Şüphesiz Kuran’ın müslümanlar üzerindeki tesiri büyüktür ve (bazı fırkalar hariç tutulursa) bütün müslümanların icmasıyla o, Allah’ın ezeli ve ebedi kelamıdır. Bu tesir, diğer ilimlerde olduğu gibi hiç şüphesiz tasavvufun gelişmesinde de ilk ve en önemli faktör olmuştur.
Esasen güzel ahlakın ve tasavvufun temeli durumunda olan tevbe, zuhd, sabır, şükür, muhabbetullah, mehafetullah, haysetullah gibi her müslümanın kemalat sebebi ve imanının bir göstergesi olan sıfatlar yanında zikir-tesbih, tevekkül-teslimiyet, tefekkür ve murakabe, ihlas gibi istilah ve ameller, Kuran’ın ihtiva ve en çok teşvik ettiği konulardır. Bu tasavvufun oluşmasında Kuran’ın rolünü gösteren en önemli dayanaktır. Öyleki bu durum, müslüman müellifler tarafından tesbit ve teslim edilmesi bir yana, bazı Batılı araştırmacıların bile zorlanmadan itiraf ettikleri bi hakikat olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim tasavvuf sahasındaki çalışmaları ile tanınan Nicholson, “Kuran’da İslam Tasavvufuna hakiki kaynak olabilcek çok şeyler bulabiliriz”derken,[1] bu sahada önemli araştırmalar yapan Massignon, tasavvufun oluşması ve gelişmesine etki eden birtakım tesirler olduğunu söylemekte ve bu konuda yazdığı Essai adlı çalışmasında tasavvufa etki eden tesirlerin en önemlisinin Kuran olduğunu belirterek tasavvufun, İslam’ın kendisinden doğduğu görüşüne daha çok meyletmektedir.[2] Çağdaş düşünürlerden Roger Garaudy de tasavvufun kaynağının Kuran olduğunu vurgulamaktadır.[3]
Aslında tasavvufi anlayış ve yaşayışı ortaya koyan, onu savunan ve yaşayan ilk dönemdeki sufilerle daha sonra ona tarikat disiplini içinde şekil verip müesseseleştiren tarikat pırlerinin sufi, tasavvuf, tarikat, mürşid, ve seyr u sülüktan maksatlarını ifade eden açıklamarı, meseleyi çözüme kavuşturacak mahiyettedir. Nitekim tasavvuf mektebinin üstad ve usta kalemlerinden Hücviri(470/1077), önceki meşayıhtan tasavvuf ve sufinin birçok tarfini verdikten sonra, bunca tarifleri vermekten maksadının, bu yolun her şeyi ile hak olduunu ve herkesin ona sülûkunu temenni ettiğini söyleyerek tasavvufu red ve inkar edenleri şöyle değerlendirir:
“Eğer onlar, sadece bu ismi inkar ediyorlarsa bunda garipsenecek bir şey yoktur; bu olabilir. Fakat tasavvufun ifade ve ihtiva ettiği manayı inkar ederlerrse, o taktirde Peygamber’in(as) şeriatının tümünü ve onun bütün güzel hasletlerini inkar etmiş olurlar.”[4]
Sufiler, tasavvufu, bütünüyle ihlas, yakını iman, kuran ve sünnet çizgisinde ilahi edebi elde etme ve güzel ahlak olarak tarif etmişler, hedefini marifetullah ve ilahi rıza olarak göstermişlerdir. Buna örnek olarak birkaç tasavvuf ve sufi tarifi görelim:
Ebu Hafs Haddâd (270/ 883):
“Tasavvuf, bütünüyle edepten ibarettir. Her anı, her halin ve her makâmın kendine göre bir edebi vardır. Her vakit edebine riâyet eden kimse, Hak erlerinin ulaştığı hâle ulaşır. Edebini korumayan kimse ise her ne kadar kendini Hakk’a yakın zannetse de esasen Hak’tan uzaktır. İlâhî huzurda kabul gördüğnü düşünsede oradan tard edilmiştir.”[5]
Cüneyd el-Bağdadî (297/909):
“Bu (tasavvuf) ilmimiz, Kitap ve sünnetle kayıtlanmıştır, Sülûkundan önce Kur’ân okumayan, hadis yazmayan ve fıkıh öğrenmeyen kimseye uymak caiz değildir.”[6]
“Bizim ilmimiz, Resûlullah’ın (a.s) ilmiyle kenetlenmiştir “[7]
“ Tasavvuf; Hakk’ın, seni senden (nefis ve iradenden) öldürüp kendisiyle diriltmesidir.”[8]
Şu söz de Bağdâdî’ye aittir: “Resûlullah’a (a.s) mutâbaattan (uymaktan) başka Allah’a giden bütün yollar kapalıdır”[9]
Ebû Muhammed el-Cerîrî’ye (321/933), tasavvufun ne olduğu sorulunca: “Tasavvuf bütün güzel huylarla süslenmek, bütün çirkin şeylerden de çekinmektir” demiştir.[10]
Sühreverdî (632/1234) der ki: “Tasavvufun, güzel ahlâkın elde edilmesi ve çirkin şeylerden de el çekilmesi şeklindeki mânâsı düşünülünce görülecektir ki tasavvuf zühdün ve fakrın üstünde bir ameliyedir”[11]
Zünnûn (245/859):
“Sûfi, (dünya adına bir dâva ve kavgası olmadığı için) hiçbir arzu ve isteğin kendisini yormadığı alınacak hiçbir şeyin de kendisini korkutmadığı kimsedir”
Yine Zünnûn demiştir ki:
“Sûfiler her şeye karşı Allah Teâlâ’yı tercih etmiş, Allah da her şeye karşı onları tercih etmiştir”[12]
Rüveym (330/941) demiştir ki:
“Tasavvuf, nefsi, Allah Teâlâ’ya, onun dilediği şekilde tâbi ve teslim kılmaktır”[13]
Sehl b. Abdullah (273/886):
“Kitap ve sünnetin kabul etmediği her vecd (cezbe) hâli bâtıldır”[14]
el-Kettânı (322/933):
“Tasavvuf tamamiyle güzel ahlâktan ibarettir. Ahlâkça senden güzel olan, tasavvuf yolunda da senden ileridir.”[15]
İbn Nüceyd (366/976):
“Tasavvuf, ilâhî emirler ve nehiyler altında sabretmektir”[16]
Ebû Ali Cüzcânî”ye: “Allah’a giden yol nasıldır?” diye sorulduğunda şöyle demiştir:
“Ona giden yollar çoktur; ama bunların en sahihi, en güvenilir ve şüpheden en uzak olanı kâlen, fiilen, azmen, akden ve niyeten sünnete uymaktır. Çünkü Allah Teâlâ: ‘Eğer o peygambere uyarsanız, hidâyete erersiniz!(Nûr 24/54) buyurmuştur!”
Sünnete tâbi olmanın yolu ve şekli nasıldır, diye sorulunca da: “Bid’atlardan uzaklaşmak, ilk devir îslâm âlimlerinin üzerinde ittifak ettiği şeylere uymak, (sapık) kelâm meclislerine ve ehline yanaşmamak ve hak yolda gidenlerin izine sımsıkı sarılıp inkıyâd etmektir. Baksanıza, Allah Teâlâ, Resûl’üne: “Sonra, hanif olarak İbrahim’in dinine uyasın diye sana vahyettik’ (Nahl 16/23) buyurmaktadır!”demiştir.[17]
Ebû Hafs Haddâd (270/883):
“Bir kimse hâllerini ve fiillerini Kitap ve sünnetle ölçmez, kalbine gelen havâtırı (iyice bir tenkite tâbi tutup hak ölçülere uymayanı) kusurlu görmezse biz, onu ricâlullahtan saymayız”[18]
İmam Rabbânî (1034/1625):
“Tarikat ve hakikat, şeriatın üçüncü merhalesi olan ihlâsı elde etmede birer hizmetçidir.”[19]
Imam Rabbânî, seyr u sülûktan maksadın ne olduğunu şöyle açıklıyor: “Seyr u sülûktan maksat, kalbi tasfiye,[20]nefs-i emmâreyi tezkiye,[21] rızâ makamı için gerekli olan ihlâsı tahsil,[22] (dinin hakikatlerini keşfedip anlayarak) icmâlî bilgileri tafsil, istidlâlî olanı ise keşfen zarûrî ilim gibi tespit[23] ve îmân-ı hakîkiyi elde etmektir.[24] Asıl maksat, aşk ve muhabbet değil, kulluktur. Aşk (cezbe ve muhabbet), güzel kulluk yapılsın diye verilir. Velâyet mertebelerinin en sonu, kulluk makâmıdır. Ondan daha üstün bir makâm yoktur.[25]Tarikat ve hakikat, şeriatın hakikatinden ibarettir. Onları şeriattan ayrı düşünmek, ilhaddır (dinsizlik ve zındıklıktır.)”[26]
Sülûkun şekli konusunda ise şu değişmez ölçüyü ortaya koyuyor: “Bütün evâmir-i ilâhiyye ve peygamberler, kulu, nefsin hevâ ve hevesinden kurtarıp Hakk’a bağlamak için gelmiştir. Her ne miktar şer’î amel işlenirse o miktar nefsânî arzu zâil olur. Bunun içindir ki şer’î hükümlerden birisini icrâ etmek, nefsânî arzuların izâlesi için bin senelik riyazattan ve bu uğurda uğraşmaktan daha faziletlidir. Yapılan bütün mücâhede ve riyâzatlar, Şeriat-t Garrâ gereği olmayınca nefsin arzularım takviye ve te’yid eder. Brahmanlar ve Hindûlar riyâzat işinde hiçbir kusur etmedikleri halde, şeriatın tarif ve edebine göre yapmadıkları için (Hak adına) kendilerine hiçbir faydası olmamıştır”[27]
Ebû Said el-Harrâz (277/890):
“Zâhir ilme ters düşen her bâtınî hâl ve ilim, bâtıldır”[28]
Cüneyd el-Bağdâd (297/909):
“Bizim bu (tasavvuf) ilmimiz, Resûlullah’ın (s.a.v) hadisleri ile iç içe ve tamamen onlara bağlı bir durumdadır”[29]
Ebû Osman el-Hîrî (298/910):
“Kim, söz ve fiillerinde sünnete göre hareket ederse o, hikmetle konuşur. Kim de söz ve fiilinde hevâ ve hevesine göre hareket ederse o, bid’atla konuşur.” [30]
Sühreverdî (632/1234), kendinden önceki sûfilerin üzerinde ittifak ettiği, sonradan gelen hiç kimsenin de itiraz edemediği şu temel anlayışı ortaya koyuyor: “Kim, sünnet yoluna girmeden, herhangi bir maksada ulaşacağını veya istediğini elde edeceğini zannederse o kimse, aldanmış ve hüsran içinde, kendi hâline terk edilmiştir. İşte sûfilerin hâli ve yolu budur. Bu yolun ve anlayışın dışında başka bir hâl (ve ilim) iddia eden kimse, fitneye düşmüş, yalancının birisidir”[31]
Bu şekilde tarif ve tatbik edilen bir terbiye metodunun nasıl bir kaynaktan alındığı ve hangi asla dayandığı apaçık ortadadır. Bu durumda, başka kaynak arayışları, zorlamadan ibaret kalıyor ve ortaya konanlar, sünnî sûfiliğe değil, herkesin bir ölçü olmadan söz edebileceği felsefî tasavvufa ait gözüküyor.
[Kur'ân ve tasavvuf, Dr. Dilaver Selvi]
[1] Nicholson,Fi’t-Tasavvufi’l-Islami, s.112
[2] Nicholson,a.g.e.,(mütercim Afifi’nin mukaddimesi)
[3] Roger Garaudy, Islam ve Insanlığın Geleceği, s.38-42. Müellif, eserinde tasavvufun kaynağı ile ilgili özetle şunları söyler: “Tasavvu, Hristiyan mistisizminden alınmamıştır. Tasavvuf, yeni Eflatunculuktan kaynaklanmamıştır. Tasavvuf, Hind bilgeliğinden doğmamıştır. Tasavvufun kaynağı Kuran’dir.
[4] Hücviri, Keşfu’l-Mahcub, s.54
[5] Hücviri, Keşfü’l-Mahcub, s.51
[6] Sübki, Tabakatü’ş-Şafiiyye, 2/273, 274
[7] Serrac, Luma’,s.144
[8] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.69; Kuşeyri, er-Risale, s.2/550
[9] Kuşeyri, er-Risale, s.1/117
[10] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.67
[11] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.67
[12] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.69
[13] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.70; Kuşeyri, er-Risale, 2/550
[14] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.64
[15] Kuşeyrî, a.g.e., 2/550 vd.; Attâr, Tezkire, 580; Sühreverdî, a.g.e., s. 299; îbn Mulakkın, Tabakâtu’l-Evliya, s. 145.
[16] Sülemî, Tabakât, s. 354; Kuşeyrî, a.g.e, 1/182; îbn Mulakkın, a.g.e., s. 108.
[17] Sülemî, a.g.e., s. 247; Attâr, a.ge., s. 575; Şarânî, Tabakât, 1/90.
[18] Değişik tarifler için bk. Sühreverdî, a.g.e., s. 66-59.
[19] İmam Rabbânî, Mektûbât, 1/36. Mek.
[20] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/90. Mek. Ayrıca bkz. Gazâlî, Ravdatut-Tâlibin, s.29-30. (Beyrut, trs.)
[21] imam Rabbânî, a.g.e., 1/35. Mek. Ayrıca bkz. Gazâlî, Sırru’LEsrâr, t. 45 (Kahire, 1988).
[22] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/36. Mek.
[23] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/30. Mek.
[24] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/161. Mek.
[25] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/30. Mek. Kulluk makamının üstünlüğü için bkz. Gazali Ravdatu’t-Talibin, 17. Muhabbetin tarifi ve hakiki muhabbetin sonuçları için bkz. el-Herevi, Menazilü’s-Sairin, s.32(Kahire,1966)
[26] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/57. Mek.
[27] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/52. Mek.
[28] Sülemi, Tabakat, s.231; Kuşeyri, Risale, 1/140, Sühreverdi, Gerçek tasavvuf, s.63
[29] Kuşeyri, Risale, 1/117; Sühreverdi, Gerçek tasavvuf, s.63
[30] Kuşeyri, Risale, 1/122
[31] Sühreverdi, Gerçek tasavvuf, s.63-64
Esasen güzel ahlakın ve tasavvufun temeli durumunda olan tevbe, zuhd, sabır, şükür, muhabbetullah, mehafetullah, haysetullah gibi her müslümanın kemalat sebebi ve imanının bir göstergesi olan sıfatlar yanında zikir-tesbih, tevekkül-teslimiyet, tefekkür ve murakabe, ihlas gibi istilah ve ameller, Kuran’ın ihtiva ve en çok teşvik ettiği konulardır. Bu tasavvufun oluşmasında Kuran’ın rolünü gösteren en önemli dayanaktır. Öyleki bu durum, müslüman müellifler tarafından tesbit ve teslim edilmesi bir yana, bazı Batılı araştırmacıların bile zorlanmadan itiraf ettikleri bi hakikat olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim tasavvuf sahasındaki çalışmaları ile tanınan Nicholson, “Kuran’da İslam Tasavvufuna hakiki kaynak olabilcek çok şeyler bulabiliriz”derken,[1] bu sahada önemli araştırmalar yapan Massignon, tasavvufun oluşması ve gelişmesine etki eden birtakım tesirler olduğunu söylemekte ve bu konuda yazdığı Essai adlı çalışmasında tasavvufa etki eden tesirlerin en önemlisinin Kuran olduğunu belirterek tasavvufun, İslam’ın kendisinden doğduğu görüşüne daha çok meyletmektedir.[2] Çağdaş düşünürlerden Roger Garaudy de tasavvufun kaynağının Kuran olduğunu vurgulamaktadır.[3]
Aslında tasavvufi anlayış ve yaşayışı ortaya koyan, onu savunan ve yaşayan ilk dönemdeki sufilerle daha sonra ona tarikat disiplini içinde şekil verip müesseseleştiren tarikat pırlerinin sufi, tasavvuf, tarikat, mürşid, ve seyr u sülüktan maksatlarını ifade eden açıklamarı, meseleyi çözüme kavuşturacak mahiyettedir. Nitekim tasavvuf mektebinin üstad ve usta kalemlerinden Hücviri(470/1077), önceki meşayıhtan tasavvuf ve sufinin birçok tarfini verdikten sonra, bunca tarifleri vermekten maksadının, bu yolun her şeyi ile hak olduunu ve herkesin ona sülûkunu temenni ettiğini söyleyerek tasavvufu red ve inkar edenleri şöyle değerlendirir:
“Eğer onlar, sadece bu ismi inkar ediyorlarsa bunda garipsenecek bir şey yoktur; bu olabilir. Fakat tasavvufun ifade ve ihtiva ettiği manayı inkar ederlerrse, o taktirde Peygamber’in(as) şeriatının tümünü ve onun bütün güzel hasletlerini inkar etmiş olurlar.”[4]
Sufiler, tasavvufu, bütünüyle ihlas, yakını iman, kuran ve sünnet çizgisinde ilahi edebi elde etme ve güzel ahlak olarak tarif etmişler, hedefini marifetullah ve ilahi rıza olarak göstermişlerdir. Buna örnek olarak birkaç tasavvuf ve sufi tarifi görelim:
Ebu Hafs Haddâd (270/ 883):
“Tasavvuf, bütünüyle edepten ibarettir. Her anı, her halin ve her makâmın kendine göre bir edebi vardır. Her vakit edebine riâyet eden kimse, Hak erlerinin ulaştığı hâle ulaşır. Edebini korumayan kimse ise her ne kadar kendini Hakk’a yakın zannetse de esasen Hak’tan uzaktır. İlâhî huzurda kabul gördüğnü düşünsede oradan tard edilmiştir.”[5]
Cüneyd el-Bağdadî (297/909):
“Bu (tasavvuf) ilmimiz, Kitap ve sünnetle kayıtlanmıştır, Sülûkundan önce Kur’ân okumayan, hadis yazmayan ve fıkıh öğrenmeyen kimseye uymak caiz değildir.”[6]
“Bizim ilmimiz, Resûlullah’ın (a.s) ilmiyle kenetlenmiştir “[7]
“ Tasavvuf; Hakk’ın, seni senden (nefis ve iradenden) öldürüp kendisiyle diriltmesidir.”[8]
Şu söz de Bağdâdî’ye aittir: “Resûlullah’a (a.s) mutâbaattan (uymaktan) başka Allah’a giden bütün yollar kapalıdır”[9]
Ebû Muhammed el-Cerîrî’ye (321/933), tasavvufun ne olduğu sorulunca: “Tasavvuf bütün güzel huylarla süslenmek, bütün çirkin şeylerden de çekinmektir” demiştir.[10]
Sühreverdî (632/1234) der ki: “Tasavvufun, güzel ahlâkın elde edilmesi ve çirkin şeylerden de el çekilmesi şeklindeki mânâsı düşünülünce görülecektir ki tasavvuf zühdün ve fakrın üstünde bir ameliyedir”[11]
Zünnûn (245/859):
“Sûfi, (dünya adına bir dâva ve kavgası olmadığı için) hiçbir arzu ve isteğin kendisini yormadığı alınacak hiçbir şeyin de kendisini korkutmadığı kimsedir”
Yine Zünnûn demiştir ki:
“Sûfiler her şeye karşı Allah Teâlâ’yı tercih etmiş, Allah da her şeye karşı onları tercih etmiştir”[12]
Rüveym (330/941) demiştir ki:
“Tasavvuf, nefsi, Allah Teâlâ’ya, onun dilediği şekilde tâbi ve teslim kılmaktır”[13]
Sehl b. Abdullah (273/886):
“Kitap ve sünnetin kabul etmediği her vecd (cezbe) hâli bâtıldır”[14]
el-Kettânı (322/933):
“Tasavvuf tamamiyle güzel ahlâktan ibarettir. Ahlâkça senden güzel olan, tasavvuf yolunda da senden ileridir.”[15]
İbn Nüceyd (366/976):
“Tasavvuf, ilâhî emirler ve nehiyler altında sabretmektir”[16]
Ebû Ali Cüzcânî”ye: “Allah’a giden yol nasıldır?” diye sorulduğunda şöyle demiştir:
“Ona giden yollar çoktur; ama bunların en sahihi, en güvenilir ve şüpheden en uzak olanı kâlen, fiilen, azmen, akden ve niyeten sünnete uymaktır. Çünkü Allah Teâlâ: ‘Eğer o peygambere uyarsanız, hidâyete erersiniz!(Nûr 24/54) buyurmuştur!”
Sünnete tâbi olmanın yolu ve şekli nasıldır, diye sorulunca da: “Bid’atlardan uzaklaşmak, ilk devir îslâm âlimlerinin üzerinde ittifak ettiği şeylere uymak, (sapık) kelâm meclislerine ve ehline yanaşmamak ve hak yolda gidenlerin izine sımsıkı sarılıp inkıyâd etmektir. Baksanıza, Allah Teâlâ, Resûl’üne: “Sonra, hanif olarak İbrahim’in dinine uyasın diye sana vahyettik’ (Nahl 16/23) buyurmaktadır!”demiştir.[17]
Ebû Hafs Haddâd (270/883):
“Bir kimse hâllerini ve fiillerini Kitap ve sünnetle ölçmez, kalbine gelen havâtırı (iyice bir tenkite tâbi tutup hak ölçülere uymayanı) kusurlu görmezse biz, onu ricâlullahtan saymayız”[18]
İmam Rabbânî (1034/1625):
“Tarikat ve hakikat, şeriatın üçüncü merhalesi olan ihlâsı elde etmede birer hizmetçidir.”[19]
Imam Rabbânî, seyr u sülûktan maksadın ne olduğunu şöyle açıklıyor: “Seyr u sülûktan maksat, kalbi tasfiye,[20]nefs-i emmâreyi tezkiye,[21] rızâ makamı için gerekli olan ihlâsı tahsil,[22] (dinin hakikatlerini keşfedip anlayarak) icmâlî bilgileri tafsil, istidlâlî olanı ise keşfen zarûrî ilim gibi tespit[23] ve îmân-ı hakîkiyi elde etmektir.[24] Asıl maksat, aşk ve muhabbet değil, kulluktur. Aşk (cezbe ve muhabbet), güzel kulluk yapılsın diye verilir. Velâyet mertebelerinin en sonu, kulluk makâmıdır. Ondan daha üstün bir makâm yoktur.[25]Tarikat ve hakikat, şeriatın hakikatinden ibarettir. Onları şeriattan ayrı düşünmek, ilhaddır (dinsizlik ve zındıklıktır.)”[26]
Sülûkun şekli konusunda ise şu değişmez ölçüyü ortaya koyuyor: “Bütün evâmir-i ilâhiyye ve peygamberler, kulu, nefsin hevâ ve hevesinden kurtarıp Hakk’a bağlamak için gelmiştir. Her ne miktar şer’î amel işlenirse o miktar nefsânî arzu zâil olur. Bunun içindir ki şer’î hükümlerden birisini icrâ etmek, nefsânî arzuların izâlesi için bin senelik riyazattan ve bu uğurda uğraşmaktan daha faziletlidir. Yapılan bütün mücâhede ve riyâzatlar, Şeriat-t Garrâ gereği olmayınca nefsin arzularım takviye ve te’yid eder. Brahmanlar ve Hindûlar riyâzat işinde hiçbir kusur etmedikleri halde, şeriatın tarif ve edebine göre yapmadıkları için (Hak adına) kendilerine hiçbir faydası olmamıştır”[27]
Ebû Said el-Harrâz (277/890):
“Zâhir ilme ters düşen her bâtınî hâl ve ilim, bâtıldır”[28]
Cüneyd el-Bağdâd (297/909):
“Bizim bu (tasavvuf) ilmimiz, Resûlullah’ın (s.a.v) hadisleri ile iç içe ve tamamen onlara bağlı bir durumdadır”[29]
Ebû Osman el-Hîrî (298/910):
“Kim, söz ve fiillerinde sünnete göre hareket ederse o, hikmetle konuşur. Kim de söz ve fiilinde hevâ ve hevesine göre hareket ederse o, bid’atla konuşur.” [30]
Sühreverdî (632/1234), kendinden önceki sûfilerin üzerinde ittifak ettiği, sonradan gelen hiç kimsenin de itiraz edemediği şu temel anlayışı ortaya koyuyor: “Kim, sünnet yoluna girmeden, herhangi bir maksada ulaşacağını veya istediğini elde edeceğini zannederse o kimse, aldanmış ve hüsran içinde, kendi hâline terk edilmiştir. İşte sûfilerin hâli ve yolu budur. Bu yolun ve anlayışın dışında başka bir hâl (ve ilim) iddia eden kimse, fitneye düşmüş, yalancının birisidir”[31]
Bu şekilde tarif ve tatbik edilen bir terbiye metodunun nasıl bir kaynaktan alındığı ve hangi asla dayandığı apaçık ortadadır. Bu durumda, başka kaynak arayışları, zorlamadan ibaret kalıyor ve ortaya konanlar, sünnî sûfiliğe değil, herkesin bir ölçü olmadan söz edebileceği felsefî tasavvufa ait gözüküyor.
[Kur'ân ve tasavvuf, Dr. Dilaver Selvi]
[1] Nicholson,Fi’t-Tasavvufi’l-Islami, s.112
[2] Nicholson,a.g.e.,(mütercim Afifi’nin mukaddimesi)
[3] Roger Garaudy, Islam ve Insanlığın Geleceği, s.38-42. Müellif, eserinde tasavvufun kaynağı ile ilgili özetle şunları söyler: “Tasavvu, Hristiyan mistisizminden alınmamıştır. Tasavvuf, yeni Eflatunculuktan kaynaklanmamıştır. Tasavvuf, Hind bilgeliğinden doğmamıştır. Tasavvufun kaynağı Kuran’dir.
[4] Hücviri, Keşfu’l-Mahcub, s.54
[5] Hücviri, Keşfü’l-Mahcub, s.51
[6] Sübki, Tabakatü’ş-Şafiiyye, 2/273, 274
[7] Serrac, Luma’,s.144
[8] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.69; Kuşeyri, er-Risale, s.2/550
[9] Kuşeyri, er-Risale, s.1/117
[10] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.67
[11] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.67
[12] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.69
[13] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.70; Kuşeyri, er-Risale, 2/550
[14] Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, s.64
[15] Kuşeyrî, a.g.e., 2/550 vd.; Attâr, Tezkire, 580; Sühreverdî, a.g.e., s. 299; îbn Mulakkın, Tabakâtu’l-Evliya, s. 145.
[16] Sülemî, Tabakât, s. 354; Kuşeyrî, a.g.e, 1/182; îbn Mulakkın, a.g.e., s. 108.
[17] Sülemî, a.g.e., s. 247; Attâr, a.ge., s. 575; Şarânî, Tabakât, 1/90.
[18] Değişik tarifler için bk. Sühreverdî, a.g.e., s. 66-59.
[19] İmam Rabbânî, Mektûbât, 1/36. Mek.
[20] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/90. Mek. Ayrıca bkz. Gazâlî, Ravdatut-Tâlibin, s.29-30. (Beyrut, trs.)
[21] imam Rabbânî, a.g.e., 1/35. Mek. Ayrıca bkz. Gazâlî, Sırru’LEsrâr, t. 45 (Kahire, 1988).
[22] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/36. Mek.
[23] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/30. Mek.
[24] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/161. Mek.
[25] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/30. Mek. Kulluk makamının üstünlüğü için bkz. Gazali Ravdatu’t-Talibin, 17. Muhabbetin tarifi ve hakiki muhabbetin sonuçları için bkz. el-Herevi, Menazilü’s-Sairin, s.32(Kahire,1966)
[26] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/57. Mek.
[27] îmam Rabbânî, a.g.e., 1/52. Mek.
[28] Sülemi, Tabakat, s.231; Kuşeyri, Risale, 1/140, Sühreverdi, Gerçek tasavvuf, s.63
[29] Kuşeyri, Risale, 1/117; Sühreverdi, Gerçek tasavvuf, s.63
[30] Kuşeyri, Risale, 1/122
[31] Sühreverdi, Gerçek tasavvuf, s.63-64