Nekrofili

YİĞİDO

Üye
Kademeli
Nekrofili
25 Temmuz 2011 Pazartesi 06:24
Resul-i Ekrem'in, “İnsanlarla akıllarının kadrine göre konuşun” diyerek, bizi ‘anlaşılacak dilden’ konuşmaya davet ettiğinden haberdarım. Her sözü ve her fiili çok hikmetler barındıran sevgili Resul’ün bu sözünün ne kadar hak olduğunu bittecrübe biliyorum. O yüzden, çoğunluğun bilmediği kelimeleri kullanmayı hiç sevmiyorum. Gelin görün ki, birilerinin öve öve yere göğe sığdıramadığı Türkçe, hele o zengin Osmanlıca formundan çıkalı beri, alabildiğine sığ ve yetersiz bir dile dönüşmüş bulunuyor. Başka ırkçılıkların yanısıra gelen dil ırkçılığının fakirleştirdiği bu yeni dil çok şeyi ifadeye yetmediği için, insan kendisini çoğunluk bilmese bile bazı kelimeleri kullanma durumunda hissediyor.
Nitekim, şu an öyle bir durumdayım. Gitgide kötüleşen, giderek hastalıklı bir hal alan, insanların soğukkanlı bir şekilde meseleyi değerlendirmek yerine ani ve ölçüsüz tepkilere garkolmasına yol açan bir vâkıa kol geziyor ortalıkta. Şahsen, Batı kökenli bir kelimenin, bu vâkıayı çok iyi özetlediğini sanıyorum: nekrofili.
Nekrofili, cansız bedenlere gösterilen marazî bir ilginin ifadesi...
Ve şu ülkede, kan ve ölüm dolu ‘reality-show’lardan her gün haber saatlerini dolduran kimi görüntülere uzanan birçok alanda, müthiş bir nekrofili sergileniyor.
Hayatlarına değer biçilmeyen insanlara, ‘ölü olarak’ ilgi gösteriliyor. Hayatları kolaylıkla heder edilen insanlar, ölümleriyle birlikte, en resmî ağızların bile yere-göğe koyamadığı methiyelerin konusu ediliyor.
Otuz yıldır, anlamsız bir savaş hali yaşanıyor şu ülkede.
Otuz yıldır otuz bine yakın insan bu sebepten kabrin ötesine göçüp gitmiş bulunuyor.
Rauf Tamer’in bir keresinde ustaca vurguladığı gibi, bir ordu onbeş yıldır (şimdi otuz yıldır) kendi topraklarını bombalıyor.
Anneler askere gönderilen çocukların ölüme gidip gitmediği sorusuyla yaşıyor ve fidan gibi oğlunun diri mi, ölü mü geri döneceği endişesini taşıyor.
Gariptir, ölümler arttıkça, ‘ölüm’süz bir yol arayışı yerine, insanlar daha bir bileniyor. Daha bir kan isteniyor.
Otuz yıldır sürdürülen ‘silahlı’ mücadelenin otuzbin insan hayatına ve üçyüz milyar dolara mal olmasına ve durumun iyileşmek yerine daha da kötüleşiyor olmasına rağmen, bu ‘silahlı’ mücadelenin komuta kademelerinin yaptığı asla sorgulanmıyor.
Ama o kademelerde bulunan kimi isimler, onların belirlediği istikamete razı olan siyasileri sorgulamanın ötesinde, suçlayabiliyorlar.
Meselâ, anaları dışında herkesin unuttuğu ‘esir askerler’i hatırlayan birileri, bu arada bir milletvekili ve partisi, anında ‘suç odağı’ gibi sunuluyor.
İşin garibi, oğlu askerde ölen ‘Cuma anaları’ bile, evlat acısı yaşayan analar olarak yeni kurbanlar verilmesin diye isteyeceği yerde, kansız çözüm arayışına giren siyasileri yuhalıyıp lânetleme yolunu seçebiliyor.
Ölümler artıyor, acılar artıyor; kimi asker olarak, kimi karşı tarafta olarak ölen insanların analarının yüreği dağlanıyor. Ama hâlâ güya cengaverlik yüklü anlamsız “Bir Mehmet gider, ikiyüz Mehmet gelir” edebiyatının ardı arkası bir türlü kesilmiyor.
Devletin başı, sorumlu ve tecrübeli devlet adamı edasıyla, “Devlet eşkiyayla pazarlığa oturmaz” diyor.
Aynı devletin pazarlığa oturmadığı ‘eşkiya’nın eliyle nice gencecik fidanı ölüme göndermesinin ‘devlet’ tanımına sığıp sığmadığını ise ona ne kendisi soruyor; ne de başkaları.
Ölümler devam ediyor.
Nekrofili de güçlenerek devam ediyor.
Bugün pek çoğu toprağın altına gitmiş ve Münker ile Nekir’in en hayatî sorularıyla karşılaşmış insanların şu dünyada iken açtıkları milliyetçilik yarasının bedelini, kimi şu tarafta, kimi bu tarafta ölen gencecik fidanlar ödüyor ölümleriyle.
Büyükler, ölenlerin ailesine ‘başsağlığı’ mesajı gönderiyor. ‘Kanları yerde kalmayacak’ deniliyor; ve kanlı zeminler deterjanlı suyla yıkanıyor.
Ölümler devam ediyor.
Nekrofili de güçlenerek devam ediyor.
Bu arada, ehl-i dinin de bu nekrofiliden nasibini aldığı gözleniyor.
Bir insanın ölümünü bütün insanların ölümüne denk tutan Kelâm-ı Ezelî’nin; ‘eşref-i mahlukat’ olarak insanı ‘âlem’e denk tutan bir dinin müntesipleri de ‘Asacaksın, keseceksin’ler içinde bulabiliyor kendisini. Hem, ikisi de laik, ikisi de milliyetçi olan iki tarafın kavgasında bizim ne işimiz olduğu sorulmuyor bile. Laik bir devletin yaşanan ölümleri kudsî şehadet kavramının gölgesine sığınarak haklılaştırmaya hakkı olup olmadığı sorulmuyor.
Bu anlamsız mücadelenin iki tarafında değilim. Nekrofil de değilim.
Bir Mehmet’in gidişi de kolay olmuyor; iki yüz Mehmet’in gelişi de.
Her bir insan, az çabayla, az emekle, az terbiye ve duayla yetişmiyor. Bir bebek adam olsun diye, bir anne ve bir baba, hayatının en güzel yirmi yılını gecesiyle-gündüzüyle feda ediyor.
Uğruna hayatın en güzel yirmi yılının feda edildiği yeni bir hayatın bu kadar değersiz görülmesi ilgilendiriyor beni.
Rabbimizin en değerli ihsanı olan hayatın bu kadar kolay harcanması; insan hayatının bu kadar hafife alınması; bir zalim yüzünden çoğu kez masumların da zarara uğraması; çözüm olarak ortaya konan herşeyin işi daha bir zora sokması; problemin özünü teşkil eden, mahiyeti itibarıyla adalet, hakkaniyet ve şefkatten uzak milliyetçilik ideolojisini sorgulamak yerine, iki taraflı bir milliyetçilik patlaması yaşanması; tüm bunlar olurken insanların ve imanî ölçülerin heder olması ilgilendiriyor.
 
Üst