Şems Sûre-i Şerif'i (1)
Sûre-i Şerif'in Takdimi:
Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olmuştur. On beş Âyet-i kerime, elli dört kelime ve iki yüz kırk altı harften müteşekkildir.
İlk Âyet-i kerime'de geçen ve "Güneş" mânâsına gelen "Şems" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur.
Ebu Büreyde -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre, Resulullah Aleyhisselâm yatsı namazında Şems sûre-i şerif'iyle benzeri uzunlukta olan sûre-i şerif'leri okurdu.
Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından iki bölüme ayrılır.
On birinci Âyet-i kerime'ye kadar Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametine delâlet eden sekiz delil üzerine yemin edilerek; kendini küfür ve nifaktan, günahlardan arındıranların kurtulacağı, nefsini kirletip örtenlerin ise ziyana uğrayacağı beyan edilmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime'lerde ise, Sâlih Aleyhisselâm'ın kavmi olan Semud'un âkıbeti bir ibret numunesi olarak gözler önüne serilmektedir.
İlâhî Azametin Sekiz Delili:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde güneş üzerine, onun sürekli aydınlığına ve ardından gelen aya yemin ederek, dikkatleri kudretinin kemâline, saltanatının büyüklüğüne çevirmektedir:
"Andolsun güneşe ve aydınlığına!" (Şems: 1)
Güneşten dünyaya doğru yayılan birçok faydalar bulunabilmekle beraber, bunların içinde en belli olan ısı ve ışıktır.
Güneş, dünyanın da dahil olduğu güneş sisteminin merkezi, aynı zamanda dünyaya en yakın olan yıldızdır. Büyük görünmesinin sebebi de bu yakınlığıdır. Güneş dünyaya hayat veren kaynaktır. Güneş olmasaydı, dünyada hayat olmayacaktı.
"Andolsun ardından gelmekte olan aya!" (Şems: 2)
Ay ise dünyanın tek uydusudur. Dünya güneşin çevresinde nasıl dönerse, o da dünyanın çevresinde döner. Bu şekilde aynı zamanda dünya ile beraber güneşin de çevresinde dönmüş olur.
Ayın nuru, güneşin ışığının bir yansımasıdır. Güneşin ışığı aslından, ayın nuru ise güneştendir.
Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın yaratıldığı andan bugüne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.
Seneler de ya "Şemsî", ya da "Kamerî" olurlar.
"Güneşi ortaya çıkaran gündüze andolsun!" (Şems: 3)
Bu güneş ışığının tam bir yayılma ile diğer bir durumuna yemindir.
"Onu örten geceye andolsun!" (Şems: 4)
Bu da gecenin güneşi ve bütün ufukları sarıp kaplayarak ışığı tamamen örtmeye başladığı hâlindeki koyu karanlık zamana yemindir.
Gecenin gelme vakti, kararmaya başladığı ilk saatlerdir. Gitme vakti de, yok olmaya yüz tuttuğu, sabaha yöneldiği son saatlerdir ki sabahın müjdesidir.
Allah-u Teâlâ gecenin karanlığını gündüzün ışığıyla, gündüzün ışığını gecenin karanlığı ile giderir. Her biri diğerini durmadan ve gecikmeden kovalar. Biri gider gitmez diğeri, o gittiğinde ise öbürü hemen gelir. Işığı karanlığa giydirip örttürdükten sonra, bir de çevirip karanlığı ışığa giydirir.
Bu durum zamanın akışını, ömürlerin geçişini gösterdiği gibi; bütün değişikliklerin O'nun hükmüyle cereyan ettiğini de ispat etmektedir.
"Gökyüzüne ve onu bina edene andolsun ki!" (Şems: 5)
Göklerin yaratılmasının mânâsı, bu muazzam kâinatın ve mahlûkatın yoktan var edilişi demektir. Allah-u Teâlâ'nın yaratışında öyle yüksek bir sanat vardır ki, her noktası O'nun emsalsiz irade ve gücünü göstermektedir.
"Yere ve onu döşeyene andolsun ki!" (Şems: 6)
Dağları, ovaları, dereleri ve denizleri gibi girinti ve çıkıntıları ile kutuplarının basıklığı yuvarlaklığına engel olmaz. Üstünde bir portakal pürüzleri derecesinde kalır.
Göğün bina edilmesi, düzenlenip dengede tutulması, yeryüzünün insanlar için döşenip hazırlanması, hem bir plânın hem de bir plânlayıcının varlığını ve azametini göstermektedir.
İçindekilerle birlikte bütün kâinatı "Ol!" emr-i şerif'i ile yaratan, kudret, azamet ve ululuk sahibi Hazret-i Allah'tır.
Yaratan şüphesiz ki yönetme yetkisine de sahiptir. Gökleri, yeri ve onlardakileri yaşatan ve yöneten O'dur.
Allah-u Teâlâ ne ki yaratmışsa, yarattığı şeylerde büyük hikmetler ve yüksek gayeler vardır.
Nefsin Islahı:
Dikkat edilirse Allah-u Teâlâ arzettiğimiz Âyet-i kerime'lerinde göğe ve ondaki âlemlere; yere ve onu yuvarlayıp döşeyen Zât-ı akdes'ine yemin etmektedir. 7. ve 8. Âyet-i kerime'lerinde ise canlıların en seçkini olan insana ve insan nefsini mükemmeliklere ulaşmaya hazır biçimde ve muntazam bir şekilde yaratan Zât-ı akdes'ine yemin ediyor. Yaratan O, yaşatan O, donatan O...
"Her bir nefse ve onu düzenleyene andolsun ki!" (Şems: 7)
İnsanı en güzel şekil ve surette yaratmış, onu zâhirî ve bâtınî nimetlerle ve kuvvetlerle bezemiş, birçok kabiliyetler bahşetmiştir.
"Sonra da ona isyanını ve itaatını ilham edene andolsun ki!" (Şems: 8)
Allah-u Teâlâ bu ilhamı, yaratılışında ona koymuş, iyilik ve kötülüklerin kendisine ilham edildiğini bildirmiştir. Burada ilham alan nefse dikkat çekilmektedir. Yaratılışı tam ve düzgün bir hâle getirilmekle beraber, ayrıca kendisini helâk edecek kötülükleri işlemeye ve cennete götürecek iyilikleri yapmaya muktedir bir hâle getirilmiştir. Dizginleri kendi elindedir. İsterse kendisini saâdet yoluna yöneltir, isterse felâkete doğru sevkeder.
Bu Âyet-i kerime'de "Nefs-i mülhime"ye işaret vardır. Allah-u Teâlâ'nın ona isyan ve itaatini vasıtasız olarak ilham etmesinden dolayı bu dereceye "Mülhime" ismi verilmiştir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:
"Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir." (Muhammed: 17)
Kim ki bu büyük ikramı kendisindeki kabiliyetleri geliştirme yolunda, nefsini arıtıp temizlemede kullanırsa kurtuluşa erer.
Hakk'a yönelen bir insan, iradesini "Nefsini ıslah etme" yönünde kullanırsa;
"Ey iman edenler! Eğer Allah'a (Allah'ın dinine) yardım eder (sarılırsanız) Allah da sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sâbit kılar." (Muhammed: 7)
Âyet-i kerime'si mucibince Allah-u Teâlâ'nın yardımına erer.
Nitekim Zeyd bin Erkam -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz duâlarının bir noktasında şöyle niyaz ederlerdi:
"Ey Allah'ım! Nefsime takvâsını ver ve onu pâk eyle! Onu pâk edecek yegâne sen varsın. Onun velisi ve mevlâsı sensin." (Müslim: 2722)
Şu halde vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye bağlı kılınmıştır.
Meselâ; bir toprakta maden var. İnceden inceye uğraşarak o madeni topraktan ayırmak lâzımdır. Toprağın çok, madenin az olduğu düşünülerek ayırma işi bırakılırsa, o çok kıymetli maden topraktan ayrılmaz.
İşte bunun gibi, Allah-u Teâlâ bir insana mânevî bir cevher koymuşsa, o cevheri meydana çıkarmak gerekir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir.
_______________________________________________________________
Şems Sûre-i Şerif'i (2)
Nefsin Islahı (2):
Allah-u Teâlâ azmi nispetinde kulunu destekler, hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır, önüne ışık tutar, yollarını açar. Onun için hiçbir engel bırakmaz.
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur." (Şems: 9)
Ebedî saâdet ve selâmete ermiştir. Umduğuna nâil, korktuğundan emin olmuştur. Allah-u Teâlâ onu Hakk yolunda yürümeye muvaffak kılmıştır.
Kalp temiz olursa kişiyi ibâdet ve taata sevkeder. Hasta insan, güzel yemeklerin lezzetini anlayamadığı gibi, mâsivâ batağına düşmüş bir kalp de ibâdet ve taatın lezzetini anlayamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onları hidayete erdirecek ve hallerini düzeltecektir." (Muhammed: 5)
Buradaki temizlenmekten maksat, ahlâk-ı zemime adı verilen "Şehvet, gadap, kin, kibir, riyâ, hased..." gibi kötü huylardan temizlenmektir. Yoksa zâhiri temizlik ya da "Oruç tuttum temizlendim." gibi basit bir mânâ çıkarılmamalıdır.
Vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye bağlı kılınmıştır. Nefsini günahlardan temizleyip takvâ ile terbiye etmek suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir.
Ebu Zerr-i Gıfâri radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"En iyi cihad, insanın kendi nefsânî arzularıyla Allah rızâsı için yaptığı cihaddır." (Câmiu's-sağîr: 1247)
Gerçekte insanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin arzularına karşı kendini tutma hususunda sabretmesi ve kendini buna zorlaması, sonunda faydası kendisine âit olan bir vazifedir. Allah-u Teâlâ hiç kimseyi zorla kötülüğe sevketmez. Eğer kötülükte ısrar ederse onu bu temizlikten mahrum eder.
"Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır." (Şems: 10)
Kendisini hidayetten mahrum bırakarak büyük bir tehlikenin tam ortasına atmıştır. Mertebesini düşürmüş, yönünü karıştırmış, her türlü sapıklıklarla gönlünü bulandırmış, ilâhî rahmetten bütünüyle mahrum olmuş, ahiretini harap etmiş, daha dünyada iken cehennemlikler zümresine katılmış, böylece de en büyük zarar ve ziyanı haketmiştır.
Küfürde ısrar edenleri Allah-u Teâlâ takva ve tezkiyeden mahrum eder, onu nefsine bırakır, böylece göz göre göre küfür yollarında ömrünü tüketmiş olur.
Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem olamaz. Süfli arzular peşinde oldukları için suretâ insandır, icraatları hep hayvânîdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2035)
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü gibidir. Dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilemez. İki günlük ömründe sermaye toplayamadan gider.
Nefsin meşru olmayan arzularına uymamak farzdır. Çünkü nefis daima kötülüğe meyillidir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Rabb'imin merhameti olmadıkça, nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." (Yusuf: 53)
Nefis öyle bir mahlûktur ki, hem zâlimdir, hem kâfirdir, Allah-u Teâlâ'ya bile karşıdır. Gaye bu kâfiri müslüman etmektir.
Kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten men etmeye önce kendi nefislerinden başlamalı; başkalarından önce kendilerini düzeltmeye çalışmalıdırlar. En üstün cihad budur. İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihad-ı ekber" denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın bir insana yapacağı en büyük düşmanlık onu öldürmesidir. Bu ise şehitliğine vesile olduğu için, onu en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde mânevî hayatı ölürse ebedî hayatı mahvolur.
Nefsin arzu ve heveslerine uymayanlar hakkında da Kur'an-ı kerim'de müjdeler vardır:
"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin ta kendisi olacaktır." (Nâziât: 40-41)
Allah'tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.
Semud Kavminin Helâkı:
Semud kavmi tıpkı Âd kavmi gibi, kendilerinden önce geçen toplulukların başına gelenlerden ders ve ibret almamışlar, dilleriyle de gönülleriyle de isyan etmişler, fısk-u fücura dalmışlardı.
İşi büsbütün azıtıp putlara tapmaya, son derece zulüm ve haksızlık yapmaya başlayınca; Allah-u Teâlâ onları ıslah etmesi, doğru yolu göstermesi, tevhid inancını öğretmesi için kendi içlerinden Sâlih Aleyhisselâm'ı peygamber olarak vazifelendirdi. Onları her ne kadar insafa dâvet edip, düzelmeleri için çalışıp, kurtuluş ve saâdet yolunu gösterdi ise de; inatla putlarına tapmaktan, sapıklık ve azgınlıklarına devam etmekten ayrılmadılar. Arka arkaya itham ve iftiralara başladılar.
"Semud kavmi azgınlığı yüzünden (Allah'ın Resul'ünü) yalanladı." (Şems: 11)
Peygamberlerinin getirdiği gerçekleri reddettiler. Yalanlamak sanki fıtratlarında gizliydi. Hiçbir hakikat, hiçbir güzellik ve iyilik kabul etmiyorlardı. Onları yalanlamaya sevkeden şey azgınlık ve taşkınlarıydı.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı'na ve onların vekilleri olan dâvetçilere yapılan yalanlamalar, itiraz ve ithamlar hep aynı olmuş, her devirde aynı şekilde yalanla karşılık görmüşlerdir.
Semud kavmi peygamberlerini hem âciz bırakmak, hem de yalancı durumuna düşürmek için mucize olacak vasıfta bir deve meydana getirirse kendisini tasdik edip inanacaklarını söylediler. Bunun üzerine, büyükçe bir kayanın içinden, içtiği sudan çok fazla süt veren mucize bir dişi deve çıkıverdi. Ne var ki inkârcı kavim sözlerinde durmadılar. Çoğunluk yine de kâfirliklerinde ısrar ettiler. Hatta ileri gelen şirretleri mucize deveyi öldürmeye karar verdiler.
"Onların en azgını deveyi kesmek için ayaklanınca, Allah'ın Resul'ü (Sâlih) onlara: 'Allah'ın devesine ve onun su içme hakkına dikkat edin!' dedi." (Şems: 12-13)
Su içme nöbetini engellemekten sakınmalarını her fırsatta tembih etti.
Bu mucize deveye tâzim ve teşrif için Allah-u Teâlâ'ya nispet olunarak "Allah'ın devesi" denilmiştir. Bu tâbir elbette düşündürücüdür. Çünkü o vasıtasız olarak doğrudan doğruya Allah tarafından yaratılmıştı ve Allah-u Teâlâ'nın yüce kudrretine delâlet etmekteydi. Allah-u Teâlâ, Sâlih kulunun nübüvvetini ve doğruluğunu ayan beyan meydana koymuştu.
"Onu yalanladılar ve deveyi kestiler." (Şems: 14)
Allah-u Teâlâ'nın azap vâdeden sözünün tecellî vakti gelmiş bulunuyordu. Yapılacak hiçbir şey kalmamıştı. Her geçen gün isyan ve tuğyanlarını artıran, kendilerini doğruya ve iyiye dâvet edenlere baş düşman kesilen bu kavmin, artık yeryüzünden silinme saati gelmişti. Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Bu azap ile sadece kendileri değil, bütün Semud kavmi toptan helâk oldu.
"Rabb'leri de günahları sebebiyle onların üzerine katmerli azap indirdi ve yerle bir etti." (Şems: 14)
Küfürden kurtulamayınca, o küfür onları yedi bitirdi; şirkten sıyrılamayınca, o şirk onları aldı götürdü.
"Bu işin âkıbetinden O'nun korkusu yoktur." (Şems: 15)
Semud kavmi bu âkıbete müstehak olmuşlardı. Başlarına gelen bu felâket bihakkın olmuştu.
Allah-u Teâlâ'nın iktidarı her şeyin üstündedir. Mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder.
Dünyadaki hükümdarlar gibi, icraata geçmeden evvel neticesinin ne olacağını, işin nereye varacağını düşünmekten müberrâdır, karşı konulacağını düşünmekten de münezzehtir.
Yaptığı savaşı kazanan bir hükümdar, her ne kadar düşmanını kırıp geçirse de, yine de düşmanının toparlanıp karşı taarruza geçeceği hakkındaki korkusu kesilmez, daima endişe üzerinde bulunur. Halbuki Allah-u Teâlâ isyan eden kavmi helâk eder, o işin âkıbetinden ise aslâ endişesi olmaz.
Yapacağı bir işin varacağı neticeden korkmayan bir kimse, eğer kırıp geçirmek isterse, son derece kırar geçirir. Dolayısıyla Kahhâr olan Allah-u Teâlâ'nın kırıp geçirmesi de böyle olmuştur.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Hepsini kırdık geçirdik." buyuruluyor. (Furkân: 39)
Allah-u Teâlâ hükmünde hikmet sahibidir. Her iş ve icraatı plânlı ve programlıdır. Her şeyi ezelî takdir plânına göre yürütmektedir. Hiçbir güç ve kudret O'na muhalefet edemez, hükmünü dilediği şekilde yürütür. Her hükmü âdil ve dengelidir, hiçbir hükmünde hiçbir surette haksızlık ve adaletsizlik bulunmaz. Yanlış bir fiil veya hükmün, O'ndan sâdır olması mümkün değildir.
O'nun kudreti ezelî ve ebedî olup, her türlü tasavvurun ötesindedir. Bütün kuvvetler O'nundur, dilediği şeyi dilediği anda yaratır. Yarattığı şeyde dilerse dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır. Dilerse güçsüzleri güçlü, zayıfları kuvvetli, âcizleri kudretli kılar.
Hiçbir şey O'na güç ve ağır gelmez. Zorlanmaktan, yorgunluk ve durgunluktan, usanmaktan münezzehtir. Hiç kimsenin yardımına muhtaç değildir.
Neticesi nedamet doğuracak bir emir O'ndan tecellî etmez. Bunun içindir ki, indirdiği ve indireceği hiçbir emir ve hükmünün neticesinden korkmaz, endişe etmez. İşin başı O'nun katında nasıl kesinlikle biliniyorsa, sonu da kesinlikle bilinmektedir.
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh