Nefsi Küçük Görmek, Allah’a Yakın Olmak, Allah’a Yaklaşmak
İbadetlerden yaralanmanın en birinci yolu, nefsi küçük görmektir.
Allah (c.c.), karşısında bir kul istemektedir. Kul, köle demektir. Şimdi kölelik kalktığı için insanlar kendilerini bir kölenin yerine koyamıyorlar. Onun için biraz kölenin durumundan söz etmek gerekir: Köle savaşta canı karşılığında esir edilen kişi demektir. Alınır, satılır. Hiçbir hakkı yoktur. Sahibi istediği gibi çalıştırır. Önüne istediği yemeği koyar. İstediği giysiyi ona giydirir. Köle mahkemeye başvuramaz. Şikâyet hakkı yoktur. Kısacası kölelik çok kötü bir durumdur. İnsanlık dışıdır. İşte Allah (c.c.) bizleri karşısında, hususiyle ibadetlerde, böyle istiyor. (Kuşkusuz İslam hukukunda kölelere bazı haklar verilmiştir. Avrupa’da köleler hayvanlardan da aşağı bir hayat yaşamışlardır. Ama bu, konumuz dışıdır.)
İnsan ya Allah’a (c.c.) kul olacak ya da nefsine. Başka bir alternatif yoktur. Çünkü ölümden sonra gidilecek yerler de ya cehennem ya da cennet olmaktadır. Başka bir yurt yoktur. Allah’a kul olanlar gerçek özgürlüğe kavuşurlar. Nefsine kul olanlar ise şeytanların oyuncağı olurlar. Çünkü şeytanlar insana nefsin gölgesinden yaklaşırlar. Böyle birisinin özgür olduğunu düşünmesi gayet saçmadır. Nefis ve şeytanlar insanı hayvandan daha aşağı bir hayata mahkûm ederler. Çeşitli maddi hırsların ve şehvetlerin esiri ve kölesi durumuna sokarlar. Onlar insanı sadece bu dünyada rezil etmezler, asıl rüsvalık ahrette gerçekleşir. Allah’a (c.c.) kul olan insanlar ise hem bu dünyada hem ahrette aziz olurlar. Tabii dünya imtihanı gereği bu dünyadaki şeref biraz bazı gözlerden saklanır, ama ahrette şeref yalnız inandıktan sonra güzel amel işleyip Allah’ın mağfiretini ve rızasını kazananların olacaktır.
İbadetlerinde Allah’a (c.c.) gerçek anlamıyla kul olanlar ancak zevk tadarlar. Aslında ibadet tek taraflı değildir. Allah da kulun kalbine ibadet sırasında ilhamda ve tecellilerde bulunur. İnsan kendisini küçülttükçe bunları yakından hisseder. Tam bir kul (köle) olduğunda ise çok büyük bir zevke gömülür. Ama ibadetleri nefsi ile yaptığında Allah (c.c.) ondan uzaklaşır. Şeytanlar verdikleri vesveseler ile o kişiyle oyun oynayarak onu ibadetlerden ruhen soğuturlar. Kişi ibadetlerden zevk duymadığı gibi o sırada kafasında çeşitli dünya işleri de yer alır.
Şahadet kelimesi (Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu (kulu) ve Rasuluhu (elçisi)) ile İslam dinine gireriz. Bu sözde hem Allah’ın tek ilah olduğunu belirtiriz hem peygamberimizin (s.a.s) Allah’ın elçisi ve kulu olduğunu tasdik ederiz. Dolayısıyla peygamberlikten sonra en yüce makam kulluktur. Peygamberimiz (s.a.s) hem elçi olarak seçilmiştir hem de kendisi insanlar içerisinde Allah’a kulluğu en güzel gösterendir. İşte ilgili sözle biz bunlara da tanıklık yapmış oluruz. Velilikte kulluk makamı yok olmaz. Ortadan kalkmaz. Kulluk makamı, aşk makamını da içerisine alır. Yani aşk makamı kulluk makamının dışında değil bünyesindedir. Veli Allah’a karşı aşk ateşini duyup yaşarken bir kul olarak hareket eder. Derecelerini yine kulluk makamı içerisinde artırır.
Nefsi küçük görmenin pek çok yolu vardır. Örneğin kendimizi bir hastanın yerine koyabiliriz. Çaresizlikle Allah’a (c.c.) bu yolla yaklaşabiliriz. Nefsi bir dilencinin yerine koyup da ona hiçbir şeyinin olmadığı, her şeyin elinden alınabileceği telkininde bulunabiliriz. Yine nefsimizi mezardaki toprak olarak görüp ona sonunda olacağın şey bu diyerek onun dizlerinin bağını çözebiliriz. Kısacası nefsi zelil, aciz, zayıf, muhtaç, fakir kılmak için her ne varsa onu hayal ederek nefsi küçük görebiliriz. İnsanlar ibadetlerinde dünya ile meşguliyeti bir yana bırakıp birkaç saniye de olsa kendilerini böyle bir hale sokarlarsa hemen ibadetlerin zevki onlara sunulur. Allah (c.c.) kulunun kendisini böyle kulluk makamına sokmasına hemen cevap verir. Tabii samimiyet damarını yakalamak gerekir. Yani gerçekten zeliliz, aciziz, zayıfız, muhtacız, fakiriz ama bu herkeste farklı faklı oluyor. Kişi kendi iç dünyasında bir özel hali bir şekilde yakalamalıdır. Yavaş yavaş geliştirmelidir. Herkeste bu hal farklı olduğu için standart bir hali tavsiye edemiyoruz. İşte böyle kendisini küçük görme damarını iç dünyasında keşfeden birisi ibadetlerinde bunu kullanarak Allah’a (c.c.) yaklaşırsa Allah da ona feyziyle ve nuruyla mukabelede bulunacaktır. Dolayısıyla o ibadet bir zevke dönüşecektir. Zevke dönüşen bir ibadet, kişiye mutlaka manevi haller tattırır ve manevi makamları da kazandırır.
Dolu şişeye bir şey konamaz. İnsan kendisini Allah karşısında zelil, zayıf, aciz, fakir, muhtaç bir kul olarak görmeyince Allah da ona ikramda bulunmaz. Ama kişi kendisini küçük görmeye başladığı anda Allahu Zülcelâl hemen o kulun kalbine yönelip ilahi feyzi ve nurları ile ikramda bulunacaktır. Yani boş olan kalbini ilahi muhabbetiyle dolduracaktır.
Sofilerin saatler süren zikirleri ve rabıtaları vardır. Bazıları merak edip sorarlar: ‘Siz bunlara nasıl dayanıyorsunuz?’ Biz beş dakikalık namazları vesvesesiz, dünya düşüncelerinden arınıp kılamıyoruz. Bir insan saatler süren zikre nasıl tahammül edebilir? İşin sırrı zikirden zevk almadadır. Zevk de havadan, nefisten gelmez. Allah’tan gelir. Zikreden kulun kalbine o zevki Allah (c.c.) verir. Allah da zevki kulları arasında ayrım yaparak, yani bazılarına torpil geçerek vermez. İlahi kanunlar karşısında kullar eşittirler. Zikirden zevk almanın ilahi kanunu (sünnetullahı), diğer ibadetlerle de aynıdır: Nefsini küçük görmek. Kişi nefsini küçük görmeye başladığında Allah o insana çeşitli manevi ikramlarda bulunur. Bu ikramlardan en önemlisi zikirdir. Kimse nefsi ile zikir çekemez. Nefsiyle zikir çekmeye başlarlarsa hemen uyutulurlar veya zikirde vesveseye düşerler. Çeşitli ruhsal sıkıntılar yaşarlar. Sonunda zikri bırakırlar. Ama nefislerini küçük görüp zikrin Allah’ın kendilerine sunduğu bir manevi ikram olduğu gerçeğiyle hareket edip zikre başlarlarsa zikir onların dünyada en çok zevk aldıkları bir ibadete dönüşür. Zikirle cezbe, nur, feyz gibi ilahi iltifatlara nail olurlar. Allah (c.c.) hepimize bu nimetleri nasip eylesin. Âmin.
Bir insan zikirden zevk alamıyorsa demek ki onun tasavvuf yolunda nasibi yoktur. Ama böyleleri yine de nefsiyle savaşarak az da olsa bir zikir edinmelidirler. Bu zikir sayesinde büyük sevap kazanacaklardır. Böyle kişilerin bir mürşid-i kâmile intisaplarına da lüzum yoktur. Belki de nefislerini bu konuda zorlarlarsa Allah (c.c.) zamanla onlara zikirden zevk almanın kapılarını açabilir. Çünkü hadis-i şerifte ifade edildiği üzere kalpler Allah’ın (c.c.) elindedir. İstediği tarafa döndürür. Bir insan da zikirden zevk almaya başlarsa artık o insana bir üstat, bir mürşid-i kâmil şarttır. Zira kılavuz olmadan bu yolda yürünmez. Büyük hazineler her zaman tehlikeleri ve kötüleri de davet ederler. Ama bu yolu iyi bilen birisinin rehberliği ile çok rahat bir şekilde zikirde gaye olan Allah’ın rızası gerçekleştirilebilir. Böylece zikir insanı hem dünyada hem ahrette ebedi saadete ulaştırır.
İnsan nefsi çok bencil yaratılmıştır. Her şeyi nefsi hesabına çevirebilir. Zikirde gaye mutlaka Allah rızası olmalıdır. Yoksa nefis ve dünya hesabına çekilen zikirler insana zarar verebilir.
Bir insan zikirden zevk alıyorsa, demek ki nefsi yağ gibi eriyordur. İlahi aşk ona tesir ediyordur. Allah (c.c.) onun zikrine ilahi feyzi ve nuru ile mukabelede bulunuyordur. Bu sayede manevi halleri yaşamaya başlayıp makamları da kat edecektir. Böyle birisi ister farkında olsun ister olmasın bütün bu manevi nimetler ona kendisini Allah (c.c.) karşısında küçük görmesindendir, nefsini bir yolla ezmesindendir. Bunun başka bir nedeni yoktur. Bu yolda her şeyi Allah’tan (c.c.) bilmeli ve daima şükretmelidir. Zikri kendinden bilirse az da olsa kendisini beğenme yoluna girerse manevi ilerlemesi anında durur. Zikirden de artık zevk alamaz.
Kim nefsini ne kadar ezerse o kadar Allah (c.c.) katında yükselir. Bütün velilerin en büyük sırları da budur. Onları ilgili makamlarına nefislerini ezme dereceleri ulaştırmıştır. Yani bir veli nefsini ne kadar ezmişse o o kadar manevi derece kazanmıştır. Allah (c.c.) nefsin ezilme ölçüsüne göre insana iltifat eder.
Allah (c.c.) katında kendini küçük görmek demek insanın kendisini bütün yaratılmışlardan da aşağı görmesidir. Bahaeddin Nakşibendî Hazretleri (k.s.) şöyle diyor: ‘Ben bu yolda nefsimi her şeyden aşağı gördüm. Ama köpek pisliğinde tereddüt ettim. Dedim ki nefsim herhalde köpek pisliğinden üstündür. Sonra köpek pisliğinin bir derde ilaç olduğunu öğrendim. Anladım ki nefsim ondan da aşağıdadır. Çünkü o hiçbir derde deva olmadığı gibi insanı ebedi olarak helak edecek bir yapıya sahiptir.’ Pek çok Nakşibendî şeyhi de insanın nefsini kâfirlerden bile daha aşağı görmesini öğütlemişlerdir. Kâfirin hidayete gelip Müslüman olması mümkünken nefsin hidayete gelmesi mümkün değildir demişlerdir.
İnsanda nefis en aşağı derecede iken ruh en yüksek makamdadır. Çünkü ruh Allah’tan (c.c.) ilahi bir nefhadır (soluktur). Onun için insan bu üzerinde taşıdığı ruh emanetinden dolayı kâinatın gözbebeği olarak görülmüştür. Ruh Allah’a (c.c.) ulaşmak ister. Onun için ibadetlerden sonsuz bir haz alır. Bütün faziletler ruha aittirler. Ama insan ruhuna pek göz açtırmaz. Onu genellikle nefsin esiri kılar. Nefis sadece kendisine ve dünyaya tapar. Allah’ı (c.c.) kabul etmez. Tabiatı icabı kâfirdir. Çünkü nefis bedene bağlıdır. Adeta bedenin ruhu, atmosferidir. Beden ise anasır-ı erbadan (toprak, su, ateş, hava) oluşmuştur. Anasır-ı erba ise Allah’ın ‘Ol!’ emri ile yoktan meydana gelmiştir. Onun için nefis Allah’ı bilmez ve tanımak da istemez. Her şey aslına kavuşmak ister. Ruh Allah’tan (c.c.) ilahi bir nefha olduğu için Allah’a (c.c.) kavuşmak ister, onun için ibadetlere yönelir, ama nefis yoktan meydana geldiği için Allah’tan uzaklaşır, ibadetlerden sıkılır. İşte insan bu noktada serbest bırakılmıştır. Eğer ruhunun ihtiyacını dikkate alıp Allah’a, ibadetlere yönelirse hem bu dünyada hem de ahrette saadete kavuşacaktır. Ama nefsine yönelip sadece bu dünya hazlarına dalarsa sonunda mutlaka haramlara da bulaşacaktır, aldığı kısmi dünya zevkleri ile asla huzurlu olamayacaktır. Daima kaygılı bulunacak, ebedi bir pişmanlığı ve azabı daha bu dünyada iken yaşamaya başlayacaktır. Şayet insan nefsini yenip kâmil bir insan olursa Allah’ın halifesi unvanına layıktır. Halife, temsilci demektir. Yani insan-ı kâmil, Allah’ı yeryüzünde bazı güzel isimleri ile temsil etmek için yaratılmıştır. Böylelerinin nefsi ruhlarına benzediği için onun kötülüklerinden biraz da olsa kurtulurlar. Rahatlarlar. Ama hangi makamda olursa olsun her veli nefsine yine de güvenmez. Tedbirli olur. Zira hayvanat bahçelerinde veya sirklerde aslanlar terbiye edildikten sonra bakıcılarını yiyebilmektedirler. Nefis de böyledir. Onun üzerinden gözümüz ve dikkatimiz bir an kaysa ayağımızı kaydırabilir. Ama maalesef insanların büyük çoğunluğu nefislerinin kuludurlar. Sadece dünya için çalışırlar. Hatta nefislerine uyup günahlara batarlar. Allah’a (c.c.) kulluğu bir kenara koyarlar. Yarınki kazdan bugünkü tavuk yeğdir, atasözünün istikametinde yaşarlar. Nefislerini terbiye edip de ruhlarını üstün kılma gibi bir dertleri yoktur. İmtihan edildiklerinin şuurunda bile değildirler.
Peygamberimiz (s.a.s) kalbinde zerre kadar kibir olanın cennete giremeyeceğini ifade etmişlerdir. Kuran-ı Kerim’de yüce Allah, pek çok yerde ‘böbürlenenleri’ ve ‘övünenleri’ sevmediğini beyan buyurmuşlardır (Hadid suresi 23, Lokman suresi 18, Nisa suresi 36, Kasas suresi 76, vb.).
İnsan nefsini küçük görünce ilahi takdire razı olur. Allah’ın kaza ve kaderine rıza gösterir. Her nimeti Allah’tan bilip ona şükreder. Bela ve musibetleri nefsinden bilip günahlarına tövbe edip kendisini düzeltmeye çalışır. Allah’a tevekkül eder. Nefis bu sayede kısa zamanda mutmaine makamına kadar yükselir.
İnsan kendi nefsini ezmelidir, nefsini herkesten küçük görmelidir ama kendisini başkalarına ezdirmemelidir. Çünkü nefsimizin de üzerimizde bulunan bazı hakları vardır. Onun şerefini ayaklar altına almak, hele inançsız ve münafık kimselere ezdirmek doğru değildir. Yani nasıl kul haklarına dikkat edip meşru dairede kimsenin hakkını yemek istemiyorsak yine aynı dairede nefsimizin haklarını da başkalarına karşı korumak gerekmektedir. Zira Müslüman vakarını ve izzetini korumak mecburiyetindedir. O şahsında bir temsilcidir. Üzerinde İslam’ın hakikatleri vardır. Bu konudaki saldırılarda meşru daire içerisinde savunmasını yapmalıdır. Pasif kalmamalıdır. Tabii gerçekten pişman olanları affetmek de ayrı bir konudur ve güzel bir davranıştır. Çünkü mümine kin yaraşmaz.
Allah her birimize nefsimizi küçük görmeyi, muhabbetini ve rızasını nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi
İbadetlerden yaralanmanın en birinci yolu, nefsi küçük görmektir.
Allah (c.c.), karşısında bir kul istemektedir. Kul, köle demektir. Şimdi kölelik kalktığı için insanlar kendilerini bir kölenin yerine koyamıyorlar. Onun için biraz kölenin durumundan söz etmek gerekir: Köle savaşta canı karşılığında esir edilen kişi demektir. Alınır, satılır. Hiçbir hakkı yoktur. Sahibi istediği gibi çalıştırır. Önüne istediği yemeği koyar. İstediği giysiyi ona giydirir. Köle mahkemeye başvuramaz. Şikâyet hakkı yoktur. Kısacası kölelik çok kötü bir durumdur. İnsanlık dışıdır. İşte Allah (c.c.) bizleri karşısında, hususiyle ibadetlerde, böyle istiyor. (Kuşkusuz İslam hukukunda kölelere bazı haklar verilmiştir. Avrupa’da köleler hayvanlardan da aşağı bir hayat yaşamışlardır. Ama bu, konumuz dışıdır.)
İnsan ya Allah’a (c.c.) kul olacak ya da nefsine. Başka bir alternatif yoktur. Çünkü ölümden sonra gidilecek yerler de ya cehennem ya da cennet olmaktadır. Başka bir yurt yoktur. Allah’a kul olanlar gerçek özgürlüğe kavuşurlar. Nefsine kul olanlar ise şeytanların oyuncağı olurlar. Çünkü şeytanlar insana nefsin gölgesinden yaklaşırlar. Böyle birisinin özgür olduğunu düşünmesi gayet saçmadır. Nefis ve şeytanlar insanı hayvandan daha aşağı bir hayata mahkûm ederler. Çeşitli maddi hırsların ve şehvetlerin esiri ve kölesi durumuna sokarlar. Onlar insanı sadece bu dünyada rezil etmezler, asıl rüsvalık ahrette gerçekleşir. Allah’a (c.c.) kul olan insanlar ise hem bu dünyada hem ahrette aziz olurlar. Tabii dünya imtihanı gereği bu dünyadaki şeref biraz bazı gözlerden saklanır, ama ahrette şeref yalnız inandıktan sonra güzel amel işleyip Allah’ın mağfiretini ve rızasını kazananların olacaktır.
İbadetlerinde Allah’a (c.c.) gerçek anlamıyla kul olanlar ancak zevk tadarlar. Aslında ibadet tek taraflı değildir. Allah da kulun kalbine ibadet sırasında ilhamda ve tecellilerde bulunur. İnsan kendisini küçülttükçe bunları yakından hisseder. Tam bir kul (köle) olduğunda ise çok büyük bir zevke gömülür. Ama ibadetleri nefsi ile yaptığında Allah (c.c.) ondan uzaklaşır. Şeytanlar verdikleri vesveseler ile o kişiyle oyun oynayarak onu ibadetlerden ruhen soğuturlar. Kişi ibadetlerden zevk duymadığı gibi o sırada kafasında çeşitli dünya işleri de yer alır.
Şahadet kelimesi (Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu (kulu) ve Rasuluhu (elçisi)) ile İslam dinine gireriz. Bu sözde hem Allah’ın tek ilah olduğunu belirtiriz hem peygamberimizin (s.a.s) Allah’ın elçisi ve kulu olduğunu tasdik ederiz. Dolayısıyla peygamberlikten sonra en yüce makam kulluktur. Peygamberimiz (s.a.s) hem elçi olarak seçilmiştir hem de kendisi insanlar içerisinde Allah’a kulluğu en güzel gösterendir. İşte ilgili sözle biz bunlara da tanıklık yapmış oluruz. Velilikte kulluk makamı yok olmaz. Ortadan kalkmaz. Kulluk makamı, aşk makamını da içerisine alır. Yani aşk makamı kulluk makamının dışında değil bünyesindedir. Veli Allah’a karşı aşk ateşini duyup yaşarken bir kul olarak hareket eder. Derecelerini yine kulluk makamı içerisinde artırır.
Nefsi küçük görmenin pek çok yolu vardır. Örneğin kendimizi bir hastanın yerine koyabiliriz. Çaresizlikle Allah’a (c.c.) bu yolla yaklaşabiliriz. Nefsi bir dilencinin yerine koyup da ona hiçbir şeyinin olmadığı, her şeyin elinden alınabileceği telkininde bulunabiliriz. Yine nefsimizi mezardaki toprak olarak görüp ona sonunda olacağın şey bu diyerek onun dizlerinin bağını çözebiliriz. Kısacası nefsi zelil, aciz, zayıf, muhtaç, fakir kılmak için her ne varsa onu hayal ederek nefsi küçük görebiliriz. İnsanlar ibadetlerinde dünya ile meşguliyeti bir yana bırakıp birkaç saniye de olsa kendilerini böyle bir hale sokarlarsa hemen ibadetlerin zevki onlara sunulur. Allah (c.c.) kulunun kendisini böyle kulluk makamına sokmasına hemen cevap verir. Tabii samimiyet damarını yakalamak gerekir. Yani gerçekten zeliliz, aciziz, zayıfız, muhtacız, fakiriz ama bu herkeste farklı faklı oluyor. Kişi kendi iç dünyasında bir özel hali bir şekilde yakalamalıdır. Yavaş yavaş geliştirmelidir. Herkeste bu hal farklı olduğu için standart bir hali tavsiye edemiyoruz. İşte böyle kendisini küçük görme damarını iç dünyasında keşfeden birisi ibadetlerinde bunu kullanarak Allah’a (c.c.) yaklaşırsa Allah da ona feyziyle ve nuruyla mukabelede bulunacaktır. Dolayısıyla o ibadet bir zevke dönüşecektir. Zevke dönüşen bir ibadet, kişiye mutlaka manevi haller tattırır ve manevi makamları da kazandırır.
Dolu şişeye bir şey konamaz. İnsan kendisini Allah karşısında zelil, zayıf, aciz, fakir, muhtaç bir kul olarak görmeyince Allah da ona ikramda bulunmaz. Ama kişi kendisini küçük görmeye başladığı anda Allahu Zülcelâl hemen o kulun kalbine yönelip ilahi feyzi ve nurları ile ikramda bulunacaktır. Yani boş olan kalbini ilahi muhabbetiyle dolduracaktır.
Sofilerin saatler süren zikirleri ve rabıtaları vardır. Bazıları merak edip sorarlar: ‘Siz bunlara nasıl dayanıyorsunuz?’ Biz beş dakikalık namazları vesvesesiz, dünya düşüncelerinden arınıp kılamıyoruz. Bir insan saatler süren zikre nasıl tahammül edebilir? İşin sırrı zikirden zevk almadadır. Zevk de havadan, nefisten gelmez. Allah’tan gelir. Zikreden kulun kalbine o zevki Allah (c.c.) verir. Allah da zevki kulları arasında ayrım yaparak, yani bazılarına torpil geçerek vermez. İlahi kanunlar karşısında kullar eşittirler. Zikirden zevk almanın ilahi kanunu (sünnetullahı), diğer ibadetlerle de aynıdır: Nefsini küçük görmek. Kişi nefsini küçük görmeye başladığında Allah o insana çeşitli manevi ikramlarda bulunur. Bu ikramlardan en önemlisi zikirdir. Kimse nefsi ile zikir çekemez. Nefsiyle zikir çekmeye başlarlarsa hemen uyutulurlar veya zikirde vesveseye düşerler. Çeşitli ruhsal sıkıntılar yaşarlar. Sonunda zikri bırakırlar. Ama nefislerini küçük görüp zikrin Allah’ın kendilerine sunduğu bir manevi ikram olduğu gerçeğiyle hareket edip zikre başlarlarsa zikir onların dünyada en çok zevk aldıkları bir ibadete dönüşür. Zikirle cezbe, nur, feyz gibi ilahi iltifatlara nail olurlar. Allah (c.c.) hepimize bu nimetleri nasip eylesin. Âmin.
Bir insan zikirden zevk alamıyorsa demek ki onun tasavvuf yolunda nasibi yoktur. Ama böyleleri yine de nefsiyle savaşarak az da olsa bir zikir edinmelidirler. Bu zikir sayesinde büyük sevap kazanacaklardır. Böyle kişilerin bir mürşid-i kâmile intisaplarına da lüzum yoktur. Belki de nefislerini bu konuda zorlarlarsa Allah (c.c.) zamanla onlara zikirden zevk almanın kapılarını açabilir. Çünkü hadis-i şerifte ifade edildiği üzere kalpler Allah’ın (c.c.) elindedir. İstediği tarafa döndürür. Bir insan da zikirden zevk almaya başlarsa artık o insana bir üstat, bir mürşid-i kâmil şarttır. Zira kılavuz olmadan bu yolda yürünmez. Büyük hazineler her zaman tehlikeleri ve kötüleri de davet ederler. Ama bu yolu iyi bilen birisinin rehberliği ile çok rahat bir şekilde zikirde gaye olan Allah’ın rızası gerçekleştirilebilir. Böylece zikir insanı hem dünyada hem ahrette ebedi saadete ulaştırır.
İnsan nefsi çok bencil yaratılmıştır. Her şeyi nefsi hesabına çevirebilir. Zikirde gaye mutlaka Allah rızası olmalıdır. Yoksa nefis ve dünya hesabına çekilen zikirler insana zarar verebilir.
Bir insan zikirden zevk alıyorsa, demek ki nefsi yağ gibi eriyordur. İlahi aşk ona tesir ediyordur. Allah (c.c.) onun zikrine ilahi feyzi ve nuru ile mukabelede bulunuyordur. Bu sayede manevi halleri yaşamaya başlayıp makamları da kat edecektir. Böyle birisi ister farkında olsun ister olmasın bütün bu manevi nimetler ona kendisini Allah (c.c.) karşısında küçük görmesindendir, nefsini bir yolla ezmesindendir. Bunun başka bir nedeni yoktur. Bu yolda her şeyi Allah’tan (c.c.) bilmeli ve daima şükretmelidir. Zikri kendinden bilirse az da olsa kendisini beğenme yoluna girerse manevi ilerlemesi anında durur. Zikirden de artık zevk alamaz.
Kim nefsini ne kadar ezerse o kadar Allah (c.c.) katında yükselir. Bütün velilerin en büyük sırları da budur. Onları ilgili makamlarına nefislerini ezme dereceleri ulaştırmıştır. Yani bir veli nefsini ne kadar ezmişse o o kadar manevi derece kazanmıştır. Allah (c.c.) nefsin ezilme ölçüsüne göre insana iltifat eder.
Allah (c.c.) katında kendini küçük görmek demek insanın kendisini bütün yaratılmışlardan da aşağı görmesidir. Bahaeddin Nakşibendî Hazretleri (k.s.) şöyle diyor: ‘Ben bu yolda nefsimi her şeyden aşağı gördüm. Ama köpek pisliğinde tereddüt ettim. Dedim ki nefsim herhalde köpek pisliğinden üstündür. Sonra köpek pisliğinin bir derde ilaç olduğunu öğrendim. Anladım ki nefsim ondan da aşağıdadır. Çünkü o hiçbir derde deva olmadığı gibi insanı ebedi olarak helak edecek bir yapıya sahiptir.’ Pek çok Nakşibendî şeyhi de insanın nefsini kâfirlerden bile daha aşağı görmesini öğütlemişlerdir. Kâfirin hidayete gelip Müslüman olması mümkünken nefsin hidayete gelmesi mümkün değildir demişlerdir.
İnsanda nefis en aşağı derecede iken ruh en yüksek makamdadır. Çünkü ruh Allah’tan (c.c.) ilahi bir nefhadır (soluktur). Onun için insan bu üzerinde taşıdığı ruh emanetinden dolayı kâinatın gözbebeği olarak görülmüştür. Ruh Allah’a (c.c.) ulaşmak ister. Onun için ibadetlerden sonsuz bir haz alır. Bütün faziletler ruha aittirler. Ama insan ruhuna pek göz açtırmaz. Onu genellikle nefsin esiri kılar. Nefis sadece kendisine ve dünyaya tapar. Allah’ı (c.c.) kabul etmez. Tabiatı icabı kâfirdir. Çünkü nefis bedene bağlıdır. Adeta bedenin ruhu, atmosferidir. Beden ise anasır-ı erbadan (toprak, su, ateş, hava) oluşmuştur. Anasır-ı erba ise Allah’ın ‘Ol!’ emri ile yoktan meydana gelmiştir. Onun için nefis Allah’ı bilmez ve tanımak da istemez. Her şey aslına kavuşmak ister. Ruh Allah’tan (c.c.) ilahi bir nefha olduğu için Allah’a (c.c.) kavuşmak ister, onun için ibadetlere yönelir, ama nefis yoktan meydana geldiği için Allah’tan uzaklaşır, ibadetlerden sıkılır. İşte insan bu noktada serbest bırakılmıştır. Eğer ruhunun ihtiyacını dikkate alıp Allah’a, ibadetlere yönelirse hem bu dünyada hem de ahrette saadete kavuşacaktır. Ama nefsine yönelip sadece bu dünya hazlarına dalarsa sonunda mutlaka haramlara da bulaşacaktır, aldığı kısmi dünya zevkleri ile asla huzurlu olamayacaktır. Daima kaygılı bulunacak, ebedi bir pişmanlığı ve azabı daha bu dünyada iken yaşamaya başlayacaktır. Şayet insan nefsini yenip kâmil bir insan olursa Allah’ın halifesi unvanına layıktır. Halife, temsilci demektir. Yani insan-ı kâmil, Allah’ı yeryüzünde bazı güzel isimleri ile temsil etmek için yaratılmıştır. Böylelerinin nefsi ruhlarına benzediği için onun kötülüklerinden biraz da olsa kurtulurlar. Rahatlarlar. Ama hangi makamda olursa olsun her veli nefsine yine de güvenmez. Tedbirli olur. Zira hayvanat bahçelerinde veya sirklerde aslanlar terbiye edildikten sonra bakıcılarını yiyebilmektedirler. Nefis de böyledir. Onun üzerinden gözümüz ve dikkatimiz bir an kaysa ayağımızı kaydırabilir. Ama maalesef insanların büyük çoğunluğu nefislerinin kuludurlar. Sadece dünya için çalışırlar. Hatta nefislerine uyup günahlara batarlar. Allah’a (c.c.) kulluğu bir kenara koyarlar. Yarınki kazdan bugünkü tavuk yeğdir, atasözünün istikametinde yaşarlar. Nefislerini terbiye edip de ruhlarını üstün kılma gibi bir dertleri yoktur. İmtihan edildiklerinin şuurunda bile değildirler.
Peygamberimiz (s.a.s) kalbinde zerre kadar kibir olanın cennete giremeyeceğini ifade etmişlerdir. Kuran-ı Kerim’de yüce Allah, pek çok yerde ‘böbürlenenleri’ ve ‘övünenleri’ sevmediğini beyan buyurmuşlardır (Hadid suresi 23, Lokman suresi 18, Nisa suresi 36, Kasas suresi 76, vb.).
İnsan nefsini küçük görünce ilahi takdire razı olur. Allah’ın kaza ve kaderine rıza gösterir. Her nimeti Allah’tan bilip ona şükreder. Bela ve musibetleri nefsinden bilip günahlarına tövbe edip kendisini düzeltmeye çalışır. Allah’a tevekkül eder. Nefis bu sayede kısa zamanda mutmaine makamına kadar yükselir.
İnsan kendi nefsini ezmelidir, nefsini herkesten küçük görmelidir ama kendisini başkalarına ezdirmemelidir. Çünkü nefsimizin de üzerimizde bulunan bazı hakları vardır. Onun şerefini ayaklar altına almak, hele inançsız ve münafık kimselere ezdirmek doğru değildir. Yani nasıl kul haklarına dikkat edip meşru dairede kimsenin hakkını yemek istemiyorsak yine aynı dairede nefsimizin haklarını da başkalarına karşı korumak gerekmektedir. Zira Müslüman vakarını ve izzetini korumak mecburiyetindedir. O şahsında bir temsilcidir. Üzerinde İslam’ın hakikatleri vardır. Bu konudaki saldırılarda meşru daire içerisinde savunmasını yapmalıdır. Pasif kalmamalıdır. Tabii gerçekten pişman olanları affetmek de ayrı bir konudur ve güzel bir davranıştır. Çünkü mümine kin yaraşmaz.
Allah her birimize nefsimizi küçük görmeyi, muhabbetini ve rızasını nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi