HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm
Hicretin Birinci Yılı
"Üç Sınıf Bedevî"
Asr-ı saâdet'te, çöllerde sahralarda yaşayan, her türlü medeni imkânlardan mahrum bulunan bedevîler vardı. Bunlardan kimisi küfür ve nifakta çok aşırı gitmiş, koyu bir putperestlik içinde ömür tüketmişlerdi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bedevîler küfür ve nifak bakımından daha beterdir ve Allah'ın peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamak ancak onlara yakışan bir tutumdur. Allah bilendir ve hikmet sahibidir." (Tevbe: 97)
Bunlar diledikleri gibi yetişmişlerdi. Boyun eğip itaat etme hususunda direnmeyi huy edinmiş kimselerdi. Resulullah Aleyhisselâm'ın tebliğ ve irşâdına kulak tıkayıp ilâhî dâvetten rahatsızlık duyarlardı.
Kimisi dış görünüş itibariyle İslâm'ı kabul etmişlerse de, tam mutmain bir şekilde müslüman olmamışlardı, iman etmediği halde mümin gibi görünüyorlardı.
"Bedevîlerden öylesi var ki, Allah yolunda sarfettiğini de angarya sayar ve sizin başınıza belâların gelmesini bekler. En kötü belâlar kendi başlarına gelsin! Allah işitendir, bilendir." (Tevbe: 98)
Âyet-i kerime'sinde belirtildiği üzere; Allah yolunda istemeyerek harcadığı bir dirhemi lüzumsuz bir ödeme ve ziyan sayıyor, müslümanların bir belâ ile karşılaşmalarını bekliyorlardı.
Bedevîler arasında Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a sadâkatle iman edip küfür ile nifaktan, fırsatçılık ve menfaatçilikten uzak, Allah yolunda harcadıkları ile Allah-u Teâlâ'nın ve O'nun yüce Peygamber'inin hoşnutluklarına erişmeyi dileyen samimi müminler de yok değildi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bedevîlerden öylesi de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır, harcayacağını Allah katında yakınlığa ve Peygamber'in duâlarını almaya vesile edinir.
Bilesiniz ki o harcadıkları şeyler, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmetinin içine koyacaktır. Şüphesiz ki Allah bağışlayandır, merhamet edendir." (Tevbe: 99)
Müminler infak ederken gaye ve maksat gözetmedikleri için büyük bir ecre nâil olurlar. Allah katında yakınlığa ve Resulullah Aleyhisselâm'ın duâsına mazhar olurlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah yolunda sarfiyatta bulunanların mallarının bereketli olmasına duâ eder, onlar için istiğfarda bulunurdu.
Müşrikler:
Medine'deki düşman grublarının arasında müşrikler de vardı. Mekke müşrikleri Resulullah Aleyhisselâm'ın Medine'de eşi görülmemiş bir şekilde karşılandığını duyunca çileden çıkmışlardı.
Hicretten birkaç gün sonra Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri Abdullah bin Ubeyy'e bir mektup göndererek himayelerine aldıkları Peygamber'i öldürmelerini veya Medine'den çıkarmalarını istemişler, aksi takdirde bütün güçleriyle üzerlerine yürüyeceklerini bildirmişlerdi.
Abdullah'ın mevzuyu taraftarları ile görüşmekte olduğu haberi Resulullah Aleyhisselâm'a ulaşmış, o da Abdullah'ı ziyaret ederek Kureyş'in isteklerine uydukları takdirde kendilerinin zararlı çıkacaklarını ona hatırlatmıştır. O sırada Medine'nin çoğunluğu müslüman olduğu için, Abdullah Peygamber'e karşı hareket etmeye cesaret edememişti.
Mekkeli müşrikler derinden derine düşünüyorlardı. Kâbe-i muazzama Mekke'de olduğu için, hicret etmeye mecbur bıraktıkları müslümanlar, elbet bir gün kuvvetlenip oraya dönmek isteyeceklerdi. Bu düşüncelerle; Medine'deki müşriklerle, yahudilerle ve münâfıklarla işbirliği içine girmenin hesabını yapmaya başladılar.
Münâfıklar:
Münâfıklara gelince; Mekke'de kâfir vardı, Medine'de ise münâfıklar türemeye başladı. Bunlar özü sözüne, sözü özüne uymayan, iki yüzlü, dıştan mümin geçinip içinden inanmayan kâfirlerdi. Kimileri Medine'nin yerli halkından, kimileri de yahudilerdendi.
Münâfıklar, tabiatları icabı müslümanların düşmanları kuvvetli olunca ortaya çıkmadıkları için; hicretten önce münâfıkların varlığı bahis mevzuu değildi. Çünkü müslümanlar, müşriklerin korkup çekinmediği bir azınlık durumunda idiler. Dolayısıyla da İslâm düşmanları müslüman gibi görünmek ihtiyacında değildiler. Resulullah Aleyhisselâm Medine'ye yerleşip oradaki müslümanları siyasi bir teşkilâta kavuşturunca, bazı kimseler açıktan açığa onların karşısına çıkamadılar. Münâfıklık yolunu seçerek müslüman gibi göründüler ve küfürlerini gizlediler.
Hazreç kabilesi'nin ileri gelenlerinden olan Abdullah bin Ubeyy bin Selül hicretten önce Hazreç kabilesine reis olacaktı, taraftarları ona süslü bir taç bile hazırlamışlardı. Müslümanlığın Medine'de yayılması, Resulullah Aleyhisselâm'ın hicret etmesi, kendi kabilesinin onu bırakıp İslâm'a girmesi reisliğine mâni oldu. Bu sebeple kendisi de taraftarları da İslâm'a düşman oldular. Fakat bozgunculuklarını daha etkili yapabilmek için de, iman etmedikleri halde müslüman göründüler. Böylece bir de münâfıklar zümresi türemiş oldu.
Yahudiler hiç boş durmuyorlar, Evs ve Hazreç kabileleri ile olan ittifak ve münasebetlerinden faydalanarak müslümanları kandırmaya çalışıyorlardı. Nicelerini şaşırttılar. Böylece daha birinci hicret yılında bu iki kabile arasında münâfıklar türemeye başladı. Dıştan müslüman görünürler, el altından fesat çıkarmaya yeltenirlerdi.
•
Yahudilerden bir kısmı da görünüşte müslüman gibi davranarak, küfür ve inkârı kalplerinde gizlerlerdi.
İslâm'ın kudreti artmış olduğundan, bu gibi fitne ve fesatçılar, Mekke müşrikleri gibi açıktan fesat çıkarmaya cesaret edemezlerse de gizliden gizliye icraatlarını yapmaktan geri kalmazlardı. Yeri geldikçe, fırsat buldukça nifaklarını yayarlardı.
Râfi' bin Hureymele öldüğünde Resulullah Aleyhisselâm:
"Bugün büyük bir münâfık öldü." buyurmuştur.
Bu münâfıklar Mescid'e de gelirlerdi. Bazen de diğer yahudilere ve İslâm düşmanlarına nakletmek için müslümanları dinliyorlardı. Bir defasında Resulullah Aleyhisselâm onlardan bazılarını gizli gizli konuşurken görmüştü. Verdiği emir üzerine Mescid'den dışarı çıkarıldılar. Müslümanlar onları dışarı atarken:
"Yazıklar olsun size! Resulullah'ın mescidinden çıkarılan pis münâfıklar!" dediler.
Münâfıkların hepsinin durumu aynı değildi. Bunlardan bir kısmı Abdullah bin Ubeyy ve Hâris bin Süheyh gibi ileri gelenler idi. Büyük çoğunluk ise akrabalık ve müttefiklik gibi çeşitli sebeplerle körü körüne bunlara uyan kimselerdi.
•
Ayrıca bedevî, yani göçebe hayatı yaşayan çöl Araplar'ı arasında da münâfıklar vardı.
Kur'an-ı kerim onlardan şu şekilde söz etmektedir:
"Çevrenizdeki bedevî Araplar'dan ve Medine halkından münâfıklar vardır. Bunlar münâfıklıkta mahir olmuşlardır. Sen onları bilmezsin, biz onları iyi biliriz.
Biz onlara iki kez azap edeceğiz. Sonra da onlar daha büyük bir azaba itileceklerdir." (Tevbe: 101)
Hangi gruptan olursa olsun, bütün münâfıklar hemen hemen aynı vasıfları taşımaktadır.
Âyet-i kerime'de:
"Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş!" buyuruluyor. (Bakara: 118)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar." (Âl-i imrân: 167)
Münâfıklar müslümanlar arasına nifak ve ayrılık sokucu fikirler atıyorlar, Resulullah Aleyhisselâm'ı müminler nazarında küçük düşürmeye çalışıyorlardı.
Bu yıkıcı faaliyetleri birçok defalar Resulullah Aleyhisselâm'a intikal etmiştir. Kendisine ulaşan her bir şikâyeti dinliyor, şikâyet edilenleri sorguya çekiyordu. Fakat bunlar suçlarını inkâr ediyorlar, kelime-i şehâdet getirerek müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Fakat sık sık gelen vahiyler, haklarındaki şikâyetleri inkârlarına rağmen teyid ediyordu.
Meşhur İfk hadisesi bunun bir numunesidir.
Resulullah Aleyhisselâm'ı küçük düşürmek için karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme yoluna giderlerdi.
Uhud savaşı sırasında Resulullah Aleyhisselâm'ın bin kişilik ordusunun üçte biri yoldan geri döndüler.
Hendek savaşı da münâfıklara bir başka fırsat olmuştu. Muhasara uzayıp bazı sıkıntılar zuhur etmeye başlayınca ileri geri konuşmaya başladılar. Müminlerin morallerini bozmak, nifak sokmak istediler. Müslümanlar hendek kazma işinde var güçleri ile çalışırken, münâfıklar sıvışıyorlardı.
Tebük seferi esnâsında bir konaklama ânında Resulullah Aleyhisselâm'ın devesi kaybolmuştu, bütün aramalara rağmen bulunamadı. Münâfıklar bunu fırsat bilip: "Eğer Muhammed bir peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bilirdi." demeye başladılar.
Bu sözler Resulullah Aleyhisselâm'a ulaşınca:
"Ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi haber veriyorum, devem falanca vâdide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir, gidip arayın!" buyurdu.
Deve gerçekten de söylediği yerde ve vasıflandırdığı şekilde bulundu.
Buna benzer birçok misaller vardır.
"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında
birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Hicretin Birinci Yılı
"Üç Sınıf Bedevî"
Asr-ı saâdet'te, çöllerde sahralarda yaşayan, her türlü medeni imkânlardan mahrum bulunan bedevîler vardı. Bunlardan kimisi küfür ve nifakta çok aşırı gitmiş, koyu bir putperestlik içinde ömür tüketmişlerdi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bedevîler küfür ve nifak bakımından daha beterdir ve Allah'ın peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamak ancak onlara yakışan bir tutumdur. Allah bilendir ve hikmet sahibidir." (Tevbe: 97)
Bunlar diledikleri gibi yetişmişlerdi. Boyun eğip itaat etme hususunda direnmeyi huy edinmiş kimselerdi. Resulullah Aleyhisselâm'ın tebliğ ve irşâdına kulak tıkayıp ilâhî dâvetten rahatsızlık duyarlardı.
Kimisi dış görünüş itibariyle İslâm'ı kabul etmişlerse de, tam mutmain bir şekilde müslüman olmamışlardı, iman etmediği halde mümin gibi görünüyorlardı.
"Bedevîlerden öylesi var ki, Allah yolunda sarfettiğini de angarya sayar ve sizin başınıza belâların gelmesini bekler. En kötü belâlar kendi başlarına gelsin! Allah işitendir, bilendir." (Tevbe: 98)
Âyet-i kerime'sinde belirtildiği üzere; Allah yolunda istemeyerek harcadığı bir dirhemi lüzumsuz bir ödeme ve ziyan sayıyor, müslümanların bir belâ ile karşılaşmalarını bekliyorlardı.
Bedevîler arasında Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a sadâkatle iman edip küfür ile nifaktan, fırsatçılık ve menfaatçilikten uzak, Allah yolunda harcadıkları ile Allah-u Teâlâ'nın ve O'nun yüce Peygamber'inin hoşnutluklarına erişmeyi dileyen samimi müminler de yok değildi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bedevîlerden öylesi de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır, harcayacağını Allah katında yakınlığa ve Peygamber'in duâlarını almaya vesile edinir.
Bilesiniz ki o harcadıkları şeyler, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmetinin içine koyacaktır. Şüphesiz ki Allah bağışlayandır, merhamet edendir." (Tevbe: 99)
Müminler infak ederken gaye ve maksat gözetmedikleri için büyük bir ecre nâil olurlar. Allah katında yakınlığa ve Resulullah Aleyhisselâm'ın duâsına mazhar olurlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah yolunda sarfiyatta bulunanların mallarının bereketli olmasına duâ eder, onlar için istiğfarda bulunurdu.
Müşrikler:
Medine'deki düşman grublarının arasında müşrikler de vardı. Mekke müşrikleri Resulullah Aleyhisselâm'ın Medine'de eşi görülmemiş bir şekilde karşılandığını duyunca çileden çıkmışlardı.
Hicretten birkaç gün sonra Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri Abdullah bin Ubeyy'e bir mektup göndererek himayelerine aldıkları Peygamber'i öldürmelerini veya Medine'den çıkarmalarını istemişler, aksi takdirde bütün güçleriyle üzerlerine yürüyeceklerini bildirmişlerdi.
Abdullah'ın mevzuyu taraftarları ile görüşmekte olduğu haberi Resulullah Aleyhisselâm'a ulaşmış, o da Abdullah'ı ziyaret ederek Kureyş'in isteklerine uydukları takdirde kendilerinin zararlı çıkacaklarını ona hatırlatmıştır. O sırada Medine'nin çoğunluğu müslüman olduğu için, Abdullah Peygamber'e karşı hareket etmeye cesaret edememişti.
Mekkeli müşrikler derinden derine düşünüyorlardı. Kâbe-i muazzama Mekke'de olduğu için, hicret etmeye mecbur bıraktıkları müslümanlar, elbet bir gün kuvvetlenip oraya dönmek isteyeceklerdi. Bu düşüncelerle; Medine'deki müşriklerle, yahudilerle ve münâfıklarla işbirliği içine girmenin hesabını yapmaya başladılar.
Münâfıklar:
Münâfıklara gelince; Mekke'de kâfir vardı, Medine'de ise münâfıklar türemeye başladı. Bunlar özü sözüne, sözü özüne uymayan, iki yüzlü, dıştan mümin geçinip içinden inanmayan kâfirlerdi. Kimileri Medine'nin yerli halkından, kimileri de yahudilerdendi.
Münâfıklar, tabiatları icabı müslümanların düşmanları kuvvetli olunca ortaya çıkmadıkları için; hicretten önce münâfıkların varlığı bahis mevzuu değildi. Çünkü müslümanlar, müşriklerin korkup çekinmediği bir azınlık durumunda idiler. Dolayısıyla da İslâm düşmanları müslüman gibi görünmek ihtiyacında değildiler. Resulullah Aleyhisselâm Medine'ye yerleşip oradaki müslümanları siyasi bir teşkilâta kavuşturunca, bazı kimseler açıktan açığa onların karşısına çıkamadılar. Münâfıklık yolunu seçerek müslüman gibi göründüler ve küfürlerini gizlediler.
Hazreç kabilesi'nin ileri gelenlerinden olan Abdullah bin Ubeyy bin Selül hicretten önce Hazreç kabilesine reis olacaktı, taraftarları ona süslü bir taç bile hazırlamışlardı. Müslümanlığın Medine'de yayılması, Resulullah Aleyhisselâm'ın hicret etmesi, kendi kabilesinin onu bırakıp İslâm'a girmesi reisliğine mâni oldu. Bu sebeple kendisi de taraftarları da İslâm'a düşman oldular. Fakat bozgunculuklarını daha etkili yapabilmek için de, iman etmedikleri halde müslüman göründüler. Böylece bir de münâfıklar zümresi türemiş oldu.
Yahudiler hiç boş durmuyorlar, Evs ve Hazreç kabileleri ile olan ittifak ve münasebetlerinden faydalanarak müslümanları kandırmaya çalışıyorlardı. Nicelerini şaşırttılar. Böylece daha birinci hicret yılında bu iki kabile arasında münâfıklar türemeye başladı. Dıştan müslüman görünürler, el altından fesat çıkarmaya yeltenirlerdi.
•
Yahudilerden bir kısmı da görünüşte müslüman gibi davranarak, küfür ve inkârı kalplerinde gizlerlerdi.
İslâm'ın kudreti artmış olduğundan, bu gibi fitne ve fesatçılar, Mekke müşrikleri gibi açıktan fesat çıkarmaya cesaret edemezlerse de gizliden gizliye icraatlarını yapmaktan geri kalmazlardı. Yeri geldikçe, fırsat buldukça nifaklarını yayarlardı.
Râfi' bin Hureymele öldüğünde Resulullah Aleyhisselâm:
"Bugün büyük bir münâfık öldü." buyurmuştur.
Bu münâfıklar Mescid'e de gelirlerdi. Bazen de diğer yahudilere ve İslâm düşmanlarına nakletmek için müslümanları dinliyorlardı. Bir defasında Resulullah Aleyhisselâm onlardan bazılarını gizli gizli konuşurken görmüştü. Verdiği emir üzerine Mescid'den dışarı çıkarıldılar. Müslümanlar onları dışarı atarken:
"Yazıklar olsun size! Resulullah'ın mescidinden çıkarılan pis münâfıklar!" dediler.
Münâfıkların hepsinin durumu aynı değildi. Bunlardan bir kısmı Abdullah bin Ubeyy ve Hâris bin Süheyh gibi ileri gelenler idi. Büyük çoğunluk ise akrabalık ve müttefiklik gibi çeşitli sebeplerle körü körüne bunlara uyan kimselerdi.
•
Ayrıca bedevî, yani göçebe hayatı yaşayan çöl Araplar'ı arasında da münâfıklar vardı.
Kur'an-ı kerim onlardan şu şekilde söz etmektedir:
"Çevrenizdeki bedevî Araplar'dan ve Medine halkından münâfıklar vardır. Bunlar münâfıklıkta mahir olmuşlardır. Sen onları bilmezsin, biz onları iyi biliriz.
Biz onlara iki kez azap edeceğiz. Sonra da onlar daha büyük bir azaba itileceklerdir." (Tevbe: 101)
Hangi gruptan olursa olsun, bütün münâfıklar hemen hemen aynı vasıfları taşımaktadır.
Âyet-i kerime'de:
"Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş!" buyuruluyor. (Bakara: 118)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar." (Âl-i imrân: 167)
Münâfıklar müslümanlar arasına nifak ve ayrılık sokucu fikirler atıyorlar, Resulullah Aleyhisselâm'ı müminler nazarında küçük düşürmeye çalışıyorlardı.
Bu yıkıcı faaliyetleri birçok defalar Resulullah Aleyhisselâm'a intikal etmiştir. Kendisine ulaşan her bir şikâyeti dinliyor, şikâyet edilenleri sorguya çekiyordu. Fakat bunlar suçlarını inkâr ediyorlar, kelime-i şehâdet getirerek müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Fakat sık sık gelen vahiyler, haklarındaki şikâyetleri inkârlarına rağmen teyid ediyordu.
Meşhur İfk hadisesi bunun bir numunesidir.
Resulullah Aleyhisselâm'ı küçük düşürmek için karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme yoluna giderlerdi.
Uhud savaşı sırasında Resulullah Aleyhisselâm'ın bin kişilik ordusunun üçte biri yoldan geri döndüler.
Hendek savaşı da münâfıklara bir başka fırsat olmuştu. Muhasara uzayıp bazı sıkıntılar zuhur etmeye başlayınca ileri geri konuşmaya başladılar. Müminlerin morallerini bozmak, nifak sokmak istediler. Müslümanlar hendek kazma işinde var güçleri ile çalışırken, münâfıklar sıvışıyorlardı.
Tebük seferi esnâsında bir konaklama ânında Resulullah Aleyhisselâm'ın devesi kaybolmuştu, bütün aramalara rağmen bulunamadı. Münâfıklar bunu fırsat bilip: "Eğer Muhammed bir peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bilirdi." demeye başladılar.
Bu sözler Resulullah Aleyhisselâm'a ulaşınca:
"Ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi haber veriyorum, devem falanca vâdide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir, gidip arayın!" buyurdu.
Deve gerçekten de söylediği yerde ve vasıflandırdığı şekilde bulundu.
Buna benzer birçok misaller vardır.
"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında
birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."
ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
Son düzenleme: