduğumuzu bilir, dua etmeyi hayatımızın her anına yayabiliriz. Üstelik bu durumda, üzerimize düşeni yaptığımızda "gururlanma"ya değil, "tevekkül"e hak kazandığımızı, "dua"nın ise tembellik yüzünden ve tembellik yerine yapılacak bir şey olmadığını kavramaya başlarız. Ve belki, bundan sonra her duanın "ıztırar diliyle" yapıldığını farketmeyi de başarabiliriz. Çünkü, istemek yoksunluğun ve çaresizliğin hemen yanıbaşında bekler. Elimizden bir şey gelmediği özel zamanlarda, elimizden gelen dua olduğu gibi, elimizden herşeyin geldiği zamanlarda da elimizden gelenin hepsi dua olmalıdır. Yani, göz kapaklarımızı kaldırıp görmek istediğimizde, en az bir âmâ kadar dua ediyoruzdur aslında. Yine, kalkıp bir adım atmak istediğimizde de, en az bir felçli kadar dua ediyoruzdur. Doğrusu, kendi varlığımızı bir an sonrasına taşıyamayacak kadar mecalsiz ve felçli, etrafımızda ve içimizde olup biten sayısız belirsizlikleri kendi lehimize çeviremeyecek kadar kör ve ışıksız sayılırız.
Görünen o ki, her işimiz "Allah'a kalmıştır". Anlaşılan o ki, her zaman "zorda"yız.