İslâm'ı inkâr eden, nimete nankörlük eden, uzak kalan, kaçınan, örten kimse. "Kefere" fiilinin ism-i fâili. Terim olarak, imanı olmayan kimseye verilen isimdir. Kalbinde imanı olmadığı halde, dışa karşı mü'min görünene "münâfık *", müslümanlığından sonra dinden dönene "mürted*" denir. İki ve daha çok ilâh olduğunu söyleyen, Allah'a başkasını ortak koşan kimseye "müşrik*", yahudilik veya hristiyanlık dinine bağlı olanlara "kitabî" veya "ehl-i kitap" adı verilir (et-Teftazâni, Şerhu'l-Makâsıd, İstanbul, t.y. II, 268 vd.).
Kur'ân-ı Kerîm'de "küfür" terimi ve türevleri pek çok âyette geçer ve imansız kimselerin nitelikleri, karşı karşıya bulundukları tehlikeler açıklanır. Yahudilerin İslâm'a çağrıldığı bir âyette şöyle buyurulur: "Elinizdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğin Kur'ân'a iman edin. Onu ilk inkâr edenlerden olmayın. Âyetlerimi basit bir değere değişmeyin. Ve yalnız Ben'den korkun." (el-Bakara, 2/41). Allah'a ortak koşanların durumu da şöyle açıklanır: Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine fayda da, zarar da vermeyen şeye taparlar. Kâfir, Rabbine karşı olanların yardımcısıdır." (el-Furkân, 25/55).
Yahudi ve hristiyanların bozuk inançları yüzünden imansız durumuna düşmeleri hakkında şöyle buyurulur: "Şüphesiz ki: "Allah ancak Meryemoğlu İsa Mesih'tir", diyenler kâfir olmuşlardır. Ey Muhammed! Deki: "Allah, Meryemoğlu İsa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helâk etmek istese, O'na kim engel olabilir? Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti yalnız Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah her şeye kadirdir" (el-Mâide, 5/17) "Şüphesiz, Meryemoğlu Mesih (İsâ), Allah'ın kendisidir" diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki bizzat Mesih şöyle demiştir: "Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Çünkü kim Allah'a eş koşarsa, şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar" (el-Maide, 5/72). "Allah, şüphesiz üçün (üç Tanrının) biridir" diyenler kafir olmuştur. Halbuki bir tek ilâhtan başka hiç bir ilâh yoktur" (el-Mâide, 5/73).
Yahudi ve hristiyanların ilâh inancının, inkârcıları taklitten ibaret olduğu şöyle belirtilir: "Yahudiler; "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da: "Mesih (İsa) Allah'ı n oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkarcıların sözlerini taklit ediyorlar" (et- Tevbe, 9/ 30).
Yukarıdaki âyetlerde, Allâhu Teâlâ hakkında küfrü gerektiren başı bozuk akîde veya inkâr halleri belirlenmiştir. Buna göre; Allah'ı inkâr etmek, O'na şirk koşmak, Allah'ın oğlu olduğuna inanmak, O'nun sıfatlarından birini bilerek inkâr etmek, kişiyi küfre düşürür. Allah'a şirk küfrün en büyüğüdür. Çünkü Allah'ın eşi ve benzeri yoktur. İhlâs sûresinde Cenab-ı Allah: "De ki: O, Allah'tır, bir tektir. O Allah'tır. Herkes ve her şey O'na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamıştır, doğrulmamıştır. Hiçbir şey, O'nun dengi ve benzeri değildir" (el-ihlas, 112/1-4) şeklinde tanımlar. Şirk'in af kapsamı dışında bırakıldığı şöyle belirlenir: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a eş tutarsa, şüphesiz pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur" (en-Nisâ, 4/48). Diğer yandan şirki bırakarak tevbe ve istiğfar eden, akidesini sağlamlaştıran kimsenin ise affedilebileceğinden şüphe yoktur. Çünkü böyle bir kimse artık "müşrik" sıfatından kurtularak mü'min sayılır.
Allahü Teâlâ'yı yüceliğine uygun olmayan bir şekilde nitelemek, isim veya emirlerinden birisiyle alay etmek, hafife almak veya Allah'a noksanlık isnat etmek kişiyi dinin sınırları dışına çıkarır (el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310, II, 258).
Ebû Hanîfe'ye (ö. 150/767) göre, Allahü Teâlâ'nın sıfatları kadim (evveli bulunmayan) olup, sonradan olma ve yaratılmış (mahlûk) değildir. Bu yüzden O'nun sıfatlarının yaratılmış olduğunu söylemek veya bu konuda şüpheye düşmek kişiyi dinden çıkarır (Ali el-Kârî, Şerhu'l-Fıkhı'l- Ekber, Mısır 1323 h. s. 22). İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, Allah'ın ilmini inkâr eden kimse kâfir olur (İbn Teymiyye, Mecmau'l Fetâva, Riyad 1381-1386 h. XXIII, s. 349). Diğer yandan, Allah'ın rahmetinden ümit kesen ve azabından emin olduğuna inanan da küfre düşer. Cenab-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur. "Şüphesiz, kâfirlerden başkası, Allah'ın rahmetinden ümit kesmez" (Yûsuf, 12/87), "De ki: Ey kendileri aleyhinde sınırı aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları yarlığar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir" (ez-Zümer, 39/53). "Büyük zararı göze alanlar gürûhundan başkası, Allah'ın azabı geciktirmesinden emin olmaz" (el-A'raf, 7/99).
Bu şekilde akîde bozukluğu olan kimse, kelime-i tevhid veya kelime-i şehâdet getirmekle, İslâm'ın sınırları içine girmiş olur. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "İnsanlarla onlar, Lâ ilâhe illallâh (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri zaman, haklı durumlar dışında kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Artık onların işi Allah'a kalmış bulunur" (eş-şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII, 197, vd.; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 379).
Peygamberlik müessesesini kökten kabul etmemek veya herhangi bir peygamberin nübüvvetini inkâr da küfürdür. Bu yüzden diğer peygamberleri kabul etmekle birlikte Hz. İsa ve Hz. Muhammed'i Allah elçisi olarak kabul etmeyen yahudiler, yine Hz. Muhammed'in peygamberliğini tanımayan hristiyanlar küfre düşmüşlerdir (Alîel-Kârî, a.g.e, s. 50; el-Fetâvâ'l Hindiyye, II, 263; el-Gazzâlî, el İktisad, Mısır, t.y. s. 112).
Peygamberlik müessesesini inkâr edenler, yalnız "Allah'tan başka ilâh yoktur" kelime-i tevhîdini söylemekle İslâm'a girmiş olmazlar. "Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim" anlamındaki kelime-i şehadeti de ilâve etmeleri gerekir. Yahudi ve hristiyanlar gibi başka bir dine mensup olanların ise İslâm'a girebilmeleri için inanarak kelime-i şehadet getirme yanında önceki dini ile bir ilişkisinin kalmadığını da ifade etmesi gerekir. Bu gibi kimselerin; "Ben mü'minim ben müslümanım, inandım ve İslam'a girdim" gibi sözleri yeterli olmaz.
Çünkü bu sözleri kendi dinlerini sürdürürken de söylemiş olabilirler. Bu takdirde hem yahudi, hem müslüman veya hem hristiyan hem de müslüman tipi ortaya çıkar ki, bu durum İslâm'ın özü ile bağdaşır nitelikte değildir, (el-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk, 1404/1984, VI, 427).
Bir peygambere ilâhlık isnat etmek de küfürdür. Nitekim hristiyanlar Hz. İsa'nın Allah olduğunu söyledikleri için kâfir sayılmışlardır (bk. el-Mâide 5/17, 72).
Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını, bir sûre, bir âyetini veya bir hükmünü, bir emir ve yasağını inkâr etmek küfürdür. Yine Kur'an'dan oluşu konusunda icmâ (ittifak) bulunan bir kelimeyi veya tevâtür yoluyla sâbit olan bir okuyuş tarzını inkâr etmek, Kur'ân'a bir şey ilâve etmek küfürdür. Kur'ân'ı Kerim'in kendisi, -bir sûresi veya bir âyeti ile alay etmek, onu küçümsemek ve hafife almak da, kişiyi dinin sınırları dışına çıkaran hallerdendir (Ali el-Kârî, a.g.e s. 151; el-Fetâvâ'l Hindiyye, II, 266; A.Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, İstanbul 1982, s. 114-115).
İslâm'da iman konuları bir bütündür. İnanılması gereken esaslardan herhangi birisini inkâr etmek bütünü inkâr anlamına gelir. Allah'la, Rasûlünün arasını ayırmak, Kur'ân'ın bir bölümüne iman edip bir bölümünü inkâr ederek (el-Bakara, 2/85) müslümanlığını sürdürmek mümkün olmaz. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Allâh'ı ve peygamberini inkâr ederek kâfir olan, biz bir kısmına inanırız bir kısmına inanmayız diyerek Allah ve Rasûlü'nün arasını ayırmaya kalkışan ve böylece imanla küfür arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler, gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır" (en-Nisâ, 4/155 151). Allahü Teâlâ bu âyetlerle, kendisini ve peygamberlerini inkâr eden yahudi ve hristiyanları tehdit etmektedir. Çünkü onlar Allah'la elçilerinin iman konusunda arasını ayırmaktadırlar. Bazı peygamberlere inanırken, bazılarını da tanımamaktadırlar. Bu, sırf atalarını bu inanç üzere bulmaktan ve duygusal düşüncelerden kaynaklanan, delilsiz, hevâ ve hevese dayalı kanaatlerden ibarettir. Bunun sonucu olarak yahudiler Hz. İsa ve Hz. Muhammed'e iman etmediler. Hristiyanlar da kendilerinden sonra gelen Hz. Muhammed'i kabul etmediler. Halbuki peygamberlik müessesesine iman, Allah'ın yeryüzüne gönderdiği bütün peygamberlere imanı gerektirir. (İbn Kesir, Tefsir, İstanbul 1985, II, 396-397). İslâm'ın çıkışı sırasında Hicaz'da yaşayan yahudiler, Hz. Muhammed'in büyük bir peygamber olarak gönderilişini kıskandılar, bu yüzden ona karşı çıkarak, yalanladılar, hatta Medîne döneminde onunla savaş yaptılar. Ancak yenildiler ve daha sonra Hicaz bölgesinden sürgün edilerek uzaklaştırıldılar. Onların daha önceki peygamberlere olan eziyet, zulüm hatta öldürme hareketleri Kur'an-ı Kerim'de şöyle anılır:
"Hani siz; "Ey Musa, biz yalnız bir çeşit yemeğe sabredemeyiz, bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden, bakla, salatalık, mercimek soğan çıkarsın" demiştiniz. Dedi ki: "Size daha hayırlı olanı, böyle daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise Mısır'a çekip gidin, istediğiniz şeyler orada bulunur". Onlara zillet ve meskenet vuruldu, Allah'tan gelen bir gazaba uğratıldılar. Bu durum, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere (Zekeriya, Yahyâ ve Şuayb'ı ve diğer) peygamberleri öldürmelerinden dolayı başlarına geldi. Bu, onların isyan etmelerinden ve taşkınlıklarından dolayı idi" (el- Bakara, 2/61).
İslâm ümmeti Cenab-ı Hakk'ın yeryüzüne gönderdiği, Kur'an'da ismi zikredilen veya edilmeyen tüm peygamberlere inanır. Bu yüzden, önceki semavî dinlerin peygamberleri olan Hz. Davud, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi peygamberlere ve onlara verilen ilâhî kitapların bozulmamış asıllarının vahiy ürünü olduğuna inanmak mü'min sayılmanın gereğidir. Bunlardan birisini meselâ Hz. İsa'nın peygamberliğini veya ona inen İncil'i inkâr eden bir müslüman, dinin sınırları dışına çıkar. Durum böyle olunca İslâm inancı evrensel niteliklere sahiptir. Kökende yahudi ve hristiyanlığın bozulmamış orjinal şekillerini de kapsamına almaktadır. Zaten Kur'an-ı Kerim pekçok âyetlerde İncil ve Tevrat'ta sonradan yapılan değişiklikleri ve bu dinlere sokulan hurafe ve inanç bozukluklarını haber vermektedir. Buna aşağıdaki âyeti örnek verebiliriz: "Şüphesiz; "Meryem oğlu mesih (İsa) gerçekten Allah'ın kendisidir" diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih (İsa) şöyle demişti: "Ey İsrail oğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü Teâlâ'ya ibadet edin""Kim ki, Allahü Teâlâ'ya eş koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer ise ateştir. Zulmedenlerin de onları ateşten kurtaracak hiçbir yardımcıları yoktur" (el-Mâide, 5/72).
Kur'ân-ı Kerim'de veya sahih hadislerde bildirilen ve üzerinde ihtilâf bulunmayan İslâmi emir ve yasaklardan birisini inkâr etmek küfürdür. İçki, kumar, zina gibi yasakları helâl saymak bu niteliktedir. Ancak "büyük günah (kebîre)" denilen haramları işlemenin kişiyi dinden çıkarıp çıkarmayacağı İslâm'ın ilk asırlarında bilginler arasında tartışılan bir konudur. İbn Ömer'den (r.a) büyük günahların dokuz tane olduğu rivâyet edilmiştir. Bunlar şunlardır: Allah'a şirk koşmak, haksız yere bir insanı öldürmek, namuslu kadına zina iftirası yapmak, savaştan kaçmak, sihir yapmak, yetim malı yemek, müslüman olan ana-babaya itaatsizlik yapmak, haramda ısrar etmek. Ebû Hureyre buna faiz yemeyi, Hz. Ali ise şarap içmeyi eklemiştir. Bu arada; zararı yukarıda sayılanlar kadar veya daha büyük olan her günahı kebîre sayanlar olduğu gibi, Allah ve Rasûlü'nün karşılığında ceza koyduğu her yasağı büyük günah kabul edenler de olmuştur. Bu konuda ez-Zehebî (ö. 748/1437), özel bir eser kaleme alarak yetmiş tane büyük günahın açıklamasını yapmıştır (ez-Zehebî, Kitâbu'l-Kebâir, Beyrut, 1355/1933).
Hz. Ali'nin halîfeliği sırasında ortaya çıkan hâricî fırkası, amel'i imandan sayarak, büyük günah işleyenin dinden çıkacağını söylemiştir. Mu'tezile fırkası da amel'i imandan bir parça kabul etmiş, bu yüzden büyük günahın insanı mü'min olmaktan çıkaracağını, ancak hâricîlerden farklı olarak kâfir de yapmayacağını söylemiştir. Onlara göre, bu kimse "fâsık" adını alır, tevbe edinceye kadar imanla küfür arasında "menzile beyne'l menzileteyn" de kalır. Eğer tevbe ederek ölürse müslüman olarak, tevbe etmeden ölürse kâfir olarak ölmüş bulunur (Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, terc. Süleyman Uludağ, İstanbul 1980, s. 262 vd.).
Ehl-i sünnet bilginlerine göre ise, büyük günah işlemek, inkâr bulunmadığı sürece kişiyi dinden çıkarmaz. Onların bu konuda dayandığı deliller şunlardır: İman kalbin tasdikidir. Bu sıfat devam ettiği sürece, sırf şehveti, geçici arzu ve istek, kıskançlık ve tembellik gibi etkilerin altında işlenen büyük bir günah kalbteki tasdike aykırı olmaz. Ancak bu, "haramı helâl sayma ve haram ve helâlı hafife alma" inanç ve duyguları içinde yapılırsa küfür olur. Diğer yandan âyet ve hadisler, âsî ve günahkâr olanlara "mü'min" ismini vermektedir. Şu âyetler buna örnek verilebilir:
"Ey mü'minler, Allah'a nasûh tevbesiyle tevbe edin" (et-Tahrîm, 66/8). "Ey iman edenler, sizin üzerinize kısas farz kılındı" (el-Bakara, 2/178)."Eğer mü'minlerden iki grup birbirini öldürürlerse aralarını bulunuz" (el-Hucurât, 49/9). Bu âyetlerde sözü edilen eylemler büyük günah niteliğindedir. Buna rağmen bu fiili işleyenlere Cenab-ı Hakk "mü'min" sıfatıyla hitabetmiştir.
Ehl-i kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesinlikle bilinen kimselerin cenaze namazının kılınacağı ve bunlar için Allah'tan mağfiret dilenilebileceği Hz. Peygamber'den günümüze kadar, üzerinde görüş birliği bulunan bir konudur.
Kur'an-ı Kerim'de mü'minler büyük günaha karşı şöyle uyarılır: "Eğer nehyolunduğunuz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin diğer günahlarınızı mağfiret eder, örteriz. Ve sizi şerefli bir yere (cennete) sokarız" (en-Nisâ 4/31; ayrıca bk. eş-Şûrâ, 42/37; en-Necm, 53/32). Bu âyette, büyük günahların af kapsamı dışında tutulması, onlar hakkında bazı dünyevî cezaların bulunması ve buna ek olarak uhrevî günahı için özel tevbe ve istiğfarın gerekli olması yüzündendir. Küçük günahların çoğu ise, özel bir tevbe ve istiğfara gerek kalmaksızın, namaz, oruç, hac, zekât, insanlara yapılan iyilikler, hayır ve hasenât gibi salih amellerin bir sonucu olarak kendiliğinden affedilmesi mümkündür (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 229). Hatta hac ibadeti, bazı büyük günahların da affedilmesine vesile olur. Çünkü, eksiksiz hac yapanın annesinden doğduğu gündeki gibi geçmiş günahlarının affedileceğine dair hadis-i şerifler vardır (Buharî, Muhsar, 9, 10; Nesâî, Hacc, 4; İbn Mâce, Menâsik, 3; Dârimî, Menâsik, 7; Ahmed b. Hanbel, II, 229, 410, 483, 494).
Kısaca Allah'ın emir ve yasaklarını, bütün İslamî hükümlerini kabul ederek İslam'ı bir nizam olarak görmek iman gereğidir. Bunlardan bir kısmını red etmek veya İslâm'ın çağımızda uygulanmasının mümkün olmadığını ileri sürüp bir hükmünü bile olsa red eden kimseler kâfir olur.
Hamdi DÖNDÜREN
Kur'ân-ı Kerîm'de "küfür" terimi ve türevleri pek çok âyette geçer ve imansız kimselerin nitelikleri, karşı karşıya bulundukları tehlikeler açıklanır. Yahudilerin İslâm'a çağrıldığı bir âyette şöyle buyurulur: "Elinizdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğin Kur'ân'a iman edin. Onu ilk inkâr edenlerden olmayın. Âyetlerimi basit bir değere değişmeyin. Ve yalnız Ben'den korkun." (el-Bakara, 2/41). Allah'a ortak koşanların durumu da şöyle açıklanır: Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine fayda da, zarar da vermeyen şeye taparlar. Kâfir, Rabbine karşı olanların yardımcısıdır." (el-Furkân, 25/55).
Yahudi ve hristiyanların bozuk inançları yüzünden imansız durumuna düşmeleri hakkında şöyle buyurulur: "Şüphesiz ki: "Allah ancak Meryemoğlu İsa Mesih'tir", diyenler kâfir olmuşlardır. Ey Muhammed! Deki: "Allah, Meryemoğlu İsa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helâk etmek istese, O'na kim engel olabilir? Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti yalnız Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah her şeye kadirdir" (el-Mâide, 5/17) "Şüphesiz, Meryemoğlu Mesih (İsâ), Allah'ın kendisidir" diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki bizzat Mesih şöyle demiştir: "Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Çünkü kim Allah'a eş koşarsa, şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar" (el-Maide, 5/72). "Allah, şüphesiz üçün (üç Tanrının) biridir" diyenler kafir olmuştur. Halbuki bir tek ilâhtan başka hiç bir ilâh yoktur" (el-Mâide, 5/73).
Yahudi ve hristiyanların ilâh inancının, inkârcıları taklitten ibaret olduğu şöyle belirtilir: "Yahudiler; "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da: "Mesih (İsa) Allah'ı n oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkarcıların sözlerini taklit ediyorlar" (et- Tevbe, 9/ 30).
Yukarıdaki âyetlerde, Allâhu Teâlâ hakkında küfrü gerektiren başı bozuk akîde veya inkâr halleri belirlenmiştir. Buna göre; Allah'ı inkâr etmek, O'na şirk koşmak, Allah'ın oğlu olduğuna inanmak, O'nun sıfatlarından birini bilerek inkâr etmek, kişiyi küfre düşürür. Allah'a şirk küfrün en büyüğüdür. Çünkü Allah'ın eşi ve benzeri yoktur. İhlâs sûresinde Cenab-ı Allah: "De ki: O, Allah'tır, bir tektir. O Allah'tır. Herkes ve her şey O'na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamıştır, doğrulmamıştır. Hiçbir şey, O'nun dengi ve benzeri değildir" (el-ihlas, 112/1-4) şeklinde tanımlar. Şirk'in af kapsamı dışında bırakıldığı şöyle belirlenir: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a eş tutarsa, şüphesiz pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur" (en-Nisâ, 4/48). Diğer yandan şirki bırakarak tevbe ve istiğfar eden, akidesini sağlamlaştıran kimsenin ise affedilebileceğinden şüphe yoktur. Çünkü böyle bir kimse artık "müşrik" sıfatından kurtularak mü'min sayılır.
Allahü Teâlâ'yı yüceliğine uygun olmayan bir şekilde nitelemek, isim veya emirlerinden birisiyle alay etmek, hafife almak veya Allah'a noksanlık isnat etmek kişiyi dinin sınırları dışına çıkarır (el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310, II, 258).
Ebû Hanîfe'ye (ö. 150/767) göre, Allahü Teâlâ'nın sıfatları kadim (evveli bulunmayan) olup, sonradan olma ve yaratılmış (mahlûk) değildir. Bu yüzden O'nun sıfatlarının yaratılmış olduğunu söylemek veya bu konuda şüpheye düşmek kişiyi dinden çıkarır (Ali el-Kârî, Şerhu'l-Fıkhı'l- Ekber, Mısır 1323 h. s. 22). İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, Allah'ın ilmini inkâr eden kimse kâfir olur (İbn Teymiyye, Mecmau'l Fetâva, Riyad 1381-1386 h. XXIII, s. 349). Diğer yandan, Allah'ın rahmetinden ümit kesen ve azabından emin olduğuna inanan da küfre düşer. Cenab-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur. "Şüphesiz, kâfirlerden başkası, Allah'ın rahmetinden ümit kesmez" (Yûsuf, 12/87), "De ki: Ey kendileri aleyhinde sınırı aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları yarlığar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir" (ez-Zümer, 39/53). "Büyük zararı göze alanlar gürûhundan başkası, Allah'ın azabı geciktirmesinden emin olmaz" (el-A'raf, 7/99).
Bu şekilde akîde bozukluğu olan kimse, kelime-i tevhid veya kelime-i şehâdet getirmekle, İslâm'ın sınırları içine girmiş olur. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "İnsanlarla onlar, Lâ ilâhe illallâh (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri zaman, haklı durumlar dışında kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Artık onların işi Allah'a kalmış bulunur" (eş-şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII, 197, vd.; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 379).
Peygamberlik müessesesini kökten kabul etmemek veya herhangi bir peygamberin nübüvvetini inkâr da küfürdür. Bu yüzden diğer peygamberleri kabul etmekle birlikte Hz. İsa ve Hz. Muhammed'i Allah elçisi olarak kabul etmeyen yahudiler, yine Hz. Muhammed'in peygamberliğini tanımayan hristiyanlar küfre düşmüşlerdir (Alîel-Kârî, a.g.e, s. 50; el-Fetâvâ'l Hindiyye, II, 263; el-Gazzâlî, el İktisad, Mısır, t.y. s. 112).
Peygamberlik müessesesini inkâr edenler, yalnız "Allah'tan başka ilâh yoktur" kelime-i tevhîdini söylemekle İslâm'a girmiş olmazlar. "Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim" anlamındaki kelime-i şehadeti de ilâve etmeleri gerekir. Yahudi ve hristiyanlar gibi başka bir dine mensup olanların ise İslâm'a girebilmeleri için inanarak kelime-i şehadet getirme yanında önceki dini ile bir ilişkisinin kalmadığını da ifade etmesi gerekir. Bu gibi kimselerin; "Ben mü'minim ben müslümanım, inandım ve İslam'a girdim" gibi sözleri yeterli olmaz.
Çünkü bu sözleri kendi dinlerini sürdürürken de söylemiş olabilirler. Bu takdirde hem yahudi, hem müslüman veya hem hristiyan hem de müslüman tipi ortaya çıkar ki, bu durum İslâm'ın özü ile bağdaşır nitelikte değildir, (el-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk, 1404/1984, VI, 427).
Bir peygambere ilâhlık isnat etmek de küfürdür. Nitekim hristiyanlar Hz. İsa'nın Allah olduğunu söyledikleri için kâfir sayılmışlardır (bk. el-Mâide 5/17, 72).
Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını, bir sûre, bir âyetini veya bir hükmünü, bir emir ve yasağını inkâr etmek küfürdür. Yine Kur'an'dan oluşu konusunda icmâ (ittifak) bulunan bir kelimeyi veya tevâtür yoluyla sâbit olan bir okuyuş tarzını inkâr etmek, Kur'ân'a bir şey ilâve etmek küfürdür. Kur'ân'ı Kerim'in kendisi, -bir sûresi veya bir âyeti ile alay etmek, onu küçümsemek ve hafife almak da, kişiyi dinin sınırları dışına çıkaran hallerdendir (Ali el-Kârî, a.g.e s. 151; el-Fetâvâ'l Hindiyye, II, 266; A.Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, İstanbul 1982, s. 114-115).
İslâm'da iman konuları bir bütündür. İnanılması gereken esaslardan herhangi birisini inkâr etmek bütünü inkâr anlamına gelir. Allah'la, Rasûlünün arasını ayırmak, Kur'ân'ın bir bölümüne iman edip bir bölümünü inkâr ederek (el-Bakara, 2/85) müslümanlığını sürdürmek mümkün olmaz. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Allâh'ı ve peygamberini inkâr ederek kâfir olan, biz bir kısmına inanırız bir kısmına inanmayız diyerek Allah ve Rasûlü'nün arasını ayırmaya kalkışan ve böylece imanla küfür arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler, gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır" (en-Nisâ, 4/155 151). Allahü Teâlâ bu âyetlerle, kendisini ve peygamberlerini inkâr eden yahudi ve hristiyanları tehdit etmektedir. Çünkü onlar Allah'la elçilerinin iman konusunda arasını ayırmaktadırlar. Bazı peygamberlere inanırken, bazılarını da tanımamaktadırlar. Bu, sırf atalarını bu inanç üzere bulmaktan ve duygusal düşüncelerden kaynaklanan, delilsiz, hevâ ve hevese dayalı kanaatlerden ibarettir. Bunun sonucu olarak yahudiler Hz. İsa ve Hz. Muhammed'e iman etmediler. Hristiyanlar da kendilerinden sonra gelen Hz. Muhammed'i kabul etmediler. Halbuki peygamberlik müessesesine iman, Allah'ın yeryüzüne gönderdiği bütün peygamberlere imanı gerektirir. (İbn Kesir, Tefsir, İstanbul 1985, II, 396-397). İslâm'ın çıkışı sırasında Hicaz'da yaşayan yahudiler, Hz. Muhammed'in büyük bir peygamber olarak gönderilişini kıskandılar, bu yüzden ona karşı çıkarak, yalanladılar, hatta Medîne döneminde onunla savaş yaptılar. Ancak yenildiler ve daha sonra Hicaz bölgesinden sürgün edilerek uzaklaştırıldılar. Onların daha önceki peygamberlere olan eziyet, zulüm hatta öldürme hareketleri Kur'an-ı Kerim'de şöyle anılır:
"Hani siz; "Ey Musa, biz yalnız bir çeşit yemeğe sabredemeyiz, bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden, bakla, salatalık, mercimek soğan çıkarsın" demiştiniz. Dedi ki: "Size daha hayırlı olanı, böyle daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise Mısır'a çekip gidin, istediğiniz şeyler orada bulunur". Onlara zillet ve meskenet vuruldu, Allah'tan gelen bir gazaba uğratıldılar. Bu durum, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere (Zekeriya, Yahyâ ve Şuayb'ı ve diğer) peygamberleri öldürmelerinden dolayı başlarına geldi. Bu, onların isyan etmelerinden ve taşkınlıklarından dolayı idi" (el- Bakara, 2/61).
İslâm ümmeti Cenab-ı Hakk'ın yeryüzüne gönderdiği, Kur'an'da ismi zikredilen veya edilmeyen tüm peygamberlere inanır. Bu yüzden, önceki semavî dinlerin peygamberleri olan Hz. Davud, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi peygamberlere ve onlara verilen ilâhî kitapların bozulmamış asıllarının vahiy ürünü olduğuna inanmak mü'min sayılmanın gereğidir. Bunlardan birisini meselâ Hz. İsa'nın peygamberliğini veya ona inen İncil'i inkâr eden bir müslüman, dinin sınırları dışına çıkar. Durum böyle olunca İslâm inancı evrensel niteliklere sahiptir. Kökende yahudi ve hristiyanlığın bozulmamış orjinal şekillerini de kapsamına almaktadır. Zaten Kur'an-ı Kerim pekçok âyetlerde İncil ve Tevrat'ta sonradan yapılan değişiklikleri ve bu dinlere sokulan hurafe ve inanç bozukluklarını haber vermektedir. Buna aşağıdaki âyeti örnek verebiliriz: "Şüphesiz; "Meryem oğlu mesih (İsa) gerçekten Allah'ın kendisidir" diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih (İsa) şöyle demişti: "Ey İsrail oğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü Teâlâ'ya ibadet edin""Kim ki, Allahü Teâlâ'ya eş koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer ise ateştir. Zulmedenlerin de onları ateşten kurtaracak hiçbir yardımcıları yoktur" (el-Mâide, 5/72).
Kur'ân-ı Kerim'de veya sahih hadislerde bildirilen ve üzerinde ihtilâf bulunmayan İslâmi emir ve yasaklardan birisini inkâr etmek küfürdür. İçki, kumar, zina gibi yasakları helâl saymak bu niteliktedir. Ancak "büyük günah (kebîre)" denilen haramları işlemenin kişiyi dinden çıkarıp çıkarmayacağı İslâm'ın ilk asırlarında bilginler arasında tartışılan bir konudur. İbn Ömer'den (r.a) büyük günahların dokuz tane olduğu rivâyet edilmiştir. Bunlar şunlardır: Allah'a şirk koşmak, haksız yere bir insanı öldürmek, namuslu kadına zina iftirası yapmak, savaştan kaçmak, sihir yapmak, yetim malı yemek, müslüman olan ana-babaya itaatsizlik yapmak, haramda ısrar etmek. Ebû Hureyre buna faiz yemeyi, Hz. Ali ise şarap içmeyi eklemiştir. Bu arada; zararı yukarıda sayılanlar kadar veya daha büyük olan her günahı kebîre sayanlar olduğu gibi, Allah ve Rasûlü'nün karşılığında ceza koyduğu her yasağı büyük günah kabul edenler de olmuştur. Bu konuda ez-Zehebî (ö. 748/1437), özel bir eser kaleme alarak yetmiş tane büyük günahın açıklamasını yapmıştır (ez-Zehebî, Kitâbu'l-Kebâir, Beyrut, 1355/1933).
Hz. Ali'nin halîfeliği sırasında ortaya çıkan hâricî fırkası, amel'i imandan sayarak, büyük günah işleyenin dinden çıkacağını söylemiştir. Mu'tezile fırkası da amel'i imandan bir parça kabul etmiş, bu yüzden büyük günahın insanı mü'min olmaktan çıkaracağını, ancak hâricîlerden farklı olarak kâfir de yapmayacağını söylemiştir. Onlara göre, bu kimse "fâsık" adını alır, tevbe edinceye kadar imanla küfür arasında "menzile beyne'l menzileteyn" de kalır. Eğer tevbe ederek ölürse müslüman olarak, tevbe etmeden ölürse kâfir olarak ölmüş bulunur (Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, terc. Süleyman Uludağ, İstanbul 1980, s. 262 vd.).
Ehl-i sünnet bilginlerine göre ise, büyük günah işlemek, inkâr bulunmadığı sürece kişiyi dinden çıkarmaz. Onların bu konuda dayandığı deliller şunlardır: İman kalbin tasdikidir. Bu sıfat devam ettiği sürece, sırf şehveti, geçici arzu ve istek, kıskançlık ve tembellik gibi etkilerin altında işlenen büyük bir günah kalbteki tasdike aykırı olmaz. Ancak bu, "haramı helâl sayma ve haram ve helâlı hafife alma" inanç ve duyguları içinde yapılırsa küfür olur. Diğer yandan âyet ve hadisler, âsî ve günahkâr olanlara "mü'min" ismini vermektedir. Şu âyetler buna örnek verilebilir:
"Ey mü'minler, Allah'a nasûh tevbesiyle tevbe edin" (et-Tahrîm, 66/8). "Ey iman edenler, sizin üzerinize kısas farz kılındı" (el-Bakara, 2/178)."Eğer mü'minlerden iki grup birbirini öldürürlerse aralarını bulunuz" (el-Hucurât, 49/9). Bu âyetlerde sözü edilen eylemler büyük günah niteliğindedir. Buna rağmen bu fiili işleyenlere Cenab-ı Hakk "mü'min" sıfatıyla hitabetmiştir.
Ehl-i kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesinlikle bilinen kimselerin cenaze namazının kılınacağı ve bunlar için Allah'tan mağfiret dilenilebileceği Hz. Peygamber'den günümüze kadar, üzerinde görüş birliği bulunan bir konudur.
Kur'an-ı Kerim'de mü'minler büyük günaha karşı şöyle uyarılır: "Eğer nehyolunduğunuz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin diğer günahlarınızı mağfiret eder, örteriz. Ve sizi şerefli bir yere (cennete) sokarız" (en-Nisâ 4/31; ayrıca bk. eş-Şûrâ, 42/37; en-Necm, 53/32). Bu âyette, büyük günahların af kapsamı dışında tutulması, onlar hakkında bazı dünyevî cezaların bulunması ve buna ek olarak uhrevî günahı için özel tevbe ve istiğfarın gerekli olması yüzündendir. Küçük günahların çoğu ise, özel bir tevbe ve istiğfara gerek kalmaksızın, namaz, oruç, hac, zekât, insanlara yapılan iyilikler, hayır ve hasenât gibi salih amellerin bir sonucu olarak kendiliğinden affedilmesi mümkündür (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 229). Hatta hac ibadeti, bazı büyük günahların da affedilmesine vesile olur. Çünkü, eksiksiz hac yapanın annesinden doğduğu gündeki gibi geçmiş günahlarının affedileceğine dair hadis-i şerifler vardır (Buharî, Muhsar, 9, 10; Nesâî, Hacc, 4; İbn Mâce, Menâsik, 3; Dârimî, Menâsik, 7; Ahmed b. Hanbel, II, 229, 410, 483, 494).
Kısaca Allah'ın emir ve yasaklarını, bütün İslamî hükümlerini kabul ederek İslam'ı bir nizam olarak görmek iman gereğidir. Bunlardan bir kısmını red etmek veya İslâm'ın çağımızda uygulanmasının mümkün olmadığını ileri sürüp bir hükmünü bile olsa red eden kimseler kâfir olur.
Hamdi DÖNDÜREN