Herhangi bir konuda doğruya ulaşmak veya yaklaşmak için bir başkasının görüşüne başvurma.
Müşâvere, şivâr, meşvure, meşvere, meşûre, istişâre, danışıp işaret ve görüş almak anlamına geldiği gibi, müşâvere ve işaret; arı kovanından bal almak, rey vermek manalarına da kullanılır. Toplanıp meşveret eden cemâate de şûrâ denir (İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, IV, 434-437; Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, III, 318-320; Elmalılı, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 1213). İstişârenin lügat manası ile ıstılah manası arasında yakın bir bağ vardır. Çeşitli görüşlere başvurmak suretiyle doğruyu elde etmek veya ona yaklaşmalarının çeşitli çiçeklerden gerekli malzemeyi alıp işledikten sonra ortaya çıkardığı balı kovandan alması gibidir. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerîm olayın ehemmiyetini şu şekilde ortaya koymuştur: "İş hususunda onlarla müşâvere et" (Alu İmrân, 3/159); "Onların işleri aralarında istişâre iledir" (Şûrâ, 42/38).
İstişâre, kişinin kendisini ilgilendiren konularda bir başkasının görüşüne başvurması veya idârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda müşâverede bulunması şeklinde iki cepheden ele alınabilir. Birinci durumda istişâre sünnettir (Nevevî, Şerhu'l, Müslim, Kahire 1347-49/1929-30, IV, 76).
İdârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda istişârede bulunmasının hükmü konusunda ise farklı görüşler vardır. "İş hususunda onlarla istişâre et " (Alu İmrân, 3/159) ayetinin vücûb mu nedb mi ifade ettiği konusunda ulema ihtilâf etmişlerdir.
Mâlikîler dini konularda İslâm devletinin yönetimi ile ilgili mevzularda idarecilerin istişârede bulunmalarının vacip olduğu görüşündedirler. Hatta ibn Atiyye ve İbn Hüveyzimendâd böyle bir durumda âlimlere danışmayan idarecinin azlinin vacib olduğunu savunmuşlardır (Kurtubî, el-Câmi li-Âhkâmi'l-Kur'ân, Kahire 138687/1966-67, IV, 249-250; M. Tahir b. Âşûr, et-Tahrîr ve't-Tenvîr, Tunus 1984, IV, 148). İmam Şafiî istişâreyi nedb'e hamletmiş, ancak daha sonraki Şâfiî fukahası ayetin vücub ifade ettiği görüşünü benimsemişlerdir (Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, Kahire 1934-62, IX, 76; Nevevi, a.g.e., IV, 76). Bu konuda Hanefilere nisbet edilen bir görüş bulunmamakla birlikte, Cessâs (v.370/980)'ın Şûrâ(42) 38. ayetinin tefsirinde "istişârenin iman ve namaz kılmakla birlikte ele alınması, konunun önemine ve bizim bununla emrolunduğumuza delâlet etmektedir" şeklindeki sözünden istişârenin vacip olduğu görüşünü benimsediğini anlıyoruz (Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'an, Beyrut, ts., V, 263; M. Tâhir b. Aşûr, a.g.e, IV, 148).
Hz. Peygamber (s.a.s) istişâreye teşvik etmiş; kendisi de Bedir'de Ebû Sufyân'ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda Ensar'la müşâvere etmiş; ayrıca Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye'de, Taif Seferinde, İfk hadisesinde, ezan konusunda olduğu gibi birçok mevzuda ashabıyla istişâre etmiştir. Hatta Ebû Hureyre, Rasûlullah'tan daha çok ashabıyla istişâre eden kimse görmediğini belirtmektedir. Bundan dolayı ibn Teymiyye idareciler istişâreden muaf olamazlar. Çünkü Allah onu peygamberine emretmiştir, demektedir (İbn Teymiyye, es-Siyâsetü'ş Şer'iyye (Mecmû'u Fetâva içinde), Riyad 1381-86, XXVIIl, 386, 387; Hemmâm Abdurrahîm Sa'd, "Arzu'l Ehâdisi'n-Nebeviyye el-Müteallike bi'ş-Şûra" (eş-Şûra fi'l-İslâm içinde), Amman 1989, 1, 85-107). Bunun yanısıra sahâbe ve özellikle Hulefâ-i râşidîn istişâreye büyük önem vermişler, Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.a); istişâre etmek üzere Hz. Osman, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka'b, Zeyd b. Sâbit ve diğer ashab'tan oluşan birer müşâvere heyeti oluşturmuşlardır (İbn Sa'd, et-Tabakât (nşr. İhsan Abbas), Beyrut 1388/1968, II, 350-352; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, Haydarâbâd 1355, X, 114- 115; Müttakî el-Hindi. Kenzu'l-Ummâl, Beyrut 1405/1985, V, 627; Said Ramazan el-Bût;, "eş-Şûra sî Cahdi'l-Hulefai'r-Raşidin (eş-Şûrâ fi'l-İslâm içinde), l, 113-167).
İslâm hükümeti Alu İmrân 3/159. ayette belirtildiği üzere meşveret (istişâre) esası üzerine kurulmuştur (Abdülkerim Zeydan, el- Vecîz f; usûli'l fıkh, Bağdad 1405/1985, s. 358; M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Trc. S. Tuğ), İstanbul 1980 II, 942). Bu özelliğiyle İslam idaresi bir şahsın diktatörlüğüne dayanan "otokrasi"den; kendisinde ilâhî bir sıfat olduğu iddiasıyla ortaya çıkan kişinin idaresine dayanan "teokrasi"den; üstün azınlık sınıfının hâkimiyetine dayanan "oligarşi"den; kişilerin heva ve heveslerine göre idare ettiği "demagoji"den ayrılır (İzzüddin et-Temîmî, eş-Şûrâ beyne'l-Esâle ve'l-Muâsıra, Amman 1405/1985, s. 27-28).
İslâm'daki istişâre sistemi çoğunluk veya azınlık-farkı gözetilmeksizin imkan dahilinde herkesin görüşünü almayı gerektirmekte bunun yanında görüşler içinde tercihe şayan olanın parmak hesabıyla değil, derin ve tarafsız aklî araştırma neticesi tesbit edilmiş olanın tatbik mecburiyetini içermektedir (Ma'ruf ed-Devâlibî, İslâm'da Devlet ve İktidar (trc. Mehmed S. Hatipoğlu), İstanbul 1985, s. 55). Bu sistem iktidar nazariyesinde bir yenilik olup, kapitalist demokratik rejimlerdeki şekliyle ekseriyetin ekalliyete; sosyalist demokratik rejimlerde olduğu gibi ekalliyetin ekseriyete tahakkümünü safdışı etmektedir. Bununla beraber İslâmî müşâvere sistemi arzu edilen neticeyi verebilmesi için belli bir pedagojik (terbiyevi) hazırlık devresini gerektirmektedir (Devâlibî, a.g.e., s. 56).
Devlet başkanının istişâre edeceği heyet değişik bir kadro teşkil edebilir. Şura meclisi Uhud savaşında Hz. Peygamberin müslümanlarla istişâresinde olduğu gibi bazen halkın çoğunluğu (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 351); bazen Havazin ganimetleri meselesinde olduğu gibi istişâre anında mevcut müslümanların tamamı; bazen Hendek muhasarasında Gatafan'ın çekilmesi için yapılacak antlaşmalarda görüldüğü üzere Sa'd b. Muâz ve Sa'd b. Ubâde gibi kendi kavimleri içinden yükselmiş kişiler (Abdurrezzak, el-Musannef, Beyrut 1403/1983, V, 367-368; Heysemî, Mecmau'z Zevâid, Beyrut 1967, VI, 130-133); bazen de Bedir esirleri konusunda olduğu gibi, müslümanların bir kısmı şûrâ meclisini oluştururlar (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 105, 188, 219-220; Abdülkerim Zeydan, İslâm'da Ferd ve Devlet, İstanbul 1978, s. 99-100). Ancak şûra meclisi kimlerden oluşursa oluşsun ortaya çıkan hükümler İslâm'ın genel prensiplerine aykırı olamayacağından, halk üzerinde keyfî bir idare, diktatörlük, zulüm ve adâletsizlik meydana getirmeyecektir. Zira İslâm âdil bir sistemdir.
Devlet erkânı bilmedikleri ve içinden çıkamadıkları dinî konularda âlimlerle; cihadla ilgili konularda ordu komutanlarıyla; ümmetin menfaatine yönelik mevzularda halk büyükleriyle; memleket davalarında yazarlar, nâzırlar, işçi ve memur temsilcileriyle istişâre etmeleri durumunda bu prensip amacına ulaşır. istişâre yapılan kişiler hakkıyla dindar, bilgili (sahasında uzman), akıllı ve tecrübeli olmalıdır (Kurtubî, a.g.e., IV, 249-250).
İstişâre bir nevi ictihad demektir. Konusunu ise Kur'an ve Sünnetin açıkça beyan etmediği konular teşkil eder (Şerbâsî, Yes'elûneke fi'd-dîni ve'l-Hayât, Beyrut 1980, IV, 169; M. Vehbi, Hulâsatü'l-Beyân, İstanbul, ts. (Üçdal), II, 766). Devlet başkanı ile şura meclisi arasında anlaşmazlık çıkması halinde, ihtilâf konusunu tartışıp inceledikten sonra görüş bildirecek bilirkişilerden oluşacak hakem heyeti kurulabilir. Hz. Ömer bunu tatbik etmiştir. Şam'a giderken, yolda orada veba salgını olduğunu öğrenince, yola devam edip etmeme konusunda muhâcirlerle istişâre etmiş; anlaşma olmaması üzerine ensarla görüşmüş; yine netice çıkmayınca ilk muhacirlerden Kureyş büyükleriyle müşavere etmiş ve onların geri dönme yolundaki teklifini kabul ederek maiyetiyle birlikte geri dönmüştür (Buhârî, Tıb, 30; Hiyel, 13; Müslim, Selâm, 98, 100; Muvatta', Medine, 22, 24; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., I, 194; M. Reşid Rızâ, Tefsirü'l-Menar, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife), V, 196-197; Zeydan, a.g.e., s. 103). Bu gibi durumlarda Hz. Peygamberin çoğunluğun görüşüne uyduğu da olmuştur. Meselâ Uhud'da Medine'nin dışına çıkmanın aleyhinde olduğu halde, ekseriyetin isteği üzerine şehir dışında savaşmıştır (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 351; Zeydan, a.g.e., s. 103-104).
İstişârenin fazileti:
İstişâre ile işlerin güzel neticelere varması, siyâsi, içtimâî, askeri vs. bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür. Kişi ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli bulunursa bulunsun, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an-ı Kerîm'inde işaret ettiği ve fâillerini övdüğü müşâvere esasına uygun hareket etmedikçe, faydalı sonuçlara ulaşması ve problemlerini güzel bir şekilde çözümlemesi pek mümkün değildir. Zira Hz. Peygamber (a.s.) akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli iken, Allah ona bile müşâvereyi emretmiştir.
Hz. Peygamber (a.s.) vahyin indirilmediği durumlarda daima arkadaşları ile istişâre yoluna gitmiştir. Ashab-ı kirâm, Resulullah (a.s.)'ın kendi fikriyle hareket ettiğini bildikleri konularda, kendi fikirlerini O'na açıklar, o da uygun fikir doğrultusunda hareket ederdi. Bunun örnekleri pek çoktur.
Peygamber Efendimiz. Bedir savaşında, kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı karargah yapmak istedi. Bu sırada Ashab'tan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize "Yâ Resulullah! Burayı, Allah'ın seni yerleştirmiş olduğu ve bizim ileri geri gitmeğe yetkimiz olmayan bir yer olarak mı seçtin? Yoksa bu. bir görüş, bir harp taktiği midir?" diye sordu. Resulullah (a. s.) "Hayır; bu bir görüş ve bir harp taktiğidir" dedi. O zaman sahâbi "O halde Yâ Resulullah! Burası uygun bir yer değil, orduyu kaldır. Düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları tahrip edelim, düşman istifade edemesin." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Sen güzel bir fikre işaret ettin" buyurdu ve sahabinin dediği şekilde hareket etti.
Toplumların düştükleri hatalar, çok defa işi kendi başına yürütme sonucu olmaktadır. Bu, işi kendi başına yürütme ne kadar genişlerse hataların sayısı o nisbette artar; ne kadar daralırsa hatalar da o nisbette azalır. Gerçi hatadan büsbütün kurtulmak imkânsızdır. Çünkü hatadan uzak kalan sadece Allah'tır. Ancak meselelerin çözümünde birçok fikir bir araya gelirse, mükemmel veya nisbeten doğru bir çözüm elde edilebilir. Bu surette, sorumlu kimselerin üzerindeki sorumluluk yükü de hafifler ve sorumluluk müşterek olur.
İstişâre ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Bu husus, yapılacak olan bir işin hayırla neticelenmesine önemli derecede etki eder. Bu yüzden danışılacak olan kişinin, akıl ve tecrübe sahibi, dindar ve faziletli, samimi, sağlam fikirli, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilme, doğruluk ve güvenirlik gibi değerlere sahip olmasına dikkat edilmelidir. Öte yandan, aklı bir şeye ermeyen, ahlâksız, mağrur kimselere danışmanın kişiye hiçbir yarar sağlamayacağı da açıktır.
Görüşlerinde ve düşüncelerinde daima isabet edenlerin, bir iş yapmağa niyetli olduklarında, istişâre etmelerine şaşılmamalıdır. Çünkü böyle kimseler, kendi görüşlerini yoklarlar, zekâ ve anlayışlarını denerler. Bu şekilde hareket etmekle fikir ve düşüncelerini zinde tutarlar.
Herhangi bir konuda istişâre etme ihtiyacı ortaya çıkarsa, şu iki metoddan biri ile problem halledilir Birincisi, birkaç kişiyle ayrı ayrı görüşülür, fikirleri alınır; fikirler hangi noktada daha çok birleşiyorsa, o uygulanır. ikincisi birkaç kişi toplanıp görüşleri sorulduğu zaman her biri fikirlerini söyler, daha sonra bu kişiler birbirlerinin görüşlerini inceleyerek en uygun görüşte karar kılarlar ki bu görüşle de sağlıklı hareket etmek mümkündür.
Abbasi yöneticilerinden Me'mun, oğluna nasihat ederken, istişâre konusunda şöyle demiştir: "Şüphen olan işlerde, tecrübe sahibi, gayretli ve şefkatli ihtiyarların görüşlerine başvur. Çünkü onlar, çok şey görüp geçirmişler, zamanın inişli-çıkışlı, ikballi-hezimetli olaylarına şahit olmuşlardır. Onların sözü acı da olsa kabul ve tahammül et. Danışma kuruluna korkak, hırslı, kendini beğenmiş, yalancı ve inatçı kişileri alma''
Kendilerini beğenen, başkalarının görüş ve düşüncelerine değer vermeyen kişiler, hiç kimseye danışmazlar. işlerini kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda çözümlemeye çalışırlar. Bu şekilde davranma ise çoğu zaman yanlışlıklara sebep olur. Yapıları islerden fayda yerine zarar elde edilir.
Bir kişiye bir iş hakkında düşüncesi sorulup da, o kişinin düşüncesi etrafında iş halledilmeğe çalışırken, işin sonucu iyi çıkmazsa, düşüncesi soruları kişi azarlanmamalı ve tekdir edilmemelidir. Zira, bu dünyada herkesin, kendi düşünce ve fikirlerinin uygun olduğunu zannetmesi normaldir. Kişi, görüşündeki hatasıyla kınanır ve azarlanırsa. kendisine ümitsizlik ve güvensizlik gelir. Bu durumda olan kişiye danışılınca da, doğru olan görüşünü gizler ve hata yapma korkusu ile o konuda hiçbir şey söylemez.
Kısaca belirtmek gerekirse, istişâreye yani danışmaya, Yüce Allah'ın emri, Peygamber Efendimizin sünneti olarak önem verilmelidir. Atalarımız da "Ulu sözü dinleyen, ulu dağlar aşar", "Akıl akıldan üstündür" diyerek, istişârenin gerekliliğini kısa ve öz bir şekilde ifade etmişlerdir.
Mefail HIZLI
Saffet KÖSE
Müşâvere, şivâr, meşvure, meşvere, meşûre, istişâre, danışıp işaret ve görüş almak anlamına geldiği gibi, müşâvere ve işaret; arı kovanından bal almak, rey vermek manalarına da kullanılır. Toplanıp meşveret eden cemâate de şûrâ denir (İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, IV, 434-437; Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, III, 318-320; Elmalılı, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 1213). İstişârenin lügat manası ile ıstılah manası arasında yakın bir bağ vardır. Çeşitli görüşlere başvurmak suretiyle doğruyu elde etmek veya ona yaklaşmalarının çeşitli çiçeklerden gerekli malzemeyi alıp işledikten sonra ortaya çıkardığı balı kovandan alması gibidir. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerîm olayın ehemmiyetini şu şekilde ortaya koymuştur: "İş hususunda onlarla müşâvere et" (Alu İmrân, 3/159); "Onların işleri aralarında istişâre iledir" (Şûrâ, 42/38).
İstişâre, kişinin kendisini ilgilendiren konularda bir başkasının görüşüne başvurması veya idârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda müşâverede bulunması şeklinde iki cepheden ele alınabilir. Birinci durumda istişâre sünnettir (Nevevî, Şerhu'l, Müslim, Kahire 1347-49/1929-30, IV, 76).
İdârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda istişârede bulunmasının hükmü konusunda ise farklı görüşler vardır. "İş hususunda onlarla istişâre et " (Alu İmrân, 3/159) ayetinin vücûb mu nedb mi ifade ettiği konusunda ulema ihtilâf etmişlerdir.
Mâlikîler dini konularda İslâm devletinin yönetimi ile ilgili mevzularda idarecilerin istişârede bulunmalarının vacip olduğu görüşündedirler. Hatta ibn Atiyye ve İbn Hüveyzimendâd böyle bir durumda âlimlere danışmayan idarecinin azlinin vacib olduğunu savunmuşlardır (Kurtubî, el-Câmi li-Âhkâmi'l-Kur'ân, Kahire 138687/1966-67, IV, 249-250; M. Tahir b. Âşûr, et-Tahrîr ve't-Tenvîr, Tunus 1984, IV, 148). İmam Şafiî istişâreyi nedb'e hamletmiş, ancak daha sonraki Şâfiî fukahası ayetin vücub ifade ettiği görüşünü benimsemişlerdir (Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, Kahire 1934-62, IX, 76; Nevevi, a.g.e., IV, 76). Bu konuda Hanefilere nisbet edilen bir görüş bulunmamakla birlikte, Cessâs (v.370/980)'ın Şûrâ(42) 38. ayetinin tefsirinde "istişârenin iman ve namaz kılmakla birlikte ele alınması, konunun önemine ve bizim bununla emrolunduğumuza delâlet etmektedir" şeklindeki sözünden istişârenin vacip olduğu görüşünü benimsediğini anlıyoruz (Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'an, Beyrut, ts., V, 263; M. Tâhir b. Aşûr, a.g.e, IV, 148).
Hz. Peygamber (s.a.s) istişâreye teşvik etmiş; kendisi de Bedir'de Ebû Sufyân'ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda Ensar'la müşâvere etmiş; ayrıca Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye'de, Taif Seferinde, İfk hadisesinde, ezan konusunda olduğu gibi birçok mevzuda ashabıyla istişâre etmiştir. Hatta Ebû Hureyre, Rasûlullah'tan daha çok ashabıyla istişâre eden kimse görmediğini belirtmektedir. Bundan dolayı ibn Teymiyye idareciler istişâreden muaf olamazlar. Çünkü Allah onu peygamberine emretmiştir, demektedir (İbn Teymiyye, es-Siyâsetü'ş Şer'iyye (Mecmû'u Fetâva içinde), Riyad 1381-86, XXVIIl, 386, 387; Hemmâm Abdurrahîm Sa'd, "Arzu'l Ehâdisi'n-Nebeviyye el-Müteallike bi'ş-Şûra" (eş-Şûra fi'l-İslâm içinde), Amman 1989, 1, 85-107). Bunun yanısıra sahâbe ve özellikle Hulefâ-i râşidîn istişâreye büyük önem vermişler, Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.a); istişâre etmek üzere Hz. Osman, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka'b, Zeyd b. Sâbit ve diğer ashab'tan oluşan birer müşâvere heyeti oluşturmuşlardır (İbn Sa'd, et-Tabakât (nşr. İhsan Abbas), Beyrut 1388/1968, II, 350-352; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, Haydarâbâd 1355, X, 114- 115; Müttakî el-Hindi. Kenzu'l-Ummâl, Beyrut 1405/1985, V, 627; Said Ramazan el-Bût;, "eş-Şûra sî Cahdi'l-Hulefai'r-Raşidin (eş-Şûrâ fi'l-İslâm içinde), l, 113-167).
İslâm hükümeti Alu İmrân 3/159. ayette belirtildiği üzere meşveret (istişâre) esası üzerine kurulmuştur (Abdülkerim Zeydan, el- Vecîz f; usûli'l fıkh, Bağdad 1405/1985, s. 358; M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Trc. S. Tuğ), İstanbul 1980 II, 942). Bu özelliğiyle İslam idaresi bir şahsın diktatörlüğüne dayanan "otokrasi"den; kendisinde ilâhî bir sıfat olduğu iddiasıyla ortaya çıkan kişinin idaresine dayanan "teokrasi"den; üstün azınlık sınıfının hâkimiyetine dayanan "oligarşi"den; kişilerin heva ve heveslerine göre idare ettiği "demagoji"den ayrılır (İzzüddin et-Temîmî, eş-Şûrâ beyne'l-Esâle ve'l-Muâsıra, Amman 1405/1985, s. 27-28).
İslâm'daki istişâre sistemi çoğunluk veya azınlık-farkı gözetilmeksizin imkan dahilinde herkesin görüşünü almayı gerektirmekte bunun yanında görüşler içinde tercihe şayan olanın parmak hesabıyla değil, derin ve tarafsız aklî araştırma neticesi tesbit edilmiş olanın tatbik mecburiyetini içermektedir (Ma'ruf ed-Devâlibî, İslâm'da Devlet ve İktidar (trc. Mehmed S. Hatipoğlu), İstanbul 1985, s. 55). Bu sistem iktidar nazariyesinde bir yenilik olup, kapitalist demokratik rejimlerdeki şekliyle ekseriyetin ekalliyete; sosyalist demokratik rejimlerde olduğu gibi ekalliyetin ekseriyete tahakkümünü safdışı etmektedir. Bununla beraber İslâmî müşâvere sistemi arzu edilen neticeyi verebilmesi için belli bir pedagojik (terbiyevi) hazırlık devresini gerektirmektedir (Devâlibî, a.g.e., s. 56).
Devlet başkanının istişâre edeceği heyet değişik bir kadro teşkil edebilir. Şura meclisi Uhud savaşında Hz. Peygamberin müslümanlarla istişâresinde olduğu gibi bazen halkın çoğunluğu (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 351); bazen Havazin ganimetleri meselesinde olduğu gibi istişâre anında mevcut müslümanların tamamı; bazen Hendek muhasarasında Gatafan'ın çekilmesi için yapılacak antlaşmalarda görüldüğü üzere Sa'd b. Muâz ve Sa'd b. Ubâde gibi kendi kavimleri içinden yükselmiş kişiler (Abdurrezzak, el-Musannef, Beyrut 1403/1983, V, 367-368; Heysemî, Mecmau'z Zevâid, Beyrut 1967, VI, 130-133); bazen de Bedir esirleri konusunda olduğu gibi, müslümanların bir kısmı şûrâ meclisini oluştururlar (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 105, 188, 219-220; Abdülkerim Zeydan, İslâm'da Ferd ve Devlet, İstanbul 1978, s. 99-100). Ancak şûra meclisi kimlerden oluşursa oluşsun ortaya çıkan hükümler İslâm'ın genel prensiplerine aykırı olamayacağından, halk üzerinde keyfî bir idare, diktatörlük, zulüm ve adâletsizlik meydana getirmeyecektir. Zira İslâm âdil bir sistemdir.
Devlet erkânı bilmedikleri ve içinden çıkamadıkları dinî konularda âlimlerle; cihadla ilgili konularda ordu komutanlarıyla; ümmetin menfaatine yönelik mevzularda halk büyükleriyle; memleket davalarında yazarlar, nâzırlar, işçi ve memur temsilcileriyle istişâre etmeleri durumunda bu prensip amacına ulaşır. istişâre yapılan kişiler hakkıyla dindar, bilgili (sahasında uzman), akıllı ve tecrübeli olmalıdır (Kurtubî, a.g.e., IV, 249-250).
İstişâre bir nevi ictihad demektir. Konusunu ise Kur'an ve Sünnetin açıkça beyan etmediği konular teşkil eder (Şerbâsî, Yes'elûneke fi'd-dîni ve'l-Hayât, Beyrut 1980, IV, 169; M. Vehbi, Hulâsatü'l-Beyân, İstanbul, ts. (Üçdal), II, 766). Devlet başkanı ile şura meclisi arasında anlaşmazlık çıkması halinde, ihtilâf konusunu tartışıp inceledikten sonra görüş bildirecek bilirkişilerden oluşacak hakem heyeti kurulabilir. Hz. Ömer bunu tatbik etmiştir. Şam'a giderken, yolda orada veba salgını olduğunu öğrenince, yola devam edip etmeme konusunda muhâcirlerle istişâre etmiş; anlaşma olmaması üzerine ensarla görüşmüş; yine netice çıkmayınca ilk muhacirlerden Kureyş büyükleriyle müşavere etmiş ve onların geri dönme yolundaki teklifini kabul ederek maiyetiyle birlikte geri dönmüştür (Buhârî, Tıb, 30; Hiyel, 13; Müslim, Selâm, 98, 100; Muvatta', Medine, 22, 24; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., I, 194; M. Reşid Rızâ, Tefsirü'l-Menar, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife), V, 196-197; Zeydan, a.g.e., s. 103). Bu gibi durumlarda Hz. Peygamberin çoğunluğun görüşüne uyduğu da olmuştur. Meselâ Uhud'da Medine'nin dışına çıkmanın aleyhinde olduğu halde, ekseriyetin isteği üzerine şehir dışında savaşmıştır (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 351; Zeydan, a.g.e., s. 103-104).
İstişârenin fazileti:
İstişâre ile işlerin güzel neticelere varması, siyâsi, içtimâî, askeri vs. bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür. Kişi ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli bulunursa bulunsun, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an-ı Kerîm'inde işaret ettiği ve fâillerini övdüğü müşâvere esasına uygun hareket etmedikçe, faydalı sonuçlara ulaşması ve problemlerini güzel bir şekilde çözümlemesi pek mümkün değildir. Zira Hz. Peygamber (a.s.) akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli iken, Allah ona bile müşâvereyi emretmiştir.
Hz. Peygamber (a.s.) vahyin indirilmediği durumlarda daima arkadaşları ile istişâre yoluna gitmiştir. Ashab-ı kirâm, Resulullah (a.s.)'ın kendi fikriyle hareket ettiğini bildikleri konularda, kendi fikirlerini O'na açıklar, o da uygun fikir doğrultusunda hareket ederdi. Bunun örnekleri pek çoktur.
Peygamber Efendimiz. Bedir savaşında, kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı karargah yapmak istedi. Bu sırada Ashab'tan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize "Yâ Resulullah! Burayı, Allah'ın seni yerleştirmiş olduğu ve bizim ileri geri gitmeğe yetkimiz olmayan bir yer olarak mı seçtin? Yoksa bu. bir görüş, bir harp taktiği midir?" diye sordu. Resulullah (a. s.) "Hayır; bu bir görüş ve bir harp taktiğidir" dedi. O zaman sahâbi "O halde Yâ Resulullah! Burası uygun bir yer değil, orduyu kaldır. Düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları tahrip edelim, düşman istifade edemesin." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Sen güzel bir fikre işaret ettin" buyurdu ve sahabinin dediği şekilde hareket etti.
Toplumların düştükleri hatalar, çok defa işi kendi başına yürütme sonucu olmaktadır. Bu, işi kendi başına yürütme ne kadar genişlerse hataların sayısı o nisbette artar; ne kadar daralırsa hatalar da o nisbette azalır. Gerçi hatadan büsbütün kurtulmak imkânsızdır. Çünkü hatadan uzak kalan sadece Allah'tır. Ancak meselelerin çözümünde birçok fikir bir araya gelirse, mükemmel veya nisbeten doğru bir çözüm elde edilebilir. Bu surette, sorumlu kimselerin üzerindeki sorumluluk yükü de hafifler ve sorumluluk müşterek olur.
İstişâre ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Bu husus, yapılacak olan bir işin hayırla neticelenmesine önemli derecede etki eder. Bu yüzden danışılacak olan kişinin, akıl ve tecrübe sahibi, dindar ve faziletli, samimi, sağlam fikirli, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilme, doğruluk ve güvenirlik gibi değerlere sahip olmasına dikkat edilmelidir. Öte yandan, aklı bir şeye ermeyen, ahlâksız, mağrur kimselere danışmanın kişiye hiçbir yarar sağlamayacağı da açıktır.
Görüşlerinde ve düşüncelerinde daima isabet edenlerin, bir iş yapmağa niyetli olduklarında, istişâre etmelerine şaşılmamalıdır. Çünkü böyle kimseler, kendi görüşlerini yoklarlar, zekâ ve anlayışlarını denerler. Bu şekilde hareket etmekle fikir ve düşüncelerini zinde tutarlar.
Herhangi bir konuda istişâre etme ihtiyacı ortaya çıkarsa, şu iki metoddan biri ile problem halledilir Birincisi, birkaç kişiyle ayrı ayrı görüşülür, fikirleri alınır; fikirler hangi noktada daha çok birleşiyorsa, o uygulanır. ikincisi birkaç kişi toplanıp görüşleri sorulduğu zaman her biri fikirlerini söyler, daha sonra bu kişiler birbirlerinin görüşlerini inceleyerek en uygun görüşte karar kılarlar ki bu görüşle de sağlıklı hareket etmek mümkündür.
Abbasi yöneticilerinden Me'mun, oğluna nasihat ederken, istişâre konusunda şöyle demiştir: "Şüphen olan işlerde, tecrübe sahibi, gayretli ve şefkatli ihtiyarların görüşlerine başvur. Çünkü onlar, çok şey görüp geçirmişler, zamanın inişli-çıkışlı, ikballi-hezimetli olaylarına şahit olmuşlardır. Onların sözü acı da olsa kabul ve tahammül et. Danışma kuruluna korkak, hırslı, kendini beğenmiş, yalancı ve inatçı kişileri alma''
Kendilerini beğenen, başkalarının görüş ve düşüncelerine değer vermeyen kişiler, hiç kimseye danışmazlar. işlerini kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda çözümlemeye çalışırlar. Bu şekilde davranma ise çoğu zaman yanlışlıklara sebep olur. Yapıları islerden fayda yerine zarar elde edilir.
Bir kişiye bir iş hakkında düşüncesi sorulup da, o kişinin düşüncesi etrafında iş halledilmeğe çalışırken, işin sonucu iyi çıkmazsa, düşüncesi soruları kişi azarlanmamalı ve tekdir edilmemelidir. Zira, bu dünyada herkesin, kendi düşünce ve fikirlerinin uygun olduğunu zannetmesi normaldir. Kişi, görüşündeki hatasıyla kınanır ve azarlanırsa. kendisine ümitsizlik ve güvensizlik gelir. Bu durumda olan kişiye danışılınca da, doğru olan görüşünü gizler ve hata yapma korkusu ile o konuda hiçbir şey söylemez.
Kısaca belirtmek gerekirse, istişâreye yani danışmaya, Yüce Allah'ın emri, Peygamber Efendimizin sünneti olarak önem verilmelidir. Atalarımız da "Ulu sözü dinleyen, ulu dağlar aşar", "Akıl akıldan üstündür" diyerek, istişârenin gerekliliğini kısa ve öz bir şekilde ifade etmişlerdir.
Mefail HIZLI
Saffet KÖSE