İlmiye sınıfı, Ehl-i şer ya da Ulema (Alimin çoğulu Ulema), Osmanlı'da hukukçu, öğretim üyesi ve din adamlarının oluşturduğu zümre.
Bu zümrenin görevleri adalet hizmetleri, eğitim ve yargı görevlerini kapsamaktadır. Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde ve Osmanlı'dan önceki İslam devletlerinde şeyhülislam resmi bir anlam ifade etmemiş, resmi kullanımı ilk olarak II. Mehmet döneminde olmuştur. Zamanla üst düzey yöneticilerin istismarıyla bilimsel özelliğini yitirmiş ve bu sınıfın önde gelenlerinin çocukları iyi mevkiilere gelir olmuştur. Niteliklerine bakılmaksızın aile üyelerinin atanması sonucunda, 18. yüzyılda artık ilmiye sınıfı tüm reformlara karşı çıkan, kendini yenilemekten uzak, gelişen bilim ve hukuk konusunda çağının gerisinde bir konuma gelmiştir.
Selçuklu dönemi
Anadolu'nun fethini müteakip bir taraftan iskân hareketleri vuku bulurken, diğer taraftan ele geçirilen veya yeni kurulan şehirlerde medreseler açılmaya başlamış ve böylece 13. ve 14. yüzyılda Orta Anadolu kentlerinde Selçuklu ve Karamanlı devlet adamlarınca çok sayıda medrese yaptırılmıştır.
Selçuklular dönemine baktığımızda yükseköğretim kurumu olarak, bir Türk-İslam kurumu olarak medreseleri görmekteyiz. Bu medreseler içerisinde Nizamiye Medreseleri ayrı bir öneme sahiptir. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Veziri Nizamülmülk'ün 1068 yılında Bağdat'ta açmış olduğu "Nizamiye Medresesi" Türk yükseköğretim tarihinde yükseköğretim kurumu olarak önemli bir kurumdur. Nizamülmülk daha sonra Belh, Herat, İsfahan, Basra, Merv, Musul, Amul, Harcird, Buçenc, Rey medreselerini yaptırmıştır. Nizamülmülk medreselerinin başlıca amaçları; din adamı yetiştirmek, yoksul ve yetenekli öğrencileri okutup topluma kazandırmak, imparatorluğun yönetimi için memur yetiştirmek ve devlet adamlarını eğitmektir. Nizamiye medreselerinin bir başka amacı da Nizamülmülk'ün de belirttiği gibi bilginleri bir görev ve maaşla medreselere bağlayıp denetim altında tutmak ve böylece devlete karşı gizli hareketlere katılmaları ihtimalini ortadan kaldırmaktır. Nizamiye Medreseleri esas olarak din, hukuk, dil ve müspet bilim öğretimi yapmışlardır.
Bu dönemde medreseler devlet girişimi ve devlet parası ile yaptırılmıştır. "Nizamiye Medreseleri" adı genelde bu medreseleri anlatan bir ortak isimdir. Nizamülmülk'ün sağlığında kendinin kurdurduğu medreselerin hepsi ona bağlıydı, onun ölümünden sonra Sultan ve Halife'ye bağlanmıştır[6].
Nizamiye medreseleri, "eğitimde şans ve fırsat eşitliği" gerçekleştirmeye çalışmıştır. O zamanlar yükseköğretim maddî problemi olmayan, kolayca kitap satın alabilen ve çeşitli yerlerde araştırma yapabilenlerin görebildiği bir eğitimdi. Devlet, medreseleri "yatılı ve burslu" bir eğitim kuruluşu haline getirmekle öğretimde imkân ve fırsat eşitliğini sağlama çalışmalarına girişmiş oluyordu. Selçuklu medreseleri müderris-öğrenci ilişkilerinde bir yenilik getirmemişti ama "öğrenci statüsü"nde bazı yenilikler getirmişti. Bu yenilikle, medrese öğrencilerinin büyük bir kısmının yatılı olması ve bu arada medrese vakfından burs alabilmeleridir.
Gerek Selçuklular, gerekse bunun arkasından gelen Beylikler ve İlhanlılar zamanında Anadolu'da; Zengiler ve Eyyubiler devrinde Suriye ve Irak'ta olmak üzere Selçuklu geleneğinde bir çok medreseler kurulmuştur. Bu sadece Anadolu'da olmamış; ayrıca Selçukluların yıkılmasından sonra hakim oldukları topraklarda yeni kurulan devletlerin hepsi, egemen oldukları yörelerde Selçuklu medrese geleneğini devam ettirmişlerdir.
Osmanlı dönemi
Osmanlı Devleti'nde ilmiye sınıfı, bahsedilen farklı alanlarda bulunan görevlilerin hepsi, medresede eğitim görmektedir. Medreseler, ilmiye sınıfını oluşturacak olan bireylere; hoca, yargı organı ve din görevlisi türünden görevler yüklenebilecek biçimde bir eğitim vermektedir[7]. İlmiye sınıfı, hiyerarşik bir teşkilat olarak örgütlenmiştir. Dar anlamda ilmiye teşkilatı; tarik-i tedris ve tarik-i kaza'dan oluşturulmuş olup şeyhülislam bu teşkilatın en yüksek mevkiinde bulunmuştur. Yargıçlık ve öğretim görevini örgütleyen ilmiye teşkilatı, aynı zamanda padişah tarafından bahşedilen, ayrıcalık ve onur olarak da nitelenebilir. Ulema sınıfının özerkliği, ayrıcalığın sağlanmasıyla birlikte gelişmiştir. Bu sıkı hiyerarşi kurallara uygun atama ve terfi usulunü sağlamış, dolayısıyla ulema atamalarında dış yetkililerin müdahaleleri önlenmiştir. Ayrıca, kadılar mahkeme harçlarını, müderrisler ise vakıf ücretini alma hakkını kazanıyordu.
Kuruluşu
Osmanlılarda medrese eğitimi ilk olarak Orhan Bey zamanında başlamıştır[9]. İhtisaslaşma ise ilk Dârül-Hadis medresesinin 13. yüzyılın ikinci yarısında, I. Murat zamanında Çandarlı Hayrettin Paşa tarafından İznik'te kurulması ile başlamıştır. Diğer bir ihtisas medresesi olan Darüt Tıb kurumları ise ilk olarak Yıldırım Bayezid tarafından Bursa'da yapılmış olup inşası 1389 tarihinde tamamlanmıştır. Zamanla sayıları artmış ve 15. yüzyılda Edirne'deki Darülhadis en önde gelen medrese konumuna gelmiştir.
Fatih Sultan Mehmet tarafından, İstanbul'un fethini takiben, sekiz kilise medreseye çevrilmiş ve ilk defa bir fakültenin temeli atılmıştır. Bu sekiz medreseye Sahn-ı Seman adı verilmiştir. Ayrıca bu medreselere öğrenci yetiştirmek amacıyla, musıla-ı sahn veya tetimme medreseleri adıyla anılan lise hükmünde okullar da kurulmuştur.
Sahn-ı Seman'da Hukuk, İlahiyat ve Edebiyat fakülteleri bulunmaktaydı. Bununla beraber öğrenciler önceki tahsillerinde fen ilimleri de gördüklerinden, öğrenciler fen bilgilerine de vakıftılar. Kanuni Sultan Süleyman zamanında fen bilimlerine mahsus adam yetiştirmek amacıyla yeni okullar yapılması öngörülmüş ve bunların inşası 1550 yılında başlayıp 1556 yılında tamamlanmıştır. Bu okullar; dört medrese, bir Darülhadis ve bir Tıp medresesidir. Dört medrese doğrudan doğruya matematik (riyaziye) eğitimi için yapılmıştır. Bu okullara girmek isteyenler musıla-ı süleymaniye adı verilen okullara gider, sonra sahn-ı süleymaniye adı verilen bu okullara girerdi. Böylece İstanbul'da ilk Dârü'l-Hadis medresesi kurulmuştur. Ayrıca Kanuni, kendisinin yaptırmış olduğu bu Dârü'l-Hadis medresesini, medrese sisteminin en üst derecesine yerleştirmiştir.
Hiyeraşik yapısı
Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde ve Osmanlı'dan önceki İslam devletlerinde şeyhülislam kavramı bir tazim lafzı olarak kullanılmış ve resmi bir anlam ifade etmemiştir. Şeyhülislamlık ünvanı ilk olarak Fatih Sultan Mehmet devrinde kullanılmış ve; Fatih Kanunnamesi'nde "Şeyhülislam ulemanın reisidir" kuralı yer almıştır. Fatih döneminden önce "başkent müftüsü" olarak bilinen kimseler fetva vermekle görevlendirildikleri halde, şeyhülislam olarak anılmamışlardır. Daha sonraları ise, şeyhülislamlık kurumu resmi bir boyut kazanmış ve şeyhülislam başkanlığında dinsel-yönetsel bir yapılanmaya gidilmiştir. Fatih'ten önce ilmiye teşkilatının en yüksek derecesi kazaskerlik olarak kabul edilmekteydi.
Osmanlılarda devletin sembolü olarak görülen kadı; kadı olarak görevlendirildiği andan itibaren hukukçu olarak nitelendirilebiliyordu. Fethedilen bir yerde kadının çalışmaya başlaması, o yerin Osmanlı egemenliğine girdiğinin en önemli kanıtı sayılıyordu. 1326 yılından itibaren kadıların şeriat adına hüküm verdikleri görüşü iyice yerleşmiş, işlerine müdahale edilemeyeceği kuralı benimsenmişti. Bu dönemde devletin üst düzey görevlilerinin önemli bir kısmının kadılık mesleğinden gelenlerden olduğunu görüyoruz.
Öğretim metodu
Osmanlı Devleti'nde medreselerde kullanılan öğretim metodu dedüktif karakterde idi. Bu metodun esasını meseleleri naslara ve otoritelere dayandırmak teşkil etmektedir. Bu dedüktif metot, ilk zamanlarda ezberi esas almıştır. İlk önce Kur'an'ı ezberlemek ve mümkün olduğu kadar çok sayıda hadis öğrenmek gerekiyordu. Bir müddet sonra imlâ metodu gelişmeye başlamıştır. Buna göre talebeler ders esnasında hocanın karşısında halkalar halinde oturarak dersi takip etmekte ve gerektiği yerlerde not tutmaktaydılar. Bu not tutma yöntemi Kur'an dersleri hariç hemen hemen bütün derslerde uygulanmaktaydı. Zamanla imlâ metodunun yanında şerh ve izah metodu da gelişmeye başlamıştır. Medreselerde okutulan kitapların nüshalarının çoğalması ve bunların öğrencilerin eline geçmesinden sonra yavaş yavaş imlâ metodu terk edilmeye başlanmıştır. Bundan sonra metni bir öğrenci yükse sesle okuyor, hoca da gerekli izahlarda bulunuyordu ve metin üzerinde düzeltmeler yapıyordu. Ayrıca hoca, kendisinin yapmış olduğu izahları talebelere yazdırıyordu. Müderrisler, kimi zaman okuttukları derslerden herhangi bir bahis üzerine talebelerine münazaralar yaptırırlar ve neticede iki taraf arasında hakem olup mütalâalarını söylerlerdi.
Medreselerde soru-cevap metodu da kullanılmaktaydı. Hoca öğrencilere soru sorup cevabını beklediği gibi, öğrenciler de belirli bir nizama göre hocaya soru sorabilirlerdi. Yani derslerde takrir ve karşılıkla konuşmaya yer verilirdi. Belirli günlerde halka açık toplantılar da düzenlenirdi. Medreselerde her ne kadar kendi binalarında ders yapılıyorduysa da camilerde de sık sık ders yapılır ve bu dersi herkes izleyebilirdi. "Ders-i âmm" denen meşhur hocalar kent ve kasabaların büyük camilerinde cami dersleri adıyla herkese açık olarak dersler verirlerdi. Cemaat hocanın etrafında halka olur, anlatılanları dinlerdi. Bu derslerin düzenli izleyicileri bulunmaktaydı. İkindi namazından sonra daha sık yapıldıkları için ikindi dersleri de denilmekteydi. Osmanlı medreselerinde dersler kolaydan (muhtasardan) zora (mufassala) doğru bir seviyede okutulurdu.
Medreselerdeki öğretim metodu, daha sonraları müşahede, tecrübe, tetkîk ve tenkide yer vermeyen; sadace ayetlerin, hadislerin veya diğer metinlerin Aristo mantığına göre şerh ve tefsirine inhisar eden bir metot halini almıştır. Mânâdan ziyade lafza kıymet veren, yazı öğretimine yer vermeyen skolastik bir nitelik halini kazanmıştır. Müderrisler, felsefî ve kelamî meselelere çözüm bulmak ve tartışmak yerine, bu konuları eski bilgilerle geçiştirmeyi tercih etmişlerdir. Böylece medreselerde amaç; düşünen, araştıran ve sorgulayan insan yetiştirmek olmaktan çıkmış, sadece mevcut bilgilerle yetinen, sorgulamayan hazırla yetinen insan modeli yetiştirmek şekline dönüşmüştür. Bu kısır döngü talebenin zihninin gereksiz bilgilerle dolmasına, dolayısıyla öğrenci boyutunda zaman kaybının oluşmasına yol açmıştır.
Özellikle İstanbul'un alınışı ve devlet merkezi olarak seçilmesinden sonra açılan yüksek dereceli medreseler, zamanla gelişerek devletin yönetici ve aydın kitlesini yetiştirecek bir düzeye erişmişse de 16. yüzyılın sonundan itibaren medrese öğretimi kuruluş ve yükseliş devrindeki dinamikliğini yitirmeye başlamıştır.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde, padişahın bazı kişileri alt kademelerde müderrislik yapmadan üst kademelere ataması, ilmiye mensupları arasındaki bozulmanın başlangıç noktaları olmuştur. Hocazadeler, Fenarizadeler gibi bazı ulema soyları ortaya çıkmıştır. Bu durumu meşrulaştırmak için "Hocazadeler Kanunu" gibi rosmî destekler sağlanmıştır. Bu tür bozulmalar daha sonra II. Selim, III. Murad ve III. Mehmet dönemlerinde çoğalmış; 16. yüzyıl sonlarında ise hem medrese öğretimi hem de ilmiye sınıfı tamamen bir kargaşanın içine düşmüştür. Birçok "mevali gözdeler" soylarının adından faydalanarak kısa zamanda üst rütbelere yükselmişlerdir. İltimas ve rüşvetle pek çok kişi kadılık ve müderrislik görevlerine atanmışlardır. Bu şekilde müderris olanlar medresede ders vermemeye başlamışlardır. Ayda bir kere bile medreseye varmayan müderrisler türemiştir. Bunlar medreseye varsalar ders dinleyecek öğrenci bulamamışlar; öğrenci bulsalar ders verecek bilgiden yoksun olmuşlardır. Hocazadelere, büluğ çağına geldiğinde "Dâhil elli" derecesinde medreselerde müderrislikler, Müftüzadelere "Hariç", Kadıasker oğullarına "ibtidai kırklı", İstanbul kadılarının oğullarına da "yirmibeşli", "otuzlu" derecesindeki medreselerde müderrislik verilmesi âdet olmuştur.
Bu sistem içinde 17. yüzyıl ortalarına kadar pek çok değerli kadılar, hâkimler ve hukuk bilginleri yetişmiş ise de; medresede uygulanan öğretim yöntemlerinin gelişmelere uyum sağlayamaması, bilakis gerilemesi ve devletin gücünün günden güne azalması nedeniyle, tüm kurumlarda olduğu gibi bu alanda da çöküş başlamıştır. Kadı atamalarında, müderrislik unvanı ve mülâzımlık belgesi verilmesinde uyulması gereken kurallara uyulmamaya başlanmış; daha çok aile üyeleri atanmaya başlanmıştır. Bu uygulamanın ilk örneklerinden biri; 16. yüzyıl'da Hoca Sadettin Efendi'nin yaptığı atamalardır. Hoca Sadettin Efendi'nin büyük oğlu Mehmed Efendi henüz oldukça gençken Mekke Kadısı ve hemen ardından İstanbul Kadısı tayin edildi. İki ay kadar sonra da Anadolu Kazaskeri oldu; bu tarihte 29 yaşında idi. Diğer oğlu Esad Efendi medreseden birden bire Edirne Kadılığına geçti ve arkasında İstanbul'a kadı oldu, henüz 25 yaşında idi[9]. Medreselerde bu tarihten sonra ilmi hürriyet kalkmış, iltimas ve siyaset karışmaya başlamıştır. Önceleri medresede yükselmek için gerekli bilimsel yeterlilik aranırken, 16. yüzyıldan sonra, bilimsel yetki arka plana düşürülerek, kayırmacılık ön plana geçmiştir.
Tarihsel süreç içersinde müderrisliğe tayin olunacak mülazimler, mülazim olduktan 7 yıl sonra "Rüus" sınavına girer, başarılı olanlara "Ders-i Âmlık" payesi ve İptidâ-i Hâriç medreselerde öğretim yapma yetkisini verecek olan "İstanbul Rüûsu" denilen bir diploma verilirdi. Göreve en düşük seviyedeki medreseden başlayan müderrisler, zamanla kademe kademe yükselerek daha üst dereceli medreselere kadar çıkabilirlerdi. Oysa 1592 yılından itibaren müderrislik görevi bir rütbe haline getirilmiş; müderrislik payesi, yüksek dereceli ulemanın çocuklarına daha küçük yaşlardan itibaren verilmeye başlanmıştır. Böylece, ilmî hiyerarşiye uyulmaksızın terfi, ilerleme, ölçme ve değerlendirme yapılması gibi olaylara sıkça rastlanır olunmuştur.
Rüşvet ve iltimasın alabildiğine arttığı bir toplumda, bilginin ve faziletin hiç bir ayırıcı ve üstün özelliği kalmamıştır. Bu ortamda medreselerin öğretim programları alabildiğine karışmış; 16. yüzyılın ilk yarısında 2-3 yıl olarak belirlenen öğretim süreleri, aynı yüzyılın ikinci yarısında bir yıl, altı ay, üç ay gibi giderek azalmıştır. Doğal olarak bu kısalan süre içinde uygulanması öngörülen ders programı da giderek küçültülmüştür. Üstelik bazı dersler hakkındaki tutum da değişmiş; Fatih Sultan Mehmed zamanında "kânün üzre şugl oluna" diye okutulması yasalaştırılan bazı kitaplar ("Şerh-i Mevâkıf", "Haşiye-i Tecrîd"), "bu dersler felsefiyattır" denilerek daha sonraki dönemlerde "Hidaye", "Ekmel" gibi biraz daha az felsefî olan kitaplarla değiştirilmiş, daha sonra bunlar da ortadan kaldırılmış; medrese felsefî ve müspet ilimlere düşman bir kurum haline getirilmiştir. Bu atamalarla hakiki alimler geri planda kalmış; şeyhülislam, kazasker, padişah hocası gibi önde gelenlerin çocukları iyi mevkiilere gelir olmuştur. 18. yüzyıldaki bazı büyük ilmiye ailelerinin hakimiyeti, ilmiye teşkilatının niteliklerinden meydana gelmiştir. Niteliklerine bakılmaksızın aile üyelerinin atanması sonucunda, 18. yüzyılda artık ilmiye sınıfı tüm reformlara karşı çıkan, kendini yenilemekten uzak, gelişen bilim ve hukuk konusunda çağının gerisinde bir konuma gelmiştir.
15. ve 16. yüzyıllarda Batı, bilimde yeni dallar ve yöntemlerle büyük gelişmeler gösterirken; 17. yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı'da müsbet ve deneysel bilimlerin öğretim programlarından çıkarıldığı görülmektedir. Kâtip Çelebi'nin "Keşfü'z-zünun" adlı eseri, Osmanlılar döneminde yazılan eserlerin açıklamalı bir dökümünü vermektedir. 17. yüzyılda yazılan bu esere göre, eserlerin %95'i tasavvuf, din, tarih ve edebiyata; sadece %5'i müsbet bilimlere aittir. 16. yüzyıl sonlarına kadar astronomide Kadızâde Rümî ve Takiyeddin Efendi gibi büyük alimler sayesinde bilgi düzeyi çok düşmese de 17. yüzyılda böyle bilimadamları da bulunmadığından büyük bir gerileme olmuştur. Coğrafya alanında da denizciler dolayısıyla önceleri çağdaş bir bilgi görülse de 17. yüzyılda bu bilimin de yüzüstü bırakılmıştır. Bu gerileme bütün alanlarda görülmüştür. Öyle ki, 17. yüzyılda mimari bile yabancıların eline geçmiştir.
17. yüzyıldaki din yorumlaması da medrese programları üzerinde etkileyici olmuştur. 16. yüzyıl sonlarında Birgivî Mehmet Efendi, toplumdaki din ve mezhep sürtüşmelerini kaldırmak için "Tarikat-ı Muhammediye" adlı bir eser yazmıştır. Bu eser, geniş düşüncenin yerine şüphe ve tereddütün geçmesinde etkili olmuştur. Bu kitap dinen yasak olan bir sürü hareket belirlemiştir. Bu eserde bilimler de "mubah" ve "merdûd" (redd) ilimler diye ikiye ayrılmış; kelam, astroloji ve birçok tabiat bilimleri ikinci sınıfa sokulmuştur. Birgivî'nin bu görüşü, daha sonraki yıllarda "Kadızâdeler" tarafından savunulmuştur. Dini konularda yorumlara açık görüşü savunanlara da "Sivasizâdeler" denmiştir. Daha sonra Ayasofya Camiinde vaazlar veren Üstüvanî Mehmet Efendi de bir Risale yazarak, dinen yasak hareketler çerçevesini daha da genişletmiştir. Bunların açtıkları çığırda medrese programları giderek kısırlaşmıştır.
Reformlar
Geleneksel medrese eğitiminden "ilk kopuş" Osmanlı donanmasının Ege kıyısında Çeşme'de Rus donanması'nca yok edilmesinin ardından Sultan III. Mustafa'nın 1773'te İstanbul'da "Mühendishane-i Berri-i Hümayun"'un kurulmasıyla gerçekleşti. Bu yükseköğretim kurumlarında çok önemli bir değişimin başlangıcıdır. Ayrıca III. Selim'in 1795'teki fermanı, öğretim elemanlarının atanmaları için tam zamanlı çalışma, akademik ilerlemelerde yayın ve sınav gereklerini de içine alan usul ve esasları ayrıntılı olarak belirtiyordu. Medresenin yanında yeni eğitim kurumları kurulması sonucunda eğitimde ikilik olmuş; bu durum Cumhuriyet dönemine kadar devam etmiştir.
Yeniliklerin gerisinde kalan medreselerin reformuna ise ilk olarak 1826 yılında başlanmıştır. Bu yıl Eski Ağa Kapısı, Şeyhülislam dairesine (Bab-i Fetva) çevrilmiştir. Böylece, daha önce kendi konaklarında görev yapan Şeyhülislam, Kazasker ve İstanbul Kadısı, bu yıldan itibaren resmi ofiste çalışmaya başlamıştır. Resmi ofislerin kuruluşundan sonra buralarda hizmet eden kâtipler, resmi memur sıfatını almıştır. 1855 yılında Tevcihat-i Menasib-i Kaza Nizamnamesi ve Nuvvab hakkında Nizamname ilan edilmiştir. Böylece kadılık ünvanının verilmesinde bir düzen kurulmuştur. Ancak yine aynı düzenlemeler ile kadılık mevkisinin eski yetkisi kalmamıştır. Naiblik ise kadılığın yerine fiili şer'i hakimliğe çevrilmiştir. 1854 yılında Mu'allimhane-i Nuvvab (Mekteb-i Nuvvab) ve sonra Meclis-i Intihab-i Hukkamu's-şer' (Şer'i Hakimler Seçim Meclisi) kurulup naiblerin seçim usulu düzenlenmiştir. Şer'i mahkemenin yargı usulu de çeşitli talimatnameler ile düzenlenmiştir. Naiblik teşkilatının yanında yeni yargı sistemi (Mahakim-i nizamiye teşkilatı) kurulduğundan naibin yetkisi azalmıştır. 1888 tarihli İrade-i Seniye'de; şer'i ve nizami mahkemelerin görevlerinin ayrılması belirlenmiştir. Bu yasa ile, şer'i mahkemelere sadece evlenme, miras ve vakıfla ilgili idare ve yargılama yetkileri bırakılmıştır.
Darülfünun'un kurulması
Osmanlı'da üniversitenin karşılığı sayılabilecek kurum olan darülfünundur. Darülfünun açılmasına 1845 yılında açılmasına karar verildiyse de buna artık bozulan medrese tarafından karşı çıkılmıştır. Bu nedenle açılış 18 yıl gecikmiştir. 1863, 1870 ve 1874'te açılan darülfünunlar kısa süre sonra kapanmışlardır. Kapanmanın arkasında hep medrese baskısı olmuştur. Kesintisiz darülfünun ancak 1900 yılında kurulabilmiştir.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra İsviçre'den Prof. Albert Malche Türkiye'ye davet edilerek mevcut Darülfünun ile ilgili incelemeler yapması istenmiştir. Prof. Malche, Darülfünunda incelemeler yapmış ve sonunda 95 sayfalık "İstanbul Darülfünunu Hakkında Rapor"unu hazırlamıştır. Darülfünunun genel eleştirisini yaparken temelde şunu söylemiştir: "Esas sorun şudur; bilim nakil yolu ile değil, yaratıcı düşünceyi ortaya çıkarıcı şekilde olmalıdır. Darülfünun bilimsel zihniyeti yaratmaktan sorumludur ve bunun dışında kurtuluş yoktur." Malche'nin raporunda Darülfünuna ait temel sorunların bazıları şunlardır; "Öğretim üyeleri ders kitabı yazmıyor. Konusunda yenilikleri izlemiyor ve ders içerikleri değişmiyor. Zamanlarının çoğunu akçalı işleri nedeni ile darülfünun dışında geçiriyorlar. Bilimsel araştırma yapılmıyor. Sonraki kuşaklar için bilimsel kadro oluşturacak ortam yaratılmıyor. Toplumdan soyutlanmış ve ülkenin doğal ve toplumsal sorunlarına karşı ilgisiz." En sonunda bu eksiklikleri giderebilmek amacıyla 1933 Darülfünun devrimi yapılmıştır. Bu yasayla darülfünun lağvedilmiş ve yerine aynı gün üniversite kurulmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti dönemi
Medreseler çağın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak kaldığından, 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun birinci maddesi olan "Türkiye dahilindeki bütün müessesât-ı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekâleti'ne merbuttur" ifadesi ile Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanmış ve zamanın Milli Eğitim Bakanı Vasıf Bey de 13 Mart 1924 tarihli genelgesiyle medreseler üzerindeki tasarruf hakkını kullanarak medreseleri kapatmıştır
Bu zümrenin görevleri adalet hizmetleri, eğitim ve yargı görevlerini kapsamaktadır. Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde ve Osmanlı'dan önceki İslam devletlerinde şeyhülislam resmi bir anlam ifade etmemiş, resmi kullanımı ilk olarak II. Mehmet döneminde olmuştur. Zamanla üst düzey yöneticilerin istismarıyla bilimsel özelliğini yitirmiş ve bu sınıfın önde gelenlerinin çocukları iyi mevkiilere gelir olmuştur. Niteliklerine bakılmaksızın aile üyelerinin atanması sonucunda, 18. yüzyılda artık ilmiye sınıfı tüm reformlara karşı çıkan, kendini yenilemekten uzak, gelişen bilim ve hukuk konusunda çağının gerisinde bir konuma gelmiştir.
- Soldan sağa doğru- Baş Çuhadar, padişahın giyeceklerini muhafaza edip taşıyan; Dersvekili, şeyhülislam namına ders okutan; Şeyhülislam, ulema sınıfının başı ve müftü; Vekayici, resmi tarih yazarı (vakanüvis)
Selçuklu dönemi
Anadolu'nun fethini müteakip bir taraftan iskân hareketleri vuku bulurken, diğer taraftan ele geçirilen veya yeni kurulan şehirlerde medreseler açılmaya başlamış ve böylece 13. ve 14. yüzyılda Orta Anadolu kentlerinde Selçuklu ve Karamanlı devlet adamlarınca çok sayıda medrese yaptırılmıştır.
Selçuklular dönemine baktığımızda yükseköğretim kurumu olarak, bir Türk-İslam kurumu olarak medreseleri görmekteyiz. Bu medreseler içerisinde Nizamiye Medreseleri ayrı bir öneme sahiptir. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Veziri Nizamülmülk'ün 1068 yılında Bağdat'ta açmış olduğu "Nizamiye Medresesi" Türk yükseköğretim tarihinde yükseköğretim kurumu olarak önemli bir kurumdur. Nizamülmülk daha sonra Belh, Herat, İsfahan, Basra, Merv, Musul, Amul, Harcird, Buçenc, Rey medreselerini yaptırmıştır. Nizamülmülk medreselerinin başlıca amaçları; din adamı yetiştirmek, yoksul ve yetenekli öğrencileri okutup topluma kazandırmak, imparatorluğun yönetimi için memur yetiştirmek ve devlet adamlarını eğitmektir. Nizamiye medreselerinin bir başka amacı da Nizamülmülk'ün de belirttiği gibi bilginleri bir görev ve maaşla medreselere bağlayıp denetim altında tutmak ve böylece devlete karşı gizli hareketlere katılmaları ihtimalini ortadan kaldırmaktır. Nizamiye Medreseleri esas olarak din, hukuk, dil ve müspet bilim öğretimi yapmışlardır.
Bu dönemde medreseler devlet girişimi ve devlet parası ile yaptırılmıştır. "Nizamiye Medreseleri" adı genelde bu medreseleri anlatan bir ortak isimdir. Nizamülmülk'ün sağlığında kendinin kurdurduğu medreselerin hepsi ona bağlıydı, onun ölümünden sonra Sultan ve Halife'ye bağlanmıştır[6].
Nizamiye medreseleri, "eğitimde şans ve fırsat eşitliği" gerçekleştirmeye çalışmıştır. O zamanlar yükseköğretim maddî problemi olmayan, kolayca kitap satın alabilen ve çeşitli yerlerde araştırma yapabilenlerin görebildiği bir eğitimdi. Devlet, medreseleri "yatılı ve burslu" bir eğitim kuruluşu haline getirmekle öğretimde imkân ve fırsat eşitliğini sağlama çalışmalarına girişmiş oluyordu. Selçuklu medreseleri müderris-öğrenci ilişkilerinde bir yenilik getirmemişti ama "öğrenci statüsü"nde bazı yenilikler getirmişti. Bu yenilikle, medrese öğrencilerinin büyük bir kısmının yatılı olması ve bu arada medrese vakfından burs alabilmeleridir.
Gerek Selçuklular, gerekse bunun arkasından gelen Beylikler ve İlhanlılar zamanında Anadolu'da; Zengiler ve Eyyubiler devrinde Suriye ve Irak'ta olmak üzere Selçuklu geleneğinde bir çok medreseler kurulmuştur. Bu sadece Anadolu'da olmamış; ayrıca Selçukluların yıkılmasından sonra hakim oldukları topraklarda yeni kurulan devletlerin hepsi, egemen oldukları yörelerde Selçuklu medrese geleneğini devam ettirmişlerdir.
Osmanlı dönemi
Osmanlı Devleti'nde ilmiye sınıfı, bahsedilen farklı alanlarda bulunan görevlilerin hepsi, medresede eğitim görmektedir. Medreseler, ilmiye sınıfını oluşturacak olan bireylere; hoca, yargı organı ve din görevlisi türünden görevler yüklenebilecek biçimde bir eğitim vermektedir[7]. İlmiye sınıfı, hiyerarşik bir teşkilat olarak örgütlenmiştir. Dar anlamda ilmiye teşkilatı; tarik-i tedris ve tarik-i kaza'dan oluşturulmuş olup şeyhülislam bu teşkilatın en yüksek mevkiinde bulunmuştur. Yargıçlık ve öğretim görevini örgütleyen ilmiye teşkilatı, aynı zamanda padişah tarafından bahşedilen, ayrıcalık ve onur olarak da nitelenebilir. Ulema sınıfının özerkliği, ayrıcalığın sağlanmasıyla birlikte gelişmiştir. Bu sıkı hiyerarşi kurallara uygun atama ve terfi usulunü sağlamış, dolayısıyla ulema atamalarında dış yetkililerin müdahaleleri önlenmiştir. Ayrıca, kadılar mahkeme harçlarını, müderrisler ise vakıf ücretini alma hakkını kazanıyordu.
Kuruluşu
Osmanlılarda medrese eğitimi ilk olarak Orhan Bey zamanında başlamıştır[9]. İhtisaslaşma ise ilk Dârül-Hadis medresesinin 13. yüzyılın ikinci yarısında, I. Murat zamanında Çandarlı Hayrettin Paşa tarafından İznik'te kurulması ile başlamıştır. Diğer bir ihtisas medresesi olan Darüt Tıb kurumları ise ilk olarak Yıldırım Bayezid tarafından Bursa'da yapılmış olup inşası 1389 tarihinde tamamlanmıştır. Zamanla sayıları artmış ve 15. yüzyılda Edirne'deki Darülhadis en önde gelen medrese konumuna gelmiştir.
Fatih Sultan Mehmet tarafından, İstanbul'un fethini takiben, sekiz kilise medreseye çevrilmiş ve ilk defa bir fakültenin temeli atılmıştır. Bu sekiz medreseye Sahn-ı Seman adı verilmiştir. Ayrıca bu medreselere öğrenci yetiştirmek amacıyla, musıla-ı sahn veya tetimme medreseleri adıyla anılan lise hükmünde okullar da kurulmuştur.
Sahn-ı Seman'da Hukuk, İlahiyat ve Edebiyat fakülteleri bulunmaktaydı. Bununla beraber öğrenciler önceki tahsillerinde fen ilimleri de gördüklerinden, öğrenciler fen bilgilerine de vakıftılar. Kanuni Sultan Süleyman zamanında fen bilimlerine mahsus adam yetiştirmek amacıyla yeni okullar yapılması öngörülmüş ve bunların inşası 1550 yılında başlayıp 1556 yılında tamamlanmıştır. Bu okullar; dört medrese, bir Darülhadis ve bir Tıp medresesidir. Dört medrese doğrudan doğruya matematik (riyaziye) eğitimi için yapılmıştır. Bu okullara girmek isteyenler musıla-ı süleymaniye adı verilen okullara gider, sonra sahn-ı süleymaniye adı verilen bu okullara girerdi. Böylece İstanbul'da ilk Dârü'l-Hadis medresesi kurulmuştur. Ayrıca Kanuni, kendisinin yaptırmış olduğu bu Dârü'l-Hadis medresesini, medrese sisteminin en üst derecesine yerleştirmiştir.
Hiyeraşik yapısı
Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde ve Osmanlı'dan önceki İslam devletlerinde şeyhülislam kavramı bir tazim lafzı olarak kullanılmış ve resmi bir anlam ifade etmemiştir. Şeyhülislamlık ünvanı ilk olarak Fatih Sultan Mehmet devrinde kullanılmış ve; Fatih Kanunnamesi'nde "Şeyhülislam ulemanın reisidir" kuralı yer almıştır. Fatih döneminden önce "başkent müftüsü" olarak bilinen kimseler fetva vermekle görevlendirildikleri halde, şeyhülislam olarak anılmamışlardır. Daha sonraları ise, şeyhülislamlık kurumu resmi bir boyut kazanmış ve şeyhülislam başkanlığında dinsel-yönetsel bir yapılanmaya gidilmiştir. Fatih'ten önce ilmiye teşkilatının en yüksek derecesi kazaskerlik olarak kabul edilmekteydi.
Osmanlılarda devletin sembolü olarak görülen kadı; kadı olarak görevlendirildiği andan itibaren hukukçu olarak nitelendirilebiliyordu. Fethedilen bir yerde kadının çalışmaya başlaması, o yerin Osmanlı egemenliğine girdiğinin en önemli kanıtı sayılıyordu. 1326 yılından itibaren kadıların şeriat adına hüküm verdikleri görüşü iyice yerleşmiş, işlerine müdahale edilemeyeceği kuralı benimsenmişti. Bu dönemde devletin üst düzey görevlilerinin önemli bir kısmının kadılık mesleğinden gelenlerden olduğunu görüyoruz.
Öğretim metodu
Osmanlı Devleti'nde medreselerde kullanılan öğretim metodu dedüktif karakterde idi. Bu metodun esasını meseleleri naslara ve otoritelere dayandırmak teşkil etmektedir. Bu dedüktif metot, ilk zamanlarda ezberi esas almıştır. İlk önce Kur'an'ı ezberlemek ve mümkün olduğu kadar çok sayıda hadis öğrenmek gerekiyordu. Bir müddet sonra imlâ metodu gelişmeye başlamıştır. Buna göre talebeler ders esnasında hocanın karşısında halkalar halinde oturarak dersi takip etmekte ve gerektiği yerlerde not tutmaktaydılar. Bu not tutma yöntemi Kur'an dersleri hariç hemen hemen bütün derslerde uygulanmaktaydı. Zamanla imlâ metodunun yanında şerh ve izah metodu da gelişmeye başlamıştır. Medreselerde okutulan kitapların nüshalarının çoğalması ve bunların öğrencilerin eline geçmesinden sonra yavaş yavaş imlâ metodu terk edilmeye başlanmıştır. Bundan sonra metni bir öğrenci yükse sesle okuyor, hoca da gerekli izahlarda bulunuyordu ve metin üzerinde düzeltmeler yapıyordu. Ayrıca hoca, kendisinin yapmış olduğu izahları talebelere yazdırıyordu. Müderrisler, kimi zaman okuttukları derslerden herhangi bir bahis üzerine talebelerine münazaralar yaptırırlar ve neticede iki taraf arasında hakem olup mütalâalarını söylerlerdi.
Medreselerde soru-cevap metodu da kullanılmaktaydı. Hoca öğrencilere soru sorup cevabını beklediği gibi, öğrenciler de belirli bir nizama göre hocaya soru sorabilirlerdi. Yani derslerde takrir ve karşılıkla konuşmaya yer verilirdi. Belirli günlerde halka açık toplantılar da düzenlenirdi. Medreselerde her ne kadar kendi binalarında ders yapılıyorduysa da camilerde de sık sık ders yapılır ve bu dersi herkes izleyebilirdi. "Ders-i âmm" denen meşhur hocalar kent ve kasabaların büyük camilerinde cami dersleri adıyla herkese açık olarak dersler verirlerdi. Cemaat hocanın etrafında halka olur, anlatılanları dinlerdi. Bu derslerin düzenli izleyicileri bulunmaktaydı. İkindi namazından sonra daha sık yapıldıkları için ikindi dersleri de denilmekteydi. Osmanlı medreselerinde dersler kolaydan (muhtasardan) zora (mufassala) doğru bir seviyede okutulurdu.
Medreselerdeki öğretim metodu, daha sonraları müşahede, tecrübe, tetkîk ve tenkide yer vermeyen; sadace ayetlerin, hadislerin veya diğer metinlerin Aristo mantığına göre şerh ve tefsirine inhisar eden bir metot halini almıştır. Mânâdan ziyade lafza kıymet veren, yazı öğretimine yer vermeyen skolastik bir nitelik halini kazanmıştır. Müderrisler, felsefî ve kelamî meselelere çözüm bulmak ve tartışmak yerine, bu konuları eski bilgilerle geçiştirmeyi tercih etmişlerdir. Böylece medreselerde amaç; düşünen, araştıran ve sorgulayan insan yetiştirmek olmaktan çıkmış, sadece mevcut bilgilerle yetinen, sorgulamayan hazırla yetinen insan modeli yetiştirmek şekline dönüşmüştür. Bu kısır döngü talebenin zihninin gereksiz bilgilerle dolmasına, dolayısıyla öğrenci boyutunda zaman kaybının oluşmasına yol açmıştır.
- Soldan sağa: Kazasker, kadıların amiri ve hükümet azası; Kaptan Paşa, deniz kuvvetleri başkumandanı; Çuhadar, vezir saraylarında dış hizmet erbabından
Özellikle İstanbul'un alınışı ve devlet merkezi olarak seçilmesinden sonra açılan yüksek dereceli medreseler, zamanla gelişerek devletin yönetici ve aydın kitlesini yetiştirecek bir düzeye erişmişse de 16. yüzyılın sonundan itibaren medrese öğretimi kuruluş ve yükseliş devrindeki dinamikliğini yitirmeye başlamıştır.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde, padişahın bazı kişileri alt kademelerde müderrislik yapmadan üst kademelere ataması, ilmiye mensupları arasındaki bozulmanın başlangıç noktaları olmuştur. Hocazadeler, Fenarizadeler gibi bazı ulema soyları ortaya çıkmıştır. Bu durumu meşrulaştırmak için "Hocazadeler Kanunu" gibi rosmî destekler sağlanmıştır. Bu tür bozulmalar daha sonra II. Selim, III. Murad ve III. Mehmet dönemlerinde çoğalmış; 16. yüzyıl sonlarında ise hem medrese öğretimi hem de ilmiye sınıfı tamamen bir kargaşanın içine düşmüştür. Birçok "mevali gözdeler" soylarının adından faydalanarak kısa zamanda üst rütbelere yükselmişlerdir. İltimas ve rüşvetle pek çok kişi kadılık ve müderrislik görevlerine atanmışlardır. Bu şekilde müderris olanlar medresede ders vermemeye başlamışlardır. Ayda bir kere bile medreseye varmayan müderrisler türemiştir. Bunlar medreseye varsalar ders dinleyecek öğrenci bulamamışlar; öğrenci bulsalar ders verecek bilgiden yoksun olmuşlardır. Hocazadelere, büluğ çağına geldiğinde "Dâhil elli" derecesinde medreselerde müderrislikler, Müftüzadelere "Hariç", Kadıasker oğullarına "ibtidai kırklı", İstanbul kadılarının oğullarına da "yirmibeşli", "otuzlu" derecesindeki medreselerde müderrislik verilmesi âdet olmuştur.
Bu sistem içinde 17. yüzyıl ortalarına kadar pek çok değerli kadılar, hâkimler ve hukuk bilginleri yetişmiş ise de; medresede uygulanan öğretim yöntemlerinin gelişmelere uyum sağlayamaması, bilakis gerilemesi ve devletin gücünün günden güne azalması nedeniyle, tüm kurumlarda olduğu gibi bu alanda da çöküş başlamıştır. Kadı atamalarında, müderrislik unvanı ve mülâzımlık belgesi verilmesinde uyulması gereken kurallara uyulmamaya başlanmış; daha çok aile üyeleri atanmaya başlanmıştır. Bu uygulamanın ilk örneklerinden biri; 16. yüzyıl'da Hoca Sadettin Efendi'nin yaptığı atamalardır. Hoca Sadettin Efendi'nin büyük oğlu Mehmed Efendi henüz oldukça gençken Mekke Kadısı ve hemen ardından İstanbul Kadısı tayin edildi. İki ay kadar sonra da Anadolu Kazaskeri oldu; bu tarihte 29 yaşında idi. Diğer oğlu Esad Efendi medreseden birden bire Edirne Kadılığına geçti ve arkasında İstanbul'a kadı oldu, henüz 25 yaşında idi[9]. Medreselerde bu tarihten sonra ilmi hürriyet kalkmış, iltimas ve siyaset karışmaya başlamıştır. Önceleri medresede yükselmek için gerekli bilimsel yeterlilik aranırken, 16. yüzyıldan sonra, bilimsel yetki arka plana düşürülerek, kayırmacılık ön plana geçmiştir.
Tarihsel süreç içersinde müderrisliğe tayin olunacak mülazimler, mülazim olduktan 7 yıl sonra "Rüus" sınavına girer, başarılı olanlara "Ders-i Âmlık" payesi ve İptidâ-i Hâriç medreselerde öğretim yapma yetkisini verecek olan "İstanbul Rüûsu" denilen bir diploma verilirdi. Göreve en düşük seviyedeki medreseden başlayan müderrisler, zamanla kademe kademe yükselerek daha üst dereceli medreselere kadar çıkabilirlerdi. Oysa 1592 yılından itibaren müderrislik görevi bir rütbe haline getirilmiş; müderrislik payesi, yüksek dereceli ulemanın çocuklarına daha küçük yaşlardan itibaren verilmeye başlanmıştır. Böylece, ilmî hiyerarşiye uyulmaksızın terfi, ilerleme, ölçme ve değerlendirme yapılması gibi olaylara sıkça rastlanır olunmuştur.
Rüşvet ve iltimasın alabildiğine arttığı bir toplumda, bilginin ve faziletin hiç bir ayırıcı ve üstün özelliği kalmamıştır. Bu ortamda medreselerin öğretim programları alabildiğine karışmış; 16. yüzyılın ilk yarısında 2-3 yıl olarak belirlenen öğretim süreleri, aynı yüzyılın ikinci yarısında bir yıl, altı ay, üç ay gibi giderek azalmıştır. Doğal olarak bu kısalan süre içinde uygulanması öngörülen ders programı da giderek küçültülmüştür. Üstelik bazı dersler hakkındaki tutum da değişmiş; Fatih Sultan Mehmed zamanında "kânün üzre şugl oluna" diye okutulması yasalaştırılan bazı kitaplar ("Şerh-i Mevâkıf", "Haşiye-i Tecrîd"), "bu dersler felsefiyattır" denilerek daha sonraki dönemlerde "Hidaye", "Ekmel" gibi biraz daha az felsefî olan kitaplarla değiştirilmiş, daha sonra bunlar da ortadan kaldırılmış; medrese felsefî ve müspet ilimlere düşman bir kurum haline getirilmiştir. Bu atamalarla hakiki alimler geri planda kalmış; şeyhülislam, kazasker, padişah hocası gibi önde gelenlerin çocukları iyi mevkiilere gelir olmuştur. 18. yüzyıldaki bazı büyük ilmiye ailelerinin hakimiyeti, ilmiye teşkilatının niteliklerinden meydana gelmiştir. Niteliklerine bakılmaksızın aile üyelerinin atanması sonucunda, 18. yüzyılda artık ilmiye sınıfı tüm reformlara karşı çıkan, kendini yenilemekten uzak, gelişen bilim ve hukuk konusunda çağının gerisinde bir konuma gelmiştir.
15. ve 16. yüzyıllarda Batı, bilimde yeni dallar ve yöntemlerle büyük gelişmeler gösterirken; 17. yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı'da müsbet ve deneysel bilimlerin öğretim programlarından çıkarıldığı görülmektedir. Kâtip Çelebi'nin "Keşfü'z-zünun" adlı eseri, Osmanlılar döneminde yazılan eserlerin açıklamalı bir dökümünü vermektedir. 17. yüzyılda yazılan bu esere göre, eserlerin %95'i tasavvuf, din, tarih ve edebiyata; sadece %5'i müsbet bilimlere aittir. 16. yüzyıl sonlarına kadar astronomide Kadızâde Rümî ve Takiyeddin Efendi gibi büyük alimler sayesinde bilgi düzeyi çok düşmese de 17. yüzyılda böyle bilimadamları da bulunmadığından büyük bir gerileme olmuştur. Coğrafya alanında da denizciler dolayısıyla önceleri çağdaş bir bilgi görülse de 17. yüzyılda bu bilimin de yüzüstü bırakılmıştır. Bu gerileme bütün alanlarda görülmüştür. Öyle ki, 17. yüzyılda mimari bile yabancıların eline geçmiştir.
17. yüzyıldaki din yorumlaması da medrese programları üzerinde etkileyici olmuştur. 16. yüzyıl sonlarında Birgivî Mehmet Efendi, toplumdaki din ve mezhep sürtüşmelerini kaldırmak için "Tarikat-ı Muhammediye" adlı bir eser yazmıştır. Bu eser, geniş düşüncenin yerine şüphe ve tereddütün geçmesinde etkili olmuştur. Bu kitap dinen yasak olan bir sürü hareket belirlemiştir. Bu eserde bilimler de "mubah" ve "merdûd" (redd) ilimler diye ikiye ayrılmış; kelam, astroloji ve birçok tabiat bilimleri ikinci sınıfa sokulmuştur. Birgivî'nin bu görüşü, daha sonraki yıllarda "Kadızâdeler" tarafından savunulmuştur. Dini konularda yorumlara açık görüşü savunanlara da "Sivasizâdeler" denmiştir. Daha sonra Ayasofya Camiinde vaazlar veren Üstüvanî Mehmet Efendi de bir Risale yazarak, dinen yasak hareketler çerçevesini daha da genişletmiştir. Bunların açtıkları çığırda medrese programları giderek kısırlaşmıştır.
Reformlar
Geleneksel medrese eğitiminden "ilk kopuş" Osmanlı donanmasının Ege kıyısında Çeşme'de Rus donanması'nca yok edilmesinin ardından Sultan III. Mustafa'nın 1773'te İstanbul'da "Mühendishane-i Berri-i Hümayun"'un kurulmasıyla gerçekleşti. Bu yükseköğretim kurumlarında çok önemli bir değişimin başlangıcıdır. Ayrıca III. Selim'in 1795'teki fermanı, öğretim elemanlarının atanmaları için tam zamanlı çalışma, akademik ilerlemelerde yayın ve sınav gereklerini de içine alan usul ve esasları ayrıntılı olarak belirtiyordu. Medresenin yanında yeni eğitim kurumları kurulması sonucunda eğitimde ikilik olmuş; bu durum Cumhuriyet dönemine kadar devam etmiştir.
Yeniliklerin gerisinde kalan medreselerin reformuna ise ilk olarak 1826 yılında başlanmıştır. Bu yıl Eski Ağa Kapısı, Şeyhülislam dairesine (Bab-i Fetva) çevrilmiştir. Böylece, daha önce kendi konaklarında görev yapan Şeyhülislam, Kazasker ve İstanbul Kadısı, bu yıldan itibaren resmi ofiste çalışmaya başlamıştır. Resmi ofislerin kuruluşundan sonra buralarda hizmet eden kâtipler, resmi memur sıfatını almıştır. 1855 yılında Tevcihat-i Menasib-i Kaza Nizamnamesi ve Nuvvab hakkında Nizamname ilan edilmiştir. Böylece kadılık ünvanının verilmesinde bir düzen kurulmuştur. Ancak yine aynı düzenlemeler ile kadılık mevkisinin eski yetkisi kalmamıştır. Naiblik ise kadılığın yerine fiili şer'i hakimliğe çevrilmiştir. 1854 yılında Mu'allimhane-i Nuvvab (Mekteb-i Nuvvab) ve sonra Meclis-i Intihab-i Hukkamu's-şer' (Şer'i Hakimler Seçim Meclisi) kurulup naiblerin seçim usulu düzenlenmiştir. Şer'i mahkemenin yargı usulu de çeşitli talimatnameler ile düzenlenmiştir. Naiblik teşkilatının yanında yeni yargı sistemi (Mahakim-i nizamiye teşkilatı) kurulduğundan naibin yetkisi azalmıştır. 1888 tarihli İrade-i Seniye'de; şer'i ve nizami mahkemelerin görevlerinin ayrılması belirlenmiştir. Bu yasa ile, şer'i mahkemelere sadece evlenme, miras ve vakıfla ilgili idare ve yargılama yetkileri bırakılmıştır.
Darülfünun'un kurulması
Osmanlı'da üniversitenin karşılığı sayılabilecek kurum olan darülfünundur. Darülfünun açılmasına 1845 yılında açılmasına karar verildiyse de buna artık bozulan medrese tarafından karşı çıkılmıştır. Bu nedenle açılış 18 yıl gecikmiştir. 1863, 1870 ve 1874'te açılan darülfünunlar kısa süre sonra kapanmışlardır. Kapanmanın arkasında hep medrese baskısı olmuştur. Kesintisiz darülfünun ancak 1900 yılında kurulabilmiştir.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra İsviçre'den Prof. Albert Malche Türkiye'ye davet edilerek mevcut Darülfünun ile ilgili incelemeler yapması istenmiştir. Prof. Malche, Darülfünunda incelemeler yapmış ve sonunda 95 sayfalık "İstanbul Darülfünunu Hakkında Rapor"unu hazırlamıştır. Darülfünunun genel eleştirisini yaparken temelde şunu söylemiştir: "Esas sorun şudur; bilim nakil yolu ile değil, yaratıcı düşünceyi ortaya çıkarıcı şekilde olmalıdır. Darülfünun bilimsel zihniyeti yaratmaktan sorumludur ve bunun dışında kurtuluş yoktur." Malche'nin raporunda Darülfünuna ait temel sorunların bazıları şunlardır; "Öğretim üyeleri ders kitabı yazmıyor. Konusunda yenilikleri izlemiyor ve ders içerikleri değişmiyor. Zamanlarının çoğunu akçalı işleri nedeni ile darülfünun dışında geçiriyorlar. Bilimsel araştırma yapılmıyor. Sonraki kuşaklar için bilimsel kadro oluşturacak ortam yaratılmıyor. Toplumdan soyutlanmış ve ülkenin doğal ve toplumsal sorunlarına karşı ilgisiz." En sonunda bu eksiklikleri giderebilmek amacıyla 1933 Darülfünun devrimi yapılmıştır. Bu yasayla darülfünun lağvedilmiş ve yerine aynı gün üniversite kurulmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti dönemi
Medreseler çağın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak kaldığından, 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun birinci maddesi olan "Türkiye dahilindeki bütün müessesât-ı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekâleti'ne merbuttur" ifadesi ile Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanmış ve zamanın Milli Eğitim Bakanı Vasıf Bey de 13 Mart 1924 tarihli genelgesiyle medreseler üzerindeki tasarruf hakkını kullanarak medreseleri kapatmıştır