Risâle-i Nur'a Doğru

FERASETLİ

KF Ailesinden
Özel Üye
"Ruhumda büyük bir boşluk hissederek okuyacak kitap ararken, Risâle-i Nur'u okuduğum zaman, elimde olmayarak ondan ayrılamadım. Kalbimdeki bütün ihtiyacı, Risâle-i Nur eserlerinin karşıladığını hissettim. İlmî ve imanî şüphelerden kurtaran akli ve imanî ispatları ondan buldum. Böylelikle, vesveselerin verdiği sıkıntılardan kurtuldum. Bu hakikatlerden anladım ki, Risâle-i Nur, bu asrın insanları olan bizler için yazdırılmıştır. Ahlâk, edep ve terbiye gibi yüksek meziyetlere sahip olmak lâzımdır. İman hakikatları Risâle-i Nur'da gayet kuvvetli deliller-ve açık misallerle anlatıldığı için, okudukça imanım kuvvetlenmiştir."

"Bundan önce sorumsuz, gelişi güzel, geçici zevklere bağlı bir hayat sürüyordum. Ne yapsam canım sıkılırdı. Zevk almak için bütün Avrupa'yı gezdim, fakat bir huzur bulamadım. Herşey kötü gözüküyordu bana. Özellikle son günlerde can sıkıntısından kendimi asacak hale geldim. Bir Pazar çarşıda gezerken eski kitaplar satan bir dükkânda bir dergi gözüme ilişti: Nur: The Light. Hemen satın aldım. Evde incelemeye başladım. İslâmiyetten hiç haberim yoktu. Tam zarnanında imdâdıma geldiniz. İlk önce Said Nursi'yi tanımak için o gûn Tarihçe-i Hayat'ı hemen okudum. lçimde garip 'birşeyler oluyordu sanki, anlayamıyordum. Saadet yoluna ilk adımı atmıştım. Hemen bütün risaleleri aldım. İslâm güneşinin ışıkları Nur risaleleri üzerinden kalbimi aydınlatmaya başladı. Felâh buldum. Kalbimde güller açtı. Yaşamaktan sevinçliydim. içimdeki sevinci, ah, bir bilseniz... Anlatamam ifadelerle."

"Bir Yaratıcı, hayatın bir gayesi olmalı, diye düşünürdüm. Mânâsız, eğlenceden ibaret bir hayat tatmin edici değildi. Üniversitede iken Risâle-i Nur tercümelerini tanıdım. Allah'ın lütfu ile, bu eserleri okuduğumda, tercümesinden Kur'ân-ı Kerim okumaya başladığımda, herşeyin daha bir tutarlılık kazandığını gördüm. Ben, dinsiz maziye sahip bir Batılı olarak, Kâinat Yaratıcısını Bediüzzaman'ın eserlerinden öğrendim."

Bu ifadeler, Risâle-i Nur okuyarak hayatına istikamet veren yüz binlerden yalnızca üçüne ait. Birincisi, sonradan Bediüzzaman'ın yakın hizmetinde bulunan Zübeyir Gündüzalp'in, ikincisi, Türkiye'den bir üniversite öğrencisinin, üçüncüsü de Meryem Weld isimli bir İngilizin intibaları. Daha bunlar gibi yüzbinlerce, milyonlarca insan var ki, Kur'ân'ın çağa seslenen mesajını dile getiren Risâle-i Nur'la imanlarını kurtarmışlar.

İman kurtarmak. Risâle-i Nur Külliyatı'nın yazarı Bediüzzaman Said Nursi'nin 23 Mart 1960'ta noktalanan 87 yıllık hayatının en büyük ideali. O İslâm dünyasının çeşitli fikir akımlarıyla çalkandığı, geçmiş asırlara şekil veren düşünce sistemlerinin artık ihtiyaçlara cevap veremediğinin anlaşıldığı bir zamanda, bu ideali "Zaman, iman kurtarmak zamanıdır" cümlesiyle formülleştirmiş ve bütün hayatını bu ideale adamıştı. Son yıllarında gazeteci Eşref Edip'e verdiği bir beyanatta şöyle diyordu:

"Dünya, büyük bir mânevi buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garb'ın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş bâtıl formülleriyle mi? Yoksa islâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman..üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.

"Risâle-i Nur'u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içine saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur'ân'ın tesis ettiği Tevhid ve iman esası üzerine işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur."

Gerçekten de, Bediüzzaman'ın çile ve mücadele ile geçen bereketli ömrünün en değerli semeresi olan 6000 sayfalık Risâlei Nur Külliyatı incelendiği zaman, baştan sona iman esasları üzerinde durduğu görülür. Risâle-i Nur'da insanın neden inanmak zorunda olduğu, tatminkâr izahlarla açıklanır. İmanın ve inançsızlığın neticeleri gözler önüne serilir. Bütün güzel hasletlerin imandan kaynaklandığı, buna karşılık, anarşi ve sefahat başta olmak üzere bütün kötülüklerinin inançsızlıktan doğduğu anlatılır.

Allah'ın varlığı ve birliği,
ahiret hayatı,
ölümün hakikatı,
dünyadaki hayatın mânâsı,
peygamberlerin misyonu,
İlahi kitapların ve
bilhassa Kur'ân'ın insanlığa getirdiği mesajlar,
varlık âleminde İlâhî bir program olarak hüküm süren Kaderin hakikatı,
delillerle ve ikna edici bir üslûpla izah edilir.
İslâmiyet ve Kur'ân esaslarıyla, ilmî gelişmeler arasında hiçbir çelişme olmadığı,
aksine aralarında tam bir mutabakat mevcut olduğu ispatlanır.
İslâmiyet, çağın gelişmeleri ışığında, temel kaynaklara bağlı kalmak ve herhangi bir tavize meydan vermemek kaydıyla, yeniden yorumlanır.
Kısaca, Mehmed Âkif'in "Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı" şeklinde dile'getirdiği hasret, Risâle-i Nur'da tam mânâsıyla tahakkuk eder.

Nasıl? Risâle-i Nur'da iman hakikatları çağın anlayışına hitap eden bir vuzuh ve berraklıkla ispat edilmiştir. Allah'ın varlık ve birliği hakkındaki en doyurucu izah ve ispatları, Tabiat Risâlesi'nde, "Yirminci Mektup'ta, Yirmi ikinci Söz"de, "Otuz Üçüncü Söz"de, Ayetü'I-Kübra'da bulmak mümkündür. Bu ve diğer eserlerde Allah'a iman hakikatı, bütün boyutlarıyla, aklı, kalbi ve insanın bütün duygularını doyuracak bir şekilde izah edilmektedir.

Öldükten sonra dirilme ve ahiret esası, Haşir Risalesi'nde ve "Yirmi Dokuzuncu Söz"de, akli ve mantıkî delillere dayandırılarak izah edilmektedir. Ahiret inancı, geçmiş asırlarda ekser filozofları ve bilhassa İslâm mütefekkirlerini en çok meşgul eden konulardan biridir. Müslüman fikir adamları bütün gayretlerine rağmen, haşir hakikatını, aklı tam tatmin edecek delillerle ispat etmeyi başaramamışlardır. Hatta Ibni Sina gibi "dâhi" kabul edilen bir filozof, bu meseledeki aczini itiraf etmekten kendisini alamamış ve "Haşir naklî bir meseledir, akıl bu yolda gidemez" demiştir. Oysa Risâle-i Nur'da bu hakikat en inandırıcı delillerle ispat edilmiştir. Nasıl ispat edildiğini görmek için, bilhassa yukarıda bahsedilen risaleleri dikkatle okumak lazımdır.

"Peygamberlere ve kitaplara iman" esaslarının en tatminkâr izahları da yine Risâle-i Nur'da mevcuttur. Peygamberlik hakikatı, sosyolojik boyutlarını da ihmal etmeyen bir üslupla, İşaratü'l-İ'caz'da, "On Dokuzuncu Söz" ve "On Dokuzuncu Mektup"ta işlenmiştir. Aynı bahislerde "kitaplara iman" esasının da delillerini bulmak mümkündür. Ayrıca, Kur'ân'ın mucizeliğini ispat etmek için yazılan "Yirmi Beşinci Söz" ve bir benzeri daha yazılmayan işârâtü'l-İ'caz" tefsiri bir bütün olarak, bu alanda eşsiz birer kaynak durumundadırlar.

Meleklerin varlığı ve gördükleri vazifeler, "Yirmi Dokuzuncu Söz"ün birinci bölümünde, herkesin anlayabileceği bir dil ve üslupla açıklanmıştır. Kezâ Meyve Risâlesi'nin "On Birinci Mesele"si de, melekler hakkında başka hiçbir yerde bulunmayan değerli bilgi ve açıklamaları ihtiva etmektedir.

İlim adamlarını ve filozofları en fazla meşgul eden meselelerden biri olan Kader hakikatı, "Yirmi Altıncı Söz"de vuzuha kavuşturulmuştur. Sâdeddin Taftazânî gibi, islâm dünyasının yetiştirdiği en büyük âlimlerden birinin, kırk sayfalık bir izahla ancak âlim seviyesindeki kimselere anlatabildiği bir Kader hakikatı, bu bahiste iki sayfa içinde herkesin anlayabileceği bir şekilde açıklanmıştır.

İnsan niçin yaratılmıştır? Hayatın sırrı nedir? İnsanın mukadderatını ve dünyadaki yaşayışını yakından ilgilendiren bu can alıcı sorular en tatminkâr cevaplarını yine Risâle-i Nur'da bulmuştur. Küçük Sözler, "On Birinci Söz," "Yirmi Üçüncü Söz," "Otuz Ikinci Söz," "Yirminci Mektup"un birinci bölümü gibi risaleler başta olmak üzere, Risâle-i Nur'un birçok bahsinde, insanın yaratılış gayesi ve dünyadaki vazifeleri, doyurucu izahlarla anlatılmıştır.

Kâinatta niçin bitmek tükenmek bilmeyen bir faaliyet vardır? Neden atomlar ve yıldızlar durmaksızın hareket etmektedirler? Her an etrafımızda cereyan eden yıkılış ve yapılışların hikmeti nedir? Bu ve benzeri soruların cevapları, "Yirmi Dördüncü Mektup," "Yirmi Dokuzuncu Söz", "Otuzuncu Söz" gibi risalelerde verilmiş ve kâinatta devam eden sürekli değişmenin hikmet ve sırları açıklanmıştır.

Daha bunlar gibi yüzlerce iman hakikatı, Risâle-i Nur'un sayfalarında izaha kavuşturulmuştur. Ayrıca Risâle-i Nur'da imanın insana kazandırdığı değerler ışığında, çağın meselelerini, ferdî hayattan başlayarak, aileye, cemiyete, devlete ve bütün insanlığa ulaşan daireler içinde çözümleyecek çareler de gösterilmiştir. İmanın insana, bütün varlıklara ve özellikle de insanlara kardeş nazarıyla bakmasını netice verecek bir anlayış kazandırdığı dile getirilmiş; bu anlayışın doğurduğu güzel hasletlerin yaygınlık kazanması halinde bütün yeryüzünün bir "sulh-u umumî" içinde, mesut bir hayatın yaşandığı, bahtiyar bir belde haline gelebileceğine dikkat çekilmişti. Kur'ân medeniyetinin hak, fazilet, Allah rızasının esas tutulması, yardımlaşma, cemiyet tabakaları arasında kardeşane irtibat ve nefsi dizginleyip insanı olgunlaştırma prensipleri üzerine kuracağını belirten Bediüzzaman, bütün bunların da ancak "tahkikî iman" olarak vasıflandırılan, ilme, araştırmaya dayalı imanla gerçekleşebileceğini nazara vermiştir. Bu bakımdandır ki, imanın canlı tutulması ve kuvvetlendirilmesi, herşeyin üzerinde bir önem kazanmıştır. Çünkü maddeci felsefenin, imanı hedef alan saldırıları, özellikle bu çağda yoğunlaşmıştır.


Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:

"Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inâdîden gelen temerrüd [inkâr ve isyanda inat], bu zamana nisbeten pek az idi. Onun için, eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri [gösterdikleri deliller], o zamanlarda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkûku [şüpheye dayanan inkârı] çabuk izale ederlerdi. Allah'a iman umumî olduğundan, Allah'ı tanıttırmakla ve cehennem azabını ihtar etmekle, çokları sefahetlerden, dalâletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise... Eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilim ile dalâlete girip inat ve temerrüd ile hakaik-i imana [iman hakikatlerine] karşı çıkana nisbeten, şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakaik-i imaniyeye karşı muâraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi-bu dünyada onların temellerini parça parça edecek-bir hakikat-ı kudsiye lâzımdır ki, onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin."

Böyle bir vasatta imanın muhafaza ve kurtarma çalışmalarının önemini, Zübeyir Gündüzalp şöyle izah eder:

"İmanın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şüphe ve inkâr, dinin teferruatında yapılan lâkaydlıktan pekçok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki, şimdi en mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir. İmanı takviye etmektir. İmanı kurtarmaktır. Herşeyden ziyade imanın esasatıyla meşgul olmak, kat'î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir. Bu, Türkiye'de olduğu gibi, umum İslâm dünyasında da böyledir.

"Evet, temelleri yıpratılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal ve yapraklarını ilaçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda verebilir mi?

İnsan, saray gibi bir binadır; temelleri erkân-ı imaniyedir [İmanın esaslarıdır). İnsan bir şeceredir [ağaçtır]; kökü esasat-ı imaniyedir. İmanın rükünlerinden en mühimmi, iman-ı Billâhdır, Allah'a imandır. Sonra nübüvvet ve haşirdir [peygamberlik ve öldükten sonra dirilme inancıdır. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı iman ilmidir."

İşte, Bediüzzaman bunun içindir ki, programını "herşeyden evvel, felsefeyi ve maddiyyun [maddecilik] fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmak" esası üzerine bina etti. "En birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkikî bir surette umuma ders vermeli, hattâ avamın da imanını tahkiki yapmak" şeklinde özetlediği bu vazife, ona Prof. Dr. Şerif Mardin'in deyişiyle, bilhassa 1920'lerden sonra üstlendiği "imanın ehemmiyetini işleyen cihanşümûl bir irşad adamlığı" vasfını kazandırdı. Ve yine buna bağlı olarak Bediüzzaman, tanınmış muhtedi Amerikalı yazar Meryem Cemile'nin de belirttiği şekilde, "diğer çağdaş Müslüman liderler gibi, cihanşümûl bir siyasî, içtimaî, iktisadî nizam' için muhtemel plânlar çizmekle vakit harcamadı." Çünkü, yine Meryem Cemile'nin ifade ettiği gibi,

"İçtimai hayattaki bozukluk, ecnebi eğitim sisteminin kabulü ve ana-babaları, masum ve müdafaasız çocukları koruyamaz hale getiren zararlı neşriyat sebebiyle, bugün dünyanın hiçbir yerinde değil bir İslâmî devlet, islâmî bir millet veya cemiyet, hattâ tamamıyla İslâmi bir aile topluluğu bile mevcut değildi. Müslüman gençliğinin ekseriyetinin dini tatbik etmediği, tersine, Batılığı tenkitsiz, körcesine ve muhterisane benimsemiş olduğu bir zamanda `Islâm dünyası,' `Müslüman blok' veya `Islâm birliği'nden bahsetmek mânâsızdı. işte Bediüzzaman, böyle bir atmosferde fiili siyasete girmenin abesle iştigal olduğunu fark edebilecek bir kavrayışa ve ileri görüşe sahipti... Bediüzzaman, günümüz insanının manevi ve ahlâki bir uyanışa olan şiddetli ihtiyacından haberdardı. O biliyordu ki, İslâm gençliğine herşeyden önce lazım olan şey, maddeci görüşten manevî bir hayat görüşüne dönüşten ibarettir. İşte bu gayeye hasredilen Risâle-i Nur, iktidardakiler tarafından bastırılan veya kendiliğinden tesirsiz hale gelen diğer İslâmi cereyanlardan farklı olarak ve Cenâb-ı Hakkın yardımıyla, müessir bir başarı kazanmıştır."

Risâle-i Nur'un muhteva, öz, metod ve tarz bakımından haiz olduğu orijinallik, her geçen gün daha fazla sayıda insanı kendisine cezbetmeye devam etınektedir. Bu hakikatı perçinleyen beyanlardan biri de, Risâle-i Nur'u tanıdıktan sonra İslâmi öz benliğine kavuşan Cezayirli bir öğrenciden geldi. Bu öğrenci Köprü'ye gönderdiği bir yazı ile, Risâle-i Nur hakkındaki intibalarını şöyle anlatmıştı.

"Ben kimim? Neredeyim? Nereden gelip nereye gidiyorum? Varlığın mânâsı nedir? Dünya nedir? Bunlar, her insanın kendi kendisine sorduğu suallerdir. Öğrenme arzusu samimidir ve zaten ne, nerede, niçin ve nasıl kelimeleri, bilgisizliğin ifadesidir; bu itibarla da cevaplandırılmalârı için, bir rehber ihtiyacına işaret ederler. Bütün bu soruların cevapları, kâinatın her tarafına yayılmış sayısız `işaretleri' okuyup anlamakla bulunabilir. İşte Risâle-i Nur, böyle soruları düşündürüp, cevaplarını araştırmaya yönelten bir günlük veya not defteridir. Onun rehberliği şu gerçeğin anlaşılmasıyla başlar ki, Risâle-i Nur müellifi bütün varlığıyla güçsüz ve bağımlı iken, varlık âlemini dolaşmış ve herşeyin, tıpkı kendisi gibi, Bağımsız ve Sınırsız Bir Varlığa bağlı ve dolayısıyla Onu gösteren bir işaretçi olduğunu müşahade etmiştir. Risâle-i Nur, onun yaratılış âleminde yaptığı yolculuğu anlattığı seyahatnamesi ve düşünmeye yöneltmek istediği diğer yolcular için bir el kitabıdır. Yolculuğunuzda nasıl hareket etmemiz, yanımıza neler almamız ve neleri araştırmamız gerektiğini tarif etmekte; konaklama yerlerini işaret etmekte; yolda gördüğümüz çeşitli manzaraları nasıl değerlendireceğimizi açıklamakta; yolculuk esnasında karşılaşacağımız varlıkların ve yerlerin lisanlarını ve âdetlerini anlamamıza yardımcı olmakta; seyahatimizin daha rahat gelmesi için neleri geride bırakmamız gerektiğini söylemekte ve hepsinden önemlisi, yolculuğun belli bir istikameti olduğunu ve yolda karşılaştığımız herşeyin o istikamete işaret ettiğini hatırlatmaktadır.

"Risâle-i Nur cihanşümûl bir cazibeye sahiptir. Çünkü yukarıda geçen sualleri cevaplandırmamıza yardımcı olmaktadır. Yaratıcıya henüz inanmayanlar için, Risâle-i Nur imanın başlangıç noktasıdır; ona, cevabını aradığı soruları gösterir. Yaratıcıyı tanıdıkları inancında olanlara Risâle-i Nur, imanlarını devamlı olarak kontrol etmelerini hatırlatır. Biz Allah'a inandığımız için mi Müslümanız, yoksa Müslüman olduğumuz için mi Allah'a inanıyoruz? İnanç herşeyin önünde gelir ve herhangi bir meselenin berrak bir şekilde tahlil edilip anlaşılması, ancak iman esaslarının aydınlığında mümkündür. Said Nursi eserlerinde üst yapılar'ı, yâni İslâmın, politika, ekonomi vs. ile anlaşılmasını esas alan bir yaklaşımdan kaçınır. Esaslar hakkında sağlam bir imana sahip olmanın önemi üzerinde ısrarla durur. Halbuki birçok Müslüman yazar İslâmı, ahlâkî, sosyal, ekonomik ve siyasî meseleler hakkındaki doktrinleriyle takdim etme ve bunu yaparken, inanmak istemeyenlerin mefhum ve tabirlerini kullanarak İslâmı yabancılara hoş gösterme teşebbüsünden ve taklitten öteye gitmeyen taklitçi entellektüel ve anlaşılmaz bir dil kullanma temayülündedir. Said Nursi bunu yapmaz. İmanın ne olduğunu ve varlık âleminin nasıl okunması gerektiğini anlatır, ama İslâmla diğer inanç sistemleri arasında mukayese yoluna gitmez. Zira böyle bir mukayese mânâsızdır.

"Risâle-i Nur'un bir başka çarpıcı yönü, herkesi kendisine çeken cazibesidir. Bediüzzaman'ın mücadele ettiği problemler, bütün insanların yüz yüze olduğu problemlerdir. Eserleri tek bir grup, yer veya zamana tahsis edilemez. Gerçi onun hitaplarının hususî bir kültürel temel ve anlayışa sahip olanlarca daha çabuk kavrandığı bir gerçektir ve bu husus gözden uzak tutulmamalıdır, ama biraz daha derinliğine bakınca onun, kendi varlığı hakkında düşünmek isteyen herkese hitap ettiği hemen ortaya çıkar. Risâlelerde mezhep ihtilâflarından bahsedilmez; fıkıh ve fer'î hadis meseleleri de tâlidir. Bediüzzaman işe temelden başlar ve tabandan tavana doğru çalışır. Eserlerinden Fıkan netice şudur ki, Bediüzzaman diğer bütün düşüncelerin temeli olarak imanın önemini çok iyi kavramıştır. Çağdaş yazarların çoğu İslâm hakkında yazarken ya ona hücum etmekte, veya dışa bakan yönlerinin-meselâ âdil hükûmet sisteminin yahut üstün ahlâk kâidelerinin-mükemmelliği üzerinde durarak islâmı müdafaa etmektedirler. Devamlı olarak 'İslâm devleti'nden, devrimden, İslâm cezâ kanunlarına dönülmesinden, faizsiz bankacılık uygulanmasından, vs. bahsedildiğini işitmekteyiz. Sanki insanın en büyük hastalığı olan, Allah'ı inkâr ve nefsi mâbud edinmenin mucizevi ilaçları bunlarmış gibi... Said Nursî bize, önce kenmizi değiştirip reforma tâbi tutarak işe başlamamız gerektiğini, ancak ondan sonra başkalarını da aynı şeyi yapmaya çağırmayı ümit edebileceğimizi öğretmektedir."

Köprü'95 (Kış Sayısı)
koprudergisi.com
 
Üst