Mikro âlemleri, makro âlemleri, nefislerimizi, Resûlullah'ın muhteşem inkılâplarını mütalaa edip sağlam bir Uluhiyet akidesine sahip olma, Ma'bud-u Mutlak'a hakkıyla inanma, yani, Ma'rifetullah dersine başlamadan evvel; dünden bugüne, eski-yeni bütün kafirlerin ve sapıkların sapkınlıkları ile küfre düşmelerini iktiza eden amiller üzerinde duracağım. Kur'ân-ı Mu'cizü-l Beyan'ın irşad ve iş'arına dayanarak, dört hususu izahtan sonra da Allah'a götüren yol ve amilleri arzetmeye çalışacağım.
CEHALET:
Allah'a karşı küfrün ve dalâletin sebeplerinden birincisi ve en büyüğü cehalettir. Eşyanın varoluşundaki niçin ve neden ile onun subûtunu kavrayamayıştır. Varlığın binlerce hesapla, planla ve tarfelerle tekamülünü, en mükemmel hâle gelişini ve keyfiyetlerine esas olan terkibi kavrayamayıştır. Feza araştırmaları yaparken bile Allah'a inanmayan insanın inançsızlığına amil cehildir, cehalettir. Hem de ilmin içindeki cehalettir.
Bugünün teknik muvaffakiyetlerini netice veren ilimlerin ve ilim adamlarının iddia ettikleri bir kısım hükümler; yarış pistine kulvar dışı girerek vardıkları kanaatlardır. Sebepler zincirinin bütün halkalarını dizip, adım adım son halkaya ilerleyerek, hepsinin niçinini ve nedenini araştırıp, neticede -haşa- "Allah yoktur" hükmüne varılmamıştır. Gerçek dışı bu iddia, meçhul bir perdenin önünde durup, ötesi hakkında sığ ve kısır bir kanaatı ibraz etmektir.
Allah'ı bilemeyen o cahiller, sığ ve sathî idrakleriyle diyalektik yaparak "Allah bizimle konuşsa ya... Allah varsa niye sadece Peygamberle konuşuyor? Bizimle de konuşsa ya..." derler. Dün Mekke sokaklarında gezen o cahillerin sözünü, bugünün mektepli cahilleri de ilim adına söylemekteler. "Allah, Peygamberle konuştuğu gibi bizimle de konuşsa ya..." Kur'ân-ı Kerim, kafirin cehaletini, kainattaki olup-bitenleri kavrayamayışını, "Bir âyet bir mucize gelse ya... Hani taşın, ağacın konuştuğunu görsek ya..."(1) demeleriyle ifade eder.
O cahiller, kâinattaki olup-bitenlerin şaşılacak yapısını kavrayamamaktadırlar. Taş ve ağaçların konuşmamasının, insanın konuşması kadar mucizevî olduğunu, onların da ayrı ayrı diller ve lisanlarla, yaratılışın sırlarını haykırdıklarını duyamamaktadırlar. Kendilerinden daha kocaman bir kelle, daha uzun bir dil, daha büyük bir beyin taşıyan hayvanların düşünemediklerini, konuşamadıklarını görüyorlar; buna rağmen, düşünmek gibi, konuşmak gibi nimetler ile mucizelerin kıymet ve ma'nâsını idrak edemiyor "Bize bir mucize gelse ya..." diyorlar.
Bütün cahiller, böyle birbirine benzer laflar ederler. Kur'ân-ı Kerim, Hazret-i Adem'in karşısındaki kafirin, Resûl-ü Ekrem'in karşısındaki kafirin ve bugün ilim adına cehaletini arzeden üniversiteli kafirin laflarının nasıl da birbirine benzediğini anlatır. Çünkü, hepsi de aynı kaynaktan besleniyorlar: Hâdiselerin nedenini ve niçinini idrak edemeyen basit, sığ ve kısır mantıklarının ürünü olan cehaletten...
Müslüman, inandığı şeyin nedenini, niçinini, nasılını, aslını, faslını, herşeyini bilmelidir. Mü'min, Allah'a hangi esaslara müsteniden inandığını bilmedikçe -bugün olmasa bile yarın- şeytanın oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Kendisi olmasa bile evladı veya torunları o kötü duruma düşmekten uzak kalamazlar. Bu hususu kavrayamayan yakın ecdadımızın, kendilerinden sonra gelen nesillerinin dinsiz olması en bariz misaldir.
Bilerek inanmadıkları, Allah'a îmanla dolup-taşan gönüllere sahip olmadıkları sathî ve basit îmanlarıyla evlatlarına tahkikî îmanı telkin edemedikleri için; çocuklarının îmanları cehaletin ve taklidin ifadesi oldu, tesirsiz kaldı. Böylesi bir îman üç-beş zaman yetse bile uzun zaman tatmin etmedi ve dinsiz, ateist nesiller meydana geldi.
Müslüman cahil değildir, olamaz da. Şeriat dilindeki cahil, kafir demektir. Onun için mü'min herşeyi bilecek; bilmeyi de bilgisizliği de bilecek...
KİBİR
Kibir büyüklenme, kendini yüksek görme olarak ifade edilebilecek bir duygudur. İnsan fıtratına: İslâm'ın izzetini, Kur'ân'ın şerefini, Din'in haysiyetini, ulvî görülen şeyleri, cematini, ırzını, namusunu ve benzeri kıymetlerini korumak için yerleştirilmiştir. Bu duygu su-i istimâl edilirse geri tepen silah gibi kişinin aleyhine işleyerek azgınlığa, sapkınlığa ve küfre düşmeye sebep olur. Allah'ın sıfatı olan "büyük olmak" tan ferde tecelli edecek şey; Allah'ın İslâm'ın Kur'ân'ın ve Resûlullah'ın izzetini, şerefini ve haysiyetini koruma uğruna başını eğmemek, küfür adına yapılan herşeye karşı tavır alarak yüksekten bakmak, büyüklenmek, başını dikmektir. Tefekkürsüzlük ve düşüncesizlik neticesinde su-i isti'mâl edilen bu duygu çok zaman mü'minlerin aleyhine işlemiş, onların şirazeden çıkmalarına sebebiyet vermiştir. Kur'ân-ı Kerim âyetler ve misallerle bunu da anlatır.
"Bizimle karşılaşmayı, karşımıza çıkmayı, hayatın hesabını bize vermeyi düşünmemiş ve bizim karşımıza çıkacağına inanmamış o insanlar derler ki; Bizim üzerimize Allah'ın emirlerini getirecek bir melek olsaydı ya..." (2) Niye Nûh'a oldu, Mûsa'ya oldu, Muhammed'e oldu. Allah bir melek gönderse ya "Göndereceği adamı niye Ebu Talib'in yeğeni olarak gönderiyor?" Yahut "Rabb'imizi açıkça görsek ya. Eğer varsa varlığını bize açıkça göstersin."
Dünün ve bugünün zavallı kafiri hep aynı iddiadadır. Kâinatta hepsi ayrı bir hesap ve plânla, peşi peşine cereyan eden hâdiselerin O'nu gösterdiğini bilmez.. Dünyanın bir yerinde helozanlar çizen hortumun bir başka yerdeki vakumlar meydana getiren akıntılarla alâkalı olduğunu bilmez. Bu harikulade şeylerin bir hesap ve plânla insanları ikaz edip onları uyarmak ve Hakk'ı göstermek için Dest-i Kudret'ten gelen İlâhî ikazlar olduğunu bilmez.
Yerdeki karınca kadar değeri olmayan, sinek kadar işe yaramayan, onbeş yaşına kadar hayrını-şerrini tefrik ve temyiz edemeyen, bir küçük mikroba boyun eğen, çok defa burnunun ucunu bile göremeyen, ızdıraplar ve sıkıntılara düçar kalıp elemlere düşen, mütemadiyen çırpınıp heyecan ve helecanlar geçiren bu insanlar; kendilerini pek büyük görür, böbürlenir, kibirlenirler de utanmadan "Rabb'imiz bize görünse ya" derler. Allah'a karşı büyük bir edepsizlik ifadesi olan bu sözler devam eder. Cenâb-ı Mûsa'nın ümmeti de "Vallahi, Ya Mûsa biz sana îman etmeyiz. Bize bahsettiğin Allah'ı açıktan açığa görmeyince" (3) der. Fezaya giden adam, Atmosfer etrafında bir-iki tur atıp yere inince "Gezip, dolaştığım yerde Allah namına birşey görmedim" der. Mektepteki çocuklara dinsizlik ve îmansızlık telkin ederken "Beni görüyor musunuz? Görüyorsunuz. Çünkü ben varım. Allah var mı? Yok. Çünkü O'nu görmüyorsunuz" derler. Kendini büyük görmenin, kibirlenmenin, böbürlenmenin ve edepsizliğin ifadesi olan bu laflar ne kadar da birbirine benziyor.
O kafirler bilmiyorlar, bilmediklerini de bilmiyorlar. Varlık âlemini şu şehadet âleminden, hâttâ sadece görebildiklerinden ibaret zannediyorlar. Basit bir diyelaktikle onlara desek ki: "Aklın var mı? Duyguların hissiyatın var mı? Çekme ve itme kanunları var mı? Bunları gösterebilir misin? Şu galaksileri, yıldızları ve atomları birbirine bağlayan şey nedir? Aşk, muhabbet, şefkat nedir? Nedir kadını erkeğe bağlayan, birbirine çeken şey? Bütün bunları gösterebilir misin? Göremediğin, bana da gösteremediğin hâlde varlıklarına inanıyorsun. Ama buna rağmen, 'Ben görmediğime inanmam' diyerek, Cenâb-ı Hakk’ı inkara yelteniyorsun. Hâlbuki sen kibrinin, gururunun, enaniyetinin, nefsaniyetinin altında eziliyorsun..."
Hazret-i Adem'in karşısında, Cenâb-ı Nuh'un karşısında, Resûl-ü Ekrem'in karşısında tarizde bulunan kafirler ile bugünün fen ve teknik namına hakikatleri tahrif edip küfrünü telkine yeltenen kafir bu sorular karşısında ne diyebilecektir?
İNHİRAF:
İnhiraf, bir duyu yanılmasıyla doğru yoldan sapma, şirazeden çıkma hâlidir. Suyun içindeki bir cismi kırılmış görme gibi bir kere yanlış görme, hükmü ona göre verme, sonra da o hüküm üzerine fikir bina etme...
Fir'avun, bütün devirlerde aynı inhiraf ve iddia ile ortaya çıkan benzerleri gibi şöyle diyordu. "Ya, Hâmân! Benim için yüksek bir kule yapta o kulenin başına çıkayım." İnhirafa, yanılmaya bakınız. Cenâb-ı Hakk'ı fezadaki büyük bir şey, atomlardan mürekkep bir cisim, uzayın karanlıklarında yüzen bir varlık kabul etmenin, böylesine büyük bir inhirafın ifadesi olarak diyor ki: "Yüksek bir kulenin batına çıkayım." (4) Böylece sebeplere-göklerden gelen sebeplere- ve Mûsa'nın İlâhına da muttali olayım. Yağmurun yağmasına, denizlerin buharlaşmasına, otların bitmesine, gökten gelen vahye ve ondaki esrara, bütün esbaba muttali olayım.
Bu ifadelerin içinde ince bir istihza ve Hazret-i Mûsa'ya alaycı bir red vardır. Yanlış görme, yoldan sapma, idrak ufkuna yaklaşamama vardır. Mabud-u Mutlak olan Hazret-i Allah'ı beşerî bir takım kayıtlar, maddî birtakım nisbetler içinde görme, o kanaatle bakma yanlışlığı vardır ki, Cenâb-ı Hakk'ı da öyle görmeye, öyle araştırmaya sevketmiştir.
Kur'ân devam ediyor. Onlar Hazret-i Mûsa'ya "Ya Mûsa, sana asla îman etmeyiz. Rabb'i açıktan açığa görmedikten sonra."(5) İşte duygularının yanılması ile inhirafa düşen o kafirler, bir kısım kayıtlar içinde mahluklar olan kendilerinin, o kayıtlardan müberra olan Mabud-u Mutlak'ı göremeyeceklerini bilemediler. Allah'ın görüle-meyeceğini, görülse idi Allah olmayacağını bilemediler. Gözlerin ve bakışların O'nu ihata edemeyeceğini, ama bütün görüşlerin ve basiretlerin O'nun kavrayışı, ilmi, iradesi, iktidarı ve ihtiyarı içinde olacağını bilemediler.
Ve Kur'ân, Efendimiz (sav)’e diyor ki, "Mûsa'nın kavmi Mûsa'dan Senin kavminin Sana sorduğundan, Sen'den istediğinden daha büyüğünü istediler. Bize Allah'ı açıktan açığa göster dediler." (6) Ve neticede bir saika, bir gürültü, gönüllerinde çakıp îmanlarını içlerinde parçalayan, îmandan mahrum eden bir saika, İlâhî bir sayha, semavî bir seda onları sarstı ve temelden yıktı. Bu onların zulümleri sebebiyle oldu.
ZULÜM:
Haddi tecavüz etme, kendini ve uzuvlarını ruh, akıl, kâlb ve bütün letaifini yaratılış gaye ve maksadının gayrında kullanma. Günaha bata-çıka îman ve İslâm'a kabiliyetini kaybedip, ümitsizliğe düşüp, şirazeden çıkma hâlidir. Kur'ân-ı Kerim yüzlerce ayetiyle bunu ifade eder (7).
CEHALET:
Allah'a karşı küfrün ve dalâletin sebeplerinden birincisi ve en büyüğü cehalettir. Eşyanın varoluşundaki niçin ve neden ile onun subûtunu kavrayamayıştır. Varlığın binlerce hesapla, planla ve tarfelerle tekamülünü, en mükemmel hâle gelişini ve keyfiyetlerine esas olan terkibi kavrayamayıştır. Feza araştırmaları yaparken bile Allah'a inanmayan insanın inançsızlığına amil cehildir, cehalettir. Hem de ilmin içindeki cehalettir.
Bugünün teknik muvaffakiyetlerini netice veren ilimlerin ve ilim adamlarının iddia ettikleri bir kısım hükümler; yarış pistine kulvar dışı girerek vardıkları kanaatlardır. Sebepler zincirinin bütün halkalarını dizip, adım adım son halkaya ilerleyerek, hepsinin niçinini ve nedenini araştırıp, neticede -haşa- "Allah yoktur" hükmüne varılmamıştır. Gerçek dışı bu iddia, meçhul bir perdenin önünde durup, ötesi hakkında sığ ve kısır bir kanaatı ibraz etmektir.
Allah'ı bilemeyen o cahiller, sığ ve sathî idrakleriyle diyalektik yaparak "Allah bizimle konuşsa ya... Allah varsa niye sadece Peygamberle konuşuyor? Bizimle de konuşsa ya..." derler. Dün Mekke sokaklarında gezen o cahillerin sözünü, bugünün mektepli cahilleri de ilim adına söylemekteler. "Allah, Peygamberle konuştuğu gibi bizimle de konuşsa ya..." Kur'ân-ı Kerim, kafirin cehaletini, kainattaki olup-bitenleri kavrayamayışını, "Bir âyet bir mucize gelse ya... Hani taşın, ağacın konuştuğunu görsek ya..."(1) demeleriyle ifade eder.
O cahiller, kâinattaki olup-bitenlerin şaşılacak yapısını kavrayamamaktadırlar. Taş ve ağaçların konuşmamasının, insanın konuşması kadar mucizevî olduğunu, onların da ayrı ayrı diller ve lisanlarla, yaratılışın sırlarını haykırdıklarını duyamamaktadırlar. Kendilerinden daha kocaman bir kelle, daha uzun bir dil, daha büyük bir beyin taşıyan hayvanların düşünemediklerini, konuşamadıklarını görüyorlar; buna rağmen, düşünmek gibi, konuşmak gibi nimetler ile mucizelerin kıymet ve ma'nâsını idrak edemiyor "Bize bir mucize gelse ya..." diyorlar.
Bütün cahiller, böyle birbirine benzer laflar ederler. Kur'ân-ı Kerim, Hazret-i Adem'in karşısındaki kafirin, Resûl-ü Ekrem'in karşısındaki kafirin ve bugün ilim adına cehaletini arzeden üniversiteli kafirin laflarının nasıl da birbirine benzediğini anlatır. Çünkü, hepsi de aynı kaynaktan besleniyorlar: Hâdiselerin nedenini ve niçinini idrak edemeyen basit, sığ ve kısır mantıklarının ürünü olan cehaletten...
Müslüman, inandığı şeyin nedenini, niçinini, nasılını, aslını, faslını, herşeyini bilmelidir. Mü'min, Allah'a hangi esaslara müsteniden inandığını bilmedikçe -bugün olmasa bile yarın- şeytanın oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Kendisi olmasa bile evladı veya torunları o kötü duruma düşmekten uzak kalamazlar. Bu hususu kavrayamayan yakın ecdadımızın, kendilerinden sonra gelen nesillerinin dinsiz olması en bariz misaldir.
Bilerek inanmadıkları, Allah'a îmanla dolup-taşan gönüllere sahip olmadıkları sathî ve basit îmanlarıyla evlatlarına tahkikî îmanı telkin edemedikleri için; çocuklarının îmanları cehaletin ve taklidin ifadesi oldu, tesirsiz kaldı. Böylesi bir îman üç-beş zaman yetse bile uzun zaman tatmin etmedi ve dinsiz, ateist nesiller meydana geldi.
Müslüman cahil değildir, olamaz da. Şeriat dilindeki cahil, kafir demektir. Onun için mü'min herşeyi bilecek; bilmeyi de bilgisizliği de bilecek...
KİBİR
Kibir büyüklenme, kendini yüksek görme olarak ifade edilebilecek bir duygudur. İnsan fıtratına: İslâm'ın izzetini, Kur'ân'ın şerefini, Din'in haysiyetini, ulvî görülen şeyleri, cematini, ırzını, namusunu ve benzeri kıymetlerini korumak için yerleştirilmiştir. Bu duygu su-i istimâl edilirse geri tepen silah gibi kişinin aleyhine işleyerek azgınlığa, sapkınlığa ve küfre düşmeye sebep olur. Allah'ın sıfatı olan "büyük olmak" tan ferde tecelli edecek şey; Allah'ın İslâm'ın Kur'ân'ın ve Resûlullah'ın izzetini, şerefini ve haysiyetini koruma uğruna başını eğmemek, küfür adına yapılan herşeye karşı tavır alarak yüksekten bakmak, büyüklenmek, başını dikmektir. Tefekkürsüzlük ve düşüncesizlik neticesinde su-i isti'mâl edilen bu duygu çok zaman mü'minlerin aleyhine işlemiş, onların şirazeden çıkmalarına sebebiyet vermiştir. Kur'ân-ı Kerim âyetler ve misallerle bunu da anlatır.
"Bizimle karşılaşmayı, karşımıza çıkmayı, hayatın hesabını bize vermeyi düşünmemiş ve bizim karşımıza çıkacağına inanmamış o insanlar derler ki; Bizim üzerimize Allah'ın emirlerini getirecek bir melek olsaydı ya..." (2) Niye Nûh'a oldu, Mûsa'ya oldu, Muhammed'e oldu. Allah bir melek gönderse ya "Göndereceği adamı niye Ebu Talib'in yeğeni olarak gönderiyor?" Yahut "Rabb'imizi açıkça görsek ya. Eğer varsa varlığını bize açıkça göstersin."
Dünün ve bugünün zavallı kafiri hep aynı iddiadadır. Kâinatta hepsi ayrı bir hesap ve plânla, peşi peşine cereyan eden hâdiselerin O'nu gösterdiğini bilmez.. Dünyanın bir yerinde helozanlar çizen hortumun bir başka yerdeki vakumlar meydana getiren akıntılarla alâkalı olduğunu bilmez. Bu harikulade şeylerin bir hesap ve plânla insanları ikaz edip onları uyarmak ve Hakk'ı göstermek için Dest-i Kudret'ten gelen İlâhî ikazlar olduğunu bilmez.
Yerdeki karınca kadar değeri olmayan, sinek kadar işe yaramayan, onbeş yaşına kadar hayrını-şerrini tefrik ve temyiz edemeyen, bir küçük mikroba boyun eğen, çok defa burnunun ucunu bile göremeyen, ızdıraplar ve sıkıntılara düçar kalıp elemlere düşen, mütemadiyen çırpınıp heyecan ve helecanlar geçiren bu insanlar; kendilerini pek büyük görür, böbürlenir, kibirlenirler de utanmadan "Rabb'imiz bize görünse ya" derler. Allah'a karşı büyük bir edepsizlik ifadesi olan bu sözler devam eder. Cenâb-ı Mûsa'nın ümmeti de "Vallahi, Ya Mûsa biz sana îman etmeyiz. Bize bahsettiğin Allah'ı açıktan açığa görmeyince" (3) der. Fezaya giden adam, Atmosfer etrafında bir-iki tur atıp yere inince "Gezip, dolaştığım yerde Allah namına birşey görmedim" der. Mektepteki çocuklara dinsizlik ve îmansızlık telkin ederken "Beni görüyor musunuz? Görüyorsunuz. Çünkü ben varım. Allah var mı? Yok. Çünkü O'nu görmüyorsunuz" derler. Kendini büyük görmenin, kibirlenmenin, böbürlenmenin ve edepsizliğin ifadesi olan bu laflar ne kadar da birbirine benziyor.
O kafirler bilmiyorlar, bilmediklerini de bilmiyorlar. Varlık âlemini şu şehadet âleminden, hâttâ sadece görebildiklerinden ibaret zannediyorlar. Basit bir diyelaktikle onlara desek ki: "Aklın var mı? Duyguların hissiyatın var mı? Çekme ve itme kanunları var mı? Bunları gösterebilir misin? Şu galaksileri, yıldızları ve atomları birbirine bağlayan şey nedir? Aşk, muhabbet, şefkat nedir? Nedir kadını erkeğe bağlayan, birbirine çeken şey? Bütün bunları gösterebilir misin? Göremediğin, bana da gösteremediğin hâlde varlıklarına inanıyorsun. Ama buna rağmen, 'Ben görmediğime inanmam' diyerek, Cenâb-ı Hakk’ı inkara yelteniyorsun. Hâlbuki sen kibrinin, gururunun, enaniyetinin, nefsaniyetinin altında eziliyorsun..."
Hazret-i Adem'in karşısında, Cenâb-ı Nuh'un karşısında, Resûl-ü Ekrem'in karşısında tarizde bulunan kafirler ile bugünün fen ve teknik namına hakikatleri tahrif edip küfrünü telkine yeltenen kafir bu sorular karşısında ne diyebilecektir?
İNHİRAF:
İnhiraf, bir duyu yanılmasıyla doğru yoldan sapma, şirazeden çıkma hâlidir. Suyun içindeki bir cismi kırılmış görme gibi bir kere yanlış görme, hükmü ona göre verme, sonra da o hüküm üzerine fikir bina etme...
Fir'avun, bütün devirlerde aynı inhiraf ve iddia ile ortaya çıkan benzerleri gibi şöyle diyordu. "Ya, Hâmân! Benim için yüksek bir kule yapta o kulenin başına çıkayım." İnhirafa, yanılmaya bakınız. Cenâb-ı Hakk'ı fezadaki büyük bir şey, atomlardan mürekkep bir cisim, uzayın karanlıklarında yüzen bir varlık kabul etmenin, böylesine büyük bir inhirafın ifadesi olarak diyor ki: "Yüksek bir kulenin batına çıkayım." (4) Böylece sebeplere-göklerden gelen sebeplere- ve Mûsa'nın İlâhına da muttali olayım. Yağmurun yağmasına, denizlerin buharlaşmasına, otların bitmesine, gökten gelen vahye ve ondaki esrara, bütün esbaba muttali olayım.
Bu ifadelerin içinde ince bir istihza ve Hazret-i Mûsa'ya alaycı bir red vardır. Yanlış görme, yoldan sapma, idrak ufkuna yaklaşamama vardır. Mabud-u Mutlak olan Hazret-i Allah'ı beşerî bir takım kayıtlar, maddî birtakım nisbetler içinde görme, o kanaatle bakma yanlışlığı vardır ki, Cenâb-ı Hakk'ı da öyle görmeye, öyle araştırmaya sevketmiştir.
Kur'ân devam ediyor. Onlar Hazret-i Mûsa'ya "Ya Mûsa, sana asla îman etmeyiz. Rabb'i açıktan açığa görmedikten sonra."(5) İşte duygularının yanılması ile inhirafa düşen o kafirler, bir kısım kayıtlar içinde mahluklar olan kendilerinin, o kayıtlardan müberra olan Mabud-u Mutlak'ı göremeyeceklerini bilemediler. Allah'ın görüle-meyeceğini, görülse idi Allah olmayacağını bilemediler. Gözlerin ve bakışların O'nu ihata edemeyeceğini, ama bütün görüşlerin ve basiretlerin O'nun kavrayışı, ilmi, iradesi, iktidarı ve ihtiyarı içinde olacağını bilemediler.
Ve Kur'ân, Efendimiz (sav)’e diyor ki, "Mûsa'nın kavmi Mûsa'dan Senin kavminin Sana sorduğundan, Sen'den istediğinden daha büyüğünü istediler. Bize Allah'ı açıktan açığa göster dediler." (6) Ve neticede bir saika, bir gürültü, gönüllerinde çakıp îmanlarını içlerinde parçalayan, îmandan mahrum eden bir saika, İlâhî bir sayha, semavî bir seda onları sarstı ve temelden yıktı. Bu onların zulümleri sebebiyle oldu.
ZULÜM:
Haddi tecavüz etme, kendini ve uzuvlarını ruh, akıl, kâlb ve bütün letaifini yaratılış gaye ve maksadının gayrında kullanma. Günaha bata-çıka îman ve İslâm'a kabiliyetini kaybedip, ümitsizliğe düşüp, şirazeden çıkma hâlidir. Kur'ân-ı Kerim yüzlerce ayetiyle bunu ifade eder (7).