SIDK
Doğru düşünce, doğru söz, doğru davranış ma’nâ-larını ihtiva eden sıdk; Hakk yolcusunun her çeşit yalana karşı kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması, sadâkatin emin bir temsilcisi olması; diğer bir tabirle, duygu, düşünce, söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirip, şahsî hayatından insanlarla olan muamelesine, hakkı i’lan adına şehâdetinden mizahlarına kadar; hattâ “ -Her zaman doğrularla beraber olun!”(Tevbe, 9/119) fehvâsınca, dost ve arkadaş çevresi itibariyle hep doğruluk aramasıdır ki; hadisin ifadesiyle böyleleri yüce divanda “sıddîk”, aksine tasavvur ve düşüncelerinden davranış ve muamelelerine kadar yalanlarla içli-dışlı yaşayan ve hayatını hilâf-ı vâkiler çizgisinde sürdürenler de o ulu divanda “kezzâb” olarak kaydedilir.
Sıdk, Hakk’a ulaştıran yolların en sağlamı, sâdıklar da bu vuslatın talihli namzetleridir. Sıdk, amelin rûhu ve özü, düşünce istikametinin de en yanıltmaz mihengidir. Sıdkla mü’min münafıkdan, ehl-i cennet de ashâb-ı nâr-dan ayrılır. Sıdk, peygamber olmayanlarda bir peygamberlik sıfatıdır ve bu sıfat sayesinde halâyık ve kapı kulları, sultanlarla aynı nimetleri paylaşırlar. Allah bu dîn-i mübî-nin başlangıcında, hem onun tebliğcisini hem de bu İlâhî mesaja ilk defa “evet” deyip koşanı sıdkıyla tavsif ederek “-Sıdk mesajıyla gelen ve O’nu gönülden tasdik eden...”(Zümer, 39/33) diyerek tebcil buyurmuştur.
Sıdk; ferdin, amel ve davranış bütünlüğünü koruyup, tehlike anında ve yalanla kurtulması söz konusu olduğu yerlerde bile, gizli-açık iç ve dış ayrılığına düşmemesi, düşünce ve davranış mutâbakatını yakalayabilmek için halden hale girmesi ve kıvrım kıvrım kıvranmasıdır ki; Hz. Cüneyd: “Sâdık kimse günde kırk defa halden hale döner durur; mürâî ise, kırk sene ızdırapsız olduğu yerde kalır” der.
Sıdkın en aşağı mertebesi, şahsın iç-dış, gizli-açık her halinin aynı çizgide cereyan etmesidir. Bundan sonra duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde sâdık olma derecesi gelir. Bu itibarla sâdıklar, söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan kahramanlar; sıddîklar da, hayal, tasavvur, duygu, düşünce hattâ mimiklerine kadar her hal ve tavırları doğruluğa kilitlenmiş Hakk eri babayiğitlerdir.
Sözde, davranışta, azimde, azme vefâda, amelde ve muamelede bütün meleke ve kabiliyetlerini doğruluğa yönlendirme kâmil bir sadâkat ve aynı zamanda bir peygamberlik vasfıdır ki, Kur’ân-ı Kerim: “ -O yüce kitapta olanlar arasında İbrahim’i hatırla ki O sıddîk bir nebiydi” (Meryem, 19/41) diyerek, mutlak zikrin masruf olduğu işte bu zirveyi ihtar etmiştir. Sıdk, Enbiyâ-i İzâmın en önde gelen vasfı, her devirde îmâna ve Kur’ân’a hizmet mesleğinin en güçlü dinamiği olduğu gibi, öteki âlem itibariyle de her mü’min için en sağlam bir kredi kartı ve en geçerli bir itibar senedidir. Allah: “ -Doğru olanlara doğruluklarının fayda verdiği gün bugündür” buyurarak bu önemli hakikate dikkatlerimizi çeker.(Maide, 5/119)
Enbiyâ, asfiyâ ve mukarrabîni zirveler zirvesine ulaştıran ve onlara mânevî terakkilerinde berk ve burak olan sıdk, şeytan ve onun avanesini aşağıların aşağısına sürükleyen de yalandır. Düşünceler ancak sıdkın kanatlarıyla pervaz eder ve değerler ufkuna ulaşabilir.. davranışlar ancak sadâkat zemininde neşv ü nemâ bulur.. yalvarış ve yakarışlar ancak sıdkla edâ edildiği ölçüde “İsm-i A’zam”a iktiran etmiş gibi, rahmet arşına ulaşır ve hüsn-ü kabûl görür.. evet sıdk, âdetâ İsm-i A’zam iksiri gibi tesir eder. Beyazid-i Bistâmî, kendisinden İsm-i A’zam’ı soranlara: “Siz, Allah’ın isimleri içinde İsm-i Asgar (küçük isim) gösterin, ben de size İsm-i A’zam’ı göstereyim” der ve ilâve eder: “Bence İsm-i A’zam tesiri yapacak birşey varsa, şüphesiz o da sıdktır; sadâkatle hangi isim okunsa, o İsm-i A’zam olur.”
Evet, Hz. Adem’in alnında tevbe nûrunu parlatan sıdktır.. dünyanın tûfana gömüldüğü bir dönemde, tufan peygamberine sefîne-i necât olan sıdktır. Alev alev ateşler içinde Hz. Halil’i berd u selâma ulaştıran sıdktır.. evet o, âdiyât içinde emekleyip duran kimseleri hârikulâdeliklere yükselten bir peyk ve varlığın perde arkası kapılarını açan sırlı bir anahtardır. O peykle seyahat eden takılıp yollarda kalmaz, o anahtarı kullananın da yüzüne kapılar kapanmaz. Bu engin mülâhaza, aşıklar sultanı Hz. Mevlânâ tarafından ne hoş terennüm edilir..
“ -Âşığın sıdkı cansızlara da tesir eder; insanın kalbine müessir olması neden tuhaf sayılsın? Hz. Musa’nın sıdkı; dağa, asâya, hattâ o muhteşem deryâya bile tesir etmişti. (Hz. Musa’nın, Tur dağındaki tecelli esnasında asâsının yılan olduğu,(Tâ-Hâ, 20/17-20) Benî İsrâil’i Nil’den geçirirken onu deryâya çalınca, oniki yolun açıldığına işaret ediyor ki,(Şuara, 26/63) bunların hepsi Kur’ân âyetleriyle sabittir). Hz. Ahmed’in sıdkı ise Ay’ın cemâline, hattâ o parlak Güneş’e tesir etmişti.”
Kur’ân, değişik âyetleriyle, gerçek mü’min olmayı, insanın söz ve davranışlarından iç âlemine kadar her hal ve tavrını sıdka göre dizayn etmesine ve sadâkat etrafında örgülemesine bağlamıştır. Ayrıca böyle bir tanzim ve düzenlemeyi de dünyevî mutluluk ve uhrevî saadetin esası saymıştır. İşte Beyân-ı Sıdk’tan birkaç pırlanta:
1- “ -De ki: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmeye, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmaya beni muvaffak eyle!..”(İsra, 17/80)
2- “-Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemil) lûtfeyle!” (Şuara, 26/84)
3- “ -İman edenleri Rableri nezdinde kadem-i sıdk (ve hüsn-ü istikbâl)le müjdele!”(Yunus 10/2)
4- “ -Şüphesiz müttakîler, cennet bahçelerinde ve ırmaklar başında, O gücü herşeye yeten Sultanlar Sultanı’nın nezdinde sıdk oturağı (ve otağında) dırlar..”(Kamer, 54/54-55)
Evet, müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisân-ı sıdk, kadem-i sıdk, mak’ad-ı sıdk ünvanıyla dünyadan ta ukbâya uzanan bir çizgide, hem uzun bir yola, hem yol azığına hem de neticeye işaret buyrulmuştur.
Dünya bir sistem ve bir fabrika gibi bütünüyle ahiret hesabına işlediği için, onlar bir işe teşebbüs ederken, bir beldeye girerken, bir yere hicret ederken, bir yerde ikamete karar verirken; otururken, kalkarken hep sıdkı, sadâkati gözetler, bir müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisan-ı sıdk, kadem-i sıdk ve mak’ad-ı sıdk mülâhazasıyla davranır.. öbür âlem hedefli yaşar ve sürekli bahtlarına tebessümler yağdırırlar.
Niyet ve kasıtta sâdık olmak başta gelir.. evet, doğru düşünce, doğru karar ve doğru davranışa niyet, sıdkın ilk basamağıdır. Ayrıca sıdka azmeden insanın, karar ve niyetinden dönmemesi, düşünce ve azmini sarsacak ortam ve sâiklerden de uzak kalması şarttır.
İkinci basamak; dünyada kalmayı ve yaşamayı, sırf hakkı tutup kaldırmak ve Allah’ın rızasına mazhar olmak için arzu etmektir ki; bunun da bir kısım emareleri vardır: Her zaman nefsinin eksik ve kusurlarını görmek, dünyanın cazibedâr güzellikleri karşısında “pes” etmemek, dünyevî endişelerle yol ve yön değiştirmemek bunlardan sadece birkaçı..
Üçüncü basamak; sıdkın tamamen bir vicdan ma’rifeti haline getirilmesi ve insan tabiatının her hal ve her tavrında sadâkate düğümlenmesidir ki, o da, en büyük mertebe sayılan rıza makamının ifadesi olan şu mübarek sözle ifade edilir: 4 Evet, en büyük sadâkat, Rabbin rubûbiyyetine rızâda, İslâm’ın İlâhî sistem olarak kabullenilmesinde ve Rûh-u Seyyidü’l-Enâm’ın rehberliğine teslimiyettedir. Gerçek insan olmanın yolu da bu çok ağır, çok zor sorumluluğu yüklenmekden geçer. Sözlerimizi bir güzel manzumeyle noktalayalım:
İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh;
Yardımcısıdır doğruların Hz. Allah!
Doğru düşünce, doğru söz, doğru davranış ma’nâ-larını ihtiva eden sıdk; Hakk yolcusunun her çeşit yalana karşı kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması, sadâkatin emin bir temsilcisi olması; diğer bir tabirle, duygu, düşünce, söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirip, şahsî hayatından insanlarla olan muamelesine, hakkı i’lan adına şehâdetinden mizahlarına kadar; hattâ “ -Her zaman doğrularla beraber olun!”(Tevbe, 9/119) fehvâsınca, dost ve arkadaş çevresi itibariyle hep doğruluk aramasıdır ki; hadisin ifadesiyle böyleleri yüce divanda “sıddîk”, aksine tasavvur ve düşüncelerinden davranış ve muamelelerine kadar yalanlarla içli-dışlı yaşayan ve hayatını hilâf-ı vâkiler çizgisinde sürdürenler de o ulu divanda “kezzâb” olarak kaydedilir.
Sıdk, Hakk’a ulaştıran yolların en sağlamı, sâdıklar da bu vuslatın talihli namzetleridir. Sıdk, amelin rûhu ve özü, düşünce istikametinin de en yanıltmaz mihengidir. Sıdkla mü’min münafıkdan, ehl-i cennet de ashâb-ı nâr-dan ayrılır. Sıdk, peygamber olmayanlarda bir peygamberlik sıfatıdır ve bu sıfat sayesinde halâyık ve kapı kulları, sultanlarla aynı nimetleri paylaşırlar. Allah bu dîn-i mübî-nin başlangıcında, hem onun tebliğcisini hem de bu İlâhî mesaja ilk defa “evet” deyip koşanı sıdkıyla tavsif ederek “-Sıdk mesajıyla gelen ve O’nu gönülden tasdik eden...”(Zümer, 39/33) diyerek tebcil buyurmuştur.
Sıdk; ferdin, amel ve davranış bütünlüğünü koruyup, tehlike anında ve yalanla kurtulması söz konusu olduğu yerlerde bile, gizli-açık iç ve dış ayrılığına düşmemesi, düşünce ve davranış mutâbakatını yakalayabilmek için halden hale girmesi ve kıvrım kıvrım kıvranmasıdır ki; Hz. Cüneyd: “Sâdık kimse günde kırk defa halden hale döner durur; mürâî ise, kırk sene ızdırapsız olduğu yerde kalır” der.
Sıdkın en aşağı mertebesi, şahsın iç-dış, gizli-açık her halinin aynı çizgide cereyan etmesidir. Bundan sonra duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde sâdık olma derecesi gelir. Bu itibarla sâdıklar, söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan kahramanlar; sıddîklar da, hayal, tasavvur, duygu, düşünce hattâ mimiklerine kadar her hal ve tavırları doğruluğa kilitlenmiş Hakk eri babayiğitlerdir.
Sözde, davranışta, azimde, azme vefâda, amelde ve muamelede bütün meleke ve kabiliyetlerini doğruluğa yönlendirme kâmil bir sadâkat ve aynı zamanda bir peygamberlik vasfıdır ki, Kur’ân-ı Kerim: “ -O yüce kitapta olanlar arasında İbrahim’i hatırla ki O sıddîk bir nebiydi” (Meryem, 19/41) diyerek, mutlak zikrin masruf olduğu işte bu zirveyi ihtar etmiştir. Sıdk, Enbiyâ-i İzâmın en önde gelen vasfı, her devirde îmâna ve Kur’ân’a hizmet mesleğinin en güçlü dinamiği olduğu gibi, öteki âlem itibariyle de her mü’min için en sağlam bir kredi kartı ve en geçerli bir itibar senedidir. Allah: “ -Doğru olanlara doğruluklarının fayda verdiği gün bugündür” buyurarak bu önemli hakikate dikkatlerimizi çeker.(Maide, 5/119)
Enbiyâ, asfiyâ ve mukarrabîni zirveler zirvesine ulaştıran ve onlara mânevî terakkilerinde berk ve burak olan sıdk, şeytan ve onun avanesini aşağıların aşağısına sürükleyen de yalandır. Düşünceler ancak sıdkın kanatlarıyla pervaz eder ve değerler ufkuna ulaşabilir.. davranışlar ancak sadâkat zemininde neşv ü nemâ bulur.. yalvarış ve yakarışlar ancak sıdkla edâ edildiği ölçüde “İsm-i A’zam”a iktiran etmiş gibi, rahmet arşına ulaşır ve hüsn-ü kabûl görür.. evet sıdk, âdetâ İsm-i A’zam iksiri gibi tesir eder. Beyazid-i Bistâmî, kendisinden İsm-i A’zam’ı soranlara: “Siz, Allah’ın isimleri içinde İsm-i Asgar (küçük isim) gösterin, ben de size İsm-i A’zam’ı göstereyim” der ve ilâve eder: “Bence İsm-i A’zam tesiri yapacak birşey varsa, şüphesiz o da sıdktır; sadâkatle hangi isim okunsa, o İsm-i A’zam olur.”
Evet, Hz. Adem’in alnında tevbe nûrunu parlatan sıdktır.. dünyanın tûfana gömüldüğü bir dönemde, tufan peygamberine sefîne-i necât olan sıdktır. Alev alev ateşler içinde Hz. Halil’i berd u selâma ulaştıran sıdktır.. evet o, âdiyât içinde emekleyip duran kimseleri hârikulâdeliklere yükselten bir peyk ve varlığın perde arkası kapılarını açan sırlı bir anahtardır. O peykle seyahat eden takılıp yollarda kalmaz, o anahtarı kullananın da yüzüne kapılar kapanmaz. Bu engin mülâhaza, aşıklar sultanı Hz. Mevlânâ tarafından ne hoş terennüm edilir..
“ -Âşığın sıdkı cansızlara da tesir eder; insanın kalbine müessir olması neden tuhaf sayılsın? Hz. Musa’nın sıdkı; dağa, asâya, hattâ o muhteşem deryâya bile tesir etmişti. (Hz. Musa’nın, Tur dağındaki tecelli esnasında asâsının yılan olduğu,(Tâ-Hâ, 20/17-20) Benî İsrâil’i Nil’den geçirirken onu deryâya çalınca, oniki yolun açıldığına işaret ediyor ki,(Şuara, 26/63) bunların hepsi Kur’ân âyetleriyle sabittir). Hz. Ahmed’in sıdkı ise Ay’ın cemâline, hattâ o parlak Güneş’e tesir etmişti.”
Kur’ân, değişik âyetleriyle, gerçek mü’min olmayı, insanın söz ve davranışlarından iç âlemine kadar her hal ve tavrını sıdka göre dizayn etmesine ve sadâkat etrafında örgülemesine bağlamıştır. Ayrıca böyle bir tanzim ve düzenlemeyi de dünyevî mutluluk ve uhrevî saadetin esası saymıştır. İşte Beyân-ı Sıdk’tan birkaç pırlanta:
1- “ -De ki: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmeye, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmaya beni muvaffak eyle!..”(İsra, 17/80)
2- “-Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemil) lûtfeyle!” (Şuara, 26/84)
3- “ -İman edenleri Rableri nezdinde kadem-i sıdk (ve hüsn-ü istikbâl)le müjdele!”(Yunus 10/2)
4- “ -Şüphesiz müttakîler, cennet bahçelerinde ve ırmaklar başında, O gücü herşeye yeten Sultanlar Sultanı’nın nezdinde sıdk oturağı (ve otağında) dırlar..”(Kamer, 54/54-55)
Evet, müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisân-ı sıdk, kadem-i sıdk, mak’ad-ı sıdk ünvanıyla dünyadan ta ukbâya uzanan bir çizgide, hem uzun bir yola, hem yol azığına hem de neticeye işaret buyrulmuştur.
Dünya bir sistem ve bir fabrika gibi bütünüyle ahiret hesabına işlediği için, onlar bir işe teşebbüs ederken, bir beldeye girerken, bir yere hicret ederken, bir yerde ikamete karar verirken; otururken, kalkarken hep sıdkı, sadâkati gözetler, bir müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisan-ı sıdk, kadem-i sıdk ve mak’ad-ı sıdk mülâhazasıyla davranır.. öbür âlem hedefli yaşar ve sürekli bahtlarına tebessümler yağdırırlar.
Niyet ve kasıtta sâdık olmak başta gelir.. evet, doğru düşünce, doğru karar ve doğru davranışa niyet, sıdkın ilk basamağıdır. Ayrıca sıdka azmeden insanın, karar ve niyetinden dönmemesi, düşünce ve azmini sarsacak ortam ve sâiklerden de uzak kalması şarttır.
İkinci basamak; dünyada kalmayı ve yaşamayı, sırf hakkı tutup kaldırmak ve Allah’ın rızasına mazhar olmak için arzu etmektir ki; bunun da bir kısım emareleri vardır: Her zaman nefsinin eksik ve kusurlarını görmek, dünyanın cazibedâr güzellikleri karşısında “pes” etmemek, dünyevî endişelerle yol ve yön değiştirmemek bunlardan sadece birkaçı..
Üçüncü basamak; sıdkın tamamen bir vicdan ma’rifeti haline getirilmesi ve insan tabiatının her hal ve her tavrında sadâkate düğümlenmesidir ki, o da, en büyük mertebe sayılan rıza makamının ifadesi olan şu mübarek sözle ifade edilir: 4 Evet, en büyük sadâkat, Rabbin rubûbiyyetine rızâda, İslâm’ın İlâhî sistem olarak kabullenilmesinde ve Rûh-u Seyyidü’l-Enâm’ın rehberliğine teslimiyettedir. Gerçek insan olmanın yolu da bu çok ağır, çok zor sorumluluğu yüklenmekden geçer. Sözlerimizi bir güzel manzumeyle noktalayalım:
İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh;
Yardımcısıdır doğruların Hz. Allah!