A
AhDe_VeFaLi
Ziyaretçi
İslam Hukukunda Küllî Kâideler
Prof. Dr. Mustafa BAKTIR
İslâm hukukunun genel prensipleri küllî kaideler şeklinde ifade edilmiştir.
Küllî kaidelerin Kitab, Sünnet ve ilk dönemde yazılan fıkhî eserlerde dağınık bir şekilde mevcut olduğu biliniyor ise de, bugün olduğu şekilde ortaya çıkışı hicrî dördüncü asrın başlarına rastlamaktadır. İslâm teşri tarihini inceleyen eserleri gözden geçirdiğimizde, bunların İslâm hukuk tarihini birkaç devrede ele aldıklarını görmekteyiz. Bu eserlerin hemen hepsinde dikkatimizi çeken bir nokta olmuştur. Resûlullah (s.a.s.), sahabe ve mezheplerin ortaya çıktığı dönemler geniş bir şekilde incelendikten sonra, taklit devri veya fıkhın gerileme devri diye dördüncü bir dönem eklenmekte, fazla tahlil ve izaha girilmemektedir. Bu dönem, İslâmî ilimler sahasında bilhassa Mâverâünnehir ve çevresinde büyük bir inkişafın olduğu, Kerhî, Debûsî, Pezdevî ve Serahsî gibi büyük Hanefî fakîhlerinin yetiştiği, usûl ve füru' sahasında çok değerli eserlerin telif edildiği verimli bir dönemdir. Kanaatimizce İslâm hukuk tarihinde ileri bir merhale olarak kabul edebileceğimiz küllî kaidelerin tespiti de yine bu dönemde olmuştur.
Mezhep imamları ve onların talebeleri tarafından verilen binlerce fetvanın sistematize edilmesi ve bir tasnife tabi tutulması yine bu döneme rastlar. Bu dönemde fetvalar o kadar çoğaldı ki, bunları belli kaide ve esaslar altında toplama ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıktı. İlk Hanefî usûlcülerinden Kerhî bu işi başlatmış, ondan sonra gelenler de aynı yolda büyük mesafe katetmişlerdir. Nitekim, bu sahada yazılan eserlerin mukaddimelerine baktığımızda binlerce meseleyi ezberlemenin mümkün olmadığına temasla, küllî kaidelerin tespitinin bir ihtiyaç ve zaruretten doğduğu belirtilmiştir. Fetvalar külli kaidelerle test edilmektedir.
Diğer taraftan, bu eserlerin ilk olarak Hanefîler tarafından yazılmış olması oldukça manidardır. Hanefî mezhebi Ebû Yusuf'tan başlamak üzere genellikle İslâm devletlerinin resmî mezhebi olmuş ve yüzyıllar boyunca tatbikatta kalmıştır. Dolayısıyla mahkemelerde pek çok ihtilaflı mesele Hanefî mezhebine göre karara bağlanmış ve neticelendirilmiştir. Bunun tabiî bir neticesi olarak fıkhî mesele sayısı oldukça artmıştır. Bu da kendiliğinden bir çok fer'î meseleyi belli kaideler altında toplama ihtiyacını doğurmuştur. Mecelle'nin esbab-ı mucibe mazbatasında da, Hanefî mezhebinde yüzyıllar boyu verilen fetvaların bir araya toplanmasının zorluğuna temas edilerek, Şeriyye Mahkemelerine bile kadı bulunmakta güçlük çekildiği kaydedilir.
Bu kaideler, bir ihtiyaç ve zaruretten doğmuş, bazı merhalelerden geçtikten sonra nihaî şeklini almıştır. Bu makalemizde, küllî kaidelerin tarifini, ortaya çıkışını ve İslâm hukukunda ve günümüzdeki önemini ana hatları ile vermeye çalışacağız.
Küllî Kaidelerin Tarifi, Genel Olmaları ve İstisnaları
Küllî kaideler, fıkıh kitaplarının tertip ve tasnifinden sonra ortaya çıktığı için, tarif ve tahlillerine ancak muahhar kitaplarda rastlıyoruz. Bu sahada yazan ilk âlimlerden Kerhî ve Debûsî'ye baktığımızda, kaide yerine “asıl” tabirinin kullanıldığını görmekteyiz. Bu sahanın ilklerinden Kerhî'nin eseri aynı zamanda bu risalenin ismi de diyebileceğimiz şu cümle ile başlar: “Ashabımızın Kitaplarının Dayandığı Asıllar.” (Kerhî, Mısır, 80).
Cürcâni, Ta'rifât'ta küllî kaideyi şöyle tarif eder: “Cüz'iyyatın tamamını içine alan küllî bir hükümdür.” (Cürcanî 1938, 114).
Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi'nin tarifinde küllî kaidelerin biraz daha netleştiğini görmekteyiz: “Cüz'iyyâtın ahkâmının bilinmesi için, o cüziyyâtın küllîsine veya ekserisine uygun ve muvafık olan hükm-ü küllî veya ekserîdir.” (A. H. Ef., 1330, 1:27).
Günümüz müelliflerinden Mustafa ez-Zerkâ da şu tarifte bulunur: “Kendi konusuna giren hadiseler hakkında umumi teşriî hükümler ihtiva eden, düstûrî ve kısa cümlelerle ifade edilen küllî ve fıkhî esaslardır.” (Ez-Zerkâ 1968, 2:947).
Küllî kaide yerine, bazen Zabıt, Nazariye, Eşbah ve'n-Nezâir ve Prensip gibi kelimeler de kullanılmıştır. Bunlar arasında bazı manâ farklılıkları olmakla birlikte, genel olarak aynı anlama gelmektedirler (Baktır 1995, 11: 456-57).
Küllî kaideler için “ağlebî” tabiri kullanılmıştır. Çünkü bu kaideler, bir meselenin anlaşılmasında, genel kıyas usulleri ile temel fıkıh tefekkürü meydana getirir. Kıyasta ise her zaman istisnalar mevcuttur. Bu istisnalar genellikle celb-i menfaat (menfaatlerin celbi) ve def'i mefsedet (zararın önlenmesi) için olduğundan ve insanlardan güçlüğün kaldırılmasını hedef aldığından, İslâm hukukunun maksat ve gayesine daha uygundur. Bunun en güzel misali de istihsanen verilen hükümlerdir. Bununla birlikte, küllî kaidelerde de istisnalar olabilmektedir. Ancak bu istisnalar, ya bir başka kaidenin ruhuna daha uygundur veya hususî ve istihsanî bir hükmü gerektirir. Ali Himmet Berkî'ye göre de, her kaidenin istisnası olabileceği gibi, bu kaidelerin de istisnası vardır. Fakat bu istisnalar, hukuk mantığına uygun olarak fert ve cemiyetlerin menfaat ve ihtiyaçlarına istinat eden hususiyetlerden doğmaktadır. Aynı zamanda bu istisnalar hukuki birer sebep ve esasa dayanmaktadır. Bunlar da kanunların mantığı ve diğer hükümleri ile halledilir (Berki 1955, 56).
Bu kaidelerin ağlebî olmaları, onlarda istisna bulunması, onlara ilmî kıymetlerinden ve İslâm hukukundaki yüksek mevkilerinden hiçbir şey kaybettirmez. Çünkü bu kaideler olmasaydı, fıkhî hükümler çok defa zihinde temel bir esasa dayanmaksızın, görünüşte birbiri ile tearuz etmiş karışık füru' meseleler olarak kalacaktı. Aynı zamanda toplayıcı bir illet olmayacak ve hükümler arasında mukayese imkânı bulunmayacaktı (Ez-Zerkâ, 2:949).
Diğer taraftan, modern hukukta onun dayandığı ana prensiplere istisnasız bağlılık ise hiç hoş karşılanmamış ve şu mahzurları sayılmıştır:
1- Bir prensip, bazen hakikati görmemiş bir bilginin saplandığı bir kanaat veya yalnız bir hadiseye intibak edebilen bir kaide veya sadece kaideleri anlatmaya yarayan öğretim formülü olabilir. Binaenaleyh prensip haline getirilmiş böyle bir fikrin ve kanaatin sadıkâne tatbiki haksız bir hükme sebep olabilir.
2- Hayattaki sosyal hâdiseler girift olduğundan, bir prensip çoğu durumda insanın bir cephesine uygun düşebilir. Bu da hâdiselere göre farklı prensiplerin tatbikini gerektirir.
3- Bugün bazı fen bilimlerinde kesin kaide ve formüller vermek mümkündür. Hukuk ve benzeri sosyal ilimlerde ise işin içine irade ve niyet girdiği için aynı derecede kesin neticelere varmak zordur. İnsanların anlayış kabiliyetleri, maddi ve manevi tesirlere mukavemetleri, bir hâdiseden duydukları zevk ve ıstırap çok farklı olduğundan, aynı prensibin tatbiki herkes hakkında aynı neticeyi vermez (Belgesay 1943, 22-23).
Prof. Dr. Mustafa BAKTIR
İslâm hukukunun genel prensipleri küllî kaideler şeklinde ifade edilmiştir.
Küllî kaidelerin Kitab, Sünnet ve ilk dönemde yazılan fıkhî eserlerde dağınık bir şekilde mevcut olduğu biliniyor ise de, bugün olduğu şekilde ortaya çıkışı hicrî dördüncü asrın başlarına rastlamaktadır. İslâm teşri tarihini inceleyen eserleri gözden geçirdiğimizde, bunların İslâm hukuk tarihini birkaç devrede ele aldıklarını görmekteyiz. Bu eserlerin hemen hepsinde dikkatimizi çeken bir nokta olmuştur. Resûlullah (s.a.s.), sahabe ve mezheplerin ortaya çıktığı dönemler geniş bir şekilde incelendikten sonra, taklit devri veya fıkhın gerileme devri diye dördüncü bir dönem eklenmekte, fazla tahlil ve izaha girilmemektedir. Bu dönem, İslâmî ilimler sahasında bilhassa Mâverâünnehir ve çevresinde büyük bir inkişafın olduğu, Kerhî, Debûsî, Pezdevî ve Serahsî gibi büyük Hanefî fakîhlerinin yetiştiği, usûl ve füru' sahasında çok değerli eserlerin telif edildiği verimli bir dönemdir. Kanaatimizce İslâm hukuk tarihinde ileri bir merhale olarak kabul edebileceğimiz küllî kaidelerin tespiti de yine bu dönemde olmuştur.
Mezhep imamları ve onların talebeleri tarafından verilen binlerce fetvanın sistematize edilmesi ve bir tasnife tabi tutulması yine bu döneme rastlar. Bu dönemde fetvalar o kadar çoğaldı ki, bunları belli kaide ve esaslar altında toplama ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıktı. İlk Hanefî usûlcülerinden Kerhî bu işi başlatmış, ondan sonra gelenler de aynı yolda büyük mesafe katetmişlerdir. Nitekim, bu sahada yazılan eserlerin mukaddimelerine baktığımızda binlerce meseleyi ezberlemenin mümkün olmadığına temasla, küllî kaidelerin tespitinin bir ihtiyaç ve zaruretten doğduğu belirtilmiştir. Fetvalar külli kaidelerle test edilmektedir.
Diğer taraftan, bu eserlerin ilk olarak Hanefîler tarafından yazılmış olması oldukça manidardır. Hanefî mezhebi Ebû Yusuf'tan başlamak üzere genellikle İslâm devletlerinin resmî mezhebi olmuş ve yüzyıllar boyunca tatbikatta kalmıştır. Dolayısıyla mahkemelerde pek çok ihtilaflı mesele Hanefî mezhebine göre karara bağlanmış ve neticelendirilmiştir. Bunun tabiî bir neticesi olarak fıkhî mesele sayısı oldukça artmıştır. Bu da kendiliğinden bir çok fer'î meseleyi belli kaideler altında toplama ihtiyacını doğurmuştur. Mecelle'nin esbab-ı mucibe mazbatasında da, Hanefî mezhebinde yüzyıllar boyu verilen fetvaların bir araya toplanmasının zorluğuna temas edilerek, Şeriyye Mahkemelerine bile kadı bulunmakta güçlük çekildiği kaydedilir.
Bu kaideler, bir ihtiyaç ve zaruretten doğmuş, bazı merhalelerden geçtikten sonra nihaî şeklini almıştır. Bu makalemizde, küllî kaidelerin tarifini, ortaya çıkışını ve İslâm hukukunda ve günümüzdeki önemini ana hatları ile vermeye çalışacağız.
Küllî Kaidelerin Tarifi, Genel Olmaları ve İstisnaları
Küllî kaideler, fıkıh kitaplarının tertip ve tasnifinden sonra ortaya çıktığı için, tarif ve tahlillerine ancak muahhar kitaplarda rastlıyoruz. Bu sahada yazan ilk âlimlerden Kerhî ve Debûsî'ye baktığımızda, kaide yerine “asıl” tabirinin kullanıldığını görmekteyiz. Bu sahanın ilklerinden Kerhî'nin eseri aynı zamanda bu risalenin ismi de diyebileceğimiz şu cümle ile başlar: “Ashabımızın Kitaplarının Dayandığı Asıllar.” (Kerhî, Mısır, 80).
Cürcâni, Ta'rifât'ta küllî kaideyi şöyle tarif eder: “Cüz'iyyatın tamamını içine alan küllî bir hükümdür.” (Cürcanî 1938, 114).
Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi'nin tarifinde küllî kaidelerin biraz daha netleştiğini görmekteyiz: “Cüz'iyyâtın ahkâmının bilinmesi için, o cüziyyâtın küllîsine veya ekserisine uygun ve muvafık olan hükm-ü küllî veya ekserîdir.” (A. H. Ef., 1330, 1:27).
Günümüz müelliflerinden Mustafa ez-Zerkâ da şu tarifte bulunur: “Kendi konusuna giren hadiseler hakkında umumi teşriî hükümler ihtiva eden, düstûrî ve kısa cümlelerle ifade edilen küllî ve fıkhî esaslardır.” (Ez-Zerkâ 1968, 2:947).
Küllî kaide yerine, bazen Zabıt, Nazariye, Eşbah ve'n-Nezâir ve Prensip gibi kelimeler de kullanılmıştır. Bunlar arasında bazı manâ farklılıkları olmakla birlikte, genel olarak aynı anlama gelmektedirler (Baktır 1995, 11: 456-57).
Küllî kaideler için “ağlebî” tabiri kullanılmıştır. Çünkü bu kaideler, bir meselenin anlaşılmasında, genel kıyas usulleri ile temel fıkıh tefekkürü meydana getirir. Kıyasta ise her zaman istisnalar mevcuttur. Bu istisnalar genellikle celb-i menfaat (menfaatlerin celbi) ve def'i mefsedet (zararın önlenmesi) için olduğundan ve insanlardan güçlüğün kaldırılmasını hedef aldığından, İslâm hukukunun maksat ve gayesine daha uygundur. Bunun en güzel misali de istihsanen verilen hükümlerdir. Bununla birlikte, küllî kaidelerde de istisnalar olabilmektedir. Ancak bu istisnalar, ya bir başka kaidenin ruhuna daha uygundur veya hususî ve istihsanî bir hükmü gerektirir. Ali Himmet Berkî'ye göre de, her kaidenin istisnası olabileceği gibi, bu kaidelerin de istisnası vardır. Fakat bu istisnalar, hukuk mantığına uygun olarak fert ve cemiyetlerin menfaat ve ihtiyaçlarına istinat eden hususiyetlerden doğmaktadır. Aynı zamanda bu istisnalar hukuki birer sebep ve esasa dayanmaktadır. Bunlar da kanunların mantığı ve diğer hükümleri ile halledilir (Berki 1955, 56).
Bu kaidelerin ağlebî olmaları, onlarda istisna bulunması, onlara ilmî kıymetlerinden ve İslâm hukukundaki yüksek mevkilerinden hiçbir şey kaybettirmez. Çünkü bu kaideler olmasaydı, fıkhî hükümler çok defa zihinde temel bir esasa dayanmaksızın, görünüşte birbiri ile tearuz etmiş karışık füru' meseleler olarak kalacaktı. Aynı zamanda toplayıcı bir illet olmayacak ve hükümler arasında mukayese imkânı bulunmayacaktı (Ez-Zerkâ, 2:949).
Diğer taraftan, modern hukukta onun dayandığı ana prensiplere istisnasız bağlılık ise hiç hoş karşılanmamış ve şu mahzurları sayılmıştır:
1- Bir prensip, bazen hakikati görmemiş bir bilginin saplandığı bir kanaat veya yalnız bir hadiseye intibak edebilen bir kaide veya sadece kaideleri anlatmaya yarayan öğretim formülü olabilir. Binaenaleyh prensip haline getirilmiş böyle bir fikrin ve kanaatin sadıkâne tatbiki haksız bir hükme sebep olabilir.
2- Hayattaki sosyal hâdiseler girift olduğundan, bir prensip çoğu durumda insanın bir cephesine uygun düşebilir. Bu da hâdiselere göre farklı prensiplerin tatbikini gerektirir.
3- Bugün bazı fen bilimlerinde kesin kaide ve formüller vermek mümkündür. Hukuk ve benzeri sosyal ilimlerde ise işin içine irade ve niyet girdiği için aynı derecede kesin neticelere varmak zordur. İnsanların anlayış kabiliyetleri, maddi ve manevi tesirlere mukavemetleri, bir hâdiseden duydukları zevk ve ıstırap çok farklı olduğundan, aynı prensibin tatbiki herkes hakkında aynı neticeyi vermez (Belgesay 1943, 22-23).