Başlığı bilerek biraz dikkati celbedici yaptım ki konu içerisine girip bir bakın acaba bizim azılı düşmanımız israil ile ne gibi bir ortak yönümüz var diye...
Harf inkılabını İsrail de yaptı ama
Okul kitaplarımızda bayat bir gururla sunulan 'Yeni Türk harflerinin kabulü'nün dünya tarihinde, hele ki modern çağda ender rastlanan sarsıcı kültürel 'devrimler'den biri olduğunu görmemiz gerekir. Bir milletin yaklaşık 900 yıldır kullandığı alfabesini değiştirmek nedense normalleştirilerek sunulagelmiştir
8. sınıflar için yazılmış bir İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük (MEB: 2007) kitabında Arap harflerinin Türkçeye uygun olmadığı, bu yüzden “ülkemizde okuma yazma bilenlerin sayısının çok az olduğu" söylenir. Geri kalmamızın esas sebebi budur kitaba göre. Türkler Orta Asya'da Göktürk ve Uygur alfabelerini kullanırlarmış. İslamiyet'ten sonra Arap harflerine geçmiştik ama bu harfler “Türkçenin özelliklerine uygun değil"miş. Okuma yazma oranı bir türlü yükselemiyor, bu da gelişmemizi engelliyormuş. Bunun üzerine Latin alfabesinden 'yararlanarak' bugünkü 'Türk alfabesi' hazırlanmış. Hüküm: “Türk dilinin, bilim ve kültürün gelişmesi de yeni Türk harflerinin kabulünden sonra olmuştur."
Yunus Emre'den Kâtib Çelebi'ye kadar bütün İslamî dönem birikimini çocuklarımızın gözünden düşürmenin hilekârlara yakışan yolu ancak bu olurdu.
İnsanları aptal yerine koymayı çok sevdiğimizi bu örnekten de anlayabilirsiniz. Aynı zamanda düşünme kapasitelerini felç ettiğimiz, azıcık düşünmeye kalkanları daCemil Meriç'in tabiriyle “kuduz köpek gibi kovaladığımız" için bazı soruları sormak dahi cesaret istemektedir günümüzde. Geçmişte böylesine 'mezar sessizliği'ne yuvarlanan bir ülkede “Harflerin uyumunun veya zorluğu ve kolaylığının kalkınmayla, ilerlemeyle bir alakası yoktur" (1926) demeye kalkan Fuat Köprülü gibi bir profesörün daha sonra nasıl özür dilemek zorunda kaldığını (1938) biliyoruz.
Sormak, cehennemin kapısını açmaktır o yıllarda. İtiraz eden, Zeki Velidi Togan gibi kendisini kapının önünde bulur. Kovulur. Ya Mısır'a gönüllü sürgüne gider aydınlarımız, ya hapishaneleri şereflendirir. Kafası taşla ezilenlere de, kuş uçmaz kervan geçmez Barla'ya kapatılanlara da aynı yıllar ev sahipliği eder. H.A.R Gibb'in deyişiyle 1925'ten sonraki 20 yılda Türkiye 'pozitivist bir anıt-kabre dönüşür'
Şimdi tarih arkeologlarının Mısır piramitlerine dalar gibi bu 'anıt-kabri' açma zamanıdır.
İfade özgürlüğü mü dediniz? İlk Türk halklarının tarih ve edebiyatlarını inceleyen eski Dışişleri Bakanlarından Ord. Prof. M. Fuat Köprülü, “Harflerin uyumunun veya zorluğu ve kolaylığının kalkınmayla, ilerlemeyle bir alakası yoktur” (1926) sözleri üzerine daha sonra özür dilemek zorunda bırakılmıştır (1938).
Sorular ki uzar gider 1928'e
Arap harflerinin gelişmemize mani olduğu tezi, Latin harflerinin 'kolay' öğrenildiği varsayımına dayanır; ayrıca dilimize daha uygundur. Bu yüzden Latin alfabesi yeni 'Türk' alfabesi ilan edilmiştir. Şöyle de düşünebilirdik oysa:
Harflerin milliyeti olmaz. Dünya üzerinde kullanılan belli başlı alfabeler gayri millîdir. Okur yazarlığın gelişmeye başladığı ve belli medeniyet salkımlarının teşekkül ettiği 10. yüzyıldan itibaren diller kendilerine birer alfabe seçip yollarına onunla devam etmişlerdir. Hıristiyan olan Ruslar bir rahibin yaptığı Kiril alfabesini, Müslüman olan diğer milletler gibi Türkler de Arap harflerini kabul etmişlerdi. İngilizcede bile 11. yüzyıla kadar runik ve Latin alfabeleri arasındaki mücadelenin devam ettiğini biliyoruz. Germenler arasında 1945'e kadar kullanılan 'siyah harfler' (black letters) örneği de var önümüzde.
Demek ki, harfler ile diller ve milliyet arasında zorunlu bir mütekabiliyet ilişkisi kurmak mümkün değil. Nitekim Göktürk ve Uygur alfabeleri de 'öz Türk' alfabeleri değildi. Arap alfabesi de Grek alfabesi gibi Fenike alfabesine kadar iner; Arami alfabesinin Nabatî koluna mensuptur vs.
Dolayısıyla kökene doğru gittiğinizde alfabelerin milliyeti ortadan kalkar, güneş-dil gibi bir 'güneş-alfabe' bile varsayabiliriz. O zaman da alfabelerin bir dile uygunluğuveya tersliği diye bir meselenin ne kadar izafî olduğu anlaşılır.
Yalnız bizdeki Harf İnkılabı'nda ortaya atılan iddialardan birini hâlâ cevaplamış sayılmayız. Madem bir 'Türk alfabesi' aranıyordu, neden İsrail'de 2 bin yıl önceki İbrani hurufatına dönüldüğü gibi 'millî alfabe' olan Göktürk harflerine dönülmedi de 'yabancı' olan Latin harflerine geçilmesi tercih edildi? Hem de Latin alfabesini adeta kutsayarak… Şu cümleye bakın isterseniz:
“Büyük Türk milleti cehaletten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asîl diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir (alkışlar). Bu okuma yazma anahtarı ancak Lâtin esasından alınan Türk alfabesidir (alkışlar)."
Gazi Mustafa Kemal'in 1 Kasım 1928 tarihli Meclis konuşmasından alınan bu cümlelerde Avrupa kıtasında bile eksiksiz bir hakimiyet kuramamış olan Latin alfabesinin dilimiz açısından bir üst medeniyet düzeyini temsil ettiği varsayımının kol gezdiğini görmek mümkündür ve meselenin bamteli de burasıdır. Partha Chatterjee'nin sözünü ettiği zihinsel yarılmanın, Batı'nın maddi alandaki üstünlüğünü kabule karşılık kendi kültürünün yumuşak dokusunu (ideolojisini) onun altına veya karşısına yerleştirmenin zarif bir örneğidir bu kılıf.
Meseleyi eğip bükmeden ortaya koymakta fayda var:
Cumhuriyet İnkılapları bir medeniyet değişimini hedefliyordu. 'Eski' diye nitelenen Osmanlı İslam medeniyetinden 'yeni' olduğu iddia olunan 'Avrupa' medeniyetine geçilmek isteniyor ve bunun için de hukuktan şapkaya kadar siyasal veya sosyo-kültürel hayatın bütün hemen alanlarına müdahale ediliyordu. Eski kıyafet, eski kanun eski mektep, eski elifba… Bunların yerine 'muasır medeniyeti' temsil eden 'yeni'lerin, yani Avrupaî olanların getirilmesi amaçlanmıştı.
Nitekim Maurice Pernot'ya Hilafetin kaldırılmasından 1 ay önce verdiği mülakatta Mustafa Kemal de “Medeniyete girmek arzu edip de Batı'ya yönelmemiş millet hangisidir?" diye sormak suretiyle bütün çalışmalarının “Türkiye'de asrî, dolayısıyla Batılı bir yönetim getirmek" olduğunu itiraf etmiştir.
Harf İnkılabı'nın Türkiye'de Batılı bir yönetim kurmakla alakası, Latin harflerinin kolay olduğu savının arkasına gizlenmeye çalışılsa da, bunu açıkça itiraf edenlere de rastlanıyordu. Mesela İbrahim Necmi (Dilmen) Cumhuriyet'in 1934 Almanağı'nda yer alan “Türkiye'de dil inkılabı" başlıklı yazısında “Edebî bir geçmişi olan büyük bir milletin bütün kültürünü yaymaya yarayan yazısını esaslı bir surette değiştirmesi çok büyük bir iştir" dedikten sonra şunları eklemiştir:
“Büyük şefin yüksek hamlelerinden biri ile tahakkuk eden Harf İnkılabı, Türk millî bünyesinin içine karıştırılmış olan Şark ve İslâm [orijinalde iki kelimenin de baş harfleri küçüktür] varlıklarının bağını kırmıştır. Arap harflerinin kelimeyi klişeleştiren, fakat okumayı güçleştiren yazı şekli ortadan kalkarken bütün bir zihniyetin de iflâsı ilan edilmiştir. Latin kökünden gelen yeni Türk harfleriyle Türk milleti, bütün dünyaya kendisinin Avrupalı medeniyeti benimsemiş bir Avrupa milleti, bir ileri millet olduğunu inkâr edilemez bir delil ile göstermiş oldu."
Diğer birçok tanıklık daha sergilenebilir ama asıl meselenin Batı medeniyetine geçmek ve Arap-İslam-Osmanlı kültüründen, yani'maziden kopmak' olduğu gerçeğini değiştirmez bunlar. Nitekim Harf İnkılabı'nı Türkçeyi ve Türk tarihini İslam-Osmanlı ekseninden çıkarma yolunda koparılan inkâr fırtınasının takip etmesi de asıl niyetin ne olduğunu gösterir. Velhasıl Latin harflerinin 'kolaylık' veya 'uygunluğu' gerekçeleri, aslında bu 'büyük niyet'in bahanelerinden ibarettir.
Tarih bölümlerinin hali
Türkiye'de neredeyse her üniversitenin dil, edebiyat ve tarih bölümleri mevcuttur. Buralarda yapılan tezlere baktığınız zaman kahir ekseriyetinin Osmanlıca metinlerin transkripsiyonlarından ibaret olduğunu göreceksiniz. Başına usulen bir giriş, arkasına da bir sonuç bölümü eklediniz mi, oldu size bir tez. Burada şu içimizi acıtan soruyu sormanın tam yeridir.
Şayet Harf İnkılabı yapılmamış olsaydı edebiyat ve tarih bölümlerimiz ne iş yapacaklardı?
Muhtemelen transkripsiyonun 'bilim' yerine geçtiği tek ülke bizimkisidir ve tarih biliminin bir disiplin olarak bizde bir türlü serpilemeyişinin altında, bu ana malzemenin hamallığını yapmayı bilimsel faaliyetin ana meşgalesi zannetmek marazı yatmaktadır. Oysa Fuat Köprülü'nün çağında yazılan eserlere bakıldığında edebiyat ve tarih alanlarına ilişkin küçük işlerle uğraşmak yerine paradigma ve metodoloji düzeyinde büyük eserler verildiğine sık sık tanık olursunuz. Bir alfabeyi doğuştan itibaren öğrenip kullanmak başka şeydir, 20 yaşından sonra harfleri sökmeye çalışmak başka bir şey.
Nitekim belli bir yaştan sonra öğrenilen Osmanlıcanın 'kekeleyerek' okumanın ötesine gidemeyişi de acı bir realitedir. Antakya'da kaldığı için Osmanlıcayı 'ana dili' gibi öğrenen Cemil Meriç, yanına gelenlere Osmanlıca okuturken sıkıntıdan çatlarmış. Şöyle aslan gibi bir çırpıda okuyanına rastlamadım der, öğrencilere kabahat bulmak isteyenlere hocalarının da durumun farklı olmadığını söylermiş. “Biz Osmanlıcayı kekelemeden okuyamayan ne aslanlar, ne kaplanlar gördük" sözünü nakleden, bizzat kızı Ümit Meriç'tir.
Naima'nın, Cevdet Paşa'nın, İbn-i Kemal'in yazısının şakır şakır okunabildiği bir ortamda tarihçilerin daha üst meselelere eğilme fırsatları olabilecekken biz kendi tarihimize bir İngilizle, bir Fransızla neredeyse aynı mesafeden başlıyoruz ve metodoloji bilgimiz de zayıf olduğu için orijinal yorumlar çıkarmakta onlar kadar da başarılı olamıyoruz. Allah uzun ömür ihsan etsin, Halil İnalcık'ın (ö.2016) Harf İnkılabı yapıldığında 12-13 yaşlarında bulunduğunu, daha ilkokuldayken Arapça ve Farsçanın gramer kurallarını öğrenerek eğitim hayatına başladığını düşünürseniz sonraki yıllarda bu temelin üzerine mevcut birikimini nasıl inşa ettiğini anlamanız kolaylaşacaktır.
Bence bugünkü metinleri transkribe etme salgınına da bir son vermek ve çok gerekli eserler dışındakilerin doğrudan orijinal metinleri üzerinde yorumlama, irdeleme, yeniden üretme gibi yeni tez yapma yollarını bulmak gerekmektedir. Bir kültürün gerçek anlamda 'aktarımı' ancak böyle olur.
Muasır medeniyet seviyesi?
Geoffrey Lewis'in Türkçeye Trajik Başarı diye epeyce yumuşatılarak tercüme edilen önemli bir kitabı vardır. Lakin İngilizce orijinal alt adı olan A Cathastrophic Success'ın “Mahveden Başarı" diye tercüme edilmesi daha uygun olacaktır. Mahveden veya Felakete Sürükleyen Başarı daha doğrusu…
Harf İnkılabı başarıldı. Güzel. Peki, neye mal oldu? Soran yok. Neler kaybettik? Hesabını yapana rastlamazsınız. Bir zamanlar iyi çekiç kullanırdım. Elime 'yabancı' bir çekiç verilince acemi çırağa dönerdim. Çekiçte bu kadar acemilik yaşanıyorsa alfabe gibi bir kültürün kimliğiyle de derinden alakalı bir aletin değiştirilmesinde ne tür travmalar yaşandı ve asıl önemlisi de hâlâ ne tür farkında olamadığımız travmalar yaşıyoruz? Üzerinde düşünmemiz lazım.
Bir an için Batı'nın Arap harflerini kullandığını, bize o haliyle galebe çaldığını ve bizim Latin alfabesini atarak onların muasır medeniyetine ulaşmak için Arap alfabesini almaya can attığımızı hayal edin. Bugün camilerde, mezarlıklarda, türbelerde çivi yazısı gibi manasız görünen hat eserlerini Batı medeniyetinin eseri olarak nasıl da büyük bir hayranlıkla gezerdik, onlarla bayağı gurur duyardık. Türk İslam Eserleri Müzesi'ni, tıpkı Louvre veyaHermitaj'ı geziyor gibi gezer, hatta önünde kuyruk bile olurduk.
Ama mezarlıkları bu gözle gezmiyoruz, çünkü onlar 'eski' bir mintan gibi gözümüzde. Oysa Van Gogh öyle mi? O büyük sanatçı. Peki, Kazasker küçük sanatçı mı? Hiç kuşkunuz olmasın, eğer Batı alemi Kazasker'i bir gün keşfeder de onu büyük sanatçı ilan ederse biz de ona utanmadan hayran olmaya başlarız. Tıpkı İbn Haldun'u sadece Batılılar takdir ediyor diye 'büyük' kategorisine soktuğumuz gibi…
Bir gün Almanya'da konferans veriyordum,Hafız-ı Şirazi'den bahsettim. Oradan biri atıldı, “Goethe'yi etkilemiştir" dedi. Ben de “Peki Goethe'yi etkilemeseydi Hafız bizim için bir değer ifade etmeyecek miydi?" diye tepki vermek zorunda hissettim kendimi. Ancak Batı icazet verirse büyük olunabilir zira.
İşte Harf İnkılabı'nın altındaki gerçek saike cesurca işaret eden Geoffrey Lewis (ö. 2008), onun adını koymaktan da çekinmeyenlerden biri olmuştur. Şöyle yazar kitabında: “Alfabe değişikliğinin amacı Türkiye'nin İslami Doğu ile olan bağlarını koparmak, içteki ve Batı dünyasıyla olan iletişimi kolaylaştırmaktı."
Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için yapıldığı söylenir Harf İnkılabı'nın. Oysa bu bahaneyi de bir soruyu matkap gibi kullanarak delmek mümkündür:
Şapkaya alıştım ama… Muhtemelen Arap harflerini süratle okuyabilen bu bay, yabancısı olduğu her halinden anlaşılan yeni Türk harflerine bu yaşından sonra alışma gayreti içinde. Ama görülüyor ki önce yakından tanışmak istiyor onlarla. Ha gayret!
Her muasır medeniyet seviyesine ulaşmak isteyen millet alfabesini değiştirmiş olsaydı, bugün bütün dünya dilleri Latin alfabesiyle yazılıyor olurdu. Ancak dünyanın en çok kullanılan dillerinden Çince, Hintçe ve Rusça alfabe elbisesini değiştirmeden yoluna devam etmiştir.Üstelik bu alfabeleri öğrenmek gerçekten de zordur ve üstün nitelikli, sıkı bir eğitimi gerektirmektedir. Mesela Japonlar eğitim sistemlerinin zor olmasıyla övünür ve Amerikan okullarının ülkelerinde yaygınlaşamayışının sebebini buna bağlarlar. Petersburg'da metroda bile Latince yazıya rastlayamazdım. Hiç değilse birkaçının Latin harfleriyle yazılması iyi olurdu dediğimde bu harflerin 2. Dünya Savaşı'nda Rusların işine yaradığını, Kiril harflerini bilmeyen Almanların şehre hakim olamadıklarını anlatmışlardı.
Bir de şu var: Eğer muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için Harf İnkılabı yapılması gerekiyor ise bundan 100 yıl sonra Çin medeniyeti muasır medeniyet seviyesini temsil ederse o zaman biz de dahil Avrupa ülkeleri Çin alfabesini mi benimseyecektir? Ya da diyelim 300 yıl sonra Hint medeniyeti muasır medeniyetin zirvesine oturursa Çinliler de dahil toptan Hint alfabesine mi geçilecektir? Böyle bir saçmalık olur mu? Alfabe denilen şey, çocuk oyuncağı mıdır ki, ikide bir değiştirilebilsin?
Okur yazarlığın artışına yaradı mı?
Arap elifbasını bırakıp Latin alfabesine, daha doğrusu Atatürk'ün deyişiyle 'Türk alfabesi'ne geçilmesinin okur yazarlığı kolaylaştırıp cehaleti ortadan kaldıracağı tahmini de doğru çıkmamıştır. Rakamlar hakikaten şaşırtıcı sonuçlar vermektedir.
Gazi Mustafa Kemal 8 Ağustos 1928 günü Sarayburnu'ndaki parkta yaptığı konuşmada kadehini halka doğru kaldırarak başına dikmeden hemen önce aşağıdaki cümleyi söylemiştir (Behçet Kemal Çağlar'ın 'Öztürkçe'sinden aktarıyorum):
“En çok bir yıl, iki yıl içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri öğrenmiş olacaktır."
En geç' 1929 veya 1930 yılının Ağustos'unda 'bütün Türk toplumu'nun okur yazar durumuna geleceğini öngörmüştür Gazi hazretleri. Ancak rakamlar bu Sarayburnu akşamındaki nutku sırasında geleceği biraz flu görebildiğini göstermektedir.
İÜ İnkılap Tarihi Enstitüsü öğretim üyelerinden Işıl Çakan'ın bir makalesi, bize durumun pek de söylendiği gibi olmadığını, yeterli yatırımın yapılmayıp kaynak ayrılmadığı için okullaşma sürecinin akamete uğradığını ve okur yazarlığın istenildiği hızda artmadığını belgelendiriyor.
Buna göre Cumhuriyet'in ilk yıllarında İl Özel İdarelerinin eğitime ayırdıkları payın son derece düşük olduğunu, çıkartılan eğitim tahsisatının ancak yarısının eğitime ayrılabildiğini söyleyebiliyoruz. Yani halktan eğitim vergisi toplanmış ama 1931'e kadar bu para büyük ölçüde başka yerlere harcanmış, okullar meteliksiz kalmıştır. Net bir ifadeyle, eğitime doğru dürüst kaynak aktarılmamıştır. O zaman ya 'bütün toplum'un okur yazar olması istenmemekte ya da bu iş için halktan toplanan vergiler (bizim gsm veya deprem vergimiz gibi) başka dilekleri kapamak için kullanılmaktadır. Olabilir. Ancak o zaman “Bu keskin inkılabı kimin için yaptınız?" sorusu anlam kazanmaktadır? Madem bu alana para aktarılamayacaktı, o zaman acaba konulan hedef mi ciddiyetten uzaktır?
Neyse. Biz Işıl Çakan'ın makalesini okumaya devam edelim.
Öğretmenler de parasızlıktan zor durumdadırlar. Mesela 1930 Eylül'ünde daha Mart maaşını alamamış öğretmenler vardır Silifke'de. Daha pek çok ilde durum aşağı yukarı aynıdır. 1923-32 döneminde ilkokul öğretmenlerinin sayısı 1927'ye kadar artış göstermiş, ondan sonra azalmış veya nüfus artışına kıyasla da durmuştur. İl Özel İdareleri emrine yeterli tahsisat verilmemesi sebebiyle maaşlar ödenememekte, bu da öğretmenleri sıkıntıya sokmaktadır. Bunun sonucu olarak “öğretmenlik mesleğine olan ilgi önemli ölçüde azalır". Bu sıkıntılı durum ilkokul öğretmenlerinin kadro ve maaşlarının Özel İdare'den Milli Eğitim Bakanlığı'na aktarılacağı 1948 yılına kadar devam etmiştir.
Yani Tek Parti devrinde ilkokul öğretmenliği o kadar da itibarlı ve paralı bir meslek değildir ve ortalıkla gezinen birtakım maksatlı propagandalara (yok öğretmen maaşı Cumhurbaşkanı maaşına denkmiş de vs.) gülmekten başka yapılacak bir şey yoktur.
Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları dergisinin 2. sayısında (2002) çıkan makalesinin sonunda Işıl Çakan'ın düşüncelerini şöyle özetlediğini okuruz:
Sonuç olarak toplumsal değişim sürecinde modernleşmeci asker-sivil bürokratların ilerici eğitim anlayışı ile bu alana uygulanan vergi sistemi ve kaynak belirleme yönteminin birbiri ile çeliştiği açıktır. Çözülemeyen pre-kapitalist sisteme koşut olarak yaşanılan bu ikircikli durumun Cumhuriyet'in ilk dönemlerinden itibaren köktenci tasarımların önünde önemli bir engel olarak varlığını hissettirdiği düşünülmektedir" (s. 118-9).
Ve manzara
Harf İnkılabı öylesine ağır bir tahribat ve etki yapmıştır ki, sonuçlarına bakarak onun asıl hedefinin okumayı ve yazmayı kolaylaştırmak veya daha net bir ifadeyle medeniyet değiştirmek değil, içerideki bütün basın ve yayın kuruluşlarını, tabii ki muhalefeti tamamen susturmayı amaçladığını söyleyenler dahi çıkmıştır.
Nitekim Cemil Meriç o hep yaptığı zihnimizi mızrakla dürtme eylemini en temel meselelerinden biri saydığı Harf İnkılabı'na da uygulamış ve şu çarpıcı iddiayı ortaya atmıştı: “Alfabe değişikliği basını ve yazarları susturmanın bir yolu olarak kullanılmıştır".
İnkılap bir gecede bütün basın dünyasını, elbette yazar çizerleri işsiz bırakmış ve tam anlamıyla devlet kapısına muhtaç hale getirmişti. Aydınların özgürlüklerini, kendilerini devletten ayrı bir gelir ve etkinlik alanı kurarak oradan istihraç ettiklerine inanan Aydınlanmacıların tanımı bizde sökmemiş, tam tersine, 1928'de gerçekleşen Harf 'Devrimi'yle birlikte Türk aydını tam anlamıyla devletin kulu haline gelmiştir. Ve hiçbir firar kapısı da bırakılmamıştır kendisine. Ya evine kapanıp açlıktan kırılacak ya da özgürlüğünün yularını devletin eline vererek o da çarnaçar kervana katılanlardan biri olacaktır.
Bütün gazeteler, yayınevleri, matbaalar, tashihçilerden tutun da mürettiplere ve tabii ki yazar ve sanatçılara kadar işi harflerden ekmek kazanmak olan ülkenin aydın kadrosu yeni harflerin uygulamaya geçirilmesiyle birlikte iflas etmiş, birkaç gün önce binlerce okura seslenen bir gazete veya yazar ertesi günü meteliğe kurşun atmaya başlamıştır. Ve bu işin şakası da yoktur. Üstelik yurt içinde Latin harflerini dökecek ve onlarla baskı yapacak makinalar da yoktu ki satın alıp kullanabilsinler.
“Peki dışarıdan matbaa makinesi getirilemez miydi?" diye safça soranlara 1983'ten sonraki Özal devrimine kadar ithalatın ancak devletin iznine ve gerekli dövizi tahsis etmesine bağlı olduğunu hatırlatmak yeterli olacaktır. Ancak devlet izin ve döviz veriyordu ve bunu istediğine veriyor, istemediğinden esirgiyordu. O zaman devletin müsaadeye mazhar kullarından olabilmek için 'tabasbus'ta yarışmanız ve bunun için de yetkilileri yaramazlık yapmayacağınıza ikna etmeniz gerekiyordu.
Sadece makine de değil, kâğıt tahsisatını da bizzat devlet yapıyordu. Naci Sadullah'ınYarım Ay dergisindeki acı feryatları hâlâ kulaklarımıza çalınıyor olmalıdır.
Böylece 1928 yılının Kasım ayı, muhalif seslerin biraz daha kısılacağı yeni bir cendere getiriyordu. Bu yazıda Harf İnkılabı'nın 3 yönü üzerinde durmuş olduk.
1) Kolaylık gerekçesinin içi koftur ve asıl niyet Batı medeniyetine arka kapıdan değil, ön kapıdan girmektir,
2) Harf İnkılabı'nın muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için yapıldığını söylemek bir kandırmacadır.
3) Amaçlarından biri de bütün aydın kadroyu susturma yönünde dahice bir girişimdir.
Ancak sonuç gerçekten de mahveden bir 'başarı'dır. Bu 'başarı'yı en iyi özetleyen kalemlerden birinin bir “Batılı" olmasına şaşmak mı gerekir bilmiyorum. Caroline Finkel'den aktarıyorum:
“Geçmiş, Türkiye'de hakikaten bir başka ülkedir [David Lowenthal'ın Past is a Foreign Country kitabına atıfta bulunuyor –M.A.]. Bu ülkenin vatandaşları, 1928'de Arap elifbasından Batı dünyasının bildiği Latin alfabesine geçişi gerçekleştiren Harf Devrimi sebebiyle geçmiş çağların edebî ve tarihî eserlerine ulaşma imkânından mahrumdurlar. İş bununla da kalmamış, Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri atarak Türkçeyi 'Öz Türkçe' hale getirme çalışması başlatılmıştır -bu iki dil, Türkçeyle beraber Osmanlı dili denilen zengin karışımı oluşturuyordu ki, Osmanlıca bugün Latince kadar 'ölü' bir dil olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Öte yandan Osmanlı asırlarında yazılmış eserler şimdilerde sadeleştirilmiş Türkçeyle yeni yazıda basılmakta, modern okuyuculara, mazilerinde olup bitenler konusunda bazı şeyleri anlama imkânını sunmaktadır. Aksi halde durum daha da dehşetengiz olurdu: 1930'lardan önce yazılmış her şeyden mahrum bir İngilizce edebî kanonu'nun halini gözünüzün önüne getirin bakalım!"
Shakespeare'siz, Dickens'sız, Milton'sız bir İngilizcenin hayali bile korkutucudur İngilizce okuyanlar açısından ama aynı şey Türkçe için olunca biz 'normal' karşılayabiliyoruz. Oysa Türkçeyi Türkçe yapan büyük şair ve yazarları bugün ancak uzmanları, onlar da sonradan öğrendikleri Osmanlıca ve kelime bilgisiyle çözmeye çalışarak anlama uğraşındalar. Bu kadar Osmanlıcayla da bir 'kültür'ün meydana gelmeyeceği aşikârdır. Onunla olsa olsa akademisyenlik yapılır. Ne kadar yapılır, o da ayrı mesele.
Alışmak kötü şeydir. Keşke Harf İnkılabı'na alışmasaydık. Direnen bir tarafımız kalsaydı ayakta. Baksanıza, Cumhuriyet'in taklit inkılaplarına direnen eğilmez başlardan Bediüzzaman Said Nursi, hayatı boyunca SAİD diye imza atmamak için önüne getirilen mahkeme evrakına ümmi nineler gibi parmak basmakla yetinmiştir.
//Derin Tarih: Mustafa Armağan
Harf inkılabını İsrail de yaptı ama
Okul kitaplarımızda bayat bir gururla sunulan 'Yeni Türk harflerinin kabulü'nün dünya tarihinde, hele ki modern çağda ender rastlanan sarsıcı kültürel 'devrimler'den biri olduğunu görmemiz gerekir. Bir milletin yaklaşık 900 yıldır kullandığı alfabesini değiştirmek nedense normalleştirilerek sunulagelmiştir
8. sınıflar için yazılmış bir İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük (MEB: 2007) kitabında Arap harflerinin Türkçeye uygun olmadığı, bu yüzden “ülkemizde okuma yazma bilenlerin sayısının çok az olduğu" söylenir. Geri kalmamızın esas sebebi budur kitaba göre. Türkler Orta Asya'da Göktürk ve Uygur alfabelerini kullanırlarmış. İslamiyet'ten sonra Arap harflerine geçmiştik ama bu harfler “Türkçenin özelliklerine uygun değil"miş. Okuma yazma oranı bir türlü yükselemiyor, bu da gelişmemizi engelliyormuş. Bunun üzerine Latin alfabesinden 'yararlanarak' bugünkü 'Türk alfabesi' hazırlanmış. Hüküm: “Türk dilinin, bilim ve kültürün gelişmesi de yeni Türk harflerinin kabulünden sonra olmuştur."
Yunus Emre'den Kâtib Çelebi'ye kadar bütün İslamî dönem birikimini çocuklarımızın gözünden düşürmenin hilekârlara yakışan yolu ancak bu olurdu.
İnsanları aptal yerine koymayı çok sevdiğimizi bu örnekten de anlayabilirsiniz. Aynı zamanda düşünme kapasitelerini felç ettiğimiz, azıcık düşünmeye kalkanları daCemil Meriç'in tabiriyle “kuduz köpek gibi kovaladığımız" için bazı soruları sormak dahi cesaret istemektedir günümüzde. Geçmişte böylesine 'mezar sessizliği'ne yuvarlanan bir ülkede “Harflerin uyumunun veya zorluğu ve kolaylığının kalkınmayla, ilerlemeyle bir alakası yoktur" (1926) demeye kalkan Fuat Köprülü gibi bir profesörün daha sonra nasıl özür dilemek zorunda kaldığını (1938) biliyoruz.
Sormak, cehennemin kapısını açmaktır o yıllarda. İtiraz eden, Zeki Velidi Togan gibi kendisini kapının önünde bulur. Kovulur. Ya Mısır'a gönüllü sürgüne gider aydınlarımız, ya hapishaneleri şereflendirir. Kafası taşla ezilenlere de, kuş uçmaz kervan geçmez Barla'ya kapatılanlara da aynı yıllar ev sahipliği eder. H.A.R Gibb'in deyişiyle 1925'ten sonraki 20 yılda Türkiye 'pozitivist bir anıt-kabre dönüşür'
Şimdi tarih arkeologlarının Mısır piramitlerine dalar gibi bu 'anıt-kabri' açma zamanıdır.
İfade özgürlüğü mü dediniz? İlk Türk halklarının tarih ve edebiyatlarını inceleyen eski Dışişleri Bakanlarından Ord. Prof. M. Fuat Köprülü, “Harflerin uyumunun veya zorluğu ve kolaylığının kalkınmayla, ilerlemeyle bir alakası yoktur” (1926) sözleri üzerine daha sonra özür dilemek zorunda bırakılmıştır (1938).
Sorular ki uzar gider 1928'e
Arap harflerinin gelişmemize mani olduğu tezi, Latin harflerinin 'kolay' öğrenildiği varsayımına dayanır; ayrıca dilimize daha uygundur. Bu yüzden Latin alfabesi yeni 'Türk' alfabesi ilan edilmiştir. Şöyle de düşünebilirdik oysa:
Harflerin milliyeti olmaz. Dünya üzerinde kullanılan belli başlı alfabeler gayri millîdir. Okur yazarlığın gelişmeye başladığı ve belli medeniyet salkımlarının teşekkül ettiği 10. yüzyıldan itibaren diller kendilerine birer alfabe seçip yollarına onunla devam etmişlerdir. Hıristiyan olan Ruslar bir rahibin yaptığı Kiril alfabesini, Müslüman olan diğer milletler gibi Türkler de Arap harflerini kabul etmişlerdi. İngilizcede bile 11. yüzyıla kadar runik ve Latin alfabeleri arasındaki mücadelenin devam ettiğini biliyoruz. Germenler arasında 1945'e kadar kullanılan 'siyah harfler' (black letters) örneği de var önümüzde.
Demek ki, harfler ile diller ve milliyet arasında zorunlu bir mütekabiliyet ilişkisi kurmak mümkün değil. Nitekim Göktürk ve Uygur alfabeleri de 'öz Türk' alfabeleri değildi. Arap alfabesi de Grek alfabesi gibi Fenike alfabesine kadar iner; Arami alfabesinin Nabatî koluna mensuptur vs.
Dolayısıyla kökene doğru gittiğinizde alfabelerin milliyeti ortadan kalkar, güneş-dil gibi bir 'güneş-alfabe' bile varsayabiliriz. O zaman da alfabelerin bir dile uygunluğuveya tersliği diye bir meselenin ne kadar izafî olduğu anlaşılır.
Yalnız bizdeki Harf İnkılabı'nda ortaya atılan iddialardan birini hâlâ cevaplamış sayılmayız. Madem bir 'Türk alfabesi' aranıyordu, neden İsrail'de 2 bin yıl önceki İbrani hurufatına dönüldüğü gibi 'millî alfabe' olan Göktürk harflerine dönülmedi de 'yabancı' olan Latin harflerine geçilmesi tercih edildi? Hem de Latin alfabesini adeta kutsayarak… Şu cümleye bakın isterseniz:
“Büyük Türk milleti cehaletten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asîl diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir (alkışlar). Bu okuma yazma anahtarı ancak Lâtin esasından alınan Türk alfabesidir (alkışlar)."
Gazi Mustafa Kemal'in 1 Kasım 1928 tarihli Meclis konuşmasından alınan bu cümlelerde Avrupa kıtasında bile eksiksiz bir hakimiyet kuramamış olan Latin alfabesinin dilimiz açısından bir üst medeniyet düzeyini temsil ettiği varsayımının kol gezdiğini görmek mümkündür ve meselenin bamteli de burasıdır. Partha Chatterjee'nin sözünü ettiği zihinsel yarılmanın, Batı'nın maddi alandaki üstünlüğünü kabule karşılık kendi kültürünün yumuşak dokusunu (ideolojisini) onun altına veya karşısına yerleştirmenin zarif bir örneğidir bu kılıf.
Meseleyi eğip bükmeden ortaya koymakta fayda var:
Cumhuriyet İnkılapları bir medeniyet değişimini hedefliyordu. 'Eski' diye nitelenen Osmanlı İslam medeniyetinden 'yeni' olduğu iddia olunan 'Avrupa' medeniyetine geçilmek isteniyor ve bunun için de hukuktan şapkaya kadar siyasal veya sosyo-kültürel hayatın bütün hemen alanlarına müdahale ediliyordu. Eski kıyafet, eski kanun eski mektep, eski elifba… Bunların yerine 'muasır medeniyeti' temsil eden 'yeni'lerin, yani Avrupaî olanların getirilmesi amaçlanmıştı.
Nitekim Maurice Pernot'ya Hilafetin kaldırılmasından 1 ay önce verdiği mülakatta Mustafa Kemal de “Medeniyete girmek arzu edip de Batı'ya yönelmemiş millet hangisidir?" diye sormak suretiyle bütün çalışmalarının “Türkiye'de asrî, dolayısıyla Batılı bir yönetim getirmek" olduğunu itiraf etmiştir.
Harf İnkılabı'nın Türkiye'de Batılı bir yönetim kurmakla alakası, Latin harflerinin kolay olduğu savının arkasına gizlenmeye çalışılsa da, bunu açıkça itiraf edenlere de rastlanıyordu. Mesela İbrahim Necmi (Dilmen) Cumhuriyet'in 1934 Almanağı'nda yer alan “Türkiye'de dil inkılabı" başlıklı yazısında “Edebî bir geçmişi olan büyük bir milletin bütün kültürünü yaymaya yarayan yazısını esaslı bir surette değiştirmesi çok büyük bir iştir" dedikten sonra şunları eklemiştir:
“Büyük şefin yüksek hamlelerinden biri ile tahakkuk eden Harf İnkılabı, Türk millî bünyesinin içine karıştırılmış olan Şark ve İslâm [orijinalde iki kelimenin de baş harfleri küçüktür] varlıklarının bağını kırmıştır. Arap harflerinin kelimeyi klişeleştiren, fakat okumayı güçleştiren yazı şekli ortadan kalkarken bütün bir zihniyetin de iflâsı ilan edilmiştir. Latin kökünden gelen yeni Türk harfleriyle Türk milleti, bütün dünyaya kendisinin Avrupalı medeniyeti benimsemiş bir Avrupa milleti, bir ileri millet olduğunu inkâr edilemez bir delil ile göstermiş oldu."
Diğer birçok tanıklık daha sergilenebilir ama asıl meselenin Batı medeniyetine geçmek ve Arap-İslam-Osmanlı kültüründen, yani'maziden kopmak' olduğu gerçeğini değiştirmez bunlar. Nitekim Harf İnkılabı'nı Türkçeyi ve Türk tarihini İslam-Osmanlı ekseninden çıkarma yolunda koparılan inkâr fırtınasının takip etmesi de asıl niyetin ne olduğunu gösterir. Velhasıl Latin harflerinin 'kolaylık' veya 'uygunluğu' gerekçeleri, aslında bu 'büyük niyet'in bahanelerinden ibarettir.
Tarih bölümlerinin hali
Türkiye'de neredeyse her üniversitenin dil, edebiyat ve tarih bölümleri mevcuttur. Buralarda yapılan tezlere baktığınız zaman kahir ekseriyetinin Osmanlıca metinlerin transkripsiyonlarından ibaret olduğunu göreceksiniz. Başına usulen bir giriş, arkasına da bir sonuç bölümü eklediniz mi, oldu size bir tez. Burada şu içimizi acıtan soruyu sormanın tam yeridir.
Şayet Harf İnkılabı yapılmamış olsaydı edebiyat ve tarih bölümlerimiz ne iş yapacaklardı?
Muhtemelen transkripsiyonun 'bilim' yerine geçtiği tek ülke bizimkisidir ve tarih biliminin bir disiplin olarak bizde bir türlü serpilemeyişinin altında, bu ana malzemenin hamallığını yapmayı bilimsel faaliyetin ana meşgalesi zannetmek marazı yatmaktadır. Oysa Fuat Köprülü'nün çağında yazılan eserlere bakıldığında edebiyat ve tarih alanlarına ilişkin küçük işlerle uğraşmak yerine paradigma ve metodoloji düzeyinde büyük eserler verildiğine sık sık tanık olursunuz. Bir alfabeyi doğuştan itibaren öğrenip kullanmak başka şeydir, 20 yaşından sonra harfleri sökmeye çalışmak başka bir şey.
Nitekim belli bir yaştan sonra öğrenilen Osmanlıcanın 'kekeleyerek' okumanın ötesine gidemeyişi de acı bir realitedir. Antakya'da kaldığı için Osmanlıcayı 'ana dili' gibi öğrenen Cemil Meriç, yanına gelenlere Osmanlıca okuturken sıkıntıdan çatlarmış. Şöyle aslan gibi bir çırpıda okuyanına rastlamadım der, öğrencilere kabahat bulmak isteyenlere hocalarının da durumun farklı olmadığını söylermiş. “Biz Osmanlıcayı kekelemeden okuyamayan ne aslanlar, ne kaplanlar gördük" sözünü nakleden, bizzat kızı Ümit Meriç'tir.
Naima'nın, Cevdet Paşa'nın, İbn-i Kemal'in yazısının şakır şakır okunabildiği bir ortamda tarihçilerin daha üst meselelere eğilme fırsatları olabilecekken biz kendi tarihimize bir İngilizle, bir Fransızla neredeyse aynı mesafeden başlıyoruz ve metodoloji bilgimiz de zayıf olduğu için orijinal yorumlar çıkarmakta onlar kadar da başarılı olamıyoruz. Allah uzun ömür ihsan etsin, Halil İnalcık'ın (ö.2016) Harf İnkılabı yapıldığında 12-13 yaşlarında bulunduğunu, daha ilkokuldayken Arapça ve Farsçanın gramer kurallarını öğrenerek eğitim hayatına başladığını düşünürseniz sonraki yıllarda bu temelin üzerine mevcut birikimini nasıl inşa ettiğini anlamanız kolaylaşacaktır.
Bence bugünkü metinleri transkribe etme salgınına da bir son vermek ve çok gerekli eserler dışındakilerin doğrudan orijinal metinleri üzerinde yorumlama, irdeleme, yeniden üretme gibi yeni tez yapma yollarını bulmak gerekmektedir. Bir kültürün gerçek anlamda 'aktarımı' ancak böyle olur.
Transkripsiyon bilim değil, bilimin alfabesini sökmektir. Dünyanın hiçbir yerinde de alfabeyi öğrendi diye kimseyi akademik titrle donatmıyorlar. Tabii bizden başka…
Muasır medeniyet seviyesi?
Geoffrey Lewis'in Türkçeye Trajik Başarı diye epeyce yumuşatılarak tercüme edilen önemli bir kitabı vardır. Lakin İngilizce orijinal alt adı olan A Cathastrophic Success'ın “Mahveden Başarı" diye tercüme edilmesi daha uygun olacaktır. Mahveden veya Felakete Sürükleyen Başarı daha doğrusu…
Harf İnkılabı başarıldı. Güzel. Peki, neye mal oldu? Soran yok. Neler kaybettik? Hesabını yapana rastlamazsınız. Bir zamanlar iyi çekiç kullanırdım. Elime 'yabancı' bir çekiç verilince acemi çırağa dönerdim. Çekiçte bu kadar acemilik yaşanıyorsa alfabe gibi bir kültürün kimliğiyle de derinden alakalı bir aletin değiştirilmesinde ne tür travmalar yaşandı ve asıl önemlisi de hâlâ ne tür farkında olamadığımız travmalar yaşıyoruz? Üzerinde düşünmemiz lazım.
Bir an için Batı'nın Arap harflerini kullandığını, bize o haliyle galebe çaldığını ve bizim Latin alfabesini atarak onların muasır medeniyetine ulaşmak için Arap alfabesini almaya can attığımızı hayal edin. Bugün camilerde, mezarlıklarda, türbelerde çivi yazısı gibi manasız görünen hat eserlerini Batı medeniyetinin eseri olarak nasıl da büyük bir hayranlıkla gezerdik, onlarla bayağı gurur duyardık. Türk İslam Eserleri Müzesi'ni, tıpkı Louvre veyaHermitaj'ı geziyor gibi gezer, hatta önünde kuyruk bile olurduk.
Ama mezarlıkları bu gözle gezmiyoruz, çünkü onlar 'eski' bir mintan gibi gözümüzde. Oysa Van Gogh öyle mi? O büyük sanatçı. Peki, Kazasker küçük sanatçı mı? Hiç kuşkunuz olmasın, eğer Batı alemi Kazasker'i bir gün keşfeder de onu büyük sanatçı ilan ederse biz de ona utanmadan hayran olmaya başlarız. Tıpkı İbn Haldun'u sadece Batılılar takdir ediyor diye 'büyük' kategorisine soktuğumuz gibi…
Bir gün Almanya'da konferans veriyordum,Hafız-ı Şirazi'den bahsettim. Oradan biri atıldı, “Goethe'yi etkilemiştir" dedi. Ben de “Peki Goethe'yi etkilemeseydi Hafız bizim için bir değer ifade etmeyecek miydi?" diye tepki vermek zorunda hissettim kendimi. Ancak Batı icazet verirse büyük olunabilir zira.
İşte Harf İnkılabı'nın altındaki gerçek saike cesurca işaret eden Geoffrey Lewis (ö. 2008), onun adını koymaktan da çekinmeyenlerden biri olmuştur. Şöyle yazar kitabında: “Alfabe değişikliğinin amacı Türkiye'nin İslami Doğu ile olan bağlarını koparmak, içteki ve Batı dünyasıyla olan iletişimi kolaylaştırmaktı."
Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için yapıldığı söylenir Harf İnkılabı'nın. Oysa bu bahaneyi de bir soruyu matkap gibi kullanarak delmek mümkündür:
Şapkaya alıştım ama… Muhtemelen Arap harflerini süratle okuyabilen bu bay, yabancısı olduğu her halinden anlaşılan yeni Türk harflerine bu yaşından sonra alışma gayreti içinde. Ama görülüyor ki önce yakından tanışmak istiyor onlarla. Ha gayret!
Her muasır medeniyet seviyesine ulaşmak isteyen millet alfabesini değiştirmiş olsaydı, bugün bütün dünya dilleri Latin alfabesiyle yazılıyor olurdu. Ancak dünyanın en çok kullanılan dillerinden Çince, Hintçe ve Rusça alfabe elbisesini değiştirmeden yoluna devam etmiştir.Üstelik bu alfabeleri öğrenmek gerçekten de zordur ve üstün nitelikli, sıkı bir eğitimi gerektirmektedir. Mesela Japonlar eğitim sistemlerinin zor olmasıyla övünür ve Amerikan okullarının ülkelerinde yaygınlaşamayışının sebebini buna bağlarlar. Petersburg'da metroda bile Latince yazıya rastlayamazdım. Hiç değilse birkaçının Latin harfleriyle yazılması iyi olurdu dediğimde bu harflerin 2. Dünya Savaşı'nda Rusların işine yaradığını, Kiril harflerini bilmeyen Almanların şehre hakim olamadıklarını anlatmışlardı.
Bir de şu var: Eğer muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için Harf İnkılabı yapılması gerekiyor ise bundan 100 yıl sonra Çin medeniyeti muasır medeniyet seviyesini temsil ederse o zaman biz de dahil Avrupa ülkeleri Çin alfabesini mi benimseyecektir? Ya da diyelim 300 yıl sonra Hint medeniyeti muasır medeniyetin zirvesine oturursa Çinliler de dahil toptan Hint alfabesine mi geçilecektir? Böyle bir saçmalık olur mu? Alfabe denilen şey, çocuk oyuncağı mıdır ki, ikide bir değiştirilebilsin?
Okur yazarlığın artışına yaradı mı?
Arap elifbasını bırakıp Latin alfabesine, daha doğrusu Atatürk'ün deyişiyle 'Türk alfabesi'ne geçilmesinin okur yazarlığı kolaylaştırıp cehaleti ortadan kaldıracağı tahmini de doğru çıkmamıştır. Rakamlar hakikaten şaşırtıcı sonuçlar vermektedir.
Gazi Mustafa Kemal 8 Ağustos 1928 günü Sarayburnu'ndaki parkta yaptığı konuşmada kadehini halka doğru kaldırarak başına dikmeden hemen önce aşağıdaki cümleyi söylemiştir (Behçet Kemal Çağlar'ın 'Öztürkçe'sinden aktarıyorum):
“En çok bir yıl, iki yıl içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri öğrenmiş olacaktır."
En geç' 1929 veya 1930 yılının Ağustos'unda 'bütün Türk toplumu'nun okur yazar durumuna geleceğini öngörmüştür Gazi hazretleri. Ancak rakamlar bu Sarayburnu akşamındaki nutku sırasında geleceği biraz flu görebildiğini göstermektedir.
İÜ İnkılap Tarihi Enstitüsü öğretim üyelerinden Işıl Çakan'ın bir makalesi, bize durumun pek de söylendiği gibi olmadığını, yeterli yatırımın yapılmayıp kaynak ayrılmadığı için okullaşma sürecinin akamete uğradığını ve okur yazarlığın istenildiği hızda artmadığını belgelendiriyor.
Buna göre Cumhuriyet'in ilk yıllarında İl Özel İdarelerinin eğitime ayırdıkları payın son derece düşük olduğunu, çıkartılan eğitim tahsisatının ancak yarısının eğitime ayrılabildiğini söyleyebiliyoruz. Yani halktan eğitim vergisi toplanmış ama 1931'e kadar bu para büyük ölçüde başka yerlere harcanmış, okullar meteliksiz kalmıştır. Net bir ifadeyle, eğitime doğru dürüst kaynak aktarılmamıştır. O zaman ya 'bütün toplum'un okur yazar olması istenmemekte ya da bu iş için halktan toplanan vergiler (bizim gsm veya deprem vergimiz gibi) başka dilekleri kapamak için kullanılmaktadır. Olabilir. Ancak o zaman “Bu keskin inkılabı kimin için yaptınız?" sorusu anlam kazanmaktadır? Madem bu alana para aktarılamayacaktı, o zaman acaba konulan hedef mi ciddiyetten uzaktır?
Neyse. Biz Işıl Çakan'ın makalesini okumaya devam edelim.
Öğretmenler de parasızlıktan zor durumdadırlar. Mesela 1930 Eylül'ünde daha Mart maaşını alamamış öğretmenler vardır Silifke'de. Daha pek çok ilde durum aşağı yukarı aynıdır. 1923-32 döneminde ilkokul öğretmenlerinin sayısı 1927'ye kadar artış göstermiş, ondan sonra azalmış veya nüfus artışına kıyasla da durmuştur. İl Özel İdareleri emrine yeterli tahsisat verilmemesi sebebiyle maaşlar ödenememekte, bu da öğretmenleri sıkıntıya sokmaktadır. Bunun sonucu olarak “öğretmenlik mesleğine olan ilgi önemli ölçüde azalır". Bu sıkıntılı durum ilkokul öğretmenlerinin kadro ve maaşlarının Özel İdare'den Milli Eğitim Bakanlığı'na aktarılacağı 1948 yılına kadar devam etmiştir.
Yani Tek Parti devrinde ilkokul öğretmenliği o kadar da itibarlı ve paralı bir meslek değildir ve ortalıkla gezinen birtakım maksatlı propagandalara (yok öğretmen maaşı Cumhurbaşkanı maaşına denkmiş de vs.) gülmekten başka yapılacak bir şey yoktur.
Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları dergisinin 2. sayısında (2002) çıkan makalesinin sonunda Işıl Çakan'ın düşüncelerini şöyle özetlediğini okuruz:
Sonuç olarak toplumsal değişim sürecinde modernleşmeci asker-sivil bürokratların ilerici eğitim anlayışı ile bu alana uygulanan vergi sistemi ve kaynak belirleme yönteminin birbiri ile çeliştiği açıktır. Çözülemeyen pre-kapitalist sisteme koşut olarak yaşanılan bu ikircikli durumun Cumhuriyet'in ilk dönemlerinden itibaren köktenci tasarımların önünde önemli bir engel olarak varlığını hissettirdiği düşünülmektedir" (s. 118-9).
Ve manzara
Harf İnkılabı öylesine ağır bir tahribat ve etki yapmıştır ki, sonuçlarına bakarak onun asıl hedefinin okumayı ve yazmayı kolaylaştırmak veya daha net bir ifadeyle medeniyet değiştirmek değil, içerideki bütün basın ve yayın kuruluşlarını, tabii ki muhalefeti tamamen susturmayı amaçladığını söyleyenler dahi çıkmıştır.
Nitekim Cemil Meriç o hep yaptığı zihnimizi mızrakla dürtme eylemini en temel meselelerinden biri saydığı Harf İnkılabı'na da uygulamış ve şu çarpıcı iddiayı ortaya atmıştı: “Alfabe değişikliği basını ve yazarları susturmanın bir yolu olarak kullanılmıştır".
İnkılap bir gecede bütün basın dünyasını, elbette yazar çizerleri işsiz bırakmış ve tam anlamıyla devlet kapısına muhtaç hale getirmişti. Aydınların özgürlüklerini, kendilerini devletten ayrı bir gelir ve etkinlik alanı kurarak oradan istihraç ettiklerine inanan Aydınlanmacıların tanımı bizde sökmemiş, tam tersine, 1928'de gerçekleşen Harf 'Devrimi'yle birlikte Türk aydını tam anlamıyla devletin kulu haline gelmiştir. Ve hiçbir firar kapısı da bırakılmamıştır kendisine. Ya evine kapanıp açlıktan kırılacak ya da özgürlüğünün yularını devletin eline vererek o da çarnaçar kervana katılanlardan biri olacaktır.
Bütün gazeteler, yayınevleri, matbaalar, tashihçilerden tutun da mürettiplere ve tabii ki yazar ve sanatçılara kadar işi harflerden ekmek kazanmak olan ülkenin aydın kadrosu yeni harflerin uygulamaya geçirilmesiyle birlikte iflas etmiş, birkaç gün önce binlerce okura seslenen bir gazete veya yazar ertesi günü meteliğe kurşun atmaya başlamıştır. Ve bu işin şakası da yoktur. Üstelik yurt içinde Latin harflerini dökecek ve onlarla baskı yapacak makinalar da yoktu ki satın alıp kullanabilsinler.
“Peki dışarıdan matbaa makinesi getirilemez miydi?" diye safça soranlara 1983'ten sonraki Özal devrimine kadar ithalatın ancak devletin iznine ve gerekli dövizi tahsis etmesine bağlı olduğunu hatırlatmak yeterli olacaktır. Ancak devlet izin ve döviz veriyordu ve bunu istediğine veriyor, istemediğinden esirgiyordu. O zaman devletin müsaadeye mazhar kullarından olabilmek için 'tabasbus'ta yarışmanız ve bunun için de yetkilileri yaramazlık yapmayacağınıza ikna etmeniz gerekiyordu.
Sadece makine de değil, kâğıt tahsisatını da bizzat devlet yapıyordu. Naci Sadullah'ınYarım Ay dergisindeki acı feryatları hâlâ kulaklarımıza çalınıyor olmalıdır.
Böylece 1928 yılının Kasım ayı, muhalif seslerin biraz daha kısılacağı yeni bir cendere getiriyordu. Bu yazıda Harf İnkılabı'nın 3 yönü üzerinde durmuş olduk.
1) Kolaylık gerekçesinin içi koftur ve asıl niyet Batı medeniyetine arka kapıdan değil, ön kapıdan girmektir,
2) Harf İnkılabı'nın muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için yapıldığını söylemek bir kandırmacadır.
3) Amaçlarından biri de bütün aydın kadroyu susturma yönünde dahice bir girişimdir.
Ancak sonuç gerçekten de mahveden bir 'başarı'dır. Bu 'başarı'yı en iyi özetleyen kalemlerden birinin bir “Batılı" olmasına şaşmak mı gerekir bilmiyorum. Caroline Finkel'den aktarıyorum:
“Geçmiş, Türkiye'de hakikaten bir başka ülkedir [David Lowenthal'ın Past is a Foreign Country kitabına atıfta bulunuyor –M.A.]. Bu ülkenin vatandaşları, 1928'de Arap elifbasından Batı dünyasının bildiği Latin alfabesine geçişi gerçekleştiren Harf Devrimi sebebiyle geçmiş çağların edebî ve tarihî eserlerine ulaşma imkânından mahrumdurlar. İş bununla da kalmamış, Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri atarak Türkçeyi 'Öz Türkçe' hale getirme çalışması başlatılmıştır -bu iki dil, Türkçeyle beraber Osmanlı dili denilen zengin karışımı oluşturuyordu ki, Osmanlıca bugün Latince kadar 'ölü' bir dil olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Öte yandan Osmanlı asırlarında yazılmış eserler şimdilerde sadeleştirilmiş Türkçeyle yeni yazıda basılmakta, modern okuyuculara, mazilerinde olup bitenler konusunda bazı şeyleri anlama imkânını sunmaktadır. Aksi halde durum daha da dehşetengiz olurdu: 1930'lardan önce yazılmış her şeyden mahrum bir İngilizce edebî kanonu'nun halini gözünüzün önüne getirin bakalım!"
Shakespeare'siz, Dickens'sız, Milton'sız bir İngilizcenin hayali bile korkutucudur İngilizce okuyanlar açısından ama aynı şey Türkçe için olunca biz 'normal' karşılayabiliyoruz. Oysa Türkçeyi Türkçe yapan büyük şair ve yazarları bugün ancak uzmanları, onlar da sonradan öğrendikleri Osmanlıca ve kelime bilgisiyle çözmeye çalışarak anlama uğraşındalar. Bu kadar Osmanlıcayla da bir 'kültür'ün meydana gelmeyeceği aşikârdır. Onunla olsa olsa akademisyenlik yapılır. Ne kadar yapılır, o da ayrı mesele.
Alışmak kötü şeydir. Keşke Harf İnkılabı'na alışmasaydık. Direnen bir tarafımız kalsaydı ayakta. Baksanıza, Cumhuriyet'in taklit inkılaplarına direnen eğilmez başlardan Bediüzzaman Said Nursi, hayatı boyunca SAİD diye imza atmamak için önüne getirilen mahkeme evrakına ümmi nineler gibi parmak basmakla yetinmiştir.
//Derin Tarih: Mustafa Armağan