Kur’ân’da, meşîet ve irade kökünden türemiş kelimeler geçer. Bunlar arasında anlam farkı vardır. İrade bir şeyi istemek, meşiet ise isteyip yapmaktır. Meşiet, Allah için kullanılırsa bir şeyi isteyip var etmesi anlamına gelir. (Ragıb el-İsfahânî, Müfredât) Başka bir ifade ile irade, bir şeyi yapma isteği ile başlayıp bir karar ile biten süreçtir. Kalbin fiilidir
İnsanın içinde gidip gelen, istek ve kararlarını oluşturan bir yetenek vardır. İrade, o yeteneği harekete geçirmektir. İstek ile başlar, bir karar veya kararsızlıkla biter. Bu sebeple irade ikiye ayrılır: Birincisi istek, ikincisi kararlılıktır.
Şu ayet, hem Allah’ın, hem insanların istek anlamındaki iradesini gösterir.
“Allah sizin tövbenizi kabul etmek ister, arzularının peşine takılanlar da büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler.” (Nisa, 4/27)
Allah’ın “istek” anlamındaki iradesi yerine gelmeyebilir. Ama “karar” anlamındaki iradesi kesin olarak yerine gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Senin rabbin irade ettiği şeyi yapar.” (Hûd, 11/107)
Bu ayetteki iradenin Allah’ın kararı anlamında olduğunu, şu ayet de gösterir: “Allah bir işe karar verdi mi, ona sadece “ol!” der, o da oluşur.” (Bakara, 2/117)
İnsanın kararlılığı anlamını taşıyan iradeye şu ayet örnektir: “Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Bu, emzirmeyi tamamlama kararında olanlar içindir.” (Bakara, 2/233)
İnsan, verdiği kararı ancak Allah’ın desteği ile uygular. Mesela çocuğu emzirmek için Allah’ın vereceği imkânlara sahip olmak gerekir. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bir şeye karar verdin mi Allah’a dayan. Allah kendine dayananları sever.” (Al-i İmran, 3/159)
Dolayısıyla irade ayrı, irade edilen şey ayrıdır. (www.suleymaniyevakfi.org/.../kuranda-irade-sey-ve-fitrat.html) Bu sebeple hadiste: “Bir şey, Allah’ın meşieti varsa olur, yoksa olmaz” (Ebû Davûd, “Edeb”, 110) buyrulmuştur. İrade, sadece, isteme anlamında olduğu için gerçekleşmeyebilir.
Allah’ın iradesi “kün/ol” emri ile gerçekleşir. Bu, iradenin meşiete dönüşmesidir. Bir ayet şöyledir: “Bir şeyi irade ettiği zaman onun yaptığı “ol” demekten ibarettir; hemen oluverir.” (Yasin, 36/82) Bu sebeple Allah’ın iradesi “tekvînî” ve “teşriî” irade olmak üzere ikiye ayrılır. Tekvînî irade “ol” emri ile ortaya çıkar. Her şey bu şekilde yaratılır. Teşriî iradede “ol” emri yoktur. Allah insanların Müslüman olmasını ister ama kimseyi buna zorlamaz. Yani bu konuda iradesi vardır ama meşieti yani “isteyip yapması” yoktur. Yoksa herkes, zorunlu olarak Müslüman olurdu. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İman edenler; “Allah’ın meşieti olsa da bütün insanları yola getirse” diye hâlâ ümit mi besliyorlar?” (Ra’d, 13/31)
Kişinin yola gelme iradesi meşiete dönüşünce Allah onu kabul eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın meşieti olsaydı sizi bir tek ümmet yapardı. Ama o, sapma meşietinde olanı/sapmak isteyeni sapıklıkta bırakır, yola gelme meşietinde olanı da/yola gelmek isteyeni de yola getirir. Yapmış olduğunuz şeyler size elbette sorulacaktır.” (Nahl, 16/93)
Sonuç olarak Allah’ın meşieti/dileyip yapması olmadan hiçbir şey olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Hiç bir şey için “ben bunu yarın yaparım” deme; Allahın meşieti olursa yaparım de.” (Kehf, 18/23-24)
Zamanla meşiet ve irade kavramları arasındaki fark kaybolmuştur. Mesela Ehl-i sünnet’in iki büyük kolu olan Maturidî ve Eş’ârî mezhepleri, görüşlerini bu farkın kaybolduğu bir temel üzerine kurmuşlardır. Nuruddin es-Sabûnî bu konuda şöyle der: “Ehl-i Sünnet’e göre meşiet ile irade arasında fark yoktur.”(Nuruddin es-Sabûnî , el-Bidâye fî usûl’id-dîn, Ankara 1995, s. 72)
Bu anlayış insanları kaderciliğe sürüklemiş ve birçok ayetin yanlış yorumlanmasına yol açmıştır. Kur’an’da geçen (men yeşâ) ifadelerinin bundan gördüğü zarar oldukça fazladır. “Yeşâ”nın faili “o” zamiridir. Zamirin, men’i gösterdiği kabul edilirse anlam “isteyen kişiyi” olur. Allah lafzını gösterdiği kabul edilse “Allah’ın istediği kişiyi” şeklinde olur. Bunlardan hangisinin fail olacağı, karinelere göre belirlenir. Sonradan ortaya çıkan gelişmelerin etkisiyle tefsir ve meallerin çoğu, karinelere bakmadan faili, Allah olarak kabul etmiş ve birçok ayetin eksik veya yanlış anlaşılmasına yol açmıştır. Hâlbuki bazı ayetlerde fail yalnızca (men), bazılarında yalnızca Allah lafzı, bazılarında da her ikisidir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir. Güçlü olan O, doğru karar veren O’dur.” (İbrahim, 14/4)
Tefsir ve meallerin çoğunda ayete şu şekilde anlam verilmiştir: “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah, dilediğini saptırır, dilediğini de yola getirir. Güçlü olan O, doğru karar veren O’dur.”
Ayete bu şekilde anlam verenler şunları düşünmeliydiler: Allah dilediğini yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden elçi gönderir? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş “doğru karar veren” Allah’a yakıştırılır mı? İçinde ciddi çelişkiler olan ifadeler, Allah’ın sözü olabilir mi?
Çelişkiler “yeşâ”nın faili olan “o” zamirinin Allah lafzını gösterir sayılmasından kaynaklanmıştır. Hâlbuki burada zamir, yalnız “men/kim”i gösterir. Uzağında olan Allah lafzını göstermesi için karine gerekir.Burada böyle bir karine yoktur. Üstelik konu ile ilgili ayetler, yola gelmeyi ve sapmayı kişinin fiili olarak göstermektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kim yola gelirse, kendi için gelmiş olur; kim yoldan çıkarsa, kendi aleyhine çıkmış olur. Kimse kimsenin yükünü yüklenmez. Bir elçi gönderinceye kadar da azap etmeyiz.” (İsrâ, 17/15)
“De ki, ey insanlar! Size Rabbinizden bu gerçek geldi. Artık kim yola gelirse kendi için gelmiş olur. Kim de yoldan çıkarsa kendi aleyhine çıkmış olur. Ben sizin vekiliniz değilim.” (Yunus, 10/108)
“De ki; bu gerçek sizin Rabbinizdendir; isteyen inansın, isteyen kâfir olsun…” (Kehf, 18/29)
“Kâfir olanlar derler ki: Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi? De ki: Allah dileyeni saptırır, kendisine yöneleni de yola getirir.” (Ra’d, 13/27)
“Allah Nuh'a ne buyurmuşsa onu, sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: Dini ayakta tutun ve o konuda ayrı düşmeyin. Senin çağırdığın şey müşriklere ağır geldi. Allah isteyen kimseyi kendi tarafına alır ve doğruya yöneleni de kendine yönlendirir.” (Şurâ, 42/13)
Elimizdeki mealler içinde Muhammed Esed’in yaptığı doğrudur. Onun meali şöyledir:
“Biz her elçiyi, mutlaka kendi halkının diliyle (vahyedilmiş bir mesajla) gönderdik ki, (hakkı) onlara açık (ve dolaysız) bir biçimde ulaştırabilsin; artık bundan sonra Allah (sapmayı) dileyeni sapıklık içinde bırakır, (doğru yolu tutmayı) dileyeni de doğru yola yöneltir, çünkü doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen en yüce iktidar sahibi O'dur.” (İbrahim 14/4) (Kur’an’daki Meşiet ve İrade Kavramları, www.tevhidnesli.de/21)
İrade sahibi olan Allah, bu sıfatından, kapasiteleri nispetinde insanlara da bahşetmiş ve insanlara inanç özgürlüğü, özgür irade ile seçim hakkı tanımıştır.
Herkes bilir ki, insanları baskıyla bir şeye inandırmak veya inandırmamak mümkün değildir. İnanç bir gönül işidir, kalp işidir. Bu sebeple insanların kalplerine nüfuz etmek, beyinleri kontrol etmek mümkün değildir. İnanç konusunda insanları zorlamak ise ikiyüzlü kimselerin oluşmasından başka bir işe yaramaz. Ayrıca cebr/zorlama, baskı, imtihan esprisine de aykırıdır. O nedenle Yüce Rabbimiz bu konuda insanları özgür bırakmıştır. (Hakkı Yılmaz, İşte Kur’an)
Şimdi bu sözlerimize Kur’an desteği aramak üzere Rabbimizin ayetlerine bir göz atalım:
“Dinde zorlama yoktur; rüşd ğayden (iman küfürden, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan) iyice ayrılmıştır. O halde kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/256)
“…Hoşlanmadığınız halde, zorla sizi buna mecbur mu ediyoruz?” (Hud, 11/28)
“Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.” (Kafirun, 109/6)
“Oysa Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı. Artık, inananlar olmaları için, insanları sen mi zorlayacaksın?” (Yunus, 10/99)
“O sizi yaratandır… Kiminiz kâfirdir, kiminiz mümin. Allah yaptıklarınızı görmektedir de.”(Teğabun, 64/2)
“De ki: “O hak Rabbimizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Çünkü biz zalimler için öyle bir ateş hazırladık ki, duvarları, çepeçevre onları içine alan. Eğer feryat edip yardım isteseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. O ne kötü bir içecektir ve dayanma yeri olarak ne kadar kötüdür!” (Kehf, 18/29)
“Doğrusu biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan edeceğiz bu nedenle onu işitici, görücü yaptık. Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan, 76/2-3)
“Allah dileseydi elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah, sapıklık dileyeni saptırır ve doğruluk dileyene de hidayet verir. Şüphesiz ki, bütün yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.”(Nahl, 16/93)
Son olarak deriz ki, insanoğlu yaptıklarından sorumludur. Hayrı da şerri de dileme serbestisi vardır. Bu dünyadan herkes nârını da, nurunu da kendisi götürür. Cehenneme gitme özgürlüğü de vardır.
RİBATDERGİSİ
İnsanın içinde gidip gelen, istek ve kararlarını oluşturan bir yetenek vardır. İrade, o yeteneği harekete geçirmektir. İstek ile başlar, bir karar veya kararsızlıkla biter. Bu sebeple irade ikiye ayrılır: Birincisi istek, ikincisi kararlılıktır.
Şu ayet, hem Allah’ın, hem insanların istek anlamındaki iradesini gösterir.
“Allah sizin tövbenizi kabul etmek ister, arzularının peşine takılanlar da büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler.” (Nisa, 4/27)
Allah’ın “istek” anlamındaki iradesi yerine gelmeyebilir. Ama “karar” anlamındaki iradesi kesin olarak yerine gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Senin rabbin irade ettiği şeyi yapar.” (Hûd, 11/107)
Bu ayetteki iradenin Allah’ın kararı anlamında olduğunu, şu ayet de gösterir: “Allah bir işe karar verdi mi, ona sadece “ol!” der, o da oluşur.” (Bakara, 2/117)
İnsanın kararlılığı anlamını taşıyan iradeye şu ayet örnektir: “Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Bu, emzirmeyi tamamlama kararında olanlar içindir.” (Bakara, 2/233)
İnsan, verdiği kararı ancak Allah’ın desteği ile uygular. Mesela çocuğu emzirmek için Allah’ın vereceği imkânlara sahip olmak gerekir. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bir şeye karar verdin mi Allah’a dayan. Allah kendine dayananları sever.” (Al-i İmran, 3/159)
Dolayısıyla irade ayrı, irade edilen şey ayrıdır. (www.suleymaniyevakfi.org/.../kuranda-irade-sey-ve-fitrat.html) Bu sebeple hadiste: “Bir şey, Allah’ın meşieti varsa olur, yoksa olmaz” (Ebû Davûd, “Edeb”, 110) buyrulmuştur. İrade, sadece, isteme anlamında olduğu için gerçekleşmeyebilir.
Allah’ın iradesi “kün/ol” emri ile gerçekleşir. Bu, iradenin meşiete dönüşmesidir. Bir ayet şöyledir: “Bir şeyi irade ettiği zaman onun yaptığı “ol” demekten ibarettir; hemen oluverir.” (Yasin, 36/82) Bu sebeple Allah’ın iradesi “tekvînî” ve “teşriî” irade olmak üzere ikiye ayrılır. Tekvînî irade “ol” emri ile ortaya çıkar. Her şey bu şekilde yaratılır. Teşriî iradede “ol” emri yoktur. Allah insanların Müslüman olmasını ister ama kimseyi buna zorlamaz. Yani bu konuda iradesi vardır ama meşieti yani “isteyip yapması” yoktur. Yoksa herkes, zorunlu olarak Müslüman olurdu. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İman edenler; “Allah’ın meşieti olsa da bütün insanları yola getirse” diye hâlâ ümit mi besliyorlar?” (Ra’d, 13/31)
Kişinin yola gelme iradesi meşiete dönüşünce Allah onu kabul eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın meşieti olsaydı sizi bir tek ümmet yapardı. Ama o, sapma meşietinde olanı/sapmak isteyeni sapıklıkta bırakır, yola gelme meşietinde olanı da/yola gelmek isteyeni de yola getirir. Yapmış olduğunuz şeyler size elbette sorulacaktır.” (Nahl, 16/93)
Sonuç olarak Allah’ın meşieti/dileyip yapması olmadan hiçbir şey olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Hiç bir şey için “ben bunu yarın yaparım” deme; Allahın meşieti olursa yaparım de.” (Kehf, 18/23-24)
Zamanla meşiet ve irade kavramları arasındaki fark kaybolmuştur. Mesela Ehl-i sünnet’in iki büyük kolu olan Maturidî ve Eş’ârî mezhepleri, görüşlerini bu farkın kaybolduğu bir temel üzerine kurmuşlardır. Nuruddin es-Sabûnî bu konuda şöyle der: “Ehl-i Sünnet’e göre meşiet ile irade arasında fark yoktur.”(Nuruddin es-Sabûnî , el-Bidâye fî usûl’id-dîn, Ankara 1995, s. 72)
Bu anlayış insanları kaderciliğe sürüklemiş ve birçok ayetin yanlış yorumlanmasına yol açmıştır. Kur’an’da geçen (men yeşâ) ifadelerinin bundan gördüğü zarar oldukça fazladır. “Yeşâ”nın faili “o” zamiridir. Zamirin, men’i gösterdiği kabul edilirse anlam “isteyen kişiyi” olur. Allah lafzını gösterdiği kabul edilse “Allah’ın istediği kişiyi” şeklinde olur. Bunlardan hangisinin fail olacağı, karinelere göre belirlenir. Sonradan ortaya çıkan gelişmelerin etkisiyle tefsir ve meallerin çoğu, karinelere bakmadan faili, Allah olarak kabul etmiş ve birçok ayetin eksik veya yanlış anlaşılmasına yol açmıştır. Hâlbuki bazı ayetlerde fail yalnızca (men), bazılarında yalnızca Allah lafzı, bazılarında da her ikisidir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir. Güçlü olan O, doğru karar veren O’dur.” (İbrahim, 14/4)
Tefsir ve meallerin çoğunda ayete şu şekilde anlam verilmiştir: “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah, dilediğini saptırır, dilediğini de yola getirir. Güçlü olan O, doğru karar veren O’dur.”
Ayete bu şekilde anlam verenler şunları düşünmeliydiler: Allah dilediğini yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden elçi gönderir? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş “doğru karar veren” Allah’a yakıştırılır mı? İçinde ciddi çelişkiler olan ifadeler, Allah’ın sözü olabilir mi?
Çelişkiler “yeşâ”nın faili olan “o” zamirinin Allah lafzını gösterir sayılmasından kaynaklanmıştır. Hâlbuki burada zamir, yalnız “men/kim”i gösterir. Uzağında olan Allah lafzını göstermesi için karine gerekir.Burada böyle bir karine yoktur. Üstelik konu ile ilgili ayetler, yola gelmeyi ve sapmayı kişinin fiili olarak göstermektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kim yola gelirse, kendi için gelmiş olur; kim yoldan çıkarsa, kendi aleyhine çıkmış olur. Kimse kimsenin yükünü yüklenmez. Bir elçi gönderinceye kadar da azap etmeyiz.” (İsrâ, 17/15)
“De ki, ey insanlar! Size Rabbinizden bu gerçek geldi. Artık kim yola gelirse kendi için gelmiş olur. Kim de yoldan çıkarsa kendi aleyhine çıkmış olur. Ben sizin vekiliniz değilim.” (Yunus, 10/108)
“De ki; bu gerçek sizin Rabbinizdendir; isteyen inansın, isteyen kâfir olsun…” (Kehf, 18/29)
“Kâfir olanlar derler ki: Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi? De ki: Allah dileyeni saptırır, kendisine yöneleni de yola getirir.” (Ra’d, 13/27)
“Allah Nuh'a ne buyurmuşsa onu, sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: Dini ayakta tutun ve o konuda ayrı düşmeyin. Senin çağırdığın şey müşriklere ağır geldi. Allah isteyen kimseyi kendi tarafına alır ve doğruya yöneleni de kendine yönlendirir.” (Şurâ, 42/13)
Elimizdeki mealler içinde Muhammed Esed’in yaptığı doğrudur. Onun meali şöyledir:
“Biz her elçiyi, mutlaka kendi halkının diliyle (vahyedilmiş bir mesajla) gönderdik ki, (hakkı) onlara açık (ve dolaysız) bir biçimde ulaştırabilsin; artık bundan sonra Allah (sapmayı) dileyeni sapıklık içinde bırakır, (doğru yolu tutmayı) dileyeni de doğru yola yöneltir, çünkü doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen en yüce iktidar sahibi O'dur.” (İbrahim 14/4) (Kur’an’daki Meşiet ve İrade Kavramları, www.tevhidnesli.de/21)
İrade sahibi olan Allah, bu sıfatından, kapasiteleri nispetinde insanlara da bahşetmiş ve insanlara inanç özgürlüğü, özgür irade ile seçim hakkı tanımıştır.
Herkes bilir ki, insanları baskıyla bir şeye inandırmak veya inandırmamak mümkün değildir. İnanç bir gönül işidir, kalp işidir. Bu sebeple insanların kalplerine nüfuz etmek, beyinleri kontrol etmek mümkün değildir. İnanç konusunda insanları zorlamak ise ikiyüzlü kimselerin oluşmasından başka bir işe yaramaz. Ayrıca cebr/zorlama, baskı, imtihan esprisine de aykırıdır. O nedenle Yüce Rabbimiz bu konuda insanları özgür bırakmıştır. (Hakkı Yılmaz, İşte Kur’an)
Şimdi bu sözlerimize Kur’an desteği aramak üzere Rabbimizin ayetlerine bir göz atalım:
“Dinde zorlama yoktur; rüşd ğayden (iman küfürden, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan) iyice ayrılmıştır. O halde kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/256)
“…Hoşlanmadığınız halde, zorla sizi buna mecbur mu ediyoruz?” (Hud, 11/28)
“Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.” (Kafirun, 109/6)
“Oysa Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı. Artık, inananlar olmaları için, insanları sen mi zorlayacaksın?” (Yunus, 10/99)
“O sizi yaratandır… Kiminiz kâfirdir, kiminiz mümin. Allah yaptıklarınızı görmektedir de.”(Teğabun, 64/2)
“De ki: “O hak Rabbimizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Çünkü biz zalimler için öyle bir ateş hazırladık ki, duvarları, çepeçevre onları içine alan. Eğer feryat edip yardım isteseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. O ne kötü bir içecektir ve dayanma yeri olarak ne kadar kötüdür!” (Kehf, 18/29)
“Doğrusu biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan edeceğiz bu nedenle onu işitici, görücü yaptık. Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan, 76/2-3)
“Allah dileseydi elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah, sapıklık dileyeni saptırır ve doğruluk dileyene de hidayet verir. Şüphesiz ki, bütün yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.”(Nahl, 16/93)
Son olarak deriz ki, insanoğlu yaptıklarından sorumludur. Hayrı da şerri de dileme serbestisi vardır. Bu dünyadan herkes nârını da, nurunu da kendisi götürür. Cehenneme gitme özgürlüğü de vardır.
RİBATDERGİSİ