Meylü’t-tahrîp
19 Temmuz 2011 Salı 06:00
Küçük çocukları, yani iki yaş civarında olan sevimli yavruları, oyuncaklarıyla oynarken gözlemlemeyi çok severim. Oyuncakları ile oynamaları, onları tutuş biçimleri ve sonra da saklamalarından sanki ileriki hayatlarına ilişkin anlamlar çıkarırım. Bu düzenli, şu düzensiz, bu da tasarruflu ve şu da savurgan diye gözlemlediğim çocuklar hakkında fikir yürütürüm. Uzun soluklu bir gözlemim olmadığı için ne kadar kanaatlerimde isabet ettiğimi kanıtlamış değilim. Ama yine de bu gözlemim benim için yabana atılacak türden değil.
Mesela; kedi yavrusunu okşayıp öpücük kondurmaya çalışan çocukla kedi yavrusunun orasını burasını çekiştirip tüylerini yolmaya çalışan çocuk arasında elbette çok fark var. Birincisinde acıma duygusunun estetiğini görürseniz, ikincisinde de acımasızlığın yani yıkıcılığın ipuçlarını. Sadistlik yatkınlığının daha yoğun olan ikincisinin terbiyesinde daha dikkatli olunması gerekmez mi?
Bu böyle olmasına böyle; ama bunun tam tersini, cesaretli yetişsin diye masum hayvan yavrularını rahatsız etmeyi, kovalamayı ya da bir nesneyi kırmayı öğreten kimi anne-babaların ya da terbiyecilerin tutumları da az şaşılası değil. Bu gibiler bilmeden çocukların yıkıcılık yönlerini uyandırmaya çalışmaktadırlar. Uysal çocuktan yaramaz ya da yaramaz çocuktan uysal bir çocuk yetiştirmek pekala insanın, yani terbiye edenin elindedir.
İnsan, iyiliğe de kötülüğe de yatkın düalist bir yaratık. İyilikte “alay-i illiyin”de mesafeler kat ederken, kötülükte de “esfel-i safilîn”in dipsiz kuyularında nefessiz ve yardımcısız kalabilir. Başka bir ifadeyle yükselişi muhteşemse düşüşü de acımasızdır insanın. Doğuştan getirdiği bu iki yatkınlığı, yetiştiği ortamda aldığı terbiye ile şekillenir, büyür ve dal budak salar. Araştırmalara göre insanda seksen dört bin yıkıcı, buna karşılık bir o kadar da yapıcı, iyi duygu vardır. Hangi duygular gündemde tutulursa, çalıştırılırsa o yönde kendini gösterir insanoğlu. Cemalin celale, rahmetin gazaba galebe çaldığı bir dünyada yaşayan insanın sadist duygularının, yıkıcı yanının emrine girmesi kadar kötü bir sonuçla karşılaşamaz. Bu haliyle insan çevresiyle çelişki içindedir. Oysa çevremizde her şey uyum içindedir; yardımlaşma ve dayanışma içindedir. Yok yere, bile bile karıncayı ezen, bir hayvanın rahatını bozan, durup dururken, kalbi hiç sızlamadan yeşile kıyanın yıkıcılık duygularının etkisi altında kaldığı açık.
Acıma duygumuz, en güçlü iletişim ve diyalog kurma değerimizdir. Canavarı bile bizimle dost yapan bu duyguyu yerli yerinde kullandığımızda, kâinatın her varlığıyla nice renkli dostluklar kurarız!
Acıma duygusunda zirvede olan imanın da zirvesindedir. Değil insanın, hatta değil hayvanın, bir bitki ve bir nesnenin hukukuna bile bilinçli saygı duyanlar ancak Allah’ın birlik ve varlığına, rahmetinin sonsuzluğuna inanan insanlar olabilir. Nerede bir yıkım, nerede bir acımasızlık, nerede bir düzensizlik varsa, orada kutsallık konusunda bir ihmalden rahatlıkla söz edebiliriz.
Bunları sıralamakla, bir vesileyle sözü Bediüzzaman’ın “meylü’t-tahrip” diye söz ettiği insanın yıkma eğilimi konusundaki duyarlılığına getirmek istiyorum. Acıma, Üstad Bediüzzaman’ın en belirgin vasfıdır. Onun ruhunda yıkıcılık istekleri sıfır noktadadır. Bu duyarlılığını yalnızca canlı varlıklara karşı değil, aynı zamanda nesnelere karşı da kullandığını müşahede etmekteyiz. Erek Dağında, yapılacak küçük bir kulübe için talebelerinin girişimlerini, karınca yuvası çıktı diye defalarca bir başka yerde tekrarlatması onun canlılara karşı olan engin acıma duygusunun ne denli köklü olduğunu fazlasıyla gösterir. Sineklere “kuşçuk” deyip dokunmaması, fareleri bile yedirip içirmesi, beslemesi de yıkıcılık duygusunun ona hiç uğramadığının en büyük göstergesidir.
Canlılar ne ise, nesnelere karşı yıkıcı duygunun kullanılmamasına hassasiyet göstermesi ise yıkıcılık faktörünün insan ruhunu ne denli rahatsız etmesinden kaynaklanmış olsa gerek. Yıkıcılık, kime ve neye karşı olursa olsun bir olumsuz tutumdur. Oysa insan ruhu ve kalbi her zaman olumludan, yapmadan haz alan bir yapıya sahip… Yıkıcılık meyli günahların da kaynağıdır aslında. Kötülük, yıkım isteği en az muhatap kadar sahibine zarar veren bir davranış biçimidir.
Bediüzzaman, yıkımın hiçbir çeşidine bulaşmamaya özen göstermekle birlikte talebelerini de bulaştırmamaya gayret etmiştir. İşte bir gün, kendisi kıra çıkarken, yaklaşan bayram nedeniyle evde genel bir temizliğin yapılmasını Zübeyir Gündüzalp ve diğer talebelerine tembih etmişti. Üstad temizliğe çok önem verirdi; çamaşırlarını da kirlenmeden çıkarıp yıkattırırdı. Temizlik sırasında kontak olmuş bir floresan lambayı da kırıp atmışlardı. Üstad döndüğünde temizliğin yapılıp yapılmadığını sormuştu. Olumlu cevap alıp Zübeyir Gündüzalp’i tebrik ettikten sonra floresanın akıbetini de sormuş. İşin nereye varacağını kestiren Zübeyir’in, çekinerek kırıp attığını söylemesi üzerine, Üstad, “Fesüphanellah bu insanoğlunda ne kadar da meylü’t-tahrip var“ demiş.
Acıma ve şefkatin zirvesinde olan Bediüzzaman’ın yumurtayı kırmadan yalnızca bir delik açarak kullandığı ve kabuğunu da kırıp atmadığı Zübeyir Gündüzalp’in müstesna ve ilginç hatıralarının arasındadır.
İnsanın yıkıcılık yanından, insanlığın ve dünyanın çekmediği kalmadı. Ama yıkıcılık meyli en çok da kendine zarar vermiştir. Yıkıcılığın zerresi bile bizim kimyamızı altüst eder. Büyük insanların hep şefkatten yana tavır takınmalarının anlamı budur. Bu yıkıcılık meylinin ortaya çıkmasıdır ki, insanı “zalim ve kopkoyu cahil” etmiştir. Onun bu yıkıcılığı hayvanınkine de benzemez. Kendi türüne toplu katliam uygulayan insandan başka yaratık yoktur. Canavarlaşan insan canavarlıkta hayvanları da geride bırakır.
19 Temmuz 2011 Salı 06:00
Küçük çocukları, yani iki yaş civarında olan sevimli yavruları, oyuncaklarıyla oynarken gözlemlemeyi çok severim. Oyuncakları ile oynamaları, onları tutuş biçimleri ve sonra da saklamalarından sanki ileriki hayatlarına ilişkin anlamlar çıkarırım. Bu düzenli, şu düzensiz, bu da tasarruflu ve şu da savurgan diye gözlemlediğim çocuklar hakkında fikir yürütürüm. Uzun soluklu bir gözlemim olmadığı için ne kadar kanaatlerimde isabet ettiğimi kanıtlamış değilim. Ama yine de bu gözlemim benim için yabana atılacak türden değil.
Mesela; kedi yavrusunu okşayıp öpücük kondurmaya çalışan çocukla kedi yavrusunun orasını burasını çekiştirip tüylerini yolmaya çalışan çocuk arasında elbette çok fark var. Birincisinde acıma duygusunun estetiğini görürseniz, ikincisinde de acımasızlığın yani yıkıcılığın ipuçlarını. Sadistlik yatkınlığının daha yoğun olan ikincisinin terbiyesinde daha dikkatli olunması gerekmez mi?
Bu böyle olmasına böyle; ama bunun tam tersini, cesaretli yetişsin diye masum hayvan yavrularını rahatsız etmeyi, kovalamayı ya da bir nesneyi kırmayı öğreten kimi anne-babaların ya da terbiyecilerin tutumları da az şaşılası değil. Bu gibiler bilmeden çocukların yıkıcılık yönlerini uyandırmaya çalışmaktadırlar. Uysal çocuktan yaramaz ya da yaramaz çocuktan uysal bir çocuk yetiştirmek pekala insanın, yani terbiye edenin elindedir.
İnsan, iyiliğe de kötülüğe de yatkın düalist bir yaratık. İyilikte “alay-i illiyin”de mesafeler kat ederken, kötülükte de “esfel-i safilîn”in dipsiz kuyularında nefessiz ve yardımcısız kalabilir. Başka bir ifadeyle yükselişi muhteşemse düşüşü de acımasızdır insanın. Doğuştan getirdiği bu iki yatkınlığı, yetiştiği ortamda aldığı terbiye ile şekillenir, büyür ve dal budak salar. Araştırmalara göre insanda seksen dört bin yıkıcı, buna karşılık bir o kadar da yapıcı, iyi duygu vardır. Hangi duygular gündemde tutulursa, çalıştırılırsa o yönde kendini gösterir insanoğlu. Cemalin celale, rahmetin gazaba galebe çaldığı bir dünyada yaşayan insanın sadist duygularının, yıkıcı yanının emrine girmesi kadar kötü bir sonuçla karşılaşamaz. Bu haliyle insan çevresiyle çelişki içindedir. Oysa çevremizde her şey uyum içindedir; yardımlaşma ve dayanışma içindedir. Yok yere, bile bile karıncayı ezen, bir hayvanın rahatını bozan, durup dururken, kalbi hiç sızlamadan yeşile kıyanın yıkıcılık duygularının etkisi altında kaldığı açık.
Acıma duygumuz, en güçlü iletişim ve diyalog kurma değerimizdir. Canavarı bile bizimle dost yapan bu duyguyu yerli yerinde kullandığımızda, kâinatın her varlığıyla nice renkli dostluklar kurarız!
Acıma duygusunda zirvede olan imanın da zirvesindedir. Değil insanın, hatta değil hayvanın, bir bitki ve bir nesnenin hukukuna bile bilinçli saygı duyanlar ancak Allah’ın birlik ve varlığına, rahmetinin sonsuzluğuna inanan insanlar olabilir. Nerede bir yıkım, nerede bir acımasızlık, nerede bir düzensizlik varsa, orada kutsallık konusunda bir ihmalden rahatlıkla söz edebiliriz.
Bunları sıralamakla, bir vesileyle sözü Bediüzzaman’ın “meylü’t-tahrip” diye söz ettiği insanın yıkma eğilimi konusundaki duyarlılığına getirmek istiyorum. Acıma, Üstad Bediüzzaman’ın en belirgin vasfıdır. Onun ruhunda yıkıcılık istekleri sıfır noktadadır. Bu duyarlılığını yalnızca canlı varlıklara karşı değil, aynı zamanda nesnelere karşı da kullandığını müşahede etmekteyiz. Erek Dağında, yapılacak küçük bir kulübe için talebelerinin girişimlerini, karınca yuvası çıktı diye defalarca bir başka yerde tekrarlatması onun canlılara karşı olan engin acıma duygusunun ne denli köklü olduğunu fazlasıyla gösterir. Sineklere “kuşçuk” deyip dokunmaması, fareleri bile yedirip içirmesi, beslemesi de yıkıcılık duygusunun ona hiç uğramadığının en büyük göstergesidir.
Canlılar ne ise, nesnelere karşı yıkıcı duygunun kullanılmamasına hassasiyet göstermesi ise yıkıcılık faktörünün insan ruhunu ne denli rahatsız etmesinden kaynaklanmış olsa gerek. Yıkıcılık, kime ve neye karşı olursa olsun bir olumsuz tutumdur. Oysa insan ruhu ve kalbi her zaman olumludan, yapmadan haz alan bir yapıya sahip… Yıkıcılık meyli günahların da kaynağıdır aslında. Kötülük, yıkım isteği en az muhatap kadar sahibine zarar veren bir davranış biçimidir.
Bediüzzaman, yıkımın hiçbir çeşidine bulaşmamaya özen göstermekle birlikte talebelerini de bulaştırmamaya gayret etmiştir. İşte bir gün, kendisi kıra çıkarken, yaklaşan bayram nedeniyle evde genel bir temizliğin yapılmasını Zübeyir Gündüzalp ve diğer talebelerine tembih etmişti. Üstad temizliğe çok önem verirdi; çamaşırlarını da kirlenmeden çıkarıp yıkattırırdı. Temizlik sırasında kontak olmuş bir floresan lambayı da kırıp atmışlardı. Üstad döndüğünde temizliğin yapılıp yapılmadığını sormuştu. Olumlu cevap alıp Zübeyir Gündüzalp’i tebrik ettikten sonra floresanın akıbetini de sormuş. İşin nereye varacağını kestiren Zübeyir’in, çekinerek kırıp attığını söylemesi üzerine, Üstad, “Fesüphanellah bu insanoğlunda ne kadar da meylü’t-tahrip var“ demiş.
Acıma ve şefkatin zirvesinde olan Bediüzzaman’ın yumurtayı kırmadan yalnızca bir delik açarak kullandığı ve kabuğunu da kırıp atmadığı Zübeyir Gündüzalp’in müstesna ve ilginç hatıralarının arasındadır.
İnsanın yıkıcılık yanından, insanlığın ve dünyanın çekmediği kalmadı. Ama yıkıcılık meyli en çok da kendine zarar vermiştir. Yıkıcılığın zerresi bile bizim kimyamızı altüst eder. Büyük insanların hep şefkatten yana tavır takınmalarının anlamı budur. Bu yıkıcılık meylinin ortaya çıkmasıdır ki, insanı “zalim ve kopkoyu cahil” etmiştir. Onun bu yıkıcılığı hayvanınkine de benzemez. Kendi türüne toplu katliam uygulayan insandan başka yaratık yoktur. Canavarlaşan insan canavarlıkta hayvanları da geride bırakır.