Kur'ân-ı Kerim'de, yahudi ve hristiyanlarla birlikte zikredilen bir topluluk. "Şüphesiz iman edenler, yahudiler, hristiyanlar ve sabiîler'den Allah'a, ahiret gününe iman edenler ve salih amel işleyenlerin Rableri katında mükafatları vardır..." (el-Bakara. 2/62; Ayrıca bk. el-Maide, 5/69; el-Hac, 22/17). Âyetlerde, sabiûn, şeklinde çoğul kalıbındadır. Müfredi, "sabiî"dir. Âyetlerde zikredilen sabiîlerin kimler olduğu hakkında müfessirler değişik görüşler ileri sürmüşlerdir: Sabiîler; hristiyanlar, yahudiler ve mecusîler arasında bir topluluk olup hiç bir dine sahip değillerdir; Ehl-i kitap olup Zebur'u okumaktadırlar; Yahudiler ile mecusîler arasında bir topluluktur. Onların dini yoktur; Sabiîlik diğer dinler gibi bir din olup mensupları sadece "Lailahe illallah" derler ve hiç bir şekilde ibadet etmedikleri gibi bir kitapları ve tanıdıkları bir peygamberleri yoktur. Ceziretul-Mevsil bölgesinde yaşarlar; Meleklere tapınan bir topluluk olup, bir kıbleye yönelerek namaz kılarlar ve Zebur'u okurlar; Irak taraflarında yaşayan bir topluluk olup, peygamberlerin tamamına iman ederler, her sene otuz gün oruç tutup, Yemen'e doğru yönelerek günde beş defa namaz kılarlar (Taberî, Camiul-Beyan an Te'vil-i Âyâtil Kur'ân, Mısır 1969, I, 318-320; İbn Kesir, Tefsirul-Kur'ânil-Azim, İstanbul 1984, I, 148-149). Fahruddin er-Razî diğer görüşleri zikrettikten sonra sabiîlerin, yıldızlara tapan bir topluluk olduğu görüşünü doğruya en yakın olarak kabul etmektedir (Tefsir-i Kebir, II, 105).
Arapçada "sabiî" kelimesi, bir dinden çıkıp başka bir dine giren kimse anlamındadır. Bunun için müşrikler, Rasûlüllah (s.a.s)'i sabiî diye isimlendirmişlerdir. Çünkü o, dinlerini reddedip yeni bir dine bağlanmıştı (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1936, I I,1750). Diğer bir görüşe göre sabiî kelimesi, eski bir dine mensup olan topluluğa verilen isimdir ve Arapça bir kelime olmayıp, aslı "sabî" olan süryanice bir kelimedir. Kelimenin aslının bu olduğu kabul edilirse, müşriklerin Rasûlüllah (s.a.s)'e sabiî demelerinin sebebi olarak, onların onu "Lailahe illallah" demekle sabiilere benzettikleri sonucu ortaya çıkar (Taberî, Tarih, I, 319; İbn Kesir, a.g.e., I, 149). Seyyid Kutup, Bakara süresinin 62. âyetini tefsir ederken şöyle demektedir: "Sabiîlere gelince onlar, en tercih edilen rivayete göre, bi'setten önce kavimlerinin puta tapmasından hoşlanmayarak, gönüllerine hitap eden ve samimiyetle bağlanabilecekleri bir itikat arayan Araplardır. Bunlar tevhid dinini kabul etmişlerdi ve ilk haniflerin yani İbrahim (a.s)'ın dini üzere ibadet ediyorlardı. Müşrikler, bu kimselere "Atalarının dininden dönenler" anlamında sabiîler adını vermişlerdi. Sonradan müslümanlara sabiî demelerinin sebebi budur" (Fi Zilalil-Kur'ân, Terc. Kurul, İstanbul 1972, I, 156-157).
Bir rivâyete göre ise Sabî, Hanûh olarak isimlendirilen, İdris (a.s)'ın torunu Lamek'in diğer bir adıdır. Ve sabiîler adlarını ondan almaktadırlar (İbnül-Esir, el-Kâmil)i't-Tarih, Beyrut 1979, I, 62). İbnü'l-Esir, Nuh (a.s)'ın gönderildiği kavmin sabiîlerden bir topluluk olduğunu ve onların putlara tapındıklarını kaydetmektedir. Onların inançlarının temeli ruhanî varlıklara ibadet etmekti. Bu ruhanîler melâikeler olup, onlar aracılığı ile Allah Teâlâ'ya yaklaşıldığına inanmaktaydılar. Onlar, her şeyi Allah Teâlâ'nın yarattığını ve güç, kudret sahibi olduğunu kabul ederlerdi. Onlara göre insan O'nun zatını kavramaktan acizdir. Dolayısıyla O'na yaklaşmak ancak ruhanîlerin aracılığıyla mümkün olabilir. Bu ruhanîlere ulaşmak için ise, onların heykelleri olan yedi gezeğen (ki onlar dünyayı idare ederler)'in aracılığına başvururlar. Onlardan bir grup, bu heykellerin (gezegenlerin) doğup battıklarını; gece gözüküp, gündüz kaybolduklarını gördüler ve her zaman bu heykellerle irtibat kurabilmek için sürekli gözlerinin önünde duracak olan onları temsil eden putların zarurî olduğuna kanaat getirdiler. Bu putlarla heykellere (gezegenlere), onlarla da ruhanîlere ulaşabilecekleri ve ruhanîlerle Allah Teâlâ'ya yakınlık kesbedecek inancı doğdu. Bu ilk putperestliğin ortaya çıkışıdır (İbnül-Esir, a.g.e., I, 67-68).
Zerdüşlükten önce Farslar'ın hristiyanlıktan önce de Rumların tabi olduğu din sabiîlikti (İbnül-Esir, I, 275, 324). Rumların Sabiîler'de olduğu gibi, adlarını yedi gezeğenden alan yedi tane putları vardı (İbnül-Esir, a.g.e., I, 330).
Sabiîliğin esas itibarı ile münzel bir din olması muhtemeldir. Ancak zamanla felsefi ve siyasi etkiler çerçevesinde bozulma ve sapmalara uğramış ve bir gizlilik, bâtınilik özelliği kazanmıştır. Sabiîler, ilk sabiîler ve sonraki sabiîler olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Bu iki ekolün arasında müşterek oldukları noktalar yanında birbirinden ayrıldıkları noktalar da vardır. İlk sabiîlik, Hindistan, Eski Mısır, Suriye ve Keldânîlerin tabi oldukları ekoldü. Eski Yunan ve Rum dinleri de bu inancın bir yansımasından ibarettir. Sonraki sabiîler, İsrail, İran, Yunan ve Roma gibi değişik kültürlerin tesiri altında şekillenen süryanî ve Keldânî sabiîleridir (M. Hamdi Yazır, a.g.e., II, 1751).
İslamî döneme kadar ulaşmış olan Harran sabiîleri, dinler tarihiyle uğraşan İslâm müelliflerinin dikkatini çekmiş ve onların inanışları hakkındaki bilgileri derlemeye çalışmışlardır. Harran sabiîleri, Şit ve İdris (a.s)'a tabi olduklarını iddia etmekteydiler. Onlar, herşeyin yaratıcısı ve mutlak hakimi olarak Allah'ın varlığını kabul ediyorlardı. İnsanoğlunun O'nun Celal ve Azametine ulaşması mümkün değildir. Bundan dolayı O'na ancak bir takım ruhanî varlıklarla yaklaşılabilir ve ibadet edilebilir. Ruhânîler, temiz ve azîz varlıklardır. Cevher olarak, cismâni maddelerden daha mukaddestirler. Onlar, mekanda hareket ve zaman içinde değişimden münezzehtirler. Bunlara yaklaşmaya çalışılarak, tevekkül edilir. Gördükleri işler açısından ruhânîler, fiilleri varetmede onları bir durumdan başka bir duruma getirmede ve mahlûkatı, kemâlâtın kaynağına ulaştırmada birer vasıtadırlar. Onlar, Allah Teâlâ'dan kuvvet alırlar. Ve suflî varlıklara feyz akıtırlar. Yedi gezeğen bunların heykelleridir. Her ruhanînin özel bir heykeli ve her heykelin bir yörüngesi vardır. Ruhanînin o heykele nisbeti ruhun cesede nisbeti gibidir. Sabiîler, bu ruhanîlere ilâhlar, heykellere de rabler derler. Onlar bu heykellere ibadet için (ki böylece, Rablerin rabbı (Allah) na ulaşabileceklerdi) onların özellik ve hassalarına göre çeşitli ibadet şekilleri tayin ettiler. Ancak, bunlardan bir grup, ruhanîlerin heykelleri olan gezeğenlerin doğup battıklarını ve gündüzleri gözükmediklerini gördüklerinde onlara yakınlaşmanın ve ibadet ederek yaklaşmanın mümkün olabilmesi için gözlerinin önünde sürekli olarak dikili duran ve onları temsil eden putlar edindiler (M. Hamdi Yazır, a.g.e., II, 1753 vd.).
El-Cezire bölgesinde yaşayan sabiîler, yahudi-hristiyan karışımı bir dine sahiptiler ve vaftizci Yahya hristiyanları olarak adlandırılırlar. Kimilerine göre bunlar bir yahudi mezhebine mensupturlar ve Hz. İbrahim'in dinine bağlıdırlar. Bunlara mandeîler denilmekteydi. Kur'ân-ı Kerim'de; yahudilik ve hristiyanlıktan ayrı olarak zikredilen sabiîler el-Cezire'de yahudi-hristiyan karışımı bir dine inanan mandeîler olmalıdır. Çünkü Harran sabiîleri, müşrik ve putperest bir topluluk olarak ilk sabiîlik inancına bağlı kalmayı sürdürmüşlerdir. Bunların müslümanlarca, ehl-i kitap sayılmaları için bu adı almış olabilecekleri de muhtemeldir.
Sabiîlerin bir taraftan müşrik, diğer taraftan da ehl-i kitaba benzer bir görünüm ortaya koymaları, fakihler arasında bunlar hakkında verilecek, hüküm konusunda ihtilaf doğmasına sebep olmuştur. Bazı fakihler onları müşriklerden saymış ve kestiklerinin yenmeyeceği ve kadınlarıyla da evlenilemeyeceği görüşünü benimsemişler; diğer bazılarıysa, onların ehli kitapla aynı muameleye tabi tutulacağını söylemişlerdir. İmamı Azam, hristiyanlıktan doğan sabiîliği ehl-i kitaptan kabul etmiştir ki, bunlar İncil okurlar. İmameyn ise sabiîlerin ehl-i kitap olmadıkları görüşünü benimsemişlerdir. Ancak, yıldızlara tapınan Harran sabiîlerinin ehl-i kitap olmadıkları hakkında fakihler görüş birliği içerisindedirler. Ebu Bekr er-Razi, Ahkâmul Kuran isimli eserinde; "Şu zamandaki sabiîler olarak bilinen topluluk içinde ehl-i kitap yoktur. Aslında ehl-i kitap olarak isimlendirilen zümre, yahudi ve hıristiyanlardır. Bunların dışında ehl-i kitap olan bir topluluk yoktur. Ayette de yahudi ve hıristiyanlardan ayrı olarak zikredildiklerine göre onlarla aynı katogoride değillerdir. Onları ehl-i kitap sayan fakllıler, mecusîlerin ehl-i kitap sayılması nokta-i nazarından hareket etmiş olmalılar (M. Hamdi Yazır, a.g.e., II, 1766-1769).
Sabiîler, önceleri el-Cezire'nin kuzeyinde yayılmış bulunmakta olup, merkezleri eski Harran'daydı. Dini törenlerini süryanice olarak yaparlardı. Abbasilerden Halife Me'mun onları takibata alarak ortadan kaldırmak istedi. Ancak, düşünce sahasındaki üstün özellikleri daha sonra müsamaha görmelerine sebep olmuştur. 872 yılında meşhur bilgin Sabit b. Kurra, dindaşları ile dinin esasları konusunda mücadeleye giriştiği zaman, cemaatten kovuldu ve Harran'dan ayrıldı. Bağdat'a giderek burada sabiîliğin başka bir kolunu kurdu. Abbasî hâlifelerinden el-Kahır onlara müslüman olmaları için baskı yaptı. XI. asırda Bağdat ve Harran'da hâlâ çok sayıda sabiî bulunmaktaydı. XI. asrın ortalarına doğru Harran'da sabiîlik yok olmuştur. Bağdat'ta ise bu asrın sonuna kadar onlara tesadüf olunmakta idi. Sabiîlerden İslâmî dönemde, ilmî sahada şöhret bulmuş pek çok bilgin yetişmiştir (B. Carra de Veux.; İA, Sabiîler mad.).
Ömer TELLİOĞLU
Arapçada "sabiî" kelimesi, bir dinden çıkıp başka bir dine giren kimse anlamındadır. Bunun için müşrikler, Rasûlüllah (s.a.s)'i sabiî diye isimlendirmişlerdir. Çünkü o, dinlerini reddedip yeni bir dine bağlanmıştı (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1936, I I,1750). Diğer bir görüşe göre sabiî kelimesi, eski bir dine mensup olan topluluğa verilen isimdir ve Arapça bir kelime olmayıp, aslı "sabî" olan süryanice bir kelimedir. Kelimenin aslının bu olduğu kabul edilirse, müşriklerin Rasûlüllah (s.a.s)'e sabiî demelerinin sebebi olarak, onların onu "Lailahe illallah" demekle sabiilere benzettikleri sonucu ortaya çıkar (Taberî, Tarih, I, 319; İbn Kesir, a.g.e., I, 149). Seyyid Kutup, Bakara süresinin 62. âyetini tefsir ederken şöyle demektedir: "Sabiîlere gelince onlar, en tercih edilen rivayete göre, bi'setten önce kavimlerinin puta tapmasından hoşlanmayarak, gönüllerine hitap eden ve samimiyetle bağlanabilecekleri bir itikat arayan Araplardır. Bunlar tevhid dinini kabul etmişlerdi ve ilk haniflerin yani İbrahim (a.s)'ın dini üzere ibadet ediyorlardı. Müşrikler, bu kimselere "Atalarının dininden dönenler" anlamında sabiîler adını vermişlerdi. Sonradan müslümanlara sabiî demelerinin sebebi budur" (Fi Zilalil-Kur'ân, Terc. Kurul, İstanbul 1972, I, 156-157).
Bir rivâyete göre ise Sabî, Hanûh olarak isimlendirilen, İdris (a.s)'ın torunu Lamek'in diğer bir adıdır. Ve sabiîler adlarını ondan almaktadırlar (İbnül-Esir, el-Kâmil)i't-Tarih, Beyrut 1979, I, 62). İbnü'l-Esir, Nuh (a.s)'ın gönderildiği kavmin sabiîlerden bir topluluk olduğunu ve onların putlara tapındıklarını kaydetmektedir. Onların inançlarının temeli ruhanî varlıklara ibadet etmekti. Bu ruhanîler melâikeler olup, onlar aracılığı ile Allah Teâlâ'ya yaklaşıldığına inanmaktaydılar. Onlar, her şeyi Allah Teâlâ'nın yarattığını ve güç, kudret sahibi olduğunu kabul ederlerdi. Onlara göre insan O'nun zatını kavramaktan acizdir. Dolayısıyla O'na yaklaşmak ancak ruhanîlerin aracılığıyla mümkün olabilir. Bu ruhanîlere ulaşmak için ise, onların heykelleri olan yedi gezeğen (ki onlar dünyayı idare ederler)'in aracılığına başvururlar. Onlardan bir grup, bu heykellerin (gezegenlerin) doğup battıklarını; gece gözüküp, gündüz kaybolduklarını gördüler ve her zaman bu heykellerle irtibat kurabilmek için sürekli gözlerinin önünde duracak olan onları temsil eden putların zarurî olduğuna kanaat getirdiler. Bu putlarla heykellere (gezegenlere), onlarla da ruhanîlere ulaşabilecekleri ve ruhanîlerle Allah Teâlâ'ya yakınlık kesbedecek inancı doğdu. Bu ilk putperestliğin ortaya çıkışıdır (İbnül-Esir, a.g.e., I, 67-68).
Zerdüşlükten önce Farslar'ın hristiyanlıktan önce de Rumların tabi olduğu din sabiîlikti (İbnül-Esir, I, 275, 324). Rumların Sabiîler'de olduğu gibi, adlarını yedi gezeğenden alan yedi tane putları vardı (İbnül-Esir, a.g.e., I, 330).
Sabiîliğin esas itibarı ile münzel bir din olması muhtemeldir. Ancak zamanla felsefi ve siyasi etkiler çerçevesinde bozulma ve sapmalara uğramış ve bir gizlilik, bâtınilik özelliği kazanmıştır. Sabiîler, ilk sabiîler ve sonraki sabiîler olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Bu iki ekolün arasında müşterek oldukları noktalar yanında birbirinden ayrıldıkları noktalar da vardır. İlk sabiîlik, Hindistan, Eski Mısır, Suriye ve Keldânîlerin tabi oldukları ekoldü. Eski Yunan ve Rum dinleri de bu inancın bir yansımasından ibarettir. Sonraki sabiîler, İsrail, İran, Yunan ve Roma gibi değişik kültürlerin tesiri altında şekillenen süryanî ve Keldânî sabiîleridir (M. Hamdi Yazır, a.g.e., II, 1751).
İslamî döneme kadar ulaşmış olan Harran sabiîleri, dinler tarihiyle uğraşan İslâm müelliflerinin dikkatini çekmiş ve onların inanışları hakkındaki bilgileri derlemeye çalışmışlardır. Harran sabiîleri, Şit ve İdris (a.s)'a tabi olduklarını iddia etmekteydiler. Onlar, herşeyin yaratıcısı ve mutlak hakimi olarak Allah'ın varlığını kabul ediyorlardı. İnsanoğlunun O'nun Celal ve Azametine ulaşması mümkün değildir. Bundan dolayı O'na ancak bir takım ruhanî varlıklarla yaklaşılabilir ve ibadet edilebilir. Ruhânîler, temiz ve azîz varlıklardır. Cevher olarak, cismâni maddelerden daha mukaddestirler. Onlar, mekanda hareket ve zaman içinde değişimden münezzehtirler. Bunlara yaklaşmaya çalışılarak, tevekkül edilir. Gördükleri işler açısından ruhânîler, fiilleri varetmede onları bir durumdan başka bir duruma getirmede ve mahlûkatı, kemâlâtın kaynağına ulaştırmada birer vasıtadırlar. Onlar, Allah Teâlâ'dan kuvvet alırlar. Ve suflî varlıklara feyz akıtırlar. Yedi gezeğen bunların heykelleridir. Her ruhanînin özel bir heykeli ve her heykelin bir yörüngesi vardır. Ruhanînin o heykele nisbeti ruhun cesede nisbeti gibidir. Sabiîler, bu ruhanîlere ilâhlar, heykellere de rabler derler. Onlar bu heykellere ibadet için (ki böylece, Rablerin rabbı (Allah) na ulaşabileceklerdi) onların özellik ve hassalarına göre çeşitli ibadet şekilleri tayin ettiler. Ancak, bunlardan bir grup, ruhanîlerin heykelleri olan gezeğenlerin doğup battıklarını ve gündüzleri gözükmediklerini gördüklerinde onlara yakınlaşmanın ve ibadet ederek yaklaşmanın mümkün olabilmesi için gözlerinin önünde sürekli olarak dikili duran ve onları temsil eden putlar edindiler (M. Hamdi Yazır, a.g.e., II, 1753 vd.).
El-Cezire bölgesinde yaşayan sabiîler, yahudi-hristiyan karışımı bir dine sahiptiler ve vaftizci Yahya hristiyanları olarak adlandırılırlar. Kimilerine göre bunlar bir yahudi mezhebine mensupturlar ve Hz. İbrahim'in dinine bağlıdırlar. Bunlara mandeîler denilmekteydi. Kur'ân-ı Kerim'de; yahudilik ve hristiyanlıktan ayrı olarak zikredilen sabiîler el-Cezire'de yahudi-hristiyan karışımı bir dine inanan mandeîler olmalıdır. Çünkü Harran sabiîleri, müşrik ve putperest bir topluluk olarak ilk sabiîlik inancına bağlı kalmayı sürdürmüşlerdir. Bunların müslümanlarca, ehl-i kitap sayılmaları için bu adı almış olabilecekleri de muhtemeldir.
Sabiîlerin bir taraftan müşrik, diğer taraftan da ehl-i kitaba benzer bir görünüm ortaya koymaları, fakihler arasında bunlar hakkında verilecek, hüküm konusunda ihtilaf doğmasına sebep olmuştur. Bazı fakihler onları müşriklerden saymış ve kestiklerinin yenmeyeceği ve kadınlarıyla da evlenilemeyeceği görüşünü benimsemişler; diğer bazılarıysa, onların ehli kitapla aynı muameleye tabi tutulacağını söylemişlerdir. İmamı Azam, hristiyanlıktan doğan sabiîliği ehl-i kitaptan kabul etmiştir ki, bunlar İncil okurlar. İmameyn ise sabiîlerin ehl-i kitap olmadıkları görüşünü benimsemişlerdir. Ancak, yıldızlara tapınan Harran sabiîlerinin ehl-i kitap olmadıkları hakkında fakihler görüş birliği içerisindedirler. Ebu Bekr er-Razi, Ahkâmul Kuran isimli eserinde; "Şu zamandaki sabiîler olarak bilinen topluluk içinde ehl-i kitap yoktur. Aslında ehl-i kitap olarak isimlendirilen zümre, yahudi ve hıristiyanlardır. Bunların dışında ehl-i kitap olan bir topluluk yoktur. Ayette de yahudi ve hıristiyanlardan ayrı olarak zikredildiklerine göre onlarla aynı katogoride değillerdir. Onları ehl-i kitap sayan fakllıler, mecusîlerin ehl-i kitap sayılması nokta-i nazarından hareket etmiş olmalılar (M. Hamdi Yazır, a.g.e., II, 1766-1769).
Sabiîler, önceleri el-Cezire'nin kuzeyinde yayılmış bulunmakta olup, merkezleri eski Harran'daydı. Dini törenlerini süryanice olarak yaparlardı. Abbasilerden Halife Me'mun onları takibata alarak ortadan kaldırmak istedi. Ancak, düşünce sahasındaki üstün özellikleri daha sonra müsamaha görmelerine sebep olmuştur. 872 yılında meşhur bilgin Sabit b. Kurra, dindaşları ile dinin esasları konusunda mücadeleye giriştiği zaman, cemaatten kovuldu ve Harran'dan ayrıldı. Bağdat'a giderek burada sabiîliğin başka bir kolunu kurdu. Abbasî hâlifelerinden el-Kahır onlara müslüman olmaları için baskı yaptı. XI. asırda Bağdat ve Harran'da hâlâ çok sayıda sabiî bulunmaktaydı. XI. asrın ortalarına doğru Harran'da sabiîlik yok olmuştur. Bağdat'ta ise bu asrın sonuna kadar onlara tesadüf olunmakta idi. Sabiîlerden İslâmî dönemde, ilmî sahada şöhret bulmuş pek çok bilgin yetişmiştir (B. Carra de Veux.; İA, Sabiîler mad.).
Ömer TELLİOĞLU