Bismillahirrahmanirrahim
Rüyanın zeyli
Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü'z-zünub değil, kessâretü'z-zünub oldu.
Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.
İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, "ba'de harabi'l-Basra" anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.
İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.
İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor.
Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. (İbret alınız)
(Zaruret yasakları mübah kıldığı gibi zorlukları da kolaylaştır.) korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiyesiyle câmusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret...
Hem darb-ı mesel olmuş, keçi, kurttan havfı, ıztırar vaktinde mukavemete inkılâp eder; boynuzuyla kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika bir şecaat...
Fıtrî meyelan, mukavemet-sûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa mâruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar.
Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati gibi fıtrî bir heyecan, demir güllede su gibi zulmün burudetli husumet-i kâfiranesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahittir.
Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesent şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir.
Birgün olur elbette doğar şems-i hakikat
Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem? (Sünuhat, Rü’yanın Zeyli)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂH Ü FÎZAR : Ah edip ağlama.
ÂLEMPESEND : f. Bütün herkesin hoşuna gidip beğendiği şey.
ÂLİYE : Yüksek, yüce.
BA'DE HARAB-İL BASRA : Basra harab olduktan sonra. * Mc: İş işten geçtikten sonra.
BÎÇARE : Çaresiz, zavallı.
BURÛDET : Soğukluk.
CÂMUS : Su sığırı. Manda.
DARB-I MESEL : Atasözü.
FITRÎ : Doğuştan, yaratılıştan, fıtrata âit ve yaratılışla ilgili.
GAZAP : Hiddet, öfke, kızgınlık.
HÂRİKULÂDE : Muhteşem, şaşırtıcı derecede
HAVF : Korku, korkma.
HAYR-I MAHZ : Hayrın tâ kendisi; mutlak hayır; tam hayır.
HİKMET : Felsefe, ilim; gayeli olma, faydalılık.
HUSÛMET : Düşmanlık. Kin beslemek.
IZTIRAR : Mecburiyet, çâresizlik, zor durumda olmak.
İHMAL : Ehemmiyet vermemek, yapılması gereken bir işi sonraya bırakmak.
İHZAR : Hazırlamak.
İNKILÂP : Bir halden diğer bir hâle geçme; değişme, köklü değişim.
İNTİBÂH : Uyanıklık, hassasiyet.
İSTİHDÂM : Bir işte kullanmak için alıkoyma, çalıştırma, kullanma, hizmet ettirme.
KÂFİRÂNE : Kâfirce, kâfire yakışır şekilde.
KAHR : Zorlama, cebr, ezme, mahvetme; Allah'ın şiddetli ve azap verici vasıflarının tecellisi, lütfun zıddı.
KEFFÂRETÜ'Z-ZÜNÛB : Günahların keffâreti, mü'minlere, işledikleri günahların affı için Allah tarafından verilen hastalık ve musîbetler.
KESSARE : Çoğaltan. Artıran.
MÂRUZ : Birşeyin karşısında ve tesiri altında bulunan, uğrama.
MASLAHAT-I UMÛMİYE : Umûmun kabulü, hoşgörüsü, faydalı bulması.
MEYELÂN : Bir tarafa eğilmiş, ziyâde meyil gösterme, yönelme.
MEYL-İ İMBİSAT : Genişleme meyli arzusu.
MOJİK : Rus köylüleri emperyalizme karşı büyük mücadele vermişler.
MUKAVEMET : Dayanma, karşı koyma, direnme, direnç.
MUKAVEMET-SUZ : f. Dayanmayı te'sirsiz hâle koyan. Tahammülsüzlük veren. Mukavemeti kıran.
MUSÎBET : Belâ, felâket, hastalık, dert, sıkıntı, ezâ, başa gelen acı durumlar.
MÜEBBED : Ebedi, sonsuz.
SİYASET : Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı.
SÜKÛT : Suskunluk, sessizlik.
ŞECAAT : Hak ve hakîkat yolunda hiçbirşeyden korkmama. Cesâret, öfke duygusunun orta derecesi.
ŞEDD-İ RAHL : Yolculuğa çıkma.
ŞEFKAT-İ CİNSİYE : Kendi cinsine duyulan şefkat, muhabbet.
ŞEHÂMET : Cesaretlilik.
ŞEMS-İ HAKİKAT : Hakikat güneşi. Gerçeğin tâ kendisi.
ŞERR-İ MAHZ : Her yönüyle kötü olan.
TAARRÜF : Karşılıklı tanışma. Kendini hünerleriyle tanıtma.
TAZAMMUN : İçinde bulundurma, içine alma, ihtivâ etme, muhît olma.
TEÂVÜN : Yardım etme, yardımlaşma.
TEŞRİKÜ'L-MESÂİ : Ortak beraber çalışma. Birlikte çalışmak.
TEVHİD-İ EFKAR : Fikir birliği, ortak akıl.
UHUVVET-İ İSLÂMİYE : İslâm kardeşliği.
VÂLİDE : Anne.
VÂSİA : Genişçe, büyükçe.
VÂVEYLÂ : Çığlık, feryat, yaygara, bağırma.
ZEYL : Ek, ilâve, bir şeyin altı, devamı.
ZULMET-İ ALEM: Alemin karanlığı.
ZÜNUB : (Zenb. C.) Günahlar. Kabahatlar, suçlar. * (Zeneb. C.) Kuyruklar.
risalehaber
Rüyanın zeyli
Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü'z-zünub değil, kessâretü'z-zünub oldu.
Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.
İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, "ba'de harabi'l-Basra" anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.
İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.
İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor.
Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. (İbret alınız)
(Zaruret yasakları mübah kıldığı gibi zorlukları da kolaylaştır.) korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiyesiyle câmusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret...
Hem darb-ı mesel olmuş, keçi, kurttan havfı, ıztırar vaktinde mukavemete inkılâp eder; boynuzuyla kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika bir şecaat...
Fıtrî meyelan, mukavemet-sûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa mâruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar.
Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati gibi fıtrî bir heyecan, demir güllede su gibi zulmün burudetli husumet-i kâfiranesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahittir.
Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesent şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir.
Birgün olur elbette doğar şems-i hakikat
Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem? (Sünuhat, Rü’yanın Zeyli)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂH Ü FÎZAR : Ah edip ağlama.
ÂLEMPESEND : f. Bütün herkesin hoşuna gidip beğendiği şey.
ÂLİYE : Yüksek, yüce.
BA'DE HARAB-İL BASRA : Basra harab olduktan sonra. * Mc: İş işten geçtikten sonra.
BÎÇARE : Çaresiz, zavallı.
BURÛDET : Soğukluk.
CÂMUS : Su sığırı. Manda.
DARB-I MESEL : Atasözü.
FITRÎ : Doğuştan, yaratılıştan, fıtrata âit ve yaratılışla ilgili.
GAZAP : Hiddet, öfke, kızgınlık.
HÂRİKULÂDE : Muhteşem, şaşırtıcı derecede
HAVF : Korku, korkma.
HAYR-I MAHZ : Hayrın tâ kendisi; mutlak hayır; tam hayır.
HİKMET : Felsefe, ilim; gayeli olma, faydalılık.
HUSÛMET : Düşmanlık. Kin beslemek.
IZTIRAR : Mecburiyet, çâresizlik, zor durumda olmak.
İHMAL : Ehemmiyet vermemek, yapılması gereken bir işi sonraya bırakmak.
İHZAR : Hazırlamak.
İNKILÂP : Bir halden diğer bir hâle geçme; değişme, köklü değişim.
İNTİBÂH : Uyanıklık, hassasiyet.
İSTİHDÂM : Bir işte kullanmak için alıkoyma, çalıştırma, kullanma, hizmet ettirme.
KÂFİRÂNE : Kâfirce, kâfire yakışır şekilde.
KAHR : Zorlama, cebr, ezme, mahvetme; Allah'ın şiddetli ve azap verici vasıflarının tecellisi, lütfun zıddı.
KEFFÂRETÜ'Z-ZÜNÛB : Günahların keffâreti, mü'minlere, işledikleri günahların affı için Allah tarafından verilen hastalık ve musîbetler.
KESSARE : Çoğaltan. Artıran.
MÂRUZ : Birşeyin karşısında ve tesiri altında bulunan, uğrama.
MASLAHAT-I UMÛMİYE : Umûmun kabulü, hoşgörüsü, faydalı bulması.
MEYELÂN : Bir tarafa eğilmiş, ziyâde meyil gösterme, yönelme.
MEYL-İ İMBİSAT : Genişleme meyli arzusu.
MOJİK : Rus köylüleri emperyalizme karşı büyük mücadele vermişler.
MUKAVEMET : Dayanma, karşı koyma, direnme, direnç.
MUKAVEMET-SUZ : f. Dayanmayı te'sirsiz hâle koyan. Tahammülsüzlük veren. Mukavemeti kıran.
MUSÎBET : Belâ, felâket, hastalık, dert, sıkıntı, ezâ, başa gelen acı durumlar.
MÜEBBED : Ebedi, sonsuz.
SİYASET : Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı.
SÜKÛT : Suskunluk, sessizlik.
ŞECAAT : Hak ve hakîkat yolunda hiçbirşeyden korkmama. Cesâret, öfke duygusunun orta derecesi.
ŞEDD-İ RAHL : Yolculuğa çıkma.
ŞEFKAT-İ CİNSİYE : Kendi cinsine duyulan şefkat, muhabbet.
ŞEHÂMET : Cesaretlilik.
ŞEMS-İ HAKİKAT : Hakikat güneşi. Gerçeğin tâ kendisi.
ŞERR-İ MAHZ : Her yönüyle kötü olan.
TAARRÜF : Karşılıklı tanışma. Kendini hünerleriyle tanıtma.
TAZAMMUN : İçinde bulundurma, içine alma, ihtivâ etme, muhît olma.
TEÂVÜN : Yardım etme, yardımlaşma.
TEŞRİKÜ'L-MESÂİ : Ortak beraber çalışma. Birlikte çalışmak.
TEVHİD-İ EFKAR : Fikir birliği, ortak akıl.
UHUVVET-İ İSLÂMİYE : İslâm kardeşliği.
VÂLİDE : Anne.
VÂSİA : Genişçe, büyükçe.
VÂVEYLÂ : Çığlık, feryat, yaygara, bağırma.
ZEYL : Ek, ilâve, bir şeyin altı, devamı.
ZULMET-İ ALEM: Alemin karanlığı.
ZÜNUB : (Zenb. C.) Günahlar. Kabahatlar, suçlar. * (Zeneb. C.) Kuyruklar.
risalehaber