Her yıl sorulan en klasik sorulardan biri... Ve her sene hocalar bu konuda cevap vermek zorunda kalır. Bugün Gazetesi Köşe Yazarı ve Moral FM Programcısı Mehmed Paksu yılın bu sorusuna bakın nasıl cevap verdi:
***
Eski insanların düz mü, yuvarlak mı diye tartışıp durdukları dünya gün geçtikçe iyice küçülüyor. Çeşitli ulaşım ve haberleşme vâsıtaları yardımıyla bu gerçeği hepimiz fark ediyoruz.
10-15 saatte dünyanın en uzak bir ucuna gidebilme, bütün ülkelerde olup bitenleri televizyonda seyretme imkânına sahibiz. Bu gelişme ve ilerleyişin iyi tarafları olduğu gibi, zararlı yönleri de vardır. Çünkü, olayları kendi arzularımıza göre yönlendirmemiz, istediğimiz şekle kanalize etmemiz mümkün değildir. Bunun için iyisi de, kötüsü de kapımızı çalmakta, hayatımıza girmek için izin istemektedir. Her "yeniliğe" gümrüksüz olarak geçiş izni verirsek, beraberinde getirdiği her şeyi peşinen kabullenmiş oluyoruz demektir.
Başta Avrupa ve Amerika olmak üzere yabancı kaynaklı âdet, yaşayış tarzları, görgü kuralları, gazete, dergi, kitap, radyo, televizyon, internet gibi basın ve yayın organlarıyla sosyal hayatımıza karışmakta, günlük yaşantımıza girmektedir. Sevgililer günü, evlilik yıldönümü, anneler günü, doğum günü ve yılbaşı bu yeni adetlerden birkaçı.
Bu "ithal" âdetler bizim ne daha önceki millî âdetlerimizde vardı, ne de sünnette ve İslâmî geleneklerimizde...
Zaten bu alışkanlıkların çoğunun "anayurtlarından" çıkışları bile bir asrı bulmuş değildir. Dinî tâbiriyle "bid'at" sayılan bu âdetlerin bize gelişi çok eski bir tarihe dayanmıyor. Olsa olsa Cumhuriyetten bu yana bir geçmişi vardır.
Fakat kabul edelim veya etmeyelim; bu âdetleri kendi evimize sokmasak bile, yakınlarımızda ve çevremizde görüyoruz. Bazen kendimizi böyle bir kutlamanın içinde bulduğumuz bile oluyor.
Öyleyse bir âdet olarak bu yenilikler karşısında nasıl bir tavır takınmalıyız?
* * *
Bu çeşit meselelerde niyet başta gelir. Neyi düşünerek, aklından hangi maksadı geçirerek yapıyorsa, kişi ona göre karşılık görür.
Meselâ, ihmal ederek yıl boyu görüp gözetmediği, arayıp sormadığı annesini sadece "anneler günü" geldi diye, bir hediye alarak yanına varır, halini-hatırını sorarsa; bu ziyâreti dinin kendisinden istediği bir yükümlülük olarak değil de, sadece Batıdan gelen bir âdet şeklinde yaptığı için ne sevâbını alır, ne de mükâfatını görür. İşte, İslâm'ın benimsemediği bid'at budur. Yılbaşı geldiği zaman da, Hıristiyan dünyası yapıyor diye onlara uyarak çam diker, hindi keser, eğlenceler düzenlerse, şüphesiz, bu da meşru olan bir davranış sayılmaz.
Bütün bunlarda kişi iyi niyet taşımadığı için şu hadis- i şerife muhatap olur:
"Kim bir kavme benzemeye çalışırsa onlardan sayılır." (Ebû Davud, Libas: 4)
Yâni onları taklit ettiği için sorumlu olur, günaha girer.
* * *
Ancak bu âdetleri hayra dönüştürme durumu da vardır.
Hemen her fırsatta, imkânımız dahilinde anne-babamıza gereken ilgiyi gösterir; bunun yanında "anneler, babalar günü" geldiğinde de o vesileyle gönüllerini hoş edersek, bu güzel bir şey olur.
Yılbaşı için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Bir mü'min için yılbaşı, ömür binasından bir taşın daha düştüğünün işâretidir. Ahiret yurduna biraz daha yaklaştığımızın işaretidir. Bu şuur ve uyanıklık içinde her zaman yapmayı bir alışkanlık haline getirdiğimiz gibi, yılbaşında da aynı muhasebeyi yapsak hiç de zararlı bir şey olmaz.
Doğum günü için de aynı husus geçerlidir. Bu, çocuğumuzun bir yaşını daha tamamlayıp büyüdüğünün alâmetidir. Bu vesile ile, bayram günlerinde olduğu gibi, imkânımız kadarıyla bugünde de bir hediye ile yavrumuzu sevindirirsek güzel bir davranış olur.
Zaten, Müslümanlar olarak övünç kaynağımız Peygamberimizin (a.s.m.) doğum yıldönümünü mevlitler, hatimler, dualar ve salâvatlarla kutlamıyor muyuz? Yâni, diğer bir ifâde ile Batı kaynaklı bu âdetleri Müslümanlaştırırsak hem kendimiz istifade ederiz, hem de başkalarına örnek oluruz.
Bu güne kadar neden yılbaşı kutlandığını ve niçin günah işlendiğini anlamak mümkün değil.Taklitçiliğin bizi ne hallere düşürdüğünü, insanlıktan nasıl çıkardığını, maymun ettiğini, şahsiyet, kişilik diye birşey bırakmadığını gördüğümüz halde devam ediyoruz.
Nisa Suresi 85- Kim güzel bir işte aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah her şeyi gözetip karşılığını verir.
Rasulüllah (SAV) şöyle buyurdu:
“Kim islamda iyi bir çığır açarsa açtığı çığırın ecri ve kendisinden sonra, onunla (o çığırla) amel edenlerin ecirleri, sevaplarından hiçbir şey eksilmeden ona aittir. Kim de islamda (müslümanlar içinde) kötü bir çığır açarsa, açtığı çığırın günahı ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahları, günahlarından bir şey eksilmeden ona aittir.”
“Yılbaşının nasıl kutlanmasını istersin?” diye şeytana sorsalar günümüzdeki günahları söylemez mi?
Peygamberimiz (S.A.V.) buyurmuşlardır ki “Bir kavme benzemeye çalışanlar o kavimdendir.”(İmam-ı Ahmet ve Ebû Davud)
Peygamberimiz (S.A.V.), diğer bir hadis-i şerifte buyurmuşlardır ki: “Bizden başkalarına benzemeye özenenler bizden, bizim milletimizden değildir.”(El-Cami’üs-Sağîr)
“Küfür ehlinin ve isyankarların yaşayış ve adetlerinde onlara benzemek, onlar gibi hareket etmek, ya küfre ya isyankârlığa, ya da her ikisine birden götürdüğü için İslâmda yasaklanıp haram kılınmıştır.” (Frenk Mukallitliği Ve Şapka- İskilipli Atıf Hoca)
İslam uleması, din kitaplarında buyururlar ki:
“Noel günü ve gecesinde, kâfirlerin paskalya ve yortularında, onlar gibi bayram yapan küfre girer.”
“…Müslümanlar bu yılbaşını takvim başlangıcı yaparlarsa, yılbaşı gecesinde yapılan âyin veya eğlencelere iştirak ederlerse ne olur?
Yılbaşı dolayısıyla yapılan dinî âyine katılan (Hristiyanlarla beraber bu toplu ibâdeti yapan) müslümanlar en azından haram (büyük günah) işlemiş olurlar. Bu hükmün akla ve vahye dayalı delîllerini zikretmeye bile gerek yoktur.
Dinî âyîne katılmadan yılbaşı dolayısıyla toplantı ve eğlence yapan müslümanlar, bu eğlencelerde ayrıca hiçbir haram işlemeseler dahi, kökeni dinî (İslâm’dan başka ve ona göre bugün mûteber olmayan bir dîne dayalı) olan bir faâliyete katıldıkları ve başka dinden olanlara -dinle ilgili bir konuda- benzer hale geldikleri için günah işlemiş olurlar. "Bir din ve kültür topluluğuna kendini benzetenler onlardan sayılır" meâlindeki hadîs bu davranışı yasaklamaktadır.
Yılbaşı, takvim, tarih, tatil, eğlence, şenlik ve bunlarla ilgili âdetler bir milletin kültürüdür. Kültür din ve ideolojinin bedenleşmesi, ete kemiğe bürünmesidir. Bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Eğer birileri din ile kültürü birbirinden ayırmaya, aralarındaki bağı koparmaya kalkışırsa -zor olmakla beraber bunu yapabilirse- kültür ile beraber dîni de değiştirme yoluna girmiş olur. Bedenini parça parça kaybeden din gider (milletin hayatından çıkar) onun yerine yeni kültürün dîni veya dinsizliği gelir. Kültür ile din arasında böyle bir bağ bulunduğuna göre; kültürün değişmesi dîni yakından ilgilendirir. İslâm’ın beş temel amacından biri dîni (müslümanların hayatında İslâm’ı) korumaktır. İslâm’ın korunmasını olumsuz etkileyen bir davranış, bir kültür değişimi, bir kültür taklidi haramdır, bazen bununla da kalmaz dinden çıkma sonucunu doğurur.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’ye göçünce, burada öteden beri iki bayramın bulunduğunu ve bu bayramlarda kutlama yapıldığını öğrendi. Bayramlar, dînin etkilenmesi bakımından önemli kültür unsurları olduğu için bunları değiştirdi ve yerlerine Ramazan ile Kurban bayramlarını tebliğ etti. Daha pek çok hadîste, başka dinlerle ilişkisi veya sembolik değeri/fonksiyonu bulunan âdet ve uygulamaları müslümanlara yasakladı.”(Hayrettin Karaman)
“…Taklidin, mantığı zehirlediği açık. Zaten, bu yüzden taklit ya. Taklitçilik bir hastalık, hem de kişiliğe arız olmuş bir hastalık. O yüzden bu hastalık, taklitçinin özgüven yokluğuna dayanıyor, bu bir. İkincisi, iddialarından arındırılmış olduğunu gösteriyor. Üçüncüsü,taklit ettikleri karşısında mağlup olduğunun tescili anlamına geliyor.
İbn Haldun’un Mukaddime’de yaptığı o muhteşem tespit, bu ülkenin yaşadığı yüz yıllık dramın tek cümlelik özeti: "Mağluplar galipleri taklit ederler."
Mağlubiyetin de onurlusu vardır, onursuzu vardır. Onurunu yitirmeyen mağluplar, fiziken mağlup görünürler. Dişe diş mücadele etmişler, mağlup olmuşlardır. Elbet her mağlubiyetin bir çok sebebi vardır.
Onurlarını koruyanlar, mağlubiyeti içselleştirmezler. Fakat, sadece değerler için mücadele edenler, yenildiklerinde dahi onurlarını koruyabilirler. Yenilgilerinin faturasını kendi değerlerine kesmezler. Aksine, yenilgilerini bir bilinç yenileme, yani bir "tevbe" ve "istiğfar" vesilesi olarak bilirler. Sorunu, kendi değerlerinde değil, değerleriyle ilişkilerinde ararlar. O ilişkileri sağlıklı hale getirmek için, mücadele meydanından çekilip, mücahede meydanına atılırlar. Bu, mağlubiyeti içselleştirmeme savaşıdır. Onurlu mağluplar için, galipleri taklit etmek, düşman saflarına geçmekle eş değerdedir. Asıl mağlubiyet işte odur.
Onurunu yitirenler, mağlup olunca kelimenin tam anlamıyla mağlup olurlar. Onlar, fiziken galip gelseler bile mağlupturlar. Mağlubiyet onların karakteri olmuştur. Çünkü, mütecavizine aşık olan ahmak kız rolüne soyunmuşlardır.
Mağlubiyetlerinin faturasını kendi değerlerine keserler. Tez elden o değerlerden kurtulmanın yollarını ararlar. Kendilerine "ben idraki" veren o değerleri her görüşte mağlubiyetlerini hatırlarlar. Bu da onları kendi değerlerine düşmandan fazla düşman olmaya iter. Değerlerinden kurtulunca, kendilerinin de galiplerden olacağına inanırlar.
Mağlubiyetin faturasını kendi değerlerine kestikleri için, kendilerinden nefret ederler. Bu nefret, galiplere karşı marazi bir aşka dönüşür. Kendilerini gerçekleştirmek yerine, galipleri taklit etmek gibi ucuz bir yolu benimserler. Bu taklit onları galip yapmaz elbette. Sadece “maymun” yapar. Bunun anlamı, galiplerin maskarası ve soytarısı olmaktır.
Hiçbir galipten, mağlupları içerisinden başkalaşım geçirerek maskaralaşan birilerini, kendisiyle eş değerde görmesi beklenemez. Hiçbir efendi, soytarısını, kendisiyle eşit haklara sahip bir partner olarak benimsemez.Değil mi ama: Hiçbir maymun, ne kadar iyi insan taklidi yaparsa yapsın, insanlar sınıfına dahil edilmez?”(
ALINTI
***
Eski insanların düz mü, yuvarlak mı diye tartışıp durdukları dünya gün geçtikçe iyice küçülüyor. Çeşitli ulaşım ve haberleşme vâsıtaları yardımıyla bu gerçeği hepimiz fark ediyoruz.
10-15 saatte dünyanın en uzak bir ucuna gidebilme, bütün ülkelerde olup bitenleri televizyonda seyretme imkânına sahibiz. Bu gelişme ve ilerleyişin iyi tarafları olduğu gibi, zararlı yönleri de vardır. Çünkü, olayları kendi arzularımıza göre yönlendirmemiz, istediğimiz şekle kanalize etmemiz mümkün değildir. Bunun için iyisi de, kötüsü de kapımızı çalmakta, hayatımıza girmek için izin istemektedir. Her "yeniliğe" gümrüksüz olarak geçiş izni verirsek, beraberinde getirdiği her şeyi peşinen kabullenmiş oluyoruz demektir.
Başta Avrupa ve Amerika olmak üzere yabancı kaynaklı âdet, yaşayış tarzları, görgü kuralları, gazete, dergi, kitap, radyo, televizyon, internet gibi basın ve yayın organlarıyla sosyal hayatımıza karışmakta, günlük yaşantımıza girmektedir. Sevgililer günü, evlilik yıldönümü, anneler günü, doğum günü ve yılbaşı bu yeni adetlerden birkaçı.
Bu "ithal" âdetler bizim ne daha önceki millî âdetlerimizde vardı, ne de sünnette ve İslâmî geleneklerimizde...
Zaten bu alışkanlıkların çoğunun "anayurtlarından" çıkışları bile bir asrı bulmuş değildir. Dinî tâbiriyle "bid'at" sayılan bu âdetlerin bize gelişi çok eski bir tarihe dayanmıyor. Olsa olsa Cumhuriyetten bu yana bir geçmişi vardır.
Fakat kabul edelim veya etmeyelim; bu âdetleri kendi evimize sokmasak bile, yakınlarımızda ve çevremizde görüyoruz. Bazen kendimizi böyle bir kutlamanın içinde bulduğumuz bile oluyor.
Öyleyse bir âdet olarak bu yenilikler karşısında nasıl bir tavır takınmalıyız?
* * *
Bu çeşit meselelerde niyet başta gelir. Neyi düşünerek, aklından hangi maksadı geçirerek yapıyorsa, kişi ona göre karşılık görür.
Meselâ, ihmal ederek yıl boyu görüp gözetmediği, arayıp sormadığı annesini sadece "anneler günü" geldi diye, bir hediye alarak yanına varır, halini-hatırını sorarsa; bu ziyâreti dinin kendisinden istediği bir yükümlülük olarak değil de, sadece Batıdan gelen bir âdet şeklinde yaptığı için ne sevâbını alır, ne de mükâfatını görür. İşte, İslâm'ın benimsemediği bid'at budur. Yılbaşı geldiği zaman da, Hıristiyan dünyası yapıyor diye onlara uyarak çam diker, hindi keser, eğlenceler düzenlerse, şüphesiz, bu da meşru olan bir davranış sayılmaz.
Bütün bunlarda kişi iyi niyet taşımadığı için şu hadis- i şerife muhatap olur:
"Kim bir kavme benzemeye çalışırsa onlardan sayılır." (Ebû Davud, Libas: 4)
Yâni onları taklit ettiği için sorumlu olur, günaha girer.
* * *
Ancak bu âdetleri hayra dönüştürme durumu da vardır.
Hemen her fırsatta, imkânımız dahilinde anne-babamıza gereken ilgiyi gösterir; bunun yanında "anneler, babalar günü" geldiğinde de o vesileyle gönüllerini hoş edersek, bu güzel bir şey olur.
Yılbaşı için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Bir mü'min için yılbaşı, ömür binasından bir taşın daha düştüğünün işâretidir. Ahiret yurduna biraz daha yaklaştığımızın işaretidir. Bu şuur ve uyanıklık içinde her zaman yapmayı bir alışkanlık haline getirdiğimiz gibi, yılbaşında da aynı muhasebeyi yapsak hiç de zararlı bir şey olmaz.
Doğum günü için de aynı husus geçerlidir. Bu, çocuğumuzun bir yaşını daha tamamlayıp büyüdüğünün alâmetidir. Bu vesile ile, bayram günlerinde olduğu gibi, imkânımız kadarıyla bugünde de bir hediye ile yavrumuzu sevindirirsek güzel bir davranış olur.
Zaten, Müslümanlar olarak övünç kaynağımız Peygamberimizin (a.s.m.) doğum yıldönümünü mevlitler, hatimler, dualar ve salâvatlarla kutlamıyor muyuz? Yâni, diğer bir ifâde ile Batı kaynaklı bu âdetleri Müslümanlaştırırsak hem kendimiz istifade ederiz, hem de başkalarına örnek oluruz.
Bu güne kadar neden yılbaşı kutlandığını ve niçin günah işlendiğini anlamak mümkün değil.Taklitçiliğin bizi ne hallere düşürdüğünü, insanlıktan nasıl çıkardığını, maymun ettiğini, şahsiyet, kişilik diye birşey bırakmadığını gördüğümüz halde devam ediyoruz.
Nisa Suresi 85- Kim güzel bir işte aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah her şeyi gözetip karşılığını verir.
Rasulüllah (SAV) şöyle buyurdu:
“Kim islamda iyi bir çığır açarsa açtığı çığırın ecri ve kendisinden sonra, onunla (o çığırla) amel edenlerin ecirleri, sevaplarından hiçbir şey eksilmeden ona aittir. Kim de islamda (müslümanlar içinde) kötü bir çığır açarsa, açtığı çığırın günahı ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahları, günahlarından bir şey eksilmeden ona aittir.”
“Yılbaşının nasıl kutlanmasını istersin?” diye şeytana sorsalar günümüzdeki günahları söylemez mi?
Peygamberimiz (S.A.V.) buyurmuşlardır ki “Bir kavme benzemeye çalışanlar o kavimdendir.”(İmam-ı Ahmet ve Ebû Davud)
Peygamberimiz (S.A.V.), diğer bir hadis-i şerifte buyurmuşlardır ki: “Bizden başkalarına benzemeye özenenler bizden, bizim milletimizden değildir.”(El-Cami’üs-Sağîr)
“Küfür ehlinin ve isyankarların yaşayış ve adetlerinde onlara benzemek, onlar gibi hareket etmek, ya küfre ya isyankârlığa, ya da her ikisine birden götürdüğü için İslâmda yasaklanıp haram kılınmıştır.” (Frenk Mukallitliği Ve Şapka- İskilipli Atıf Hoca)
İslam uleması, din kitaplarında buyururlar ki:
“Noel günü ve gecesinde, kâfirlerin paskalya ve yortularında, onlar gibi bayram yapan küfre girer.”
“…Müslümanlar bu yılbaşını takvim başlangıcı yaparlarsa, yılbaşı gecesinde yapılan âyin veya eğlencelere iştirak ederlerse ne olur?
Yılbaşı dolayısıyla yapılan dinî âyine katılan (Hristiyanlarla beraber bu toplu ibâdeti yapan) müslümanlar en azından haram (büyük günah) işlemiş olurlar. Bu hükmün akla ve vahye dayalı delîllerini zikretmeye bile gerek yoktur.
Dinî âyîne katılmadan yılbaşı dolayısıyla toplantı ve eğlence yapan müslümanlar, bu eğlencelerde ayrıca hiçbir haram işlemeseler dahi, kökeni dinî (İslâm’dan başka ve ona göre bugün mûteber olmayan bir dîne dayalı) olan bir faâliyete katıldıkları ve başka dinden olanlara -dinle ilgili bir konuda- benzer hale geldikleri için günah işlemiş olurlar. "Bir din ve kültür topluluğuna kendini benzetenler onlardan sayılır" meâlindeki hadîs bu davranışı yasaklamaktadır.
Yılbaşı, takvim, tarih, tatil, eğlence, şenlik ve bunlarla ilgili âdetler bir milletin kültürüdür. Kültür din ve ideolojinin bedenleşmesi, ete kemiğe bürünmesidir. Bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Eğer birileri din ile kültürü birbirinden ayırmaya, aralarındaki bağı koparmaya kalkışırsa -zor olmakla beraber bunu yapabilirse- kültür ile beraber dîni de değiştirme yoluna girmiş olur. Bedenini parça parça kaybeden din gider (milletin hayatından çıkar) onun yerine yeni kültürün dîni veya dinsizliği gelir. Kültür ile din arasında böyle bir bağ bulunduğuna göre; kültürün değişmesi dîni yakından ilgilendirir. İslâm’ın beş temel amacından biri dîni (müslümanların hayatında İslâm’ı) korumaktır. İslâm’ın korunmasını olumsuz etkileyen bir davranış, bir kültür değişimi, bir kültür taklidi haramdır, bazen bununla da kalmaz dinden çıkma sonucunu doğurur.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’ye göçünce, burada öteden beri iki bayramın bulunduğunu ve bu bayramlarda kutlama yapıldığını öğrendi. Bayramlar, dînin etkilenmesi bakımından önemli kültür unsurları olduğu için bunları değiştirdi ve yerlerine Ramazan ile Kurban bayramlarını tebliğ etti. Daha pek çok hadîste, başka dinlerle ilişkisi veya sembolik değeri/fonksiyonu bulunan âdet ve uygulamaları müslümanlara yasakladı.”(Hayrettin Karaman)
“…Taklidin, mantığı zehirlediği açık. Zaten, bu yüzden taklit ya. Taklitçilik bir hastalık, hem de kişiliğe arız olmuş bir hastalık. O yüzden bu hastalık, taklitçinin özgüven yokluğuna dayanıyor, bu bir. İkincisi, iddialarından arındırılmış olduğunu gösteriyor. Üçüncüsü,taklit ettikleri karşısında mağlup olduğunun tescili anlamına geliyor.
İbn Haldun’un Mukaddime’de yaptığı o muhteşem tespit, bu ülkenin yaşadığı yüz yıllık dramın tek cümlelik özeti: "Mağluplar galipleri taklit ederler."
Mağlubiyetin de onurlusu vardır, onursuzu vardır. Onurunu yitirmeyen mağluplar, fiziken mağlup görünürler. Dişe diş mücadele etmişler, mağlup olmuşlardır. Elbet her mağlubiyetin bir çok sebebi vardır.
Onurlarını koruyanlar, mağlubiyeti içselleştirmezler. Fakat, sadece değerler için mücadele edenler, yenildiklerinde dahi onurlarını koruyabilirler. Yenilgilerinin faturasını kendi değerlerine kesmezler. Aksine, yenilgilerini bir bilinç yenileme, yani bir "tevbe" ve "istiğfar" vesilesi olarak bilirler. Sorunu, kendi değerlerinde değil, değerleriyle ilişkilerinde ararlar. O ilişkileri sağlıklı hale getirmek için, mücadele meydanından çekilip, mücahede meydanına atılırlar. Bu, mağlubiyeti içselleştirmeme savaşıdır. Onurlu mağluplar için, galipleri taklit etmek, düşman saflarına geçmekle eş değerdedir. Asıl mağlubiyet işte odur.
Onurunu yitirenler, mağlup olunca kelimenin tam anlamıyla mağlup olurlar. Onlar, fiziken galip gelseler bile mağlupturlar. Mağlubiyet onların karakteri olmuştur. Çünkü, mütecavizine aşık olan ahmak kız rolüne soyunmuşlardır.
Mağlubiyetlerinin faturasını kendi değerlerine keserler. Tez elden o değerlerden kurtulmanın yollarını ararlar. Kendilerine "ben idraki" veren o değerleri her görüşte mağlubiyetlerini hatırlarlar. Bu da onları kendi değerlerine düşmandan fazla düşman olmaya iter. Değerlerinden kurtulunca, kendilerinin de galiplerden olacağına inanırlar.
Mağlubiyetin faturasını kendi değerlerine kestikleri için, kendilerinden nefret ederler. Bu nefret, galiplere karşı marazi bir aşka dönüşür. Kendilerini gerçekleştirmek yerine, galipleri taklit etmek gibi ucuz bir yolu benimserler. Bu taklit onları galip yapmaz elbette. Sadece “maymun” yapar. Bunun anlamı, galiplerin maskarası ve soytarısı olmaktır.
Hiçbir galipten, mağlupları içerisinden başkalaşım geçirerek maskaralaşan birilerini, kendisiyle eş değerde görmesi beklenemez. Hiçbir efendi, soytarısını, kendisiyle eşit haklara sahip bir partner olarak benimsemez.Değil mi ama: Hiçbir maymun, ne kadar iyi insan taklidi yaparsa yapsın, insanlar sınıfına dahil edilmez?”(
ALINTI