Güncel Tesettür Kahramanı Şule Yüksel Şenler Vefat Etti

cenneteyn

Yolcu..
Kademeli
Tesettür Kahramanı Şule Yüksel Şenler Vefat Etti

Kamuoyunda uzun uzadıya konuşuldu bu vefat gerek dostları gerekse düşman olanların nazarında geniş bir yankı buldu bu hadise, peki kimdi bu Şule Yüksel Şenler, Ne yapmıştı da yaşarken, ölümü bile böyle gebiş bir yankı uyandırıyordu? Bu konu ile ilgili çok güzel bir yazı ile karşılaştım, kendisini çok tanımazdım ancak bu yazıdan sonra helal olsun, Allah ın ne kulları varmış, ne saklı cevherler varmış ki, kömürden elmasa insan nasıl dönüşürmüş gösterirlermiş demekten kendimi alamadım. Buyrun okuyun:

Şule Yüksel Şenler, bir süredir yoğun bakımdaydı. Kimseyle görüştürülmüyor ve durumu kritikti. Bu durumdayken, üç yaş küçük kız kardeşi Gonca Gülsel Şenler, 28 Şubat’ta vefat etti. Hastanede bilinci kapalı yatan Şule Yüksel Şenler’in, kardeşi Gonca’nın vefatından haberi olmadı. Şubat ayından beri Bağcılar Medipol Mega Üniversite Hastanesi’nde yoğun bakımda olan Şule Yüksel Şenler 28 Ağustos 2019’da vefat etti.

Şule hanımla, kardeşi Gonca hanımın hayatları oldukça hareketli ve mücadeleli geçti. Dedeleri Mehmet Ali Aycan, Cumhuriyet döneminde Cumhuriyet ilkelerini benimsemiş, anneanne İkbal hanım da “kıyafet devrimine uyum sağlayarak çarşafı çıkarıp modern kıyafet giyen” bir “Cumhuriyet kadını” olmuştu. Çocuklarını “çağdaş, modern ve Atatürkçü” yetiştirmişlerdi. Böyle yetişen kızları Umran hanımı, “Atatürkçü, laik” Hasan Tahsin adlı akraba gençle evlendirdiler. Cumhuriyetin ilkelerini bütün benliğiyle yaşayan Umran-Tahsin çifti, doğan çocuklarına Ayşe, Fatma, Ahmet, Mehmet vs. değil, Özer, Göksel, Yüksel, Gülsel, Tuncer, Çiğdem isimlerini koydu.
Çocuklarının her birinin modern, çağdaş, cumhuriyetçi, laik yetişmesi ailenin “en hassas olduğu” konuydu. Ancak Özer, Ortaokul ikinci sınıftayken Tarih öğretmeni Necati Bey’den etkilenerek dine ilgi duymaya başlamıştı. Tarih kitabında İslam tarihi 8-10 sayfalık bir bölümken Necati Hoca, sene boyunca çocuklara İslam tarihini anlatıyordu. Özer öğretmenin etkisiyle dine yöneldi, lise döneminde nurcularla tanıştı ve Said Nursi’nin bizzat yanına gelip gitmeye başladı. Said Nursi, Özer’in adını Üzeyir yaptı.
Özer’in evde ilk namaz kılması aileyi şok etmişti. Umran Hanım çok kızdı, sinirlendi, oğlunu “abdest alıp namaz kılmasın” diye odaya kilitledi. O zaman on beş yaşında olan Yüksel de, odasına hapsedilen ve “kapıyı aç” diye yalvaran Özer’le dalga geçti, alay etti, kapıyı açmadı. Ama Özer sabah ezanı okunurken, Haseki’deki ahşap evin üçüncü katının penceresinden aşağıya indi, camiye gitti. Namazdan sonra aynı şekilde tırmanarak odasına geri döndü. Aile bu durumu bir süre fark edemedi.

ATATÜRKÇÜ AİLENİN “HACILARA HOCALARA KARIŞAN” OĞLU
“Hacılara hocalara karışan” Özer ile “rakı içen musiki hocasının nezaretinde ud, keman, mandolin çalarak fasıl yapan” ve “plajlara giden” aile arasında büyük çatışmalar yaşandı. Üzeyir adını alan Özer, eve pek uğramıyor, ancak onları “hidayete erdirmek” için çaba gösteriyordu. Özellikle kız kardeşleri Yüksel ile Gülsel’in üstüne çok düşüyor, ancak iki kız da ağabeylerinin vaazlarından sıkılıyor, hele Gülsel ağabeyini görünce dinlememek için kaçıyordu.
Bu arada yazma yeteneği olan kızlar, ünlü şair Faruk Nafiz Çamlıbel’in hala kızı İffet Halim Oruz’un sahibi olduğu Kadın dergisine yazı yazmaya başladılar. İffet Hanım, “sizin isimleriniz erkek ismi gibi, önlerine Ayşe, Fatma gibi isimler koyun” demişti. Bunun üzerine Yüksel, Şule Yüksel Şenler olurken, Gülsel de Gonca Gülsel Şenler oldu.
Bir ara sarılık olan ve öldü ölecek gözüyle bakılan Üzeyir, vasiyet eder gibi “Sen bir örtünsen bütün kadınlar örtünecek” dedi Şule Yüksel’e ama o yine kabul edemedi. “Ben örtünemem, namaz kılamam, bunu benden isteme abi,” dedi. “Hiç olmazsa hatırım için bir kere derse git” isteğini ise geri çevirmedi. “Bir kereden bir şey olmaz,” diyerek kabul etti. Yaşlı bir hanım, “makyajlı, asri” Şule’yi, “Üzeyir efendinin kardeşi böyle biriymiymiş?” diye şaşırarak derse götürdü. “Bir kereliğine,” diye giden Şule, Risale derslerinden etkilendi, defalarca gitti ve hidayete erdi. Annesi Umran Hanıma göre, “kız da elden gitmiş”, o da hacılara hocalara karışmıştı.

ÇAĞDAŞ ANNEANNE, DEĞİŞEN AİLEYE KIZIYOR
Ancak Şule hidayete ermesine rağmen kapanmakta hayli zorlanmıştı. Aynanın karşısına geçiyor, başını örtüyor, “besleme kızlar gibi oldum,” diyerek beğenmiyor yarım örtüye dönüyordu. Bir süre bu mücadelesi sürdü. O günlerde eve gelen anneannesi İkbal hanım, “İlerlemek, yükselmek” anlamını taşıyan Yüksel’in “çağdaş kız olacakken, gerici gibi örtünmesine” kızdı. “Ne bu halin, kürt kadınlarına dönmüşsün!” diye çıkıştı. Kendi kızı Umran’a ve damadı Hasan Tahsin’e de, “Ne biçim çocuklar yetiştiriyorsunuz, biz sizi böyle mi yetiştirdik?” serzenişinde bulundu.
Şule de anneannesine kızıyordu. “Sen niye annemleri öyle yetiştirdin. Onlar dini bilmediği için, bize de anlatmadılar. Sizin yüzünüzden ömürlerimiz boşa geçti. Neden bize Allah’tan, kitaptan, peygamberden bahsetmediniz. Vebal altındasınız!”
Ailenin en moderni olmasına rağmen, o zamana kadar ailede tek namaz kılan İkbal hanım, “Hadi ordan, ben İslam’ı sizden daha iyi bilirim. Önemli olan dürüst, namuslu olmak, yüreği temiz olmak. Gerici, yobaz olmak, başına bez bağlamak değil.” diyordu.
Nadir eve uğrayan İkbal hanımla, torunu Şule arasında çekişme İkbal hanım evde olduğu sürece devam etti. Ancak Şule oldukça inatçıydı, ağabeyi Üzeyir’den de hızlı çıkmıştı. Annesini ikna etti ve derslere götürmeye başladı. Bir süre sonra hepsi namaza başladı. Onların değişiminden eve pek gelmediği için haberi olmayan Üzeyir, bir gün salonda yatarken, bir ara uyku arasında Şule, Gonca ve Çiğdem’in namaz kıldığını görünce afalladı, kolunu çimdikledi rüya gördüğünü düşünerek. Çimdikten canı yanıp ses çıkarınca kızlar namazlarını bozdular.
“Siz niye böyle yapıyorsunuz, benimle dalga geçmek için namazla alay edilir mi?” diye ağlamaya başladı. Onların namaza gerçekten başladıklarını öğrenince bu sefer sevinçten ağladı. Annesinin de kapandığını, namaz kıldığını görünce çok mutlu oldu.
Şule, örtünmekle, kapanmakla yetinmiyor, başkalarının da kurtulmasını istiyordu. Çevresindeki “açık kadınları kızları” kapatmak, “dinden habersiz” gençleri İslamla tanıştırmak için faaliyete geçmişti. Kendisi çok zor dönmüştü, gençlerin bunalımlarını hissiyatlarını anlıyordu. Terziliği de çok iyi bildiği için “modern örtünme şekli” türbanı ve pardösüyü tasarlamış, bu modern örtünme ve “Şulebaş” diye anılan örtü, dönüş yapan kadınlarca benimsenmişti.
Bu arada İslam Kadınına Hitap diye bir yazı yazdı. Üzeyir çok beğenince Mehmet Şevket Eygi’ye götürdü. Yorgunluktan baş yazı yazmaya fırsat bulamayan Eygi, yeni dönüş yapan Şule’ye jest olsun diye, başyazı yerine Yeni İstiklal gazetesinin ilk sayfasında yayınladı.

ŞULE HANIM KONFERANS VERİRKEN KAPANAN KIZLAR
Bu yazı fırtınalar kopardı ve Şule Yüksel Şenler’in tanınmasını sağladı. Yazı hakkında dava açılınca gazetelerde resmi yayınlanan “türbanlı yazar” bütün ülkede tanındı. Mehmet Şevket Eygi, bir anda şöhret olan Şule Yüksel Şenler’i Bugün gazetesinin yazarı yaptı. Yazılar hayli ilgi görüyordu ve konferans teklifleri gelmeye başladı.
Samsun’dan İmam Hatip öğretmeni
Ali Acar’ın talebiyle başlayan konferanslar, büyük izdihamlara yol açtı. (Ali Acar daha sonra MSP’den milletvekili seçildi, kızını Hekimoğlu İsmail’in oğluna vererek dünür oldu.)
Şule Yüksel’in her gittiği yerde sadece salon değil, sokaklar ve caddeler dolup taşıyor, hopörlerle ses dışarıya veriliyordu. Şule Yüksel Şenler’i “salonda dinlerken başını örten kadınlar” vardı.
Şule Yüksel Şenler yaklaşık üç yıl, Türkiye’nin neredeyse tamamını birkaç defa dolaşarak konferans verdi, her birinde üç-dört saat konuştu ve her yerde modern türbanlı kadınlar gözle görülecek kadar çoğalmaya başladı.
Çocuklarına Şule ismini verenler vardı.
Ankara Dil-Tarih-Coğrafya fakültesinde verdiği konferans çok ses getirdi. Onbini aşkın dinleyen arasında milletvekili, bakan eşleri de vardı. Bu konferansın ardından büyük tartışmalar birbirini takip etti.
Gazeteler, köşe yazarları, sol örgütler ayağa kalktı. Çetin Altan, Falih Rıfkı, İlhan Selçuk, Nizamettin Tepedelenlioğlu bu konferansı eleştirdiler.
Falih Rıfkı Atay çok sert bir yazı yazdı.
“Atatürk, ‘Dil-Tarih’ adı altında o fakülteyi ne umutlarla kurmuştu. Atatürkçülüğün dayanağı olacaktı o fakülte! Rahmetli liderin hâtırası ile alay eder gibi medreseye çevrilmiştir. Bahanesi de komünistlikle, sol akımla savaş!
Böyle sağcılık, solun ekmeğine yağ sürer. Sağ akıma katılan aydınlar, aydınlar arasında ancak ahmak olanlardır.
20’nci asırda 7’nci asır yürümez. 20’nci asırda kaba ve kara ve kalın milliyetçilik gitmez.
Bir konferans salonunun kürsüsünü Şule’ye, Kısakürek’e düşürmek!
Olur şey değil. 29 Ekim devrimciliğinin nerede ise 45’inci yılında, Başkent’de bir üniversite fakültesinin “Osmanlı Medresesi”ne soysuzlaştığını görmek!” Falih Rıfkı, yazısının bir yerinde “akıl hastası” diyordu Şule için.

HATİCE BABACAN OLAYI
Konferansın etkisi bununla kalmadı, konferansı dinleyenlerden İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan İslam Tarihi dersine başörtüsü ile girince Prof. Dr. Neşet Çağatay ona, “Hey sen... Sen... Başörtülü kız...” diye seslendi. “Sınıfta bu kıyafetle oturulmayacağını bilmiyor musun?.. Ya başındakini çıkar, ya da dışarı çık...”
Fakülte dekanı Prof. Dr. Hüseyin Gazi Yurtaydın Hatice Babacan’ı odasına çağırarak:
“Ya başörtüsünü çıkartırsın, ya da bu okuldan gidersin!” dedi. Doç. Dr. Bahriye Üçok, Neda Armaner ve bazı öğretim üyeleri benzer sözlerle üzerine gidince Hatice Babacan bayıldı.
Hatice Babacan’ın okuldan atıldığı duyulunca muhafazakar kesim ayağa kalktı. Yurdun her yanından olayı protesto eden telgraflar, mektuplar, telefonlar yağmur gibi yağdı. İkinci sınıf öğrencisi Mustafa Demirsöz ölüm orucuna başladı. Komaya girerek hastaneye kaldırıldı. Fakülte yönetim kurulu bu sefer onu okuldan kovdu. Bunun üzerine yurdun her yerinden öğrenciler Ankara’ya yürüyüş yaparak protesto ettiler. Kitlesel protestolar sonucu fakülte bir ay kapandı, dekanı istifa etmek zorunda kaldı. Hatice Babacan olayı “Türkiye’nin ilk başörtüsü eylemi” olarak tarihe geçti.
Şule Yüksel Şenler’in unutulmaz konferanslarından biri de MTTB konferansıydı. Cağaloğlu’ndaki Millî Türk Talebe Birliği en güçlü gençlik örgütü olarak binlerce öğrenciyi temsil ediyordu. Ortaokul, lise ve üniversite öğrencilerinin faaliyet gösterdiği MTTB’de önemli şahıslar, yazarlar, siyasetçiler zaman zaman konferans veriyordu.
MTTB bünyesinde bulunan İsmail Kahraman, Şule Yüksel’in dostlarından Tenzile Erdoğan’ın oğlu Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül gibi gençler bu konferansa büyük önem veriyorlardı.
Bir yakalanma kararı nedeniyle Bursa’da, İstanbul’un çeşitli semtlerinde ve İzmir’de yaşadığı kaçaklık döneminden ve daha sonra aldığı takipsizlik kararından sonra Şule Yüksel konferansları, dinleyicileri de onu özlemişti. Akın akın gelen kadınlar ve genç kızlar, MTTB’nin salonlarını, koridorlarını tıklım tıklım doldurmuşlardı. Dışarıdaki cadde ise neredeyse Valilik binasına kadar kadınlı erkekli dinleyicilere mekan olmuştu.
Konferansa gelen Münevver Ayaşlı’yı sahneye çağırdıktan ve yan tarafına oturttuktan sonra saatler süren konuşması coşkuyla karşılanmış, dinleyenlerin bir kısmı göz yaşlarına boğulurken, bazı açık kadınlar konuşmanın tesiriyle kapanıyordu.

TÜRKAN ŞORAY DA HİDAYETE ERECEKTİ
Bir süre sonra sonra Huzur Sokağı romanını yazdı ve gazetede tefrika edilen roman çok büyük ilgi gördü. Çocuklarına romanın kahramanı Feyza’nın adını verenler oldu. Bazı okurlar “Biz de o sokakta yaşamak istiyoruz, Huzur Sokağı nerede?” diye soruyordu. Roman, “Birleşen Yollar” adıyla film yapıldı, kabul etmez diye düşünülen Türkan Şoray başroldeydi. Çekimlerde zaman zaman bir araya geldiler, ancak Türkan Şoray etkilenmesin, “hidayete ermesin” diye daha sonra Şule Yüksel Şenler’i uzak tuttular. Çünkü Şule hanımın daha sonra ifade ettiğine göre, on gün kadar daha beraber olsalar, Türkan Şoray namaza başlayacaktı.
Namaz sahnesinde ellerini açmış dua ederken kendisini öyle kaptırdı ki çekim bitmesine rağmen Türkan Şoray hala devam ediyordu. Yalnız bırakılmasını istedikten sonra, “Anam, anam! Mahşer günü ellerim yakandadır anaaaam!” diyerek hıçkırıklarla ağlıyordu. Onun bağıra çağıra ağlamasını ve söylediklerini duyan gazeteciler bu konuda bir tek satır yazmadılar, onun nasıl etkilendiğini gizlediler. (Şule Yüksel Şenler, Bugün kazanılan özgürlüklerde onun mücadelesi var, Demet Tezcan, Profil Yayınları.)
Aynı günlerde Şule Yüksel, Hz. Ömer’in Adaleti oyununu oynayan bir tiyatrocuyla evlendi. (Şule Yüksel Şenler, konuşmalarında, röportajlarında ve hakkında yazılanlarda “eşlerinin adlarının anılmasını istemediği için”, ben de saygı duyarak isim vermiyorum.) Ancak ailesi ve çevresi buna şiddetle karşı çıktı. Kızlarının peşinden şehir şehir, ilçe ilçe koşturan kalp hastası Umran Hanım ile işlerinin başında olamadığı için iflasın eşiğine gelen Tahsin bey, kardeşi Gonca, Ankara’ya gidip yerleşen Şule Yüksel’e küstüler. Oysa ailesine daha fazla yük olmamak için evlenmişti, fakat Hz. Ömer rolünü oynayan tiyatrocu “eşine şiddet uygulayan” biri çıkmıştı.
Evliliğin dördüncü ayında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a hakaretten açılan davası kesinleşti. Dört aylık tehirden sonra Bursa’da hapishaneye girerken ailesinden ağabeyi Üzeyir’den başka kimse yoktu yanında. Hastalıklarla boğuşarak, hastaneye gidip gelerek geçiyordu hapis hayatı. Üçüncü ayda Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay onu affetti ancak kabul etmedi ve 13 ay 9 gün sonra cezasını tamamladığında yanında yine ailesinden kimse yoktu. Kardeşi Gonca ise, o hapisteyken evlenmiş, eşiyle Danimarka’ya gitmişti.
Şule Yüksel Şenler hapisten çıkmıştı ama “Allah’ım tekrar hapishaneye geri döneyim” diyeceği günler başlamıştı. 12 Mart muhtırasından sonra Bugün gazetesi kapatıldığı için yazı yazacak gazetesi yoktu, konferanslar artık yapılmıyordu. Ailesinden, okurlarından, dinleyicilerinden mahrum, “Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben hâlime; titrerim mücrîm gibi baktıkça istikbâlime.” diyeceği ızdırab dolu bir hayat, Ankara’da onu bekliyordu.

Gelecek yazı: Şule Yüksel Şenler, Tayyip ve Emine Erdoğan’ı nasıl tanıştırdı?
Asiye Güldoğan
 
Moderatörün son düzenlenenleri:
Üst