İnsanoğlu bir tezatlar dünyasında yaşamaktadır. Belki de bu tezatlar dünyanın kuruluş dengesini sağlamaktadır. İyiliğe karşı kötülük, güzelliğe karşı çirkinlik, doğruya karşı yanlışlık, ahlaka karşı ahlaksızlık, sağlığa karşı hastalık vs. bahsettiğimiz tezatlar zincirinin sadece birkaç halkasıdır. Dünyada sık sık karşılaştığımız tezatlardan biri de sevinç ve keder ikilemidir. İnsanoğlunu sevinç içinde bırakan bir çok neden sayabileceğimiz gibi, onu hüzne, ümitsizliğe ve kedere gark eden pek çok olaydan da bahsedebiliriz. İnsana dünyayı zindan eden acı ve ümitsizliklerin tek ilacı ise sabırdır. Gözyaşlarının bollaştığı, hastalıkların fazlalaştığı, felaketlerin çoğaldığı; acı ve ızdırapların peş peşe geldiği dünyamızda sabır insanlar için sığınılacak yegane limandır.
Hak yolunda yürümek, bu yürüyüş esnasında karşılaşılan sıkıntı ve meşakkatler hep sabrı gerektirir. Sıkıntıyla dolu dünya ile baş edebilmek için bize verilen sabır, Allah’ın kullarına bahşettiği en hayırlı nimetlerden birisidir. Bu hususu Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kimseye sabırdan daha bol ve daha hayırlı nimet verilmemiştir.” (Tecrid-i Sarih Terc., V, 258) sözüyle dile getirir.
İlme ve ibadetlere devam ederek, hastalık ve ölüm gibi tabiî afetleri olgunlukla karşılamak ve güzel amellerin meşakkatlerine tahammül etmek birer sabır çeşidi olarak görülebilir. Bela ve sıkıntılara sabretmek, aynı zamanda Allah’ın hükmünü kabul etmek ve ona gönülden teslim olmak demektir. Böyle durumlarda sabırsızlık, Allah’ın hükmüne karşı çıkma O’na şikâyet etme anlamına gelir. Bu da bir bakıma Allah’ın tasarrufunu beğenmemek ve O’nu tenkit etmek olur ki, böyle bir tavrın neticede Allah’a isyan hatta şirke dönüşme tehlikesi vardır. Başına gelen bir acı veya musibetten sonra, “Ben ne yaptım ki, Allah bana bu musibeti verdi?”, “Allah’ım bu belayı verecek benden başka kimse bulamadın mı?”, gibi sözler gerçek bir müminin dilinde yer bulmamalıdır.
İnsanın dünyaya imtihan için gönderildiğine inanıyoruz. Bu nedenle Allah çeşitli vesilelerle kullarını çeşitli imtihanlara tabi tutmaktadır. Nitekim bu husus Kur’an’da açıkça beyan edilmektedir:
“Andolsun ki biz, korku, açlık, mallardan, nefislerden ve ürünlerden bir miktar eksiltme ile sizi imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155) Burada insanın imtihanı ile sabır peş peşe ifade edilmekte, imtihanı ancak sabreden kulların kazanabileceği beyan edilmektedir. Ardından gelen ayet-i kerimede ise herhangi bir musibete düçar olanların nasıl davranmaları gerektiği de açıklanmaktadır: “O müminler, kendilerine bir bela geldiği zaman biz dünyada Allah’a teslim olmuş kullarız ve ahirette de ancak O’na dönücüyüz diyenlerdir. Onlar Rableri tarafından mağfiret edilmişlerdir ve rahmet onların üzerinedir, onlar doğru yola erenlerin ta kendileridir.” (Bakara, 156-157) Başka bir ayet-i kerimede başlarına gelen musibetlere karşı sabredenlerin mükafatlandırılacağı ve ecirlerinin hesapsız verileceği beyan edilmektedir. (Zümer, 10)
Başta peygamberler olmak üzere, hiçbir insan, hastalık ve sıkıntılardan uzak olmamışlardır. Hatta dünyevî sıkıntılarla en çok peygamberler karşı karşıya kalmışlardır. Mesela Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ömrünün neredeyse tamamı ızdırap ve sıkıntılarla geçmiştir. Peygamberlerin ümmetleri de dünyevî sıkıntılardan nasiplenmişlerdir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.) “Hiç bir Müslüman yoktur ki, kendisine hastalık isabet etmemiş olsun. Nasıl ki, hazan vakti ağacın yaprakları dökülürse, Allah o müminin hatalarını, günahlarını döker.” diyerek, hem hastalığın insan için tabiî bir durum olduğunu ifade etmekte, hem de bu durumun metanetle sabırla karşılanması hâlinde günahların affına vesile olacağını belirtmektedir. “Sabrın sonu selamettir.” diyen ecdadımız da bu hususa işaret etmektedir.
Sabır, sadece felaket ve musibetlere karşı dayanıklı olmak değildir. Sabır aynı zamanda şeytanın ve nefsin yönlendirme ve telkinlerine, Allah’a ibadeti terk etmeye yönelik tavsiyelerine karşı direnmek anlamına da gelir. Başka bir ifadeyle Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından da sakınma konusunda ısrarlı olmak da sabrın bir çeşidi sayılır.
Yukarıda zikretmeye çalıştığımız ayet ve hadislerde methedilen ve tavsiye edilen sabır, bir musibete katlanmak, tahammül etmek, başa gelene karşı endişelenmeden ve ümitsizliğe düşmeden sükunetle beklemektir. Yoksa Yapılan haksızlıklara sükut etmek, her kötülüğe seyirci kalmak, zillete boyun eğmek, batıla ve fenalığa teslim olmak sabır değil, mesuliyetten kaçmaktır, yaratılış gayesi hilafına yönelmektir. Sabır, geri çekilme ve pasif bir davranış değildir. Sabır, hareket alanının en kısıtlı olduğu zaman dahi bu sıkıntılardan kurtulma çareleri aramak, çözüm bulmaya çalışmaktır. Allah’ın insana teklif ettiği bütün ibadetler, karşılaştığı musibetler, dünyevî sıkıntıların hepsi bir imtihan gereğidir. Bu imtihanı geçmenin en güzel yolu ise sabırdır. Sabır, insanı türlü sıkıntılardan koruyan bir kalkandır. İnsan, hem sıkıntılardan kurtulmak hem de imtihanı başarmak istiyorsa sabır sığınağına sarılmalı ve bu konuda gayret göstermelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Bir kimse sabretmek isterse, Allah ona sabır ihsan eder.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 437) buyurarak sabredenlerin yardımcısının Allah olacağını söylemektedir. Öyleyse mümin samimiyetle ilk önce Allah’tan kendisine sabır ihsan etmesini isteyecek ve sabır silahıyla her türlü sıkıntıyla mücadele edecektir. Çünkü sabreden zafere ulaşır.
Doç. Dr. Adem Apak
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Hak yolunda yürümek, bu yürüyüş esnasında karşılaşılan sıkıntı ve meşakkatler hep sabrı gerektirir. Sıkıntıyla dolu dünya ile baş edebilmek için bize verilen sabır, Allah’ın kullarına bahşettiği en hayırlı nimetlerden birisidir. Bu hususu Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kimseye sabırdan daha bol ve daha hayırlı nimet verilmemiştir.” (Tecrid-i Sarih Terc., V, 258) sözüyle dile getirir.
İlme ve ibadetlere devam ederek, hastalık ve ölüm gibi tabiî afetleri olgunlukla karşılamak ve güzel amellerin meşakkatlerine tahammül etmek birer sabır çeşidi olarak görülebilir. Bela ve sıkıntılara sabretmek, aynı zamanda Allah’ın hükmünü kabul etmek ve ona gönülden teslim olmak demektir. Böyle durumlarda sabırsızlık, Allah’ın hükmüne karşı çıkma O’na şikâyet etme anlamına gelir. Bu da bir bakıma Allah’ın tasarrufunu beğenmemek ve O’nu tenkit etmek olur ki, böyle bir tavrın neticede Allah’a isyan hatta şirke dönüşme tehlikesi vardır. Başına gelen bir acı veya musibetten sonra, “Ben ne yaptım ki, Allah bana bu musibeti verdi?”, “Allah’ım bu belayı verecek benden başka kimse bulamadın mı?”, gibi sözler gerçek bir müminin dilinde yer bulmamalıdır.
İnsanın dünyaya imtihan için gönderildiğine inanıyoruz. Bu nedenle Allah çeşitli vesilelerle kullarını çeşitli imtihanlara tabi tutmaktadır. Nitekim bu husus Kur’an’da açıkça beyan edilmektedir:
“Andolsun ki biz, korku, açlık, mallardan, nefislerden ve ürünlerden bir miktar eksiltme ile sizi imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155) Burada insanın imtihanı ile sabır peş peşe ifade edilmekte, imtihanı ancak sabreden kulların kazanabileceği beyan edilmektedir. Ardından gelen ayet-i kerimede ise herhangi bir musibete düçar olanların nasıl davranmaları gerektiği de açıklanmaktadır: “O müminler, kendilerine bir bela geldiği zaman biz dünyada Allah’a teslim olmuş kullarız ve ahirette de ancak O’na dönücüyüz diyenlerdir. Onlar Rableri tarafından mağfiret edilmişlerdir ve rahmet onların üzerinedir, onlar doğru yola erenlerin ta kendileridir.” (Bakara, 156-157) Başka bir ayet-i kerimede başlarına gelen musibetlere karşı sabredenlerin mükafatlandırılacağı ve ecirlerinin hesapsız verileceği beyan edilmektedir. (Zümer, 10)
Başta peygamberler olmak üzere, hiçbir insan, hastalık ve sıkıntılardan uzak olmamışlardır. Hatta dünyevî sıkıntılarla en çok peygamberler karşı karşıya kalmışlardır. Mesela Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ömrünün neredeyse tamamı ızdırap ve sıkıntılarla geçmiştir. Peygamberlerin ümmetleri de dünyevî sıkıntılardan nasiplenmişlerdir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.) “Hiç bir Müslüman yoktur ki, kendisine hastalık isabet etmemiş olsun. Nasıl ki, hazan vakti ağacın yaprakları dökülürse, Allah o müminin hatalarını, günahlarını döker.” diyerek, hem hastalığın insan için tabiî bir durum olduğunu ifade etmekte, hem de bu durumun metanetle sabırla karşılanması hâlinde günahların affına vesile olacağını belirtmektedir. “Sabrın sonu selamettir.” diyen ecdadımız da bu hususa işaret etmektedir.
Sabır, sadece felaket ve musibetlere karşı dayanıklı olmak değildir. Sabır aynı zamanda şeytanın ve nefsin yönlendirme ve telkinlerine, Allah’a ibadeti terk etmeye yönelik tavsiyelerine karşı direnmek anlamına da gelir. Başka bir ifadeyle Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından da sakınma konusunda ısrarlı olmak da sabrın bir çeşidi sayılır.
Yukarıda zikretmeye çalıştığımız ayet ve hadislerde methedilen ve tavsiye edilen sabır, bir musibete katlanmak, tahammül etmek, başa gelene karşı endişelenmeden ve ümitsizliğe düşmeden sükunetle beklemektir. Yoksa Yapılan haksızlıklara sükut etmek, her kötülüğe seyirci kalmak, zillete boyun eğmek, batıla ve fenalığa teslim olmak sabır değil, mesuliyetten kaçmaktır, yaratılış gayesi hilafına yönelmektir. Sabır, geri çekilme ve pasif bir davranış değildir. Sabır, hareket alanının en kısıtlı olduğu zaman dahi bu sıkıntılardan kurtulma çareleri aramak, çözüm bulmaya çalışmaktır. Allah’ın insana teklif ettiği bütün ibadetler, karşılaştığı musibetler, dünyevî sıkıntıların hepsi bir imtihan gereğidir. Bu imtihanı geçmenin en güzel yolu ise sabırdır. Sabır, insanı türlü sıkıntılardan koruyan bir kalkandır. İnsan, hem sıkıntılardan kurtulmak hem de imtihanı başarmak istiyorsa sabır sığınağına sarılmalı ve bu konuda gayret göstermelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Bir kimse sabretmek isterse, Allah ona sabır ihsan eder.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 437) buyurarak sabredenlerin yardımcısının Allah olacağını söylemektedir. Öyleyse mümin samimiyetle ilk önce Allah’tan kendisine sabır ihsan etmesini isteyecek ve sabır silahıyla her türlü sıkıntıyla mücadele edecektir. Çünkü sabreden zafere ulaşır.
Doç. Dr. Adem Apak
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi