Sultan Vahdettin'in son padişah olacağını ve Osmanlı'nın yıkılacağını bilen alimi tahmin edebildiniz mi?
Bilindiği üzere Selçuklu-Osmanlı kültür çizgisinde İbn-i Arabî’nin adının anılmadığı ve fikirlerinin değmediği hiçbir köşe adeta yok gibidir. Tabii görmesini bilirsek. Bir Mimar Sinan’ın eserlerinin arkasında, bir Selçuklu Darü’ş-şifâ’sının arkasında, bir Osmanlı şairinin görüşlerinin arkasında, bir Osmanlı sultanının yönetim vizyonunun arkasında Muhyiddin İbn Arabî’nin görüşlerinin bulunduğunu izlemek mümkündür.
Asrın başında yaşamış olduğumuz dönüşümler neticesinde bizi besleyen bu geleneksel irfan damarlarımızla irtibatımız değişi sebeplerden dolayı zedelendiyse de “her zedelenen canlı organizma, zedelenen bölgesini yine kendi içinden tamir ederek hayatiyetini sürdürür” fehvası bugün de geçerlidir. Yeniden onun gibi insanlara olan hasret kendisini genel anlamda bütün insanlığı, özel anlamda Müslümanları ve özellikle de ülkemiz insanını çok yakından ilgilendirecek bir şahıs haline getirmiştir.
Muhyiddin İbn Arabî’nin modern çağda özellikle Müslümanlar tarafından yeniden keşfedilmesi aslında kendi içerisinde bir araştırma konusudur.
O, geleneksel kültür dünyamızda fikirleriyle en etkileyici şahsiyetlerden biri ve İslâm dünyasının Endülüs’den Yeni Delhi’ye, Hicaz’dan Kırım’a kadar çok geniş bir coğrafyasında eserlerinin okunduğu ve bunların üzerlerine şerhler yazıldığı bir şahsiyettir.
Bir taraftan Tac Mahal’de gerçekleştirilen o muhteşem eserin mimari özelliklerinin Fütûhat-ı Mekkiyye’deki bir çizimden ilhamla yapıldığı, diğer taraftan Osmanlı’nın çoklu etnik, kültürel, dinî toplulukları bir üst şemsiye altında bir arada yaşatırken onun “vahdette kesret” prensibinden hareket edildiği ileri sürülmüştür.
Muhyiddin-i Arabi’nin Hayatı
Muhyiddîn-i Arabî (1165-1240), Osmanlı’nın kuruluşundan yaklaşık bir asır önce, Osman Gâzi’nin doğumundan ise 18 yıl evvel vefât etmiştir. Dönemin önde gelen İslâm âlimlerinden, tasavvuf büyüklerindendir. “Şeyhü’l-ekber” olarak da anılan Arabî, cifir ilmine (harflere verilen sayı kıymetiyle geçmiş ve gelecek hâdiselere dâir işâretler çıkarmak) ve Kur’ân’daki bâzı âyetlere dayanarak “Şeceretü’n-Numâniyye fî Devleti’l-Osmâniyye” veya “Ed-Dâiretün-Numâniyye fi’d-Devleti’l-Osmâniyye” ismiyle bilinen ve “Osmanlı Devleti Hakkında Soy Silsilesi” anlamına gelen küçük bir risâle kaleme almıştır.
Muhiddin Arabî Hazretleri hem zahiri hem de bâtınî ilimde zirveleşmiş, kemal noktasına ulaşmıştır. Hem talebesi hem de üvey evladı olmakla şereflenen Konya’nın büyük velilerinden olan Sadreddin Konevi Hazretleri; O Yüce Sultan’ı şu ifadelerle anlatır:
"Üstadım İbn-i Arabî Hazretleri, geçmiş peygamberlerin ve velilerin ruhlarından istediği ile rüyasında veya uyanık iken görüşürdü"
Muhiddîn Arabî Hazretleri şöyle anlatır:
"Bir gün Tunus limanında idim. Vakit geceydi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birisinin güvertesine çıktım. Etrafı seyretmeye başladım. Denizin üzerine ay doğmuş, fevkalade güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzarayı, “Cenab-ı Hakk’ın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığı”, tefekkür ederken dalmıştım. Birden ürperdim. Uzaktan, uzun boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihayet yanıma geldi. Selam verip bazı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü.
Her adımda uzun bir mesafe kat ediyordu. Hem yürüyor hem de Allah'ın ismini zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak selam verdi ve "Gece gemide Hızır Aleyhisselam ile neler konuştunuz? O neler sordu, Sen ne cevap verdin?" dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır Aleyhisselam olduğunu anladım. Daha sonra Hızır Aleyhisselam ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik, O’ndan edep öğrendim."
Osmanlı Devletinin Doğuşundan 70 yıl önce yazılan kitap
Edirne Kütüphanesi’nde bulunan ve Efrani tarafından tercümesi yapılan eseri ilginç ve önemli kılan iki özellik; Osmanlı Devleti’nin doğuşundan 70 yıl önce yazılmış olması ve kuruluştan yıkılışa değin Osmanlı târihindeki mühim olaylara ilişkin esrârengiz rumuzlara (işâretlere), mânevî müjdelere ve bir anlamda “ilmî kerâmetlere” yer vermesidir. Henüz ortada Osman Gâzi ve Osmanlı Devleti’nin ismi dahi yokken Şeyhü’l-ekber, onun yakın bir zamanda geleceğini müjdelemiş ve âdeta onu mânen desteklemiştir.
Eserinde gizli-gaybi bilgiler vermesi
Muhyiddîn-i Arabî, eserinde sâdece Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan bahsetmemiş, Osmanlılar devrinde meydana gelecek pek çok önemli olayı kendisine mâlûm olduğu şekliyle asırlar öncesinden haber vermiştir. Devleti’l-Osmâniyye ile ilgili, “hilâfeti kâ’im kılacak olan kimseye” ve hânedâna mensup hükümdarların saltanat zamanına dâir gelecekte zuhûr edecek birçok gizli/gaybî bilgiyi asırlar öncesinden ortaya çıkarmıştır. Bunların tamâmı vakti geldiğinde aynen gerçekleşmiştir.
Yavuz Sultan Selim ve Dönemindeki Hâdiseler
İbnü’l-Arabî risâlesinde, ilk olarak “tılsım sâhibi ilk Sin”den, yâni “ilk (birinci) Selîm” olarak bilinen Yavuz Sultan Selîm’den söz ederek; tahta çıkışının Fâtih Sultan Mehmed’den sonra gerçekleşeceğine işâret etmiştir. “Onun için en büyük tılsım”ın “hilâfet” olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla, hilâfetin Osmanlılara bu “Sin”, “Selîm” eliyle geçeceğini haber vermiştir.
“Soy sâhipleri zamanındaki, şiddetli ve çetin Rı” ifadesiyle, Yavuz’un gerçekleştirdiği “Ridâniye” Savaşı’na işâret edildiği gibi, “bir konuşma ile ilgili olarak kendisine işâret edilen” ifâdesiyle de, Çaldıran Savaşı’nda pâdişâhın, seferin uzamasından sızlanıp şikâyet etmeleri üzerine askerleri yatıştıran târihî konuşmasına işâret edilmiştir. Cümlenin devâmında geçen “çatık kaşlılık menzillerinden Yâ menzilinde bulundu”ğu sözüyle de, Yavuz’un çatık siyah kaşlı ve “Yavuz” lakaplı olduğuna işâret edilmiştir.
Bundan sonra Arabî, haber verdiği “Sîn”in, “zafer sevinciyle Şın’a vardığı zaman”, kendi “yıkık ve vîrâne kabir”inin bulunacağını bildirmiştir. Bu keşif aynen gerçekleşmiş, Sultan Selim Han, Muhyiddin Arabî’nin yıkık mezarını buldurup üzerine bir türbe, yanına da bir câmi yapılmasını emretmiştir.
Mehmed Vahideddin'in son Padişah olacağı ve Osmanlı'nın yıkılacağı
Muhyiddîn-i Arabî, Devletü’l-Osmâniyye’nin son kısmında “son Mim” rumuzuyla işâret ettiği “son Mehmed”in, Sultan Mehmed Vahideddin Hân’ın son padişahlığı olacağını; Osmanlı saltanatının ve soy silsilesinin ondan sonra nihâyete ereceğini bildirmiştir: “Bahsettiğimiz şey, son Mim’in cülûsuna kadar devâm eder. O’nun cülûsu, sen; ‘Kabahatlerimiz yüzünden belâlarla karşı karşıya geldik!’ deyinceye kadar dosdoğru bir biçimde sürüp gider.”9
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını tâkip eden dönemde âhir zaman fitnelerinin ortaya çıkacağını ve karanlık günlerin yaşanacağını da haber verdikten sonra Arabî, sırlarla dolu esrârengiz kitabına son noktayı şöyle koymuştur:
“İşte bundan sonra çok büyük bir fitne zuhûr eder. Öyle ki; beldeler ele geçirilir, kullar gelip çatmış olan, boş ve hevâ ile dolu yeni bir yeryüzüne yönelir. Milletin hükmedicileri el değiştirir ve onların başlangıçta kendisine işâret edilene riâyeti zorlaşır. İkinciye dönüşte, ilke kayıtlı olan duruşa açıkça muhalefet edilir. Kötü vasıflara konulması gereken herhangi bir şey onda tasdik görür. Onun hükmü âhir zamanda zuhûr eden Sâd’ın tasarrufuna intikâl eder.”
'Sizin taptıklarınız benim ayaklarımın altındadır'
Büyük bir veli olan Muhiddin-i Arabi Hazretleri o zamanın insanlarına:
- Sizin taptıklarınız benim ayaklarımın altındadır, dediği için zamanın alimleri idamına hükmetmişler ve idam edilmişti. Çünkü onlara göre, "Sizin taptıklarınız benim ayaklarımın altındadır demek haşa Allah benim ayaklarımın altındadır" demekti. İdamına sebep buydu. Muhiddin-i Arabi Hazretleri'nin, vefat etmeden söylediği başka bir söz vardı.
Arapça olarak söylenen sözün manası şuydu:
"Sin Şın'a girdiği zaman Muhiddin'in kabri meydana çıkar"
Bu söz alimlerce şöyle çözülmüştü: Sin ile kastedilen, Sultan Selim yani Yavuz'dur. Şın ile kastedilen ise Şam şehridir. Sultan Selim Şam'a girince Muhiddin-i Arabi Hazretlerinin kabri bulunacaktır."
Aynen denildiği gibi olmuş ve mübarek zatın kabrini Yavuz Sultan Selim bulup yaptırmıştır. Hadisenin seyri şöyledir: Yavuz Sultan Selim, Şam'ı fethettiği zaman Muhiddin Arabi Hazretleri'nin kabrini araştırdı. Araştırma neticesinde kabir bulundu. Mezar kazıldığında görüldü ki mübarek cesetleri aynen duruyor, çürümemiş. Yavuz, oraya Muhiddin Arabi'nin şanına layık bir türbe yaptırdı.
Vefatına sebep olan söz üzerinde de durdu. Hz. Muhiddin, "Sizin taptıklarınız benim ayağımın altındadır" demişti. Bu sözü nerede söylediği araştırıldı. Hangi mekanda o sözü söylediği de tesbit ettirilip kazıldığında, oradan bir küp altın çıktı. Muhiddin-i Arabi Hazretleri o Sözle hem "Siz maddeye tapıyorsunuz" demek istemiş ve hem de orada bir küp altın bulunduğunu ve yerini haber vermek istemişti. Muhiddin-i Arabi (k.s.) Hazretleri 1240'da Şam'da vefat etmiş ve Kasyon Dağı'na defnedilmiştir.
Bilindiği üzere Selçuklu-Osmanlı kültür çizgisinde İbn-i Arabî’nin adının anılmadığı ve fikirlerinin değmediği hiçbir köşe adeta yok gibidir. Tabii görmesini bilirsek. Bir Mimar Sinan’ın eserlerinin arkasında, bir Selçuklu Darü’ş-şifâ’sının arkasında, bir Osmanlı şairinin görüşlerinin arkasında, bir Osmanlı sultanının yönetim vizyonunun arkasında Muhyiddin İbn Arabî’nin görüşlerinin bulunduğunu izlemek mümkündür.
Asrın başında yaşamış olduğumuz dönüşümler neticesinde bizi besleyen bu geleneksel irfan damarlarımızla irtibatımız değişi sebeplerden dolayı zedelendiyse de “her zedelenen canlı organizma, zedelenen bölgesini yine kendi içinden tamir ederek hayatiyetini sürdürür” fehvası bugün de geçerlidir. Yeniden onun gibi insanlara olan hasret kendisini genel anlamda bütün insanlığı, özel anlamda Müslümanları ve özellikle de ülkemiz insanını çok yakından ilgilendirecek bir şahıs haline getirmiştir.
Muhyiddin İbn Arabî’nin modern çağda özellikle Müslümanlar tarafından yeniden keşfedilmesi aslında kendi içerisinde bir araştırma konusudur.
O, geleneksel kültür dünyamızda fikirleriyle en etkileyici şahsiyetlerden biri ve İslâm dünyasının Endülüs’den Yeni Delhi’ye, Hicaz’dan Kırım’a kadar çok geniş bir coğrafyasında eserlerinin okunduğu ve bunların üzerlerine şerhler yazıldığı bir şahsiyettir.
Bir taraftan Tac Mahal’de gerçekleştirilen o muhteşem eserin mimari özelliklerinin Fütûhat-ı Mekkiyye’deki bir çizimden ilhamla yapıldığı, diğer taraftan Osmanlı’nın çoklu etnik, kültürel, dinî toplulukları bir üst şemsiye altında bir arada yaşatırken onun “vahdette kesret” prensibinden hareket edildiği ileri sürülmüştür.
Muhyiddin-i Arabi’nin Hayatı
Muhyiddîn-i Arabî (1165-1240), Osmanlı’nın kuruluşundan yaklaşık bir asır önce, Osman Gâzi’nin doğumundan ise 18 yıl evvel vefât etmiştir. Dönemin önde gelen İslâm âlimlerinden, tasavvuf büyüklerindendir. “Şeyhü’l-ekber” olarak da anılan Arabî, cifir ilmine (harflere verilen sayı kıymetiyle geçmiş ve gelecek hâdiselere dâir işâretler çıkarmak) ve Kur’ân’daki bâzı âyetlere dayanarak “Şeceretü’n-Numâniyye fî Devleti’l-Osmâniyye” veya “Ed-Dâiretün-Numâniyye fi’d-Devleti’l-Osmâniyye” ismiyle bilinen ve “Osmanlı Devleti Hakkında Soy Silsilesi” anlamına gelen küçük bir risâle kaleme almıştır.
Muhiddin Arabî Hazretleri hem zahiri hem de bâtınî ilimde zirveleşmiş, kemal noktasına ulaşmıştır. Hem talebesi hem de üvey evladı olmakla şereflenen Konya’nın büyük velilerinden olan Sadreddin Konevi Hazretleri; O Yüce Sultan’ı şu ifadelerle anlatır:
"Üstadım İbn-i Arabî Hazretleri, geçmiş peygamberlerin ve velilerin ruhlarından istediği ile rüyasında veya uyanık iken görüşürdü"
Muhiddîn Arabî Hazretleri şöyle anlatır:
"Bir gün Tunus limanında idim. Vakit geceydi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birisinin güvertesine çıktım. Etrafı seyretmeye başladım. Denizin üzerine ay doğmuş, fevkalade güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzarayı, “Cenab-ı Hakk’ın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığı”, tefekkür ederken dalmıştım. Birden ürperdim. Uzaktan, uzun boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihayet yanıma geldi. Selam verip bazı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü.
Her adımda uzun bir mesafe kat ediyordu. Hem yürüyor hem de Allah'ın ismini zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak selam verdi ve "Gece gemide Hızır Aleyhisselam ile neler konuştunuz? O neler sordu, Sen ne cevap verdin?" dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır Aleyhisselam olduğunu anladım. Daha sonra Hızır Aleyhisselam ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik, O’ndan edep öğrendim."
Osmanlı Devletinin Doğuşundan 70 yıl önce yazılan kitap
Edirne Kütüphanesi’nde bulunan ve Efrani tarafından tercümesi yapılan eseri ilginç ve önemli kılan iki özellik; Osmanlı Devleti’nin doğuşundan 70 yıl önce yazılmış olması ve kuruluştan yıkılışa değin Osmanlı târihindeki mühim olaylara ilişkin esrârengiz rumuzlara (işâretlere), mânevî müjdelere ve bir anlamda “ilmî kerâmetlere” yer vermesidir. Henüz ortada Osman Gâzi ve Osmanlı Devleti’nin ismi dahi yokken Şeyhü’l-ekber, onun yakın bir zamanda geleceğini müjdelemiş ve âdeta onu mânen desteklemiştir.
Eserinde gizli-gaybi bilgiler vermesi
Muhyiddîn-i Arabî, eserinde sâdece Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan bahsetmemiş, Osmanlılar devrinde meydana gelecek pek çok önemli olayı kendisine mâlûm olduğu şekliyle asırlar öncesinden haber vermiştir. Devleti’l-Osmâniyye ile ilgili, “hilâfeti kâ’im kılacak olan kimseye” ve hânedâna mensup hükümdarların saltanat zamanına dâir gelecekte zuhûr edecek birçok gizli/gaybî bilgiyi asırlar öncesinden ortaya çıkarmıştır. Bunların tamâmı vakti geldiğinde aynen gerçekleşmiştir.
Yavuz Sultan Selim ve Dönemindeki Hâdiseler
İbnü’l-Arabî risâlesinde, ilk olarak “tılsım sâhibi ilk Sin”den, yâni “ilk (birinci) Selîm” olarak bilinen Yavuz Sultan Selîm’den söz ederek; tahta çıkışının Fâtih Sultan Mehmed’den sonra gerçekleşeceğine işâret etmiştir. “Onun için en büyük tılsım”ın “hilâfet” olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla, hilâfetin Osmanlılara bu “Sin”, “Selîm” eliyle geçeceğini haber vermiştir.
“Soy sâhipleri zamanındaki, şiddetli ve çetin Rı” ifadesiyle, Yavuz’un gerçekleştirdiği “Ridâniye” Savaşı’na işâret edildiği gibi, “bir konuşma ile ilgili olarak kendisine işâret edilen” ifâdesiyle de, Çaldıran Savaşı’nda pâdişâhın, seferin uzamasından sızlanıp şikâyet etmeleri üzerine askerleri yatıştıran târihî konuşmasına işâret edilmiştir. Cümlenin devâmında geçen “çatık kaşlılık menzillerinden Yâ menzilinde bulundu”ğu sözüyle de, Yavuz’un çatık siyah kaşlı ve “Yavuz” lakaplı olduğuna işâret edilmiştir.
Bundan sonra Arabî, haber verdiği “Sîn”in, “zafer sevinciyle Şın’a vardığı zaman”, kendi “yıkık ve vîrâne kabir”inin bulunacağını bildirmiştir. Bu keşif aynen gerçekleşmiş, Sultan Selim Han, Muhyiddin Arabî’nin yıkık mezarını buldurup üzerine bir türbe, yanına da bir câmi yapılmasını emretmiştir.
Mehmed Vahideddin'in son Padişah olacağı ve Osmanlı'nın yıkılacağı
Muhyiddîn-i Arabî, Devletü’l-Osmâniyye’nin son kısmında “son Mim” rumuzuyla işâret ettiği “son Mehmed”in, Sultan Mehmed Vahideddin Hân’ın son padişahlığı olacağını; Osmanlı saltanatının ve soy silsilesinin ondan sonra nihâyete ereceğini bildirmiştir: “Bahsettiğimiz şey, son Mim’in cülûsuna kadar devâm eder. O’nun cülûsu, sen; ‘Kabahatlerimiz yüzünden belâlarla karşı karşıya geldik!’ deyinceye kadar dosdoğru bir biçimde sürüp gider.”9
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını tâkip eden dönemde âhir zaman fitnelerinin ortaya çıkacağını ve karanlık günlerin yaşanacağını da haber verdikten sonra Arabî, sırlarla dolu esrârengiz kitabına son noktayı şöyle koymuştur:
“İşte bundan sonra çok büyük bir fitne zuhûr eder. Öyle ki; beldeler ele geçirilir, kullar gelip çatmış olan, boş ve hevâ ile dolu yeni bir yeryüzüne yönelir. Milletin hükmedicileri el değiştirir ve onların başlangıçta kendisine işâret edilene riâyeti zorlaşır. İkinciye dönüşte, ilke kayıtlı olan duruşa açıkça muhalefet edilir. Kötü vasıflara konulması gereken herhangi bir şey onda tasdik görür. Onun hükmü âhir zamanda zuhûr eden Sâd’ın tasarrufuna intikâl eder.”
'Sizin taptıklarınız benim ayaklarımın altındadır'
Büyük bir veli olan Muhiddin-i Arabi Hazretleri o zamanın insanlarına:
- Sizin taptıklarınız benim ayaklarımın altındadır, dediği için zamanın alimleri idamına hükmetmişler ve idam edilmişti. Çünkü onlara göre, "Sizin taptıklarınız benim ayaklarımın altındadır demek haşa Allah benim ayaklarımın altındadır" demekti. İdamına sebep buydu. Muhiddin-i Arabi Hazretleri'nin, vefat etmeden söylediği başka bir söz vardı.
Arapça olarak söylenen sözün manası şuydu:
"Sin Şın'a girdiği zaman Muhiddin'in kabri meydana çıkar"
Bu söz alimlerce şöyle çözülmüştü: Sin ile kastedilen, Sultan Selim yani Yavuz'dur. Şın ile kastedilen ise Şam şehridir. Sultan Selim Şam'a girince Muhiddin-i Arabi Hazretlerinin kabri bulunacaktır."
Aynen denildiği gibi olmuş ve mübarek zatın kabrini Yavuz Sultan Selim bulup yaptırmıştır. Hadisenin seyri şöyledir: Yavuz Sultan Selim, Şam'ı fethettiği zaman Muhiddin Arabi Hazretleri'nin kabrini araştırdı. Araştırma neticesinde kabir bulundu. Mezar kazıldığında görüldü ki mübarek cesetleri aynen duruyor, çürümemiş. Yavuz, oraya Muhiddin Arabi'nin şanına layık bir türbe yaptırdı.
Vefatına sebep olan söz üzerinde de durdu. Hz. Muhiddin, "Sizin taptıklarınız benim ayağımın altındadır" demişti. Bu sözü nerede söylediği araştırıldı. Hangi mekanda o sözü söylediği de tesbit ettirilip kazıldığında, oradan bir küp altın çıktı. Muhiddin-i Arabi Hazretleri o Sözle hem "Siz maddeye tapıyorsunuz" demek istemiş ve hem de orada bir küp altın bulunduğunu ve yerini haber vermek istemişti. Muhiddin-i Arabi (k.s.) Hazretleri 1240'da Şam'da vefat etmiş ve Kasyon Dağı'na defnedilmiştir.
Son düzenleme: