Z
Ze'Mahşer
Ziyaretçi
“Kim (isteyene) ateş verirse¸ bu ateşin pişirdiği her şeyi tasadduk etmiş gibi sevap kazanır! Kim de tuz verirse¸ o da bu tuzun tatlandırdığı her şeyi tasadduk etmiş gibi olur. Kim su bulunan yerde bir Müslümana bir içimlik su içirirse sanki bir köle âzâd etmiş gibi olur¸ suyun bulunmadığı yerde içirirse¸ onu ihya etmiş gibi olur.” Hadis-i Şerif
Türk Edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük aşk ve çile üstâdı (ızdırap şairi) Fuzûlî¸ Peygamber âşığı bir şâirdir. Ondaki bu aşk¸ dîvânı incelendiğinde bâriz bir şekilde görülebilir. Gazellerinde kafiye harfleri değiştikçe¸ çoğunlukla ilk gazeller na’t şeklinde yazılmıştır. Özellikle¸ Peygamberimizin torunu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmiş olması¸ şairin Kerbelâ’yı mukaddes bir makam gibi telakkî etmesine yol açmıştır. Şiirlerinin bir çoğunda Hz. Hüseyin’in şehit edilme hâdisesine telmih vardır. “Hadîkatü’s-Süedâ” isimli eserinde ise bu olaya daha geniş bir yer ayırmıştır.
Fuzûlî’nin en meşhur na’ti şüphesiz ki “Su Kasîdesi” diye meşhur olan Kasîde Der-Na’t-i Hazret-i Nebevî’sidir. Bu kasîdede Fuzûlî¸ o zamana kadar kullanılmayan “Su” motifini kullanmıştır. Hakîkatte suyun Türk tasavvuf kültüründe önemli bir yeri vardır. Zira su “Anâsır-ı Erbaa”dandır.1 Fakat su¸ Fuzûlî’nin hayatında çok daha farklı bir anlam taşımaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi o¸ Kerbela topraklarında yaşamış; bu toprakların bütün susuzluğunu¸ meşakkatini¸ maddî-mânevî sıkıntısını çekmiş bir insandır.
İnsan¸ fıtrî olarak sevdiği¸ ihtiyacını hissettiği bir şeyi; arzu ettiği bir nesnede kişileştirir. Söz gelişi özellikle klasik edebiyatımızın mânevî dünyasında “sevgili” hep “gül” ile idealize edilmiştir. Fakat sonraki dönemlerde sevgilinin teşbih edildiği noktalar¸ nesneler¸ kavramlar da değişebilmiştir. Meselâ Tanzimat döneminde “sevgili” zaman zaman “vatan”¸ “hürriyet”¸ “cumhuriyet” gibi kavramlarla karşılanırken; “sevgili”nin bazen de “Türkiye”¸ “İstanbul”… gibi coğrafyalarla temsil edildiğini görürüz.
İşte yukarıda izah ettiğimiz sebeplerden ötürü¸ Fuzûlî de çok sevdiği Hz. Muhammed (s.a.v)’i su ile anlatmayı hedeflemiştir. Bu şiir aşağıdaki şâheser beyitle başlıyor:
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü dutuşan odlare kılmaz çâre su
Beyti daha iyi anlayabilmek için Peygamber Efendimizle Hz. Âişe anamız arasında geçen şu diyaloga kulak verelim:
Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Ey Allah’ın Resulü!” dedim¸ verilmemesi caiz olmayan şey nedir?” Su¸ tuz ve ateş!” buyurdular. Ben tekrar: “Ey Allah’ın Resulü dedim. Evet suyu anladık öyledir¸ ama tuz ve ateş niye öyledir?” dedim. Şu cevabı verdi: “Ey Humeyrâ! Kim (isteyene) ateş verirse¸ bu ateşin pişirdiği her şeyi tasadduk etmiş gibi sevap kazanır! Kim de tuz verirse¸ o da bu tuzun tatlandırdığı her şeyi tasadduk etmiş gibi olur. Kim su bulunan yerde bir Müslümana bir içimlik su içirirse sanki bir köle âzâd etmiş gibi olur¸ suyun bulunmadığı yerde içirirse¸ onu ihya etmiş gibi olur.”
Daha şiirin ilk beytinde bir tezatla buluşturuyor şair bizi: Ateş ve su. Ateş şiddetli bir arzunun¸ su ise arzu duyulanın sembolüdür. Buna göre şair o kadar büyük bir arzu ateşiyle kavrulmaktadır ki değme sular onu söndüremez. Ateş¸ şairin içinde yaşadığı coğrafyanın bir özelliğidir. Su ise onu ferahlatacak¸ serinletecek her türlü çâre¸ derman olarak düşünülebilir.
“Ey göz! Gönlümde yanan ateşlere gözyaşından su saçma; çünkü böyle tutuşan ateşlere su fayda etmez.” diyor ilk beyitte şair. Gözlerinden akan yaşları çok şiddetli görüyor belli ki. Çünkü oradan gelen su ile bir yangını söndürmeye çalışıyor. Gerçi yangın da ondan daha şiddetli. Öyle ki gözyaşından gelecek sular söndürecek gibi değil.
Gönüldeki ateş¸ aşk ateşidir. Maddî bir ateş değil. Mecnunca bir sevdaya tutulan âşığın mizacı da ağlamaktır. Aslında gözyaşı ile gönül ateşi tezat gibi görünse de ikisi de aynı duygunun –aşkın- sonucudur. O yüzden birinin diğerine derman olacak durumu da söz konusu olamaz; çünkü her ikisi de aynı menşe’den kaynaklanıyor. Yani çıkış noktalarında tezat olmadığı için birbiriyle ünsiyet hâlindeler. Bir başka deyişle ikisi birbirinden derman arıyor; ancak ikisi de yardıma muhtaç. Öte yandan Fuzûlî gözlerine “Su saçma!” emrini veriyor ki bu da gönlündeki ateşin sönmesini istemediğine işarettir; çünkü bu ateş Peygamber sevgisiyle yanan bir ateştir.
Şiirde anâsır-ı erbaa’da geçen ateş¸ toprak¸ su ve havanın hepsine yer verilmekle beraber¸ şiirde özlenen asıl unsur su; ikinci olarak da havadır. Buna göre Fuzûlî’nin mizacının “su”ya meyilli olduğu söylenebilir.
Şiirin genelinde hâkim mevsim bahar¸ hâkim renk de yeşildir. Yeşil¸ aynı zamanda şairin bütün özlemlerinin sembolü kabul edilebilir.
Beyitte su ve ateş tezat teşkil eden kelimelerdir. Bu anlamda “göz” kelimesi de tesadüfen seçilmemiştir. Bu kelimenin “su kaynağı” olan göz ile ilişkisi vardır.
Âb-gûndür günbed-i devvâr rengi bilmezem
Ya muhit olmuş gözümden günbed-i devvâre su
Ağlamak¸ âşığın mizaçlarındandır demiştik.
Bu beyitte de şair çok ağladığını¸ öyle ki ağlamaktan¸ her tarafı su renginde gördüğünü ifade ediyor: “Bilmiyorum¸ gökyüzü mü su rengindedir¸ yoksa göz yaşlarım mı gökyüzünü kaplamıştır.”
İnsan¸ psikolojisi icabı kendi iç âleminde olup bitenleri dış dünyadaki nesnelere yükleyebilir. Şair iç dünyasındaki ağlamaklı hâli dış âlem için düşünüyor ve görüyor. Böyle düşünmeyi tetikleyici unsurları da gözardı etmemek gerekiyor. Meselâ gökyüzünün mâviliği şairde hemen “su” çağrışımı yapıyor.
Burada bir mübalâğa söz konusudur. Fuzûlî çok ağladığını ifade etmek için gözünden akan yaşların gökyüzünü kapladığını söylüyor. Gökyüzünün neden mavi olduğunu bilmez gibi görünerek tecâhül-i ârif sanatı yapıyor.
Suya virsün bâğbân gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzâre su
Şair bu beyitte Hz. Muhammed’in eşsiz bir güzelliğe sahip oluşunu¸ dünyaya O’nun gibi birinin bir daha gelemeyeceğini ifade etmesi yanında gül ile olan alâkasına da işaret ediyor.
“Suya versin” sözünü birkaç anlamda yorumlayabiliriz: Gül bahçesini istediği kadar sulasın¸/ Gül bahçesi ile istediği kadar uğraşsın¸/ Gül bahçesini suya versin; yani boş versin¸ uğraşmasın…Buradaki “bâğbân” sözünün neye delâlet ettiği tam olarak açık değil. Gül’ü yetiştiren¸ Hz. Muhammed’i yaratan bağbân ise eğer¸ O’nun¸ dilerse başka gülleri de yetiştirmesi kudreti dâhilindedir. Bu yüzden “bâğbân”ı mecâzî anlamda düşünmek doğru olmaz kanâatini taşıyorum.
Fuzûlî’nin şiirlerinde mecazla gerçek birbirine o kadar girmiş durumdaki¸ kelimenin önünü sonunu düşünmeden karar vermek¸ şiiri yanlış yorumlamalara sebep olabilir.
Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna
Hâme tek bahmakdan inse gözlerine kare su
Yazıcı¸ kalem gibi yere baka baka gözlerine kara su inse de¸ istediği kadar uğraşsa da senin hattının bir tozuna benzetemez.
Bu beyitte hat sanatı ile ilgili terimler (muharrir¸ hat¸ gubar¸ kalem¸ kara su=mürekkep) dikkat çekiyor. Hat kelimesinin çizgi¸ yazı anlamlarından başka yüzdeki tüy mânâsı da vardır. Bu beyit önceki beyitte geçen anlamı kuvvetlendirmek için söylenmiş; öncekine benzer bir ifade taşımaktadır. Kalem¸ kişileştirilmiştir. Şair¸ hattat istediği kadar uğraşsın senin tozuna benzer bir şey çizemez diyor. “Gubâr” kelimesi tevriyeli (iki anlama gelecek şekilde) kullanılmıştır. Bu kelimenin bir anlamı toz¸ diğer anlamı da hat sanatında ince bir yazı çeşididir. (gubârî)
İfâde edilenleri şöyle bir göz önüne getirecek olursak Fuzûlî’nin neden en büyük şair diye nitelendirildiği de ortaya çıkacaktır:
Burada¸ bir anlamda herhangi bir iş üzerinde çok uğraşan insanın tasviri¸ karşılaştığı problemin karşısındaki çâresizliği resmediliyor. Hattatın elindeki kalemin ucuna mürekkep gelebilmesi için ucunun yere doğru tutulması gerekir. Bir nesneye çok bakan¸ birinin yollarını gözleyen insanın “bakmaktan gözlerine kara su iner.” Gözlere kara su inmesi¸ bir deyimdir. Güçlüğü¸ zorluğu¸ beklemeyi ifade eder. “Ohşamak” kelimesinin “okşamak” fiilinin yanında Âzerî Türkçesinde “benzetmek” anlamını karşıladığını da hatırlatalım.
Suyun akışı ile ilgili güzel sebepler buluyor şair. Hüsn-i ta’lîl sanatının da en güzel örneklerinden sayılabilecek bir beyit:
Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmuş gâliba ol serv-i hoş-reftâre su
Su¸ duramadan¸ sevgilinin Ravzasına doğru akıp gidiyor. Galiba o da serviye benzeyen nazlı gidişli güzele âşık olmuştur.
Burada sözü geçen “Ravza” Peygamber Efendimiz’in türbesidir… Servi suyu seven bir ağaçtır. Akarsuların servi diplerinden dolana dolana akıyor olması¸ şairde suyun serviye âşık olması imajını uyandırıyor.
Asıl anlatılmak istenen düşünce ise¸ tıpkı suyun serviye olan aşkı gibi¸ şair gönlünün Peygamber Efendimize olan aşkıdır.
Su Kasidesinde toprak-su tezadı çeşitli karînelerle bir arada kullanılıyor. Fuzûlî’nin bu iki mizaca da uygun karakterde olduğunu görüyoruz; fakat ilk beyitte içinin ateşlerle yandığından söz ediyor. Bu¸ belki de ateş tabiatlı olmayı istememesine rağmen kendinde bu hâlin de bulunduğuna işaret sayılabilir.
Başta da söylediğimiz gibi “su” motifini ilk kez Fuzûlî’de görüyoruz. Aynı asırda-onlar da Fuzûlî kadar yanmışlar mıydı bilmem ama- “su” redifli Zâtî¸ Hayâlî Bey ve Taşlıcalı Yahyâ başta olmak üzere¸ birkaç şair daha gazel yazmışsa da onun kadar güçlü ve etkili olamamışlardır. Her biri çağına damgasına vuran şairler olmalarına rağmen¸ Fuzûlî dışındakilerin bu redifle yazdıkları şiirler bugün dikkat çekmeyecek kadar güdük kalmıştır. Oysa Fuzûlî’nin en meşhur şiirlerinden birisi “Su” redifli kasîdesidir.
Bu kasîdeye hangi bakış açısıyla bakarsak bakalım¸ bir ihtişamla karşılaşırız. Peygamber aşkı başta olmak üzere¸ güçlü bir lirizmi¸ güzel bir anlatımı¸ akılda kalıcı ifâdeleri ve Dîvân şiirinin en güzel tasvirlerinden birini de yine Su Kasîdesinde bulmak mümkündür.
Vedat Ali TOK
Dipnotlar:
1- Anâsır-ı Erbaa: Dört unsur demektir. Bunlar hava¸ su¸ ateş ve topraktır. Bu dört unsur¸ varlık âleminin de esasını teşkil eder. Bunların insanların mizaçlarına da hâkim olduğuna inanılır. Hava soğukluk¸ su yaşlık¸ ateş sıcaklık¸ toprak kuruluk işaretidir.
Türk Edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük aşk ve çile üstâdı (ızdırap şairi) Fuzûlî¸ Peygamber âşığı bir şâirdir. Ondaki bu aşk¸ dîvânı incelendiğinde bâriz bir şekilde görülebilir. Gazellerinde kafiye harfleri değiştikçe¸ çoğunlukla ilk gazeller na’t şeklinde yazılmıştır. Özellikle¸ Peygamberimizin torunu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmiş olması¸ şairin Kerbelâ’yı mukaddes bir makam gibi telakkî etmesine yol açmıştır. Şiirlerinin bir çoğunda Hz. Hüseyin’in şehit edilme hâdisesine telmih vardır. “Hadîkatü’s-Süedâ” isimli eserinde ise bu olaya daha geniş bir yer ayırmıştır.
Fuzûlî’nin en meşhur na’ti şüphesiz ki “Su Kasîdesi” diye meşhur olan Kasîde Der-Na’t-i Hazret-i Nebevî’sidir. Bu kasîdede Fuzûlî¸ o zamana kadar kullanılmayan “Su” motifini kullanmıştır. Hakîkatte suyun Türk tasavvuf kültüründe önemli bir yeri vardır. Zira su “Anâsır-ı Erbaa”dandır.1 Fakat su¸ Fuzûlî’nin hayatında çok daha farklı bir anlam taşımaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi o¸ Kerbela topraklarında yaşamış; bu toprakların bütün susuzluğunu¸ meşakkatini¸ maddî-mânevî sıkıntısını çekmiş bir insandır.
İnsan¸ fıtrî olarak sevdiği¸ ihtiyacını hissettiği bir şeyi; arzu ettiği bir nesnede kişileştirir. Söz gelişi özellikle klasik edebiyatımızın mânevî dünyasında “sevgili” hep “gül” ile idealize edilmiştir. Fakat sonraki dönemlerde sevgilinin teşbih edildiği noktalar¸ nesneler¸ kavramlar da değişebilmiştir. Meselâ Tanzimat döneminde “sevgili” zaman zaman “vatan”¸ “hürriyet”¸ “cumhuriyet” gibi kavramlarla karşılanırken; “sevgili”nin bazen de “Türkiye”¸ “İstanbul”… gibi coğrafyalarla temsil edildiğini görürüz.
İşte yukarıda izah ettiğimiz sebeplerden ötürü¸ Fuzûlî de çok sevdiği Hz. Muhammed (s.a.v)’i su ile anlatmayı hedeflemiştir. Bu şiir aşağıdaki şâheser beyitle başlıyor:
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü dutuşan odlare kılmaz çâre su
Beyti daha iyi anlayabilmek için Peygamber Efendimizle Hz. Âişe anamız arasında geçen şu diyaloga kulak verelim:
Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Ey Allah’ın Resulü!” dedim¸ verilmemesi caiz olmayan şey nedir?” Su¸ tuz ve ateş!” buyurdular. Ben tekrar: “Ey Allah’ın Resulü dedim. Evet suyu anladık öyledir¸ ama tuz ve ateş niye öyledir?” dedim. Şu cevabı verdi: “Ey Humeyrâ! Kim (isteyene) ateş verirse¸ bu ateşin pişirdiği her şeyi tasadduk etmiş gibi sevap kazanır! Kim de tuz verirse¸ o da bu tuzun tatlandırdığı her şeyi tasadduk etmiş gibi olur. Kim su bulunan yerde bir Müslümana bir içimlik su içirirse sanki bir köle âzâd etmiş gibi olur¸ suyun bulunmadığı yerde içirirse¸ onu ihya etmiş gibi olur.”
Daha şiirin ilk beytinde bir tezatla buluşturuyor şair bizi: Ateş ve su. Ateş şiddetli bir arzunun¸ su ise arzu duyulanın sembolüdür. Buna göre şair o kadar büyük bir arzu ateşiyle kavrulmaktadır ki değme sular onu söndüremez. Ateş¸ şairin içinde yaşadığı coğrafyanın bir özelliğidir. Su ise onu ferahlatacak¸ serinletecek her türlü çâre¸ derman olarak düşünülebilir.
“Ey göz! Gönlümde yanan ateşlere gözyaşından su saçma; çünkü böyle tutuşan ateşlere su fayda etmez.” diyor ilk beyitte şair. Gözlerinden akan yaşları çok şiddetli görüyor belli ki. Çünkü oradan gelen su ile bir yangını söndürmeye çalışıyor. Gerçi yangın da ondan daha şiddetli. Öyle ki gözyaşından gelecek sular söndürecek gibi değil.
Gönüldeki ateş¸ aşk ateşidir. Maddî bir ateş değil. Mecnunca bir sevdaya tutulan âşığın mizacı da ağlamaktır. Aslında gözyaşı ile gönül ateşi tezat gibi görünse de ikisi de aynı duygunun –aşkın- sonucudur. O yüzden birinin diğerine derman olacak durumu da söz konusu olamaz; çünkü her ikisi de aynı menşe’den kaynaklanıyor. Yani çıkış noktalarında tezat olmadığı için birbiriyle ünsiyet hâlindeler. Bir başka deyişle ikisi birbirinden derman arıyor; ancak ikisi de yardıma muhtaç. Öte yandan Fuzûlî gözlerine “Su saçma!” emrini veriyor ki bu da gönlündeki ateşin sönmesini istemediğine işarettir; çünkü bu ateş Peygamber sevgisiyle yanan bir ateştir.
Şiirde anâsır-ı erbaa’da geçen ateş¸ toprak¸ su ve havanın hepsine yer verilmekle beraber¸ şiirde özlenen asıl unsur su; ikinci olarak da havadır. Buna göre Fuzûlî’nin mizacının “su”ya meyilli olduğu söylenebilir.
Şiirin genelinde hâkim mevsim bahar¸ hâkim renk de yeşildir. Yeşil¸ aynı zamanda şairin bütün özlemlerinin sembolü kabul edilebilir.
Beyitte su ve ateş tezat teşkil eden kelimelerdir. Bu anlamda “göz” kelimesi de tesadüfen seçilmemiştir. Bu kelimenin “su kaynağı” olan göz ile ilişkisi vardır.
Âb-gûndür günbed-i devvâr rengi bilmezem
Ya muhit olmuş gözümden günbed-i devvâre su
Ağlamak¸ âşığın mizaçlarındandır demiştik.
Bu beyitte de şair çok ağladığını¸ öyle ki ağlamaktan¸ her tarafı su renginde gördüğünü ifade ediyor: “Bilmiyorum¸ gökyüzü mü su rengindedir¸ yoksa göz yaşlarım mı gökyüzünü kaplamıştır.”
İnsan¸ psikolojisi icabı kendi iç âleminde olup bitenleri dış dünyadaki nesnelere yükleyebilir. Şair iç dünyasındaki ağlamaklı hâli dış âlem için düşünüyor ve görüyor. Böyle düşünmeyi tetikleyici unsurları da gözardı etmemek gerekiyor. Meselâ gökyüzünün mâviliği şairde hemen “su” çağrışımı yapıyor.
Burada bir mübalâğa söz konusudur. Fuzûlî çok ağladığını ifade etmek için gözünden akan yaşların gökyüzünü kapladığını söylüyor. Gökyüzünün neden mavi olduğunu bilmez gibi görünerek tecâhül-i ârif sanatı yapıyor.
Suya virsün bâğbân gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzâre su
Şair bu beyitte Hz. Muhammed’in eşsiz bir güzelliğe sahip oluşunu¸ dünyaya O’nun gibi birinin bir daha gelemeyeceğini ifade etmesi yanında gül ile olan alâkasına da işaret ediyor.
“Suya versin” sözünü birkaç anlamda yorumlayabiliriz: Gül bahçesini istediği kadar sulasın¸/ Gül bahçesi ile istediği kadar uğraşsın¸/ Gül bahçesini suya versin; yani boş versin¸ uğraşmasın…Buradaki “bâğbân” sözünün neye delâlet ettiği tam olarak açık değil. Gül’ü yetiştiren¸ Hz. Muhammed’i yaratan bağbân ise eğer¸ O’nun¸ dilerse başka gülleri de yetiştirmesi kudreti dâhilindedir. Bu yüzden “bâğbân”ı mecâzî anlamda düşünmek doğru olmaz kanâatini taşıyorum.
Fuzûlî’nin şiirlerinde mecazla gerçek birbirine o kadar girmiş durumdaki¸ kelimenin önünü sonunu düşünmeden karar vermek¸ şiiri yanlış yorumlamalara sebep olabilir.
Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna
Hâme tek bahmakdan inse gözlerine kare su
Yazıcı¸ kalem gibi yere baka baka gözlerine kara su inse de¸ istediği kadar uğraşsa da senin hattının bir tozuna benzetemez.
Bu beyitte hat sanatı ile ilgili terimler (muharrir¸ hat¸ gubar¸ kalem¸ kara su=mürekkep) dikkat çekiyor. Hat kelimesinin çizgi¸ yazı anlamlarından başka yüzdeki tüy mânâsı da vardır. Bu beyit önceki beyitte geçen anlamı kuvvetlendirmek için söylenmiş; öncekine benzer bir ifade taşımaktadır. Kalem¸ kişileştirilmiştir. Şair¸ hattat istediği kadar uğraşsın senin tozuna benzer bir şey çizemez diyor. “Gubâr” kelimesi tevriyeli (iki anlama gelecek şekilde) kullanılmıştır. Bu kelimenin bir anlamı toz¸ diğer anlamı da hat sanatında ince bir yazı çeşididir. (gubârî)
İfâde edilenleri şöyle bir göz önüne getirecek olursak Fuzûlî’nin neden en büyük şair diye nitelendirildiği de ortaya çıkacaktır:
Burada¸ bir anlamda herhangi bir iş üzerinde çok uğraşan insanın tasviri¸ karşılaştığı problemin karşısındaki çâresizliği resmediliyor. Hattatın elindeki kalemin ucuna mürekkep gelebilmesi için ucunun yere doğru tutulması gerekir. Bir nesneye çok bakan¸ birinin yollarını gözleyen insanın “bakmaktan gözlerine kara su iner.” Gözlere kara su inmesi¸ bir deyimdir. Güçlüğü¸ zorluğu¸ beklemeyi ifade eder. “Ohşamak” kelimesinin “okşamak” fiilinin yanında Âzerî Türkçesinde “benzetmek” anlamını karşıladığını da hatırlatalım.
Suyun akışı ile ilgili güzel sebepler buluyor şair. Hüsn-i ta’lîl sanatının da en güzel örneklerinden sayılabilecek bir beyit:
Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmuş gâliba ol serv-i hoş-reftâre su
Su¸ duramadan¸ sevgilinin Ravzasına doğru akıp gidiyor. Galiba o da serviye benzeyen nazlı gidişli güzele âşık olmuştur.
Burada sözü geçen “Ravza” Peygamber Efendimiz’in türbesidir… Servi suyu seven bir ağaçtır. Akarsuların servi diplerinden dolana dolana akıyor olması¸ şairde suyun serviye âşık olması imajını uyandırıyor.
Asıl anlatılmak istenen düşünce ise¸ tıpkı suyun serviye olan aşkı gibi¸ şair gönlünün Peygamber Efendimize olan aşkıdır.
Su Kasidesinde toprak-su tezadı çeşitli karînelerle bir arada kullanılıyor. Fuzûlî’nin bu iki mizaca da uygun karakterde olduğunu görüyoruz; fakat ilk beyitte içinin ateşlerle yandığından söz ediyor. Bu¸ belki de ateş tabiatlı olmayı istememesine rağmen kendinde bu hâlin de bulunduğuna işaret sayılabilir.
Başta da söylediğimiz gibi “su” motifini ilk kez Fuzûlî’de görüyoruz. Aynı asırda-onlar da Fuzûlî kadar yanmışlar mıydı bilmem ama- “su” redifli Zâtî¸ Hayâlî Bey ve Taşlıcalı Yahyâ başta olmak üzere¸ birkaç şair daha gazel yazmışsa da onun kadar güçlü ve etkili olamamışlardır. Her biri çağına damgasına vuran şairler olmalarına rağmen¸ Fuzûlî dışındakilerin bu redifle yazdıkları şiirler bugün dikkat çekmeyecek kadar güdük kalmıştır. Oysa Fuzûlî’nin en meşhur şiirlerinden birisi “Su” redifli kasîdesidir.
Bu kasîdeye hangi bakış açısıyla bakarsak bakalım¸ bir ihtişamla karşılaşırız. Peygamber aşkı başta olmak üzere¸ güçlü bir lirizmi¸ güzel bir anlatımı¸ akılda kalıcı ifâdeleri ve Dîvân şiirinin en güzel tasvirlerinden birini de yine Su Kasîdesinde bulmak mümkündür.
Vedat Ali TOK
Dipnotlar:
1- Anâsır-ı Erbaa: Dört unsur demektir. Bunlar hava¸ su¸ ateş ve topraktır. Bu dört unsur¸ varlık âleminin de esasını teşkil eder. Bunların insanların mizaçlarına da hâkim olduğuna inanılır. Hava soğukluk¸ su yaşlık¸ ateş sıcaklık¸ toprak kuruluk işaretidir.