Onlar mülteci biz ne kadar Ensar’ız?
"Zulme uğradıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri, and olsun ki, dünyada güzel bir yerde yerleştiririz. Âhiret ecri ise daha büyüktür.” (en-Nahl Sûresi, 41)
Saadet asrıydı. İslâm’ın ışığı, Kainatın Efendisi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) rehberliğinde kalpten kalbe giriyor, zulmet ve yokluk perdelerini hayatın ve aşkın ışığıyla delip gönülleri ferahlatıyordu. Karanlık yüzler de boş durmuyor, kurtuluşa gidenleri durdurmak için işkence ve zulüm dozunu gittikçe artırıyordu. Müminlere yapılan eziyetler haddi aşmış, Mekke’de onlara hayat hakkı kalmamıştı. “Artık bu kötü yerde neden duruyoruz? Ne zaman bitecek bu çile?” soruları zihinleri meşgul etmeye başlayınca, Yüce Yaradan’dan izin geldi. Efendiler efendisi, müminlere, “Allah’ın (cc) izniyle Medine’ye gidin.” dedi. Gidenler ‘muhacir’ oldu. Onları Medine’de bekleyenler de ‘ensar’. Gelen de karşılayan da kıymetlendi. En son Efendiler Efendisi çıktı yola. Muhacir ve mülteci oldu. Medineliler, Mekke’den gelen kardeşlerini bizatihi tanımıyorlardı. Ama onlar bir kere kardeş tayin edilmişlerdi ve bu konumlarının hakkını verme adına mal ve evlerini onlarla yarı yarıya paylaştılar. Bu sadece evlerini değil, kalplerini de birbirine açan insanlar vesilesiyle İslâm sadece Medine’ye değil tüm dünyaya yayılabildi, başka kalplere de tesir edebildi. Ama Medine’ye gidenler İslâm’ın ilk mültecileri değildi. Daha önce de bir grup Müslüman, Hz. Peygamber’in emriyle Habeşistan’a gitmiş, orada gönülleri fethetmişti. Böylece müşrikler, Habeş Kralı Necaşi’den müminleri isteyince kral, “Onlar benim misafirlerim. Canları ve malları da bana emanet.” diyerek dünya tarihinde mültecilik hukukunun temellerini atmış oldu.
Hz. İsa ve Hz. Musa gibi pek çok peygamber de mülteci olup hicret etti Allah’ın emriyle. Hatta ilk insan Hz. Âdem dahi cennetten Dünya’ya iltica etti. Biz bu kavrama yabancı olsak da, insanlık tarihi böyle birçok örnekle dolu. İnsanlar zulme uğradıkça, mecbur kaldıkça göç ediyorlar başka diyarlara. Dün Peygamberimiz’di (sallallahu aleyhi ve sellem) mülteci olan bugün Suriyeliler. Onlar, çok sevdikleri memleketlerini bıraktılar. Kiminin kardeşi kaldı geride, kiminin çocuğu, kiminin kocası. Şimdi kardeş gördükleri Türkiye’nin misafirleri oldular yarım kalan hayatlarıyla... Biz de mültecilik konusunu daha iyi anlayabilmek için Hatay’daki izlenimlerimizi sizlerle paylaşmak istedik.
HATAY’DA KİRALAR 2-3 KATINA ÇIKMIŞ!
Ülkelerinde 1,5 yıl önce başlayan savaştan kaçıp gelen 80 bini aşkın Suriyeli, Türkiye’nin sınır illerine kurduğu çadır kentlerde konaklıyor. 10 bin kadarı ise pasaportlarıyla yasal yollardan ülkemize giriş yaptılar. Onlar, Hatay başta olmak üzere Adana ve Gaziantep’te, iki üç aile birleşip kiraladıkları bir dairede hayata tutunmaya çalışıyorlar. Maddî sıkıntı yaşayan mültecilerin çoğunun evinde doğru düzgün eşya bile yok. Eşi ve 7 çocuğuyla 1 yıl önce Humus’taki yıkımdan kaçan Ali (42), Hatay’da 300 TL’lik evi 650 TL’ye kiralayabilmiş. Daha sonra gelen başka bir aile ile birlikte 17 fert aynı evde yaşıyorlar. Türk komşularıyla iyice kaynaşmışlar. Ramazan’da her gün bir komşuları yemek getirmiş onlara. Şimdi de çaya gidip geliyorlar komşularına. Bir yardım kuruluşu 2 ayda bir gıda kolisi bırakıyor hanelerine. Avrupa’da çalışan kardeşlerinin gönderdiği para ile geçinmeye çalışıyorlar. Türkiye’nin kendilerine sahip çıkmasını hayatları boyunca unutamayacaklarını anlatan Ali, “Komşularımızdan da Türkiye’den de Allah razı olsun. Onlar olmasaydı savaş zamanı nereye giderdik?” sözleriyle minnetini ifade ediyor.
Peygamberimiz’in hicretinin üzerinden tam 1433 yıl geçti. O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) ve diğer sahabeleri karşılayan fedakâr bir ensar vardı. Peki, biz Suriyelileri aynı şekilde karşılayabildik mi? Ne kadar ensar olabildik? Bu konuda olumlu ve olumsuz birçok örnek var. Suriyelilerin Hatay’a gelmesinin ardından şehirdeki ev kiralarının 2-3 kat artması Müslümanlar için büyük bir ayıp mesela. Hatta bazı ev sahipleri, ev kiralamak isteyen mültecilerden 6 ay ya da 1 yıllık kirayı peşin istemiş. Bu tür fırsatçı yaklaşımların yanında mültecilere kol kanat gerenler de yok değil. Hatay’daki sınır köylerinde fazla evi olan bazı köylüler, evlerini ücretsiz olarak Suriyelilere tahsis ediyor. Ancak mültecilerin ülkemizde genel olarak ensarca bir karşılama gördüğünü söylemek zor.
Yetkililer, savaşın hemen ardından Suriyelileri sınırın yakınına kurulan çadırlara yerleştirdi ve gelenleri mülteci değil ‘misafir’ olarak kabul ettiğini açıkladı. Çadır kentlerde hayat, 45-50 derece sıcaklıkta devam ediyor. Kentlerin girişinde ‘konaklama merkezi’ yazılı tabelalar dikkatimizi çekiyor. Suriyeliler, burada hapis hayatı yaşamıyor. İsteyen çıkıp çarşıya pazara gidebiliyor. Dileyen de devletin kendilerine tahsis ettiği servislerle diğer kamplarda kalan akrabalarını ziyaret ediyor. İmkanı olanların dışarıdan satın aldığı klimayı çadırına taktırmasına da izin veriliyor. Günde 3 öğün yemek pişiyor burada. İlk zamanlar yemekleri Türk aşçılar yapıyormuş. Suriyeliler bu yemekleri beğenmediği için artık devlet, sadece istenen gıda listesini temin ediyor, onlar da damak zevklerine göre kendi yemeklerini kendileri yapıyor.
Türkiye’de mültecilerle ilgilenen tek kuruluş olan Mülteci Derneği’nin başkanı Taner Kılıç, bu kampın imkanlarının Dünya’da başka bir örneği olmadığını anlatıyor bize. Fakat bu güzel uygulamaların yanında yetkililerin Suriyelilere verdiği ‘misafir’ statüsünün hukukî bir karşılığı yok. Buradan hareketle Türkiye’nin mülteci politikası olmadığını savunan Kılıç, özellikle son Suriyeli mülteciler olayında bunun ortaya çıktığı görüşünde. O, yetkililerin sırf güvenlik endişesiyle sivil toplum örgütlerinin mültecilere yardımını engellediğini de savunuyor. “Şu an Suriyelilerin ciddi bir psikolojik desteğe ihtiyacı var. Avrupa ve Amerika’dan çok sayıda psiko-sosyal yardım sunan dernek ve vakıf, kampta hizmet vermek istiyor ancak izin alamıyorlar.” bilgisini paylaşıyor bizimle Kılıç.
BM verilerine göre, Türkiye’de 90 bin Suriyelinin dışında 28 bin mülteci bulunuyor. 130 ülkeden gelen bu insanların çoğunu; Afganistan, İran, Irak, Somali ve Sudanlılar oluşturuyor. İlk zamanlar 31 ilde kurulan uydu kentlerde kalan mültecilerin zamanla sayıları artınca uydu kent kurulan şehir sayısı 53’e çıkarılmış. Türkiye, AB dışından gelen kişileri mülteci statüsünde değerlendirmiyor. Zira eğer bu statü verilirse mültecinin uluslararası hukuktan doğan haklarının da tanınması gerekiyor. İşin aslı, coğrafî açıdan geçiş ülkesi olan Türkiye, bu hakkı kolayca tanırsa başının derde gireceğinden endişe ediyor. Örneğin Afgan sığınmacılara bu hakkı tanırsa, İran’da bekleyen yüz binlerce Afgan’ın ve diğer mültecilerin Türkiye’ye hücum edeceğinden çekiniliyor.
Ülkemizde sığınma konusunda otomatik işleyen kamu, sivil toplum ve BM adına bir mekanizma yok. Kılıç, günümüzde bir mültecinin en acil ihtiyacının hukuk olduğunu belirtiyor. Çünkü hukuk demek hak demek. Uluslararası hukuka göre maddî sebeplerle çalışmak için gelenlere ‘göçmen’, hayatî sebeplerle kaçan kişilere ise ‘mülteci’ deniyor. Bir ülkeye sığınan kişi başvurusu kabul edilene kadar geçen sürede ‘sığınmacı’ olarak adlandırılıyor.
Avrupa’daki örneklere baktığımızda kilisenin göçmenler ve mültecilere destek konusunda çok etkin olduğunu görüyoruz. Yemek, giyecek, barınma gibi insanî yardım konularında çok etkinler. Örneğin iç hukukta mülteci olarak kabul edilmeyen bir kişi, en son kendini kiliseye atıyor ve kilise o kişiye sahip çıkabiliyor. Üstelik polis, rahipten sığınmacıyı isteyemiyor. Avrupa’da mültecilerle ilgili çalışma yapan kurumlardan bir diğeri sendikalar. Bu kuruluşlar, hükümeti ve kamuoyunu çok iyi yönlendiriyorlar. Türkiye’de ise hiçbir sendikanın mültecilere yönelik bir politikası yok. Avrupa’da gençlik örgütleri de bu konuda ön planda. Örneğin Alman gençler, göçmenlerin derslerine yardımcı olmuş yıllarca. Böylece gurbetçilerimiz, yabancı dilden kaynaklanan zorluğu bir nebze olsun aşmışlar.
Kılıç’a göre devlet, binlerce göçmen ve mülteciye bir noktaya kadar yardım edebilir. Bu sebeple sivil toplumun bu konuda daha aktif olması şart. “İnsanların da biraz kendine rol biçmesi lazım. Hak ve insanî yardım örgütleri başta olmak üzere sivil toplum, hatta cami dernekleri bu konuda kendilerine rol biçmeli.” diyen Kılıç, Türk halkının mülteciler konusundaki en büyük eksikliğinin de bilgisizlik/bilinçsizlik olduğu kanaatinde. Zira hiçbirimizin onlardan haberi olmuyor. Hatta Kılıç’a göre bırakın vatandaşı, bazı illerde valiler bile bilmiyor kendi şehirlerinde mültecilerin yaşadığını.
Sizin sokağınızda da bir mülteci olabilir!
Birçoğumuzun mülteciler ve göçmenlerle ilgili bilgisi olmadığı için onlara yeterli yardımı yapamıyoruz. Taner Kılıç’ın anlattığı bir örnek de bunu doğruluyor: “Çeşitli zorluklarla Ağrı’ya gelen bir Afgan aile, son paralarıyla 100 TL’ye ev kiralamış. Marketten aldıkları karton kutuları yere serip üzerinde uyumuşlar kışın ayazında. Ama bir süre sonra komşularının haberi olunca insanlar üçer beşer yardımda bulunmuş ve bir eve dönüşmüş orası. Ancak bu uzun bir süreç. Birçoğumuzun sokağında belki yan sokağında böyle muhtaç insanlar var. Ama bizim bundan haberimiz olmayabilir. Aslında sokakta görüyoruz mültecileri, ama bu insanlar niye gelmiş, hangi kaygılarla memleketlerini bırakmışlar, neler yaşamışlar bunu bilmediğimiz için anlayamıyoruz.”
Her meslekten insanın mültecilere yardım edebileceğini vurgulayan Taner Kılıç, halen 100 üyesi olan Mülteci Derneği’nin 2. şubesini önümüzdeki günlerde Edirne’de açacağı ve halihazırda birçok şehirden üyeleri olduğu bilgisini veriyor. Kılıç’a göre herkes imkanı ölçüsünde mültecilere yardım edebilir. Bir mülteci çocuğun dersine yardım etmek, birine gülümsemek ve bazen bir hal hatır sorma bile çok büyük bir yardım. Kendi çocuğumuzun mülteci bir çocukla oynaması bile tahminimizden çok daha büyük bir destek anlamı taşıyor.
Oysa her meslek grubundan insan, isterse kendi mesleğinin verdiği imkanlarla gönüllü olarak mültecilere yardımcı olabilir. Örneğin derneğin gönüllü üyeleri olan öğrenciler, dernek ofislerinde ve hazırlanan yerlerde mültecilere Türkçe ve İngilizce kursu veriyor. Bireysel olarak mültecilere yardım eden daha pek çok insan var. Yemek, giyecek ve eşya yardımları yapıyorlar. Ama gençlerimizin Avrupa ve ABD’de olduğu gibi daha aktif görevler almaları lazım. Kadın örgütlerinin de mülteci kadınların sağlık sorunları gibi mevzularla ilgilenmesi gerek. Asıl mesele ise bu yardımları kurumsallaştırmak ve organize etmek. Kılıç ve arkadaşları yardımları koordine etmek için ‘mülteciler adlı siteyi kurmuş. Site üzerinden kamu kurumları ve sivil toplum örgütlerinin haberleşmesi hedefleniyor. Ayrıca mültecilere yardımcı olmak isteyen her fert bu siteden iletişim kurabiliyor.
Türkiye’de iyi örnekler de yok değil. Ancak üzücü olan bu yardımların tamamen şahsî duyarlılıklarla yapılıyor olması. Zeytinburnu Belediyesi buna iyi bir örnek. Kumkapı’daki geri gönderme merkezinin yeme-içme masraflarını belediye karşılıyor. Ayrıca belediyenin göçmenlik ve mültecilik konusunda halkın bilinçlenmesi için çok sayıda etkinliği var. Yine Isparta ve Konya da olumlu örnekler arasında. 3 yıl önce Isparta’da vali ve yardımcısının başını çektiği ekip çalışmasıyla çok güzel hizmetler veriliyor. Valilik mültecilerin sağlık sorunlarını çözmek için sağlık karnesi bile bastırmış. Fakat aynı Isparta’daki sivil toplumun konuya duyarlılığı sıfır düzeyinde. Konya’da ise valilik ve sivil toplum işbirliğiyle mültecilere ev tutuyor. Her 3-5 evin masrafları bir sivil toplum örgütüne zimmetlenmiş. En kalabalık mülteci şehirlerinden Kayseri’de de mülteci çocukların eğitimi konusunda çok önemli çalışmalar yapılıyor. Yozgat’ta ise Türkiye’deki tek mülteci misafirhanesi var.
İlahiyatçı Prof. Dr. Hüseyin Algül de zamane Müslümanlarını gerçek birer ensar gibi davranmaya çağırıyor. Kur’an-ı Kerim’de muhacirlere sahip çıkan ensardan bahsedildiğini hatırlatan Algül, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) yaptığı güzel işlerden dolayı ensardan övgüyle bahsettiğini nazara veriyor. Algül’e göre ensar olma, sadece yabancı ülkeden gelenleri misafir etmek değil. Dünyanın bir köşesindeki muhtaç insanlara uzaktan yapılan yardım da bir ensar tavrı. Yani bu kavram, hepsini karşılıyor. Ancak sürekli bu ruh ve anlayışı canlı tutmak gerekiyor.
Prof. Dr. Algül, şu an içimizde taşımamız gereken ahlâkı özetliyor sözleriyle: “Muhacir sabrı, ensar fedakârlığı ve paylaşmayı temsil eder. İslâm ahlâk esaslarına göre muhtacın, yoksulun, yetimin daima elinden tutulur. Darda kalana yardım edilir. Eğer bir yerde zulüm, baskı ve dolayısıyla muhacir varsa, o toplumda yaşayan insanların ensar olma görevi vardır. Ensar gibi olmak da yardıma himayeye muhtaç olan insana (dil, ırk, renk ayrımı gözetmeksizin) kucak açmaktır.” Biz de diyoruz ki, savaşın acımasız yüzünden kaçan Suriye halkının ülkemize sığınmasını fırsat bilerek, daha önce hiç ilgilenmediğimiz mülteciler için hayatımızda yeni bir sayfa açabilir, bu konudaki hukukî açmazları yeniden gündeme getirebiliriz. Ne dersiniz?
alıntı