Vahiy serpintileri ve tasavvuf kırıntıları
25 Ağustos 2011 Perşembe 07:10
22 Ağustos (2011) Pazartesi günü Fethi Paşa Korusunun sırtlarında Dilruba Lokantasında Risale-i Nur talebelerinin değişik renkleri ve tonları tek sofra etrafında biraraya geldi ve buluştu. Özlenilen bir tablo gerçekleşti. Şaban Odabaşı’nın da ifade ettiği gibi aslında bu tonlar bir bereket habercisi. Hikmetini bilmeden bölünerek ihtisas kolları haline gelen dallar aynı gövdeyi temsil ettiklerinin şuuruna varıyorlar. Belki de bu hikmetin anlaşılmasıyla birlikte aradaki kırgınlıklar, küskünlükler veya mesafeler de zail olur. Bu işin bir boyutu. Elbette diğer boyutunda da insani hususlar var. Bu insani nedenler kusurlarla bezenmiştir.
Risale-i Nur şakirtlerinin halet-i ruhiyesini ifade eden en uygun söz belki de coşkudur. Elbette ki coşkuları eski kıvamında değil. Eski yıllarla karşılaştırıldığında yerinde yeller esiyor. Eskiden müthiş bir tebliğ ve paylaşma heyecanı vardı. Bulundukları yeri hemen sarar sarmalardı. Tadan bilir. Coşkunun nedeni hissi dini idi. Tarihçiler özellikle Haçlılarla ve ardından Moğollarla çarpışan Eyyübiler ve Memlüklülerdeki dini hissiyatı ve coşkuyu nazara verirler. Bu mesele tarihin gıpta edilecek konularından birisidir. Osmanlılarda da fütuhat aynı coşkunun eseridir. Risale-i Nur talebeleri de coşkularıyla tanınmışlardır. İnşaallah bu birlik ve beraberlik ruhu seyrelen coşkuyu ve neşveyi yeniden tazeler ve zirvelere taşır.
Nurcuların bu tarihi coşkusunu iftarda anlatmak Said Özdemir ağabeye düştü. Gerçekten de o masumane ve ‘çocuksu’ coşkuyu bir kez daha bizlerle paylaştı. Bu coşku Yahya Kemal Beyatlı’nın bir mısrasında anlattığı ve yansıttığı coşkudur: “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik! ...” Belki bugün uzak mesafeden ve soğukkanlı olarak meseleye baktığımızda onların coşkusu bize hafif gelebilir. Halbuki o coşkunun altında büyük bir iman volkanı ve manevi haz ve lezzet yatıyor. Bu durum bize ‘Siz sahabeleri görseydiniz deli zannederdiniz ve onlar da sizi görselerdi iman ehline benzetemezlerdi’ deyimini hatırlatıyor. O akşam bu serpintilerden ve kırıntılardan bir sahne yaşamış olduk. Akşamda dikkat çekici konuşmalardan birisini ise Faris Kaya Bey yaptı. Faris Kaya Risale-i Nurların intişarını ve alemşümul hale gelmesine tanıklık eden ender simalardan birisi.
*
Batılıların bazı sözlerini dile getirdi. Aklımda kaldığı kadarıyla “Keşke bizim de Bediüzzaman gibi iman abidelerimiz ve kahramanlarımız olsa. Lakin Batı’da vahiy damarları kurudu ve serpintileri bile kalmadı. Bundan dolayı Batı’da bir Bediüzzaman beklemek beyhudedir" dediklerini aktardı.
Gerçekten de Batı’da Bediüzzaman’ların yetişmesi vahiy iklimine ve Batı toplumunun vahiyle bağlantısının devamına bağlıdır. Peygamberlik silsilesi bittiğinde Yahudilerin vahiyle irtibatları kesilmiştir. Ardından fetret devrinin hitama ermesi ve İslamiyetin zuhuruyla birlikte Hıristiyanlığın da vahiy damarları kesilmiş ve kurumuştur. Asaletini kaybetmiştir. Hazreti Peygamber vefat ederken sadece Hazreti Ebubekir’in (R.A.) kapısını açık bırakması gibi vahiy kapısı da ancak son Peygamber Hazreti Muhammed (A.S.M.) üzerinden açık kalmıştır. Hazreti İsa da ahirzamanda ona iktida edecek ve onun ümmetinden olacaktır. Dolayısıyla Bediüzzaman gibiler ancak İslam ikliminde yeşerebilir ve yetişebilirler. Çünkü vahiy çizgisi masun ve mahfuz kalmıştır.
Peygamberimizin hadisiyle Allah, İslam’ı yüzyılda bir yenileyiciler yani mücedditlerle teyit etmiştir. Bediüzzaman da bunlardan birisidir. Lakin masumiyet, masuniyet ve mahfuziyet Batı için geçerli değildir. Onlar da tecdit geleneği yoktur. Dolayısıyla Batılı bir Bediüzzaman tasavvur etmek mümkün değildir. Bazı fikri telakiler veya buluşmalar olabilir ama o kadar. Benzerlik veya mukayese, sınırlı bir alanın ötesine geçemez. Vahiy arkaplanı olmadan Bediüzzaman olmaz. Batı’da vahiy serpintileri bile kalmamıştır ve dolayısıyla kurumuş Batı iklimi ve mefkuresi bir Bediüzzaman çıkartamaz. Rahmet pınarları gibi vahiy pınarları kurumuştur.
*
Batı’da vahiy serpintileri yerine felsefe çizgisi hakim olmuştur. Onun yanında tasavvuf veya mistisizm kalıntı ve kırpıntılarından bahsetmek de mümkündür. Felsefe vahyi alanı kuruttuğu gibi modernizm de mistik veya tasavvufi alanı kurutmuştur. Batı’da hala yaşayan mistisizm damarı ise sünnete tabi olmadığından teorik düzeydedir. Bunun veya mistisizmin modern esintilerinden birisi Protestan bir misyoner ailenin çocuğu olan Herman Hesse’dir. Siddartha adlı kitabında veya mecazi yolculuğunda kahramanını veya Buda’yı lahuti bir serüvene; Om serüvenine çıkartır. Adeta bu yolculuk Feridüddin Attar’ın Simurg’u gibidir. Sufilerin seyr-i sulükleri veya fena fillah veya bekabillah yolculukları esasında bir iç keşif yolculuğudur. İnsan seyri sülük üzerinden veya iç yolculuk sayesinde kemale erer. Zahiri kemalden sonra batini kemal de hasıl olunca (halken ve hüluken) insan yatay ve dikey mükemmeliyete erişir.
Bizdeki Asaf Halet Çelebi ve Cemil Meriç gibi bir Hind yolcusu olan Hermann Hesse, Hind aynasında kendisini keşfetmeye ve iç yolculuğunu tamamlamaya çalışmıştır. Hermann Hesse kendisini arayan adamdır. Amr ibnu’l Farid benzeri nice sufiler gibi içe dönüktür. Münzevi bir adamdır. Afaki zevklerden ziyade enfüsi zevklerden haz almaktadır. Hayatın anlamını keşfe çıkmış ve sufiler gibi itminan yolculuğu yapmıştır. Hermann Hesse, Batı mistisizminin ve romantizminin ihtişamlı son neferidir. Elbette onun mistik anlayışı nazaridir. Hamalı Muhammed Hamid hoca ve benzerlerinin dediği gibi bizde de sadece tasavvufun kırıntıları kaldı. Gerçek şeyhler gitti geride ancak teberrük şeyhleri kaldı. Modernizm manevi anlamda dünyayı çoraklaştırdı. Elbette Kur’an-ı Kerim ilk günkü gibi terü taze. Lakin Kur’an mehcur ve metrük kalırsa Müslümanlar ona yabancılaşırsa vahiy de kendisini bize perdeler. Batı gök kubbesi altında bugün ne yazık ki Hermann Hesse ayarında mistisizmin teorik veya nazari zemininde cevelan eden mistiklere tanık olmuyor. Dolayısıyla Bediüzzaman gibi vahiy geleneğine bağlı (Kur'an'a tabi anlamında) ve serpintilerine ve ilhama mazhar (tereşşuhat) eşhas sadece Batı’da değil Doğuda bile nadirattandır yani kibrit-i ahmer hükmündedir.
Önemli bir not:
Geçen Perşembe yayınlanan ‘Zeynelabidin’de birleşen yollar’ yazımızda bazı tavzih edilmesi gereken noktalar ortaya çıktı. İhsan Kasım El-Salihi ağabey benimle bazı endişelerini paylaştı.
Bunlardan birisi, Ehl-i Beyt mefhumuyla Şiilik asında iltibasa yol açabilecek ifadelerden kaçınılması gereğidir. İkisi arasında doğrudan bir bağ yoktur. Şia, Ehl-i Beyt’in temsilcisi konumunda değildir. Bağ iddiası ispata muhtaç tek yanlı bir iddiadır. Gerçekten de bu hususta ne kadar hassasiyet gösterilse, titizlenilse azdır. Bizim de zaten aksi bir muradımız ve bağ ispat etme maksadımız yoktur. Şiilik kendini Ehl-i Beyt’e nispet etse de bu tek yanlı bir iddiadır ve Ehl-i Sünnet bu iddiaya zinhar katılmamaktadır. Katılsa zaten Ehl-i Beyt değil, Şiilik ortak payda ve çatı olurdu.
İkincisi, Hasan el Benna’nın dua kitaplarında ve yaklaşımlarında Şii temayüller gösterdiği iddiasıdır. Anlaşılan iddianın sahibi Hamd Salim Mürri adlı yazar selefi meşrep birisidir ve meşrebinden dolayı Hasan el Benna’ya yüklenmekte ve onu Şii temayüllerle suçlamaktadır. Maalesef bizdeki bazı Şii eğilimli kesimler de aynı propagandayı zaman zaman Bediüzzaman eksenli olarak da yapmaktadırlar. Malum çevrelere ait bazı siteler bu yönüyle dikkat çekmektedir. Yavuz’a biatlı olduğunu göz ardı ederek Bediüzzaman üzerinden Şia’ya köprü kurmaya heveslenmektedirler. Bediüzzaman onları şefkatiyle ortak hazireye davet etmiştir. Ehl-i Sünnet diğer inanç esaslı mezhepler gibi fırka değil belki ümmetin kendisidir. Adalet terazisi ve cem olma noktası orasıdır. Bediüzzaman’ı parça halinde değil de bütün olarak alacak ve kabul edecek olurlarsa elbette ki menzil-i maksuda ulaşacaklardır. Lakin Bediüzzaman’dan cımbızla cümleler alarak ve seçerek; diğerlerine de karartma uygulayarak bir yere varamazlar. Bundan sadece istismar kokusu hasıl olur.
Üçüncüsü; Hamid Salim Mürri, Hasan el Benna’nın Zeynelabidin’den dua aktardığı mecmuanın Mahzurat adlı kitap olduğunu yazmıştır. Bunda bir sehiv vardır ben ise karine yoluyla bunun Me’surat olabileceğini yazdım. İhsan Kasım El-Salihi ise Me’surat'ta değil de belki Münacaat’ında Zeynelabidin’e dayanan bir dua metnine yer vermiş olabileceğini söyledi. Bu husus tetkik, tahkik ve tevsike açıktır.
Unutmadan; bütün okurlarımın bayramını tebrik eder ve sağlık-selamet ve huzur ikliminde nice bayramlara ulaşmalarını niyaz ederim…
25 Ağustos 2011 Perşembe 07:10
22 Ağustos (2011) Pazartesi günü Fethi Paşa Korusunun sırtlarında Dilruba Lokantasında Risale-i Nur talebelerinin değişik renkleri ve tonları tek sofra etrafında biraraya geldi ve buluştu. Özlenilen bir tablo gerçekleşti. Şaban Odabaşı’nın da ifade ettiği gibi aslında bu tonlar bir bereket habercisi. Hikmetini bilmeden bölünerek ihtisas kolları haline gelen dallar aynı gövdeyi temsil ettiklerinin şuuruna varıyorlar. Belki de bu hikmetin anlaşılmasıyla birlikte aradaki kırgınlıklar, küskünlükler veya mesafeler de zail olur. Bu işin bir boyutu. Elbette diğer boyutunda da insani hususlar var. Bu insani nedenler kusurlarla bezenmiştir.
Risale-i Nur şakirtlerinin halet-i ruhiyesini ifade eden en uygun söz belki de coşkudur. Elbette ki coşkuları eski kıvamında değil. Eski yıllarla karşılaştırıldığında yerinde yeller esiyor. Eskiden müthiş bir tebliğ ve paylaşma heyecanı vardı. Bulundukları yeri hemen sarar sarmalardı. Tadan bilir. Coşkunun nedeni hissi dini idi. Tarihçiler özellikle Haçlılarla ve ardından Moğollarla çarpışan Eyyübiler ve Memlüklülerdeki dini hissiyatı ve coşkuyu nazara verirler. Bu mesele tarihin gıpta edilecek konularından birisidir. Osmanlılarda da fütuhat aynı coşkunun eseridir. Risale-i Nur talebeleri de coşkularıyla tanınmışlardır. İnşaallah bu birlik ve beraberlik ruhu seyrelen coşkuyu ve neşveyi yeniden tazeler ve zirvelere taşır.
Nurcuların bu tarihi coşkusunu iftarda anlatmak Said Özdemir ağabeye düştü. Gerçekten de o masumane ve ‘çocuksu’ coşkuyu bir kez daha bizlerle paylaştı. Bu coşku Yahya Kemal Beyatlı’nın bir mısrasında anlattığı ve yansıttığı coşkudur: “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik! ...” Belki bugün uzak mesafeden ve soğukkanlı olarak meseleye baktığımızda onların coşkusu bize hafif gelebilir. Halbuki o coşkunun altında büyük bir iman volkanı ve manevi haz ve lezzet yatıyor. Bu durum bize ‘Siz sahabeleri görseydiniz deli zannederdiniz ve onlar da sizi görselerdi iman ehline benzetemezlerdi’ deyimini hatırlatıyor. O akşam bu serpintilerden ve kırıntılardan bir sahne yaşamış olduk. Akşamda dikkat çekici konuşmalardan birisini ise Faris Kaya Bey yaptı. Faris Kaya Risale-i Nurların intişarını ve alemşümul hale gelmesine tanıklık eden ender simalardan birisi.
*
Batılıların bazı sözlerini dile getirdi. Aklımda kaldığı kadarıyla “Keşke bizim de Bediüzzaman gibi iman abidelerimiz ve kahramanlarımız olsa. Lakin Batı’da vahiy damarları kurudu ve serpintileri bile kalmadı. Bundan dolayı Batı’da bir Bediüzzaman beklemek beyhudedir" dediklerini aktardı.
Gerçekten de Batı’da Bediüzzaman’ların yetişmesi vahiy iklimine ve Batı toplumunun vahiyle bağlantısının devamına bağlıdır. Peygamberlik silsilesi bittiğinde Yahudilerin vahiyle irtibatları kesilmiştir. Ardından fetret devrinin hitama ermesi ve İslamiyetin zuhuruyla birlikte Hıristiyanlığın da vahiy damarları kesilmiş ve kurumuştur. Asaletini kaybetmiştir. Hazreti Peygamber vefat ederken sadece Hazreti Ebubekir’in (R.A.) kapısını açık bırakması gibi vahiy kapısı da ancak son Peygamber Hazreti Muhammed (A.S.M.) üzerinden açık kalmıştır. Hazreti İsa da ahirzamanda ona iktida edecek ve onun ümmetinden olacaktır. Dolayısıyla Bediüzzaman gibiler ancak İslam ikliminde yeşerebilir ve yetişebilirler. Çünkü vahiy çizgisi masun ve mahfuz kalmıştır.
Peygamberimizin hadisiyle Allah, İslam’ı yüzyılda bir yenileyiciler yani mücedditlerle teyit etmiştir. Bediüzzaman da bunlardan birisidir. Lakin masumiyet, masuniyet ve mahfuziyet Batı için geçerli değildir. Onlar da tecdit geleneği yoktur. Dolayısıyla Batılı bir Bediüzzaman tasavvur etmek mümkün değildir. Bazı fikri telakiler veya buluşmalar olabilir ama o kadar. Benzerlik veya mukayese, sınırlı bir alanın ötesine geçemez. Vahiy arkaplanı olmadan Bediüzzaman olmaz. Batı’da vahiy serpintileri bile kalmamıştır ve dolayısıyla kurumuş Batı iklimi ve mefkuresi bir Bediüzzaman çıkartamaz. Rahmet pınarları gibi vahiy pınarları kurumuştur.
*
Batı’da vahiy serpintileri yerine felsefe çizgisi hakim olmuştur. Onun yanında tasavvuf veya mistisizm kalıntı ve kırpıntılarından bahsetmek de mümkündür. Felsefe vahyi alanı kuruttuğu gibi modernizm de mistik veya tasavvufi alanı kurutmuştur. Batı’da hala yaşayan mistisizm damarı ise sünnete tabi olmadığından teorik düzeydedir. Bunun veya mistisizmin modern esintilerinden birisi Protestan bir misyoner ailenin çocuğu olan Herman Hesse’dir. Siddartha adlı kitabında veya mecazi yolculuğunda kahramanını veya Buda’yı lahuti bir serüvene; Om serüvenine çıkartır. Adeta bu yolculuk Feridüddin Attar’ın Simurg’u gibidir. Sufilerin seyr-i sulükleri veya fena fillah veya bekabillah yolculukları esasında bir iç keşif yolculuğudur. İnsan seyri sülük üzerinden veya iç yolculuk sayesinde kemale erer. Zahiri kemalden sonra batini kemal de hasıl olunca (halken ve hüluken) insan yatay ve dikey mükemmeliyete erişir.
Bizdeki Asaf Halet Çelebi ve Cemil Meriç gibi bir Hind yolcusu olan Hermann Hesse, Hind aynasında kendisini keşfetmeye ve iç yolculuğunu tamamlamaya çalışmıştır. Hermann Hesse kendisini arayan adamdır. Amr ibnu’l Farid benzeri nice sufiler gibi içe dönüktür. Münzevi bir adamdır. Afaki zevklerden ziyade enfüsi zevklerden haz almaktadır. Hayatın anlamını keşfe çıkmış ve sufiler gibi itminan yolculuğu yapmıştır. Hermann Hesse, Batı mistisizminin ve romantizminin ihtişamlı son neferidir. Elbette onun mistik anlayışı nazaridir. Hamalı Muhammed Hamid hoca ve benzerlerinin dediği gibi bizde de sadece tasavvufun kırıntıları kaldı. Gerçek şeyhler gitti geride ancak teberrük şeyhleri kaldı. Modernizm manevi anlamda dünyayı çoraklaştırdı. Elbette Kur’an-ı Kerim ilk günkü gibi terü taze. Lakin Kur’an mehcur ve metrük kalırsa Müslümanlar ona yabancılaşırsa vahiy de kendisini bize perdeler. Batı gök kubbesi altında bugün ne yazık ki Hermann Hesse ayarında mistisizmin teorik veya nazari zemininde cevelan eden mistiklere tanık olmuyor. Dolayısıyla Bediüzzaman gibi vahiy geleneğine bağlı (Kur'an'a tabi anlamında) ve serpintilerine ve ilhama mazhar (tereşşuhat) eşhas sadece Batı’da değil Doğuda bile nadirattandır yani kibrit-i ahmer hükmündedir.
Önemli bir not:
Geçen Perşembe yayınlanan ‘Zeynelabidin’de birleşen yollar’ yazımızda bazı tavzih edilmesi gereken noktalar ortaya çıktı. İhsan Kasım El-Salihi ağabey benimle bazı endişelerini paylaştı.
Bunlardan birisi, Ehl-i Beyt mefhumuyla Şiilik asında iltibasa yol açabilecek ifadelerden kaçınılması gereğidir. İkisi arasında doğrudan bir bağ yoktur. Şia, Ehl-i Beyt’in temsilcisi konumunda değildir. Bağ iddiası ispata muhtaç tek yanlı bir iddiadır. Gerçekten de bu hususta ne kadar hassasiyet gösterilse, titizlenilse azdır. Bizim de zaten aksi bir muradımız ve bağ ispat etme maksadımız yoktur. Şiilik kendini Ehl-i Beyt’e nispet etse de bu tek yanlı bir iddiadır ve Ehl-i Sünnet bu iddiaya zinhar katılmamaktadır. Katılsa zaten Ehl-i Beyt değil, Şiilik ortak payda ve çatı olurdu.
İkincisi, Hasan el Benna’nın dua kitaplarında ve yaklaşımlarında Şii temayüller gösterdiği iddiasıdır. Anlaşılan iddianın sahibi Hamd Salim Mürri adlı yazar selefi meşrep birisidir ve meşrebinden dolayı Hasan el Benna’ya yüklenmekte ve onu Şii temayüllerle suçlamaktadır. Maalesef bizdeki bazı Şii eğilimli kesimler de aynı propagandayı zaman zaman Bediüzzaman eksenli olarak da yapmaktadırlar. Malum çevrelere ait bazı siteler bu yönüyle dikkat çekmektedir. Yavuz’a biatlı olduğunu göz ardı ederek Bediüzzaman üzerinden Şia’ya köprü kurmaya heveslenmektedirler. Bediüzzaman onları şefkatiyle ortak hazireye davet etmiştir. Ehl-i Sünnet diğer inanç esaslı mezhepler gibi fırka değil belki ümmetin kendisidir. Adalet terazisi ve cem olma noktası orasıdır. Bediüzzaman’ı parça halinde değil de bütün olarak alacak ve kabul edecek olurlarsa elbette ki menzil-i maksuda ulaşacaklardır. Lakin Bediüzzaman’dan cımbızla cümleler alarak ve seçerek; diğerlerine de karartma uygulayarak bir yere varamazlar. Bundan sadece istismar kokusu hasıl olur.
Üçüncüsü; Hamid Salim Mürri, Hasan el Benna’nın Zeynelabidin’den dua aktardığı mecmuanın Mahzurat adlı kitap olduğunu yazmıştır. Bunda bir sehiv vardır ben ise karine yoluyla bunun Me’surat olabileceğini yazdım. İhsan Kasım El-Salihi ise Me’surat'ta değil de belki Münacaat’ında Zeynelabidin’e dayanan bir dua metnine yer vermiş olabileceğini söyledi. Bu husus tetkik, tahkik ve tevsike açıktır.
Unutmadan; bütün okurlarımın bayramını tebrik eder ve sağlık-selamet ve huzur ikliminde nice bayramlara ulaşmalarını niyaz ederim…