Neyin Sırrı: Kemâle Yolculuk Mevlana Celaleddini Rumi
Hazret-i Mevlânâ'nın, Mesnevî"sine başlangıç olarak yazdığı on sekiz beyitlik bölüm, tasavvuf ehl-i nezdinde ayrı bir öneme hâizdir. Muhtevâ ve ma"nâ olarak eserin aynı zamanda “önsöz”ü mesâbesinde olan bu kısım bir çok müellif tarafından önemine binâen geniş bir şekilde değerlendirilmiş, hattâ sâdece bu kısıma âit şerhler kaleme almışlardır. Bu bağlamda Mesnevî"nin ilk on sekiz beyti, Mevlânâ"nın fikrî yüceliğini ve onun eserinin mânâ zenginliğini gösteren bir nümûnedir denilebilir. Bu on sekiz beyit, Mesnevî"nin âdeta bir “Fâtiha”sı olarak da telâkkî edilmektedir. Bu beyitlerin bir başka husûsiyeti de, bizzat Hazret-i Mevlânâ tarafından kaleme alınmış olmasıdır. Eserin geri kalan kısmı ise, Çelebi Hüsameddin tarafından yazılmıştır.
Burada “İnsân-ı kâmil”in remzi olan “ney”in iki temel vasfı üzerinde durulmaktadır. Birincisi onun “sır”rı, ikincisi de onun bu sırrı da içerisinde barındıran “inilti”si! Burada eserin ilk kelimesi olan “Dinle!” emriyle de insanın bu sır ve iniltiye kulak vermesinin varlığını ve mâhiyetini idrâk noktasında onun için vazgeçilmezliğine dikkat çekilir.
Tasavvufî düşüncede bir bakıma ebediyet yolcusu olan insanoğlunun bu yolda celâl ve cemâl tecellîleri ile karşılaşması mukadderdir. Bu yolculuğun önemli bir bölümü olan dünyâ hayatı; ömürle sınırlı ve ebediyetin kendisiyle kazanılacağı bir ara mekandır. Bu mekandaki dikkatli ve hassas olunması gereken yolculuğun kolayca amacına ulaşması, ya da bu yolda nihâî hedefe, menzile ulaşılması ancak “kâmil bir mürşid”in rehberliğinde gerçekleşecektir. Kendisi de bu yolun yolcusu olan kemâl ehlinin Mevlânâ düşüncesinde ve özellikle Mesnevî"nin hemen başında yer alan bu onsekiz beyitlik bölümde “ney” ile temsîl edilmesi mânidârdır. Onun iniltileri de bu rehberlikte cemâl ve celâl tecellîlerinin etkisiyle elde etmiş olduğu tecrübelerin bu yolda yeni olanlara intikâl ettirilmesinden başka bir şey değildir.
Hazret-i Mevlânâ, “İnsan-ı kâmil”in gönül nağmelerini, başından geçenleri, yani kendi hâlini “ney”in feryâdı olarak anlatmaktadır. O daha söze başlarken “Dinle!” diyerek dikkatleri celbetmiş sonra da; “Sırrım feryâdımdan uzak değildir, sırrım feryâdım içindedir” diyerek ma"rifet yolunun sır kapılarını aralamıştır.
Onun “Dinle!” sözüne kulak verirsek bakın nelerle karşılaşıyoruz:
Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın, herkes ağlayıp inledi.
Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım.
Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.
Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.
Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.
Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.
Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye izin yok.
Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!
Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.
Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.
Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştak kim gördü?
Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.
Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.
Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.
Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte naziri olmayan, hemen sen kal!
Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.
Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselâm.
İnsân-ı kâmil, yani “ney” bu ateşli iniltiler ve gönül yangınlarıyla rehberlik ettiği insana kendisinin her merhalesini binbir meşakkatle geçtiği o yolda başından geçenleri aktarıyor: “Benim önceleri anavatanım bir kamışlık idi. Köklerim su ve topraktaydı. Esen rüzgârlara uyar, âhenkle salınırdım. Fakat bir gün beni kamışlıktan kesip, vücûdumu aşk ateşiyle dağlamak sûretiyle yakıp deldiler. Vücûdumda çeşitli yaralar açtılar. Sonra beni bir ulvî nefeslinin eline ve dudaklarına teslim ettiler. Onun aşkının sıcak nefesi benim içimden geçti ve bu nefes, benim derûnumda aşktan başka ne varsa hepsini silip süpürdü. Bundan sonra aşk ile inleyip, feryad ü figân ettim. Aslında benim bu feryâdım ve iniltim, içimdeki sonsuz-ilâhî sırları söylemektedir. Ancak gözleri bulanık gören ve kulakları iyi duymayan kimselerde benim bu sırlarımı görecek göz nûru ve söylediğim hakîkatleri anlayacak kulak hassâsiyeti yoktur!” Hazret-i Mevlânâ, “ney”in sadâsı ile ulvî duygulara ulaşılmasını arzû eder. Ney'in âit olduğu yer olan “sazlık” ya da” “neyistân”, bir semboldür ve bununla anlatılmak istenilen remzî anlam şudur: “İnsan ezel âleminde Hak ile beraber idi. İnsan geçmişteki bu beraberliği hatırlamalıdır. Cenâb-ı Hakk; “İnsan"a rûhumdan bir nefha üfledim!” buyurur. İnsanın rûh dünyâsı Allâh"tan bir “nefha” ve “sır” taşımaktadır. Bunun farkına varan “ney”, ya da “insân-ı kâmil” de, bu ayrılığın acısı ve vuslat arzusu ile yanıp tutuşmakta ve bütün bu feryâd ü figânı bundan kaynaklanmaktadır.” Hazret-i Mevlânâ, “ney”i, nefsânî arzulardan kurtulmuş, benliğini yok etmiş, aşk-ı ilâhî ile dolmuş “insân-ı kâmil”in sembolü olarak ele alır. Ney'in inleyiş ve feryâdı, kamışlıktan, yâni aslından ayrı düştüğü içindir. İnsan da, bu dünyaya ezel âleminden, yâni Hakk"a yakınlık dergâhından imtihan olarak sürgün edilmiştir. Dolayısıyla Hak"tan ayrı düştüğü için muzdariptir. İnsan, kemâli aradığı ve buldukları ile kâmil olduğu ölçüde şu gurbet diyarında, elem ve keder içinde çırpındıkça rûhlar âlemindeki mutluluğunun hasretiyle yanacaktır. Böylece bedenen olmasa da rûhen yabancı olduğu ve sürgün gibi yaşadığı bu fânî ikametgâha aldanmadan vuslat âlemine doğru kanat çırpmanın gayret ve iştiyakı içinde tıpkı “ney”in feryâd etmesi gibi ömür boyu feryâd edecektir. Yine insan bu dünyâda bir ten kafesindedir. Ten ise, ilâhî vuslata engel teşkil eder. Bu sebeple kemâl ehli için ten kafesi, bir hapishanedir ve daima derin bir hicran ve hasret ateşine vesîle olmuştur. Bu ateşin yakıcılığıyla gönlün feryâdı yükselir ki, bu da aynen neyin içli nağmeleri gibidir. Öyleki, hem vuslatın ve hem de Hak"tan ayrılığın sırlarını anlatır. Dolayısıyla ney dinleyenler, yâni ayrılık ve kavuşma sırlarına kulak veren kadın-erkek herkes, aynı şekilde feryâd ü figân eyler.
Hâsılı Allah aşkı ve muhabbeti ile dolu olanları içinde yüzdükleri aşk deryası kandıramaz. Ama bu sevgi ve aşktan mahrum olanlar ise, bomboş geçen bir ömür içinde çırpınır dururlar. Böyle ham ruhlar da, elbette ki has ve kâmil ruhların hâlinden, onların ulvî nimet ve mazhariyetlerinden habersiz ve mahrûm kalırlar ve böylelerine aslâ söz tesir etmez.
Netice itibâriyle; “Dinle!” ikâzı ile başlayıp:
“Hâl-i hâss"dan anlamaz bir türlü ham,
Söz az olsun, özlü olsun vesselâm!”
dizeleriyle son bulan Mesnevî"nin on sekiz beyitlik bu girişi, genel olarak ve küllî bir yaklaşımla bakıldığında önemli bilgiler ve manevî sırlar ihtiva etmektedir. Hazret-i Mevlânâ, bu beyitlerde bizlere âdeta varlığın seyrini, nereden kalkıp nereye doğru yol aldığını ve sonunda nereye varacağını ifâde etmektedir.
Bir mütefekkir, Mevlânâ"nın derûnî hâllerini idrâk etmekte insanların acziyetini şu şekilde ifâde eder:
“Biz, Mevlânâ Celâleddîn"in vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, tâ suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ"nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibâret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz!”
Mevlânâ, gönlündeki sırları herkesin idrâk edemeyeceğini, ancak kendisi gibi vuslat ateşiyle yanan âşık ruhların anlayabileceğini ifade eder.
“İştiyak ve hasret derdinin şerhini söylemek için, ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül isterim.”
Mevlânâ eserlerinde kâmil insan aramaktadır ve gündüz elinde fener “insan” arayan Diyojen"e göndermelerde bulunarak bunun ne kadar güç bir iş olduğunu dile getirir. Aslında bu arayış ve çaba, varlıkların en şereflisi olan kâmil insan arayışıdır. Ve arayışlar, içli bir feryad hâline dönüştüğü ân, aranan bulunacaktır. Bu özlem ve iştiyaktan uzak olan gönülden hiçbir sonuç alınamaz. Çünkü, aşk, arzu ve iştiyak içerisinde feryâd etmekle başlar. Celâl ve cemâl dalgaları ile dolu bu dünyânın ebediyete uzanan rotasında yalpalamadan yol alabilmek ancak bu aşk, vecd ve gönül sızıları ile gerçekleşecektir.•
*Bu yazı Yeni Dünya Dergisi'nde yayınlanmıştır
Hazret-i Mevlânâ'nın, Mesnevî"sine başlangıç olarak yazdığı on sekiz beyitlik bölüm, tasavvuf ehl-i nezdinde ayrı bir öneme hâizdir. Muhtevâ ve ma"nâ olarak eserin aynı zamanda “önsöz”ü mesâbesinde olan bu kısım bir çok müellif tarafından önemine binâen geniş bir şekilde değerlendirilmiş, hattâ sâdece bu kısıma âit şerhler kaleme almışlardır. Bu bağlamda Mesnevî"nin ilk on sekiz beyti, Mevlânâ"nın fikrî yüceliğini ve onun eserinin mânâ zenginliğini gösteren bir nümûnedir denilebilir. Bu on sekiz beyit, Mesnevî"nin âdeta bir “Fâtiha”sı olarak da telâkkî edilmektedir. Bu beyitlerin bir başka husûsiyeti de, bizzat Hazret-i Mevlânâ tarafından kaleme alınmış olmasıdır. Eserin geri kalan kısmı ise, Çelebi Hüsameddin tarafından yazılmıştır.
Burada “İnsân-ı kâmil”in remzi olan “ney”in iki temel vasfı üzerinde durulmaktadır. Birincisi onun “sır”rı, ikincisi de onun bu sırrı da içerisinde barındıran “inilti”si! Burada eserin ilk kelimesi olan “Dinle!” emriyle de insanın bu sır ve iniltiye kulak vermesinin varlığını ve mâhiyetini idrâk noktasında onun için vazgeçilmezliğine dikkat çekilir.
Tasavvufî düşüncede bir bakıma ebediyet yolcusu olan insanoğlunun bu yolda celâl ve cemâl tecellîleri ile karşılaşması mukadderdir. Bu yolculuğun önemli bir bölümü olan dünyâ hayatı; ömürle sınırlı ve ebediyetin kendisiyle kazanılacağı bir ara mekandır. Bu mekandaki dikkatli ve hassas olunması gereken yolculuğun kolayca amacına ulaşması, ya da bu yolda nihâî hedefe, menzile ulaşılması ancak “kâmil bir mürşid”in rehberliğinde gerçekleşecektir. Kendisi de bu yolun yolcusu olan kemâl ehlinin Mevlânâ düşüncesinde ve özellikle Mesnevî"nin hemen başında yer alan bu onsekiz beyitlik bölümde “ney” ile temsîl edilmesi mânidârdır. Onun iniltileri de bu rehberlikte cemâl ve celâl tecellîlerinin etkisiyle elde etmiş olduğu tecrübelerin bu yolda yeni olanlara intikâl ettirilmesinden başka bir şey değildir.
Hazret-i Mevlânâ, “İnsan-ı kâmil”in gönül nağmelerini, başından geçenleri, yani kendi hâlini “ney”in feryâdı olarak anlatmaktadır. O daha söze başlarken “Dinle!” diyerek dikkatleri celbetmiş sonra da; “Sırrım feryâdımdan uzak değildir, sırrım feryâdım içindedir” diyerek ma"rifet yolunun sır kapılarını aralamıştır.
Onun “Dinle!” sözüne kulak verirsek bakın nelerle karşılaşıyoruz:
Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın, herkes ağlayıp inledi.
Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım.
Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.
Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.
Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.
Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.
Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye izin yok.
Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!
Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.
Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.
Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştak kim gördü?
Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.
Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.
Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.
Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte naziri olmayan, hemen sen kal!
Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.
Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselâm.
İnsân-ı kâmil, yani “ney” bu ateşli iniltiler ve gönül yangınlarıyla rehberlik ettiği insana kendisinin her merhalesini binbir meşakkatle geçtiği o yolda başından geçenleri aktarıyor: “Benim önceleri anavatanım bir kamışlık idi. Köklerim su ve topraktaydı. Esen rüzgârlara uyar, âhenkle salınırdım. Fakat bir gün beni kamışlıktan kesip, vücûdumu aşk ateşiyle dağlamak sûretiyle yakıp deldiler. Vücûdumda çeşitli yaralar açtılar. Sonra beni bir ulvî nefeslinin eline ve dudaklarına teslim ettiler. Onun aşkının sıcak nefesi benim içimden geçti ve bu nefes, benim derûnumda aşktan başka ne varsa hepsini silip süpürdü. Bundan sonra aşk ile inleyip, feryad ü figân ettim. Aslında benim bu feryâdım ve iniltim, içimdeki sonsuz-ilâhî sırları söylemektedir. Ancak gözleri bulanık gören ve kulakları iyi duymayan kimselerde benim bu sırlarımı görecek göz nûru ve söylediğim hakîkatleri anlayacak kulak hassâsiyeti yoktur!” Hazret-i Mevlânâ, “ney”in sadâsı ile ulvî duygulara ulaşılmasını arzû eder. Ney'in âit olduğu yer olan “sazlık” ya da” “neyistân”, bir semboldür ve bununla anlatılmak istenilen remzî anlam şudur: “İnsan ezel âleminde Hak ile beraber idi. İnsan geçmişteki bu beraberliği hatırlamalıdır. Cenâb-ı Hakk; “İnsan"a rûhumdan bir nefha üfledim!” buyurur. İnsanın rûh dünyâsı Allâh"tan bir “nefha” ve “sır” taşımaktadır. Bunun farkına varan “ney”, ya da “insân-ı kâmil” de, bu ayrılığın acısı ve vuslat arzusu ile yanıp tutuşmakta ve bütün bu feryâd ü figânı bundan kaynaklanmaktadır.” Hazret-i Mevlânâ, “ney”i, nefsânî arzulardan kurtulmuş, benliğini yok etmiş, aşk-ı ilâhî ile dolmuş “insân-ı kâmil”in sembolü olarak ele alır. Ney'in inleyiş ve feryâdı, kamışlıktan, yâni aslından ayrı düştüğü içindir. İnsan da, bu dünyaya ezel âleminden, yâni Hakk"a yakınlık dergâhından imtihan olarak sürgün edilmiştir. Dolayısıyla Hak"tan ayrı düştüğü için muzdariptir. İnsan, kemâli aradığı ve buldukları ile kâmil olduğu ölçüde şu gurbet diyarında, elem ve keder içinde çırpındıkça rûhlar âlemindeki mutluluğunun hasretiyle yanacaktır. Böylece bedenen olmasa da rûhen yabancı olduğu ve sürgün gibi yaşadığı bu fânî ikametgâha aldanmadan vuslat âlemine doğru kanat çırpmanın gayret ve iştiyakı içinde tıpkı “ney”in feryâd etmesi gibi ömür boyu feryâd edecektir. Yine insan bu dünyâda bir ten kafesindedir. Ten ise, ilâhî vuslata engel teşkil eder. Bu sebeple kemâl ehli için ten kafesi, bir hapishanedir ve daima derin bir hicran ve hasret ateşine vesîle olmuştur. Bu ateşin yakıcılığıyla gönlün feryâdı yükselir ki, bu da aynen neyin içli nağmeleri gibidir. Öyleki, hem vuslatın ve hem de Hak"tan ayrılığın sırlarını anlatır. Dolayısıyla ney dinleyenler, yâni ayrılık ve kavuşma sırlarına kulak veren kadın-erkek herkes, aynı şekilde feryâd ü figân eyler.
Hâsılı Allah aşkı ve muhabbeti ile dolu olanları içinde yüzdükleri aşk deryası kandıramaz. Ama bu sevgi ve aşktan mahrum olanlar ise, bomboş geçen bir ömür içinde çırpınır dururlar. Böyle ham ruhlar da, elbette ki has ve kâmil ruhların hâlinden, onların ulvî nimet ve mazhariyetlerinden habersiz ve mahrûm kalırlar ve böylelerine aslâ söz tesir etmez.
Netice itibâriyle; “Dinle!” ikâzı ile başlayıp:
“Hâl-i hâss"dan anlamaz bir türlü ham,
Söz az olsun, özlü olsun vesselâm!”
dizeleriyle son bulan Mesnevî"nin on sekiz beyitlik bu girişi, genel olarak ve küllî bir yaklaşımla bakıldığında önemli bilgiler ve manevî sırlar ihtiva etmektedir. Hazret-i Mevlânâ, bu beyitlerde bizlere âdeta varlığın seyrini, nereden kalkıp nereye doğru yol aldığını ve sonunda nereye varacağını ifâde etmektedir.
Bir mütefekkir, Mevlânâ"nın derûnî hâllerini idrâk etmekte insanların acziyetini şu şekilde ifâde eder:
“Biz, Mevlânâ Celâleddîn"in vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, tâ suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ"nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibâret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz!”
Mevlânâ, gönlündeki sırları herkesin idrâk edemeyeceğini, ancak kendisi gibi vuslat ateşiyle yanan âşık ruhların anlayabileceğini ifade eder.
“İştiyak ve hasret derdinin şerhini söylemek için, ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül isterim.”
Mevlânâ eserlerinde kâmil insan aramaktadır ve gündüz elinde fener “insan” arayan Diyojen"e göndermelerde bulunarak bunun ne kadar güç bir iş olduğunu dile getirir. Aslında bu arayış ve çaba, varlıkların en şereflisi olan kâmil insan arayışıdır. Ve arayışlar, içli bir feryad hâline dönüştüğü ân, aranan bulunacaktır. Bu özlem ve iştiyaktan uzak olan gönülden hiçbir sonuç alınamaz. Çünkü, aşk, arzu ve iştiyak içerisinde feryâd etmekle başlar. Celâl ve cemâl dalgaları ile dolu bu dünyânın ebediyete uzanan rotasında yalpalamadan yol alabilmek ancak bu aşk, vecd ve gönül sızıları ile gerçekleşecektir.•
*Bu yazı Yeni Dünya Dergisi'nde yayınlanmıştır