Soru
Tasavvufta dört kapı diye bir şey varmış, bunlar ehl-i sünnete aykırı mıdır?
Cevap
Değerli Kardeşimiz;
Söz konusu dört kapı. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat kapılarıdır.
Bunların ehl-i sünnete aykırı bir tarafı yoktur. Bunların hepsi Kur’an’ın farklı öğretilerinden alınmıştır.
Bunun aslı şudur: Şeriat bir ilahî havuzdur; tarikat, marifet, hakikat o havuzdan akan birer pınardır. Şeriat bir güneştir, diğerleri onun birer ışığıdır.
Şariat, Kur’an ve sünnetin bütün öğretilerini içine alan bir kaynaktır. Şeriat olmadan ne tarikat ne marifet ne de hakikat olur. Bunun için bu kapıları bağımsız birer sarayın kapısı gibi değil, hepsini şeriat sarayına açılan birer kapı olarak görmek gerekir.
Bu taksimatta şeriatin farklı hükümlerine bakılarak bir açılım söz konusudur. Örneğin; birisi size bir tokat vurduğu zaman ona aynı karşılığı vermeniz -kısas olarak- şeriatın bir hükmü olduğu gibi, onu bağışlamak da şeriatın başka bir öğretisidir. “Bununla beraber eğer bir iyiliği açıktan yapar veya gizlerseniz veya bir kusuru bağışlarsanız bunu yapın, çünkü Allah da afüvdür, kadirdir/affı çoktur, her şeye kadir olduğu halde yine de affeder”(Nisa,4/149).
Diğer taraftan, bir hadis-i kutsîde, “kulun Allah’a, en fazla farzlarla, ondan sonra nafilelerle yaklaştığı” (Buharı, Rikaak 38) haber verilir. Tarikatların temeli, nafile ibadetlerin artırılmasıyla Allah’a yakınlaşmada mertebeler kat etmektir.
Buna göre tarikat bizzat maksat değildir; Allah’a yaklaşmanın, O’nun rızasına ermenin bir vasıtasıdır. Bu noktada birinci sırayı farzlar aldığına göre, bir tarikat ehli, farzlarda ihmal gösterdiği takdirde, tarikatının virtlerini ne kadar hassasiyetle yerine getirirse getirsin, kaybı kazancından fazla olur.
Demek ki, hem tarikat hem de hakikat mesleğinin birer vesile, birer vasıtadır. Bunlarla ulaşılacak ana hedef ise Kur’an’ın emirlerini hayata mal etmek ve sünnete uyma konusunda daha fazla hassasiyet kazanmaktır.
İnsan, daha fazla zikretmek, daha fazla nafile ibadet yapmakla büyük sevaplara nail olabilir. Ancak, bunlardan elde edeceği asıl netice, Allah’ın emir ve yasaklarında daha fazla hassasiyet göstermek, namazlarını huzur ve huşu ile kılmak, zekâtını hakkıyla vermek, bununla da yetinmeyip sadakasını artırmak, kısacası şeriata daha fazla uymaktır.
Tarikat buna hizmet ettiği ve buna vesile olduğu müddetçe insan için büyük bir feyiz ve sevap kapısı olur. Şeriata uyma hususunda, ‘resmî’ davranıp, asıl hassasiyetini tarikatın zikrinde gösteren insan, tarikatın hakikatine erememiş demektir.
Kâinatın, insanın ve bu âlemdeki hadiselerin hakikatini anlamaya, hikmetlerini öğrenmeğe çalışan insanlar da bu tefekkürlerinin, bu gayretlerinin azim sevabını alırlar. Ancak, bu gayretler, bu tefekkürler de asıl maksat değillerdir. Bunlar, kişiyi şeriata daha fazla uymaya sevk ediyorsa, hakikat mesleği, gayesine ulaşıyor demektir. Demek oluyor ki, tarikat gibi hakikat da şeriata hizmet edecek ve insanı, “hâl ve etvar ve ahlâkıyla Kur’anı okuma” makamına çıkaracaktır.
Esasen, bizzat maksut olan ilimler, imânâ, ibadete, ahlâka, fazilete dair ilimlerdir. Diğer ilimler bunlara vesile oldukları nispette değer kazanırlar. Gerek tarikat, gerekse hakikat mesleğinde gidenler için, manevî makamlarda yükselmenin yolu şeriata tam bağlılıktan geçer.
Şeriat; imanî ve amelî olmak üzere iki kola ayrılıyor. Yani hem kuvvetli bir imana sahip olunacak, hem de amel âlemi bu imânâ uygun şekilde tanzim edilecektir.
Son olarak şeriat, tarikat ve hakikatin mertebeleri ve hedefleri konusunu Bediüzzaman hazretlerinden özetleyelim:
Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz bir hitab-ı İlâhînin neticesidir. Tarikatın ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri/parçaları hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. Yani, hakaik-i şeriata/şeriatın gerçeklerine yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, birer vesile ve hâdim/hizmetkâr ve basamaklar hükmündedir. Git gide, bu vesile en yüksek mertebede, bizzat şeriatın kendisinde bulunan hakikat manasına ve tarikat sırrına inkılâp ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın/o büyük şariatin cüzleri oluyorlar. Yoksa, bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zâhirî bir kabuk, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.
Evet, şeriatın inkişafı insanların farklı kesimlerine göre farklılık arz eder. Avâm tabakasına/halk kesimine açılan şeriatın zâhirini hakikat-i şeriat zannedip, havassa/evliya ve asfiyaya açılan şeriatın mertebesine hakikat ve tarikat namı vermek yanlıştır. Şeriatın, umum tabakalarına bakacak mertebeleri var.
İşte bu sırra binaendir ki, ehl-i tarikat ve ashab-ı hakikat, ileri gittikçe şeriatın hakikatlerine karşı incizapları, iştiyakları, ittibâları artıyor. En küçük bir Sünnet-i Seniyyeyi en büyük bir maksat gibi telâkki edip onun ittibâına/ona tabi olmaya çalışıyorlar, onu taklit ediyorlar. Çünkü, vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise, semere-i vahiy olan âdâb-ı şer'iye, o derece, semere-i ilham olan âdâb-ı tarikattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarikatın en mühim esası, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmektir(bk. Mektubat/29. Mektup/ 7. telvih)..
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Tasavvufta dört kapı diye bir şey varmış, bunlar ehl-i sünnete aykırı mıdır?
Cevap
Değerli Kardeşimiz;
Söz konusu dört kapı. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat kapılarıdır.
Bunların ehl-i sünnete aykırı bir tarafı yoktur. Bunların hepsi Kur’an’ın farklı öğretilerinden alınmıştır.
Bunun aslı şudur: Şeriat bir ilahî havuzdur; tarikat, marifet, hakikat o havuzdan akan birer pınardır. Şeriat bir güneştir, diğerleri onun birer ışığıdır.
Şariat, Kur’an ve sünnetin bütün öğretilerini içine alan bir kaynaktır. Şeriat olmadan ne tarikat ne marifet ne de hakikat olur. Bunun için bu kapıları bağımsız birer sarayın kapısı gibi değil, hepsini şeriat sarayına açılan birer kapı olarak görmek gerekir.
Bu taksimatta şeriatin farklı hükümlerine bakılarak bir açılım söz konusudur. Örneğin; birisi size bir tokat vurduğu zaman ona aynı karşılığı vermeniz -kısas olarak- şeriatın bir hükmü olduğu gibi, onu bağışlamak da şeriatın başka bir öğretisidir. “Bununla beraber eğer bir iyiliği açıktan yapar veya gizlerseniz veya bir kusuru bağışlarsanız bunu yapın, çünkü Allah da afüvdür, kadirdir/affı çoktur, her şeye kadir olduğu halde yine de affeder”(Nisa,4/149).
Diğer taraftan, bir hadis-i kutsîde, “kulun Allah’a, en fazla farzlarla, ondan sonra nafilelerle yaklaştığı” (Buharı, Rikaak 38) haber verilir. Tarikatların temeli, nafile ibadetlerin artırılmasıyla Allah’a yakınlaşmada mertebeler kat etmektir.
Buna göre tarikat bizzat maksat değildir; Allah’a yaklaşmanın, O’nun rızasına ermenin bir vasıtasıdır. Bu noktada birinci sırayı farzlar aldığına göre, bir tarikat ehli, farzlarda ihmal gösterdiği takdirde, tarikatının virtlerini ne kadar hassasiyetle yerine getirirse getirsin, kaybı kazancından fazla olur.
Demek ki, hem tarikat hem de hakikat mesleğinin birer vesile, birer vasıtadır. Bunlarla ulaşılacak ana hedef ise Kur’an’ın emirlerini hayata mal etmek ve sünnete uyma konusunda daha fazla hassasiyet kazanmaktır.
İnsan, daha fazla zikretmek, daha fazla nafile ibadet yapmakla büyük sevaplara nail olabilir. Ancak, bunlardan elde edeceği asıl netice, Allah’ın emir ve yasaklarında daha fazla hassasiyet göstermek, namazlarını huzur ve huşu ile kılmak, zekâtını hakkıyla vermek, bununla da yetinmeyip sadakasını artırmak, kısacası şeriata daha fazla uymaktır.
Tarikat buna hizmet ettiği ve buna vesile olduğu müddetçe insan için büyük bir feyiz ve sevap kapısı olur. Şeriata uyma hususunda, ‘resmî’ davranıp, asıl hassasiyetini tarikatın zikrinde gösteren insan, tarikatın hakikatine erememiş demektir.
Kâinatın, insanın ve bu âlemdeki hadiselerin hakikatini anlamaya, hikmetlerini öğrenmeğe çalışan insanlar da bu tefekkürlerinin, bu gayretlerinin azim sevabını alırlar. Ancak, bu gayretler, bu tefekkürler de asıl maksat değillerdir. Bunlar, kişiyi şeriata daha fazla uymaya sevk ediyorsa, hakikat mesleği, gayesine ulaşıyor demektir. Demek oluyor ki, tarikat gibi hakikat da şeriata hizmet edecek ve insanı, “hâl ve etvar ve ahlâkıyla Kur’anı okuma” makamına çıkaracaktır.
Esasen, bizzat maksut olan ilimler, imânâ, ibadete, ahlâka, fazilete dair ilimlerdir. Diğer ilimler bunlara vesile oldukları nispette değer kazanırlar. Gerek tarikat, gerekse hakikat mesleğinde gidenler için, manevî makamlarda yükselmenin yolu şeriata tam bağlılıktan geçer.
Şeriat; imanî ve amelî olmak üzere iki kola ayrılıyor. Yani hem kuvvetli bir imana sahip olunacak, hem de amel âlemi bu imânâ uygun şekilde tanzim edilecektir.
Son olarak şeriat, tarikat ve hakikatin mertebeleri ve hedefleri konusunu Bediüzzaman hazretlerinden özetleyelim:
Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz bir hitab-ı İlâhînin neticesidir. Tarikatın ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri/parçaları hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. Yani, hakaik-i şeriata/şeriatın gerçeklerine yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, birer vesile ve hâdim/hizmetkâr ve basamaklar hükmündedir. Git gide, bu vesile en yüksek mertebede, bizzat şeriatın kendisinde bulunan hakikat manasına ve tarikat sırrına inkılâp ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın/o büyük şariatin cüzleri oluyorlar. Yoksa, bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zâhirî bir kabuk, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.
Evet, şeriatın inkişafı insanların farklı kesimlerine göre farklılık arz eder. Avâm tabakasına/halk kesimine açılan şeriatın zâhirini hakikat-i şeriat zannedip, havassa/evliya ve asfiyaya açılan şeriatın mertebesine hakikat ve tarikat namı vermek yanlıştır. Şeriatın, umum tabakalarına bakacak mertebeleri var.
İşte bu sırra binaendir ki, ehl-i tarikat ve ashab-ı hakikat, ileri gittikçe şeriatın hakikatlerine karşı incizapları, iştiyakları, ittibâları artıyor. En küçük bir Sünnet-i Seniyyeyi en büyük bir maksat gibi telâkki edip onun ittibâına/ona tabi olmaya çalışıyorlar, onu taklit ediyorlar. Çünkü, vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise, semere-i vahiy olan âdâb-ı şer'iye, o derece, semere-i ilham olan âdâb-ı tarikattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarikatın en mühim esası, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmektir(bk. Mektubat/29. Mektup/ 7. telvih)..
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet