O tertemiz karların bile kirli bir yüzü vardı demek
Kırsalda doğaya karşı savaşan hamile kadınlara ve okumaya çalışan o çocuk yüreklere…
Sokaklar, caddeler, evler, beyaz karlarla örtülmüş geceden…
Her yer bembeyaz…
Şehir gelinlik giymiş sanki bu sabah…
İçimde, bembeyaz çoşkular, bir o kadar da hüzün var…
Çocukluğuma gidiyorum…
Çocukluğumun karları da böyleydi…
Soğuk bir gecenin, sıcacık bir yatağına yatar,
o şirin beyaz örtüyle uyanırdık sonra…
Her yer bembeyaz olurdu…
Sokaklar, caddeler, avlular, damlar, her yer…
Eskimiş çorapları kat kat eder, giyerdik ayaklarımıza sonra…
Trabızan ayakkabılarımız vardı…
O bembeyaz örtüyü, kapkara ayakkabılarımızla kirletirdik…
Ama, masum bir kirlilikti bu…
Çoktandır böyle delice yağmamıştı kar…
Küsmüştü belki…
Çocukluğumdaki karları anımsattı bana…
Alıp götürdü beni, sürükledi o zamanlara…
Kerpiçten yapılmış evimizin damını, üşüyen ellerimizle temizlemeye çalışırdık o vakitler…
Damdaki karları, çatalımsı bir tahta parçasıyla traş ederdik sanki…
Konu komşunun toprak damlarında koşturur durur,
mahalllenin, ama pîr olmuş çocuk avcılarından kuşları avlamak için garip garip yöntemler öğrenirdik…
Naylon iplikleri kısacık keser, onları düğümler, toprağa saplardık ilkin…
Tuzak yerini kışlıklarımızdan arakladığımız buğday taneleriyle doldurur,
kendimizi bir köşeye gizlerdik sonra…
Beklerdik…
Gök yüzünde bir müddet dolanıp yerdeki yemlere çömelen kara kuşlar,
o hain tuzaklarımızın kurbanı olurlardı sonra…
Tuzaklara yakalanan kara kuşlar, güvercinler,
kanatlarını bir süre çaresizce çırpar, daha fazla dayanamaz, esir düşerlerdi…
Büyük avlumuza o kadar karlar yağardı ki, adım atamazdık…
Her sendeleyişte, tekrar tekrar dengemiz bozulur,
karlara yüz üstü düşerdik…
Odunluktaki küçücük kömürler,
kardan adamın gözleri, düğmeleri de elbisesine saklardık her daim…
Güneş çıkmasın, kardan adamımız yaşasın diye, çok dua ederdik…
Çocuktuk işte…
Konu komşudan ufacık taslara doldurduğumuz,
o pamuksu karları yediğimizde, ağzımıza çocuksu tatlar doluşurdu…
Güzeldi…
Sanki o zamanın karları bile farklıydı…
Süt beyaz, kirlilikten, kokuşmuşluktan arınmış,
bembeyaz bir örtü gibiydi sanki çocukluğumuzdaki karlar…
Kendi ustalığımızla, kayağa benzettiğimiz,
ufacık kaygan tahtaların bir ucuna bir sicim bağlar,
karların üzerinde çocuksu yolculuklara çıkardık çoğu kez…
Mahallenin orta yerinde, eskimiş, pörsümüş tenekelerin içine,
konu komşudan yürüttüğümüz odunları doldurur,
sonra onları yakar, etrafına dizilir, oyunlar oynar, şarkılar söylerdik…
İçimize sımsıcak duygular doluşurdu…
Çocukluk işte…
Güneş eritmesin, mutluluklarımız sönmesin diye,
avuç dolusu karları evin en soğuk yerlerinde saklardık çoğu kez…
Ama hiçbir şeyin, hiçbir zamanın hükmedemediği bütün umutlar gibi,
sakladığımız o karlar da, güneşe veyahut o sinsi zamana yenik düşerdi…
Yüreğimizdeki çocuksu umutlarla beklerdik.
Bir dahaki kışları…
Yağacak karları…
Umutları…
Oyunları…
Hayatın, saf, engelsiz, koşuşturmasız tarafıydı belki de bizimkisi…
Karlara yenik düşmüş, yolları kapanmış köylerin, hastaneye yetişmek için bekleyen, karnında bir yavru ile set kurmuş karlarla amansız bir kavgaya bulaşan hamile kadınlar nereden,
nasıl gelsindi ki aklımıza… ?
Her şeyin bir bedeli vardı işte…
Şimdi daha iyi anlıyorum, geriye dönüp baktığımda…
Çocukluğumuzda yaşadığımız, bize o zamanlar bile tuhaf mutluluklar yaşatan o karların bile, kirli bir yüzü veyahut bir bedeli vardı demek…
Tıpkı her şeyin; kirli bir yüzü veyahut bedeli olduğu gibi…
Zeki Akın
Kırsalda doğaya karşı savaşan hamile kadınlara ve okumaya çalışan o çocuk yüreklere…
Sokaklar, caddeler, evler, beyaz karlarla örtülmüş geceden…
Her yer bembeyaz…
Şehir gelinlik giymiş sanki bu sabah…
İçimde, bembeyaz çoşkular, bir o kadar da hüzün var…
Çocukluğuma gidiyorum…
Çocukluğumun karları da böyleydi…
Soğuk bir gecenin, sıcacık bir yatağına yatar,
o şirin beyaz örtüyle uyanırdık sonra…
Her yer bembeyaz olurdu…
Sokaklar, caddeler, avlular, damlar, her yer…
Eskimiş çorapları kat kat eder, giyerdik ayaklarımıza sonra…
Trabızan ayakkabılarımız vardı…
O bembeyaz örtüyü, kapkara ayakkabılarımızla kirletirdik…
Ama, masum bir kirlilikti bu…
Çoktandır böyle delice yağmamıştı kar…
Küsmüştü belki…
Çocukluğumdaki karları anımsattı bana…
Alıp götürdü beni, sürükledi o zamanlara…
Kerpiçten yapılmış evimizin damını, üşüyen ellerimizle temizlemeye çalışırdık o vakitler…
Damdaki karları, çatalımsı bir tahta parçasıyla traş ederdik sanki…
Konu komşunun toprak damlarında koşturur durur,
mahalllenin, ama pîr olmuş çocuk avcılarından kuşları avlamak için garip garip yöntemler öğrenirdik…
Naylon iplikleri kısacık keser, onları düğümler, toprağa saplardık ilkin…
Tuzak yerini kışlıklarımızdan arakladığımız buğday taneleriyle doldurur,
kendimizi bir köşeye gizlerdik sonra…
Beklerdik…
Gök yüzünde bir müddet dolanıp yerdeki yemlere çömelen kara kuşlar,
o hain tuzaklarımızın kurbanı olurlardı sonra…
Tuzaklara yakalanan kara kuşlar, güvercinler,
kanatlarını bir süre çaresizce çırpar, daha fazla dayanamaz, esir düşerlerdi…
Büyük avlumuza o kadar karlar yağardı ki, adım atamazdık…
Her sendeleyişte, tekrar tekrar dengemiz bozulur,
karlara yüz üstü düşerdik…
Odunluktaki küçücük kömürler,
kardan adamın gözleri, düğmeleri de elbisesine saklardık her daim…
Güneş çıkmasın, kardan adamımız yaşasın diye, çok dua ederdik…
Çocuktuk işte…
Konu komşudan ufacık taslara doldurduğumuz,
o pamuksu karları yediğimizde, ağzımıza çocuksu tatlar doluşurdu…
Güzeldi…
Sanki o zamanın karları bile farklıydı…
Süt beyaz, kirlilikten, kokuşmuşluktan arınmış,
bembeyaz bir örtü gibiydi sanki çocukluğumuzdaki karlar…
Kendi ustalığımızla, kayağa benzettiğimiz,
ufacık kaygan tahtaların bir ucuna bir sicim bağlar,
karların üzerinde çocuksu yolculuklara çıkardık çoğu kez…
Mahallenin orta yerinde, eskimiş, pörsümüş tenekelerin içine,
konu komşudan yürüttüğümüz odunları doldurur,
sonra onları yakar, etrafına dizilir, oyunlar oynar, şarkılar söylerdik…
İçimize sımsıcak duygular doluşurdu…
Çocukluk işte…
Güneş eritmesin, mutluluklarımız sönmesin diye,
avuç dolusu karları evin en soğuk yerlerinde saklardık çoğu kez…
Ama hiçbir şeyin, hiçbir zamanın hükmedemediği bütün umutlar gibi,
sakladığımız o karlar da, güneşe veyahut o sinsi zamana yenik düşerdi…
Yüreğimizdeki çocuksu umutlarla beklerdik.
Bir dahaki kışları…
Yağacak karları…
Umutları…
Oyunları…
Hayatın, saf, engelsiz, koşuşturmasız tarafıydı belki de bizimkisi…
Karlara yenik düşmüş, yolları kapanmış köylerin, hastaneye yetişmek için bekleyen, karnında bir yavru ile set kurmuş karlarla amansız bir kavgaya bulaşan hamile kadınlar nereden,
nasıl gelsindi ki aklımıza… ?
Her şeyin bir bedeli vardı işte…
Şimdi daha iyi anlıyorum, geriye dönüp baktığımda…
Çocukluğumuzda yaşadığımız, bize o zamanlar bile tuhaf mutluluklar yaşatan o karların bile, kirli bir yüzü veyahut bir bedeli vardı demek…
Tıpkı her şeyin; kirli bir yüzü veyahut bedeli olduğu gibi…
Zeki Akın