Başka bir mesajımda şöyle yazmıştım:
Türkiye'de Vehhabilere karşı muhtemelen ilk reddiye (ve en istifadeli olanı) "Müslümana Nasihat" kitabıdır:
http://www.hakikatkitabevi.net/book.php?bookCode=004
Yine Vehhabilere ve mezhebsizlere karşı yazılmış çok istifadeli bir eser "Faideli Bilgiler" isimli kitapdır:
http://www.hakikatkitabevi.net/book.php?bookCode=008
Bu ikincisinden bazı kısımları burada aktaracağım:
1362 [m. 1943] senesinde vefât etmiş olan, büyük islâm âlimi Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdu ki, (Dinde reform sapıklığını ortaya ilk çıkaran, (İbni Teymiyye) oldu. Bu sapıklık sonradan, câhiller ve islâm düşmanları tarafından küfre kadar götürüldü). İbni Teymiyye, 661 [m. 1263] de Harrânda tevellüd ve 728 [m. 1328] de Şâmda kal'ada habs iken hastalanarak öldü. Ehl-i sünnet âlimlerini beğenmiyordu. Tasavvufu büsbütün inkâr ediyordu. Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn-i Konevî gibi islâmın göz bebeklerine kâfir diyordu. Hâlbuki, bir müslümana kâfir diyenin kendisi kâfir olacağını bilmiyecek kadar câhil değildi. Ne yazık ki, islâmiyeti kendi görüşüne, dar kafasına uydurmaya kalkışmış, aklı ermediği hakîkatleri inkâr ederek, dalâlete düşmüştü. İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve tasavvuf ilminin mütehassıslarından Abdülvehhâb-i Şa'rânî, (Tabakât-ül-kübrâ) kitabında, İbni Teymiyyenin bu acıklı hâlini ortaya koymakta, önsözünde (Velîyi, ancak Velîler tanır. Velî olmayanın ve vilâyetten haberi olmayanın, vilâyete inanmaması, onun inatçı ve câhil olduğunu gösterir. Şimdi ibni Teymiyyenin tasavvufu inkâr etmesi ve âriflere dil uzatması böyledir. Bunun gibi kimselerin kitaplarını okumamalı, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi, onlardan sakınmalıdır. Tasavvuf büyüklerinden Ebül Hasen Şâzilî de, Evliyâyı inkâr edenlerin hâllerini uzun anlatmaktadır) demektedir. İbni Teymiyyeciler, bunun için Abdülvehhâb-i Şa'rânîye düşman olmuşlar, islâmın bu büyük âlimini yalan ve iftirâ oklarına hedef yapmışlardır.
(İbni Teymiyye), ilk müslümanların, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uyduklarını, sonradan gelen mezhep imamlarının, kendi görüşlerini de işe karıştırdıklarını söylüyor, Ehl-i sünnete çatıyordu. Hâlbuki, onyedinci maddenin cevabında bildirildiği gibi, Ehl-i sünnet âlimleri, din bilgilerinde, hiçbir zaman nakilden ayrılmamışlardır. Kendi görüşlerine uymamışlardır. Hele imam-ı a'zam Ebû Hanîfenin kendi görüşünü nakilden aşağı tuttuğu, islâm âlimlerinin sözbirliği ile bildirilmektedir. Böyle olduğu (Se'âdet-i Ebediyye) kitabının yirmiyedinci maddesinde vesikalarla açıklanmıştır. İbni Teymiyye, Ehl-i sünnet âlimlerine bu iftirâyı atarken, Kur'an-ı kerimi, kendi görüşüne göre tefsîr ediyordu. Böylece ilk müslümanlardan kendisi ayrılmıştır. Bu hâli sözünde samîmî olmadığını göstermektedir. Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri yanlış anladıklarını, Eshâb-ı kirâmın bile, çok yerde yanıldıklarını bildiriyordu. Allahın dînini, kendisinin düzelttiğini, Kur'an-ı kerimin doğru mânasını yalnız kendisinin anlamış olduğunu söylüyordu. Hadis-i şeriflerle övülmüş olan birinci ve ikinci asırların büyük müctehidlerini ve bunların mezheplerini dünyaya yayan islâm âlimlerini beğenmiyordu. Bu yüzden, dinde söz sahibi olanlar birleşerek, bunun tuttuğu yolu incelediler. Sapık ve zararlı olduğu anlaşıldı. Babasından miras kalan müderrislik kürsüsü elinden alındı. Fakat o, yine rahat durmadı. Müşebbihe denilen bid'at fırkasının sözlerini ortaya çıkarıyor. Allahü teâlâya madde ve cism diyordu. Yaratanı insan şeklinde sanıyordu. Bu bozuk inancına o kadar saplanmıştı ki, birgün, Şâm câmiinin minberinde, (Cenâb-ı Hak, gökten yere benim şimdi indiğim gibi iner) diyerek, minberden aşağı indiğini, İbni Battûta haber veriyor. Dört mezhebin âlimleri, İbni Teymiyyenin bu sözünü red eden cevaplar yazarak, müslümanların îtikatlarının bozulmasını önlediler. Mısr, Şâm, Kuds kâdılıklarını yapmış olup, 733 [m. 1333] de vefât etmiş olan Şâfi'î fıkh ve hadis âlimlerinden Muhammed ibni Cemâ'a'nin (Erreddü-alel-müşebbihi fî-kavlîhî teâlâ Errahmânü alel' Arş-isteva) kitabı bu kıymetli cevaplarla doludur. (Tâtârhâniyye) fetvâ kitabında ve (Milel ve Nihal) kitabında ve bütün kitaplarda (Mücessime) ve (Müşebbihe) fırkalarının, yâni (Allahü teâlâ cism gibidir. Arş üzerinde oturur, iner, yürür) gibi şeylere inananların kâfir oldukları yazılıdır. Yediyüzbeşte, Mısr sultânı Nâsırın yanında toplanmış olan âlimler ve devlet adamları, böyle bozuk sözleri yaydığı için, onu Kâhire kal'ası kuyusuna habs ettiler. Ehl-i sünnet âlimlerinin câiz görmedikleri yanlış fetvâlar verdiği için de, yediyüzyirmi senesinde Şâm kal'asına habs edildi. Peygamberlerin mezarları ile mukaddes makamların ziyâreti hakkında sözleri de ortalığı karıştırdı. Fitneye sebep oldu. Bu yüzden, yediyüzyirmialtıda Şâmda tekrar habs edildi. 728 [m. 1328] de, zindanda iken hastalanarak öldü.
İbni Teymiyye, Hanbelî mezhebinde olduğunu söylerdi. Hâlbuki, hak olan dört mezhepten birinde olabilmek için, Ehl-i sünnet mezhebine uygun îman sahibi olmak lâzımdır. Onun çok sözü, Ehl-i sünnet mezhebinde olmadığını, hattâ bu mezhebi beğenmediğini gösteriyor. Kendisini bir müctehid, bir reformcu olarak tanıtıyordu. Binotuzüç hicrî yılında vefât eden, Hanbelî âlimlerinden Mer'î, İbni Teymiyyenin hâl tercümesini yazmıştır. (Kevâkib) adındaki bu kitabında onun mezhep imamlarını taklîd etmeyi ve hattâ icmâ'ı tanımıyan yazılarını bildirmektedir. Kıyâs yaptıklarından dolayı, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırdığı hâlde, çok yerde ve hele (Mecmû'at ür-resâil) kitabında, kendisi de pekçok kıyâs yapmıştır. Evliyânın büyüklüğüne inanmaz, türbelere yapılan ziyâretlere saldırırdı. (Ancak üç mescide ziyâret için gidilir) hadis-i şerifini, (Ancak üç mescid ziyâret edilir) şekline çevirmiş, Resûlullahın kabrini ziyâret için bile gitmek günah olur demiştir. İbni Hacer-i Heytemî hazretleri (Fetâvâ-yı fıkhiyye) kitabında, buna uzun cevap vermiştir. Hindistândaki âlimlerden, 1304 [m. 1887] senesinde vefât eden Muhammed Abdülhay Lüknevî ile, Hindistândaki mezhepsizlerden Muhammed Beşir arasında bu konuda geniş münâzaralar olduğu (Nüzhet-ül-havâtır) kitabının ikiyüzyirmiikinci maddesinde yazılıdır. (Nüzhet-ül-havâtır) kitabını yazan Allâme Abdülhay Hasenî, 1341 [m. 1923] de vefât etmiştir. Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden olan (Ebül Hasen-i Eş'arî) hazretlerinin mezhebine ve bu derin âlimin, kaderi ve Allahü teâlanın ismlerini açıklamasına ve azâb yapılacağını bildiren âyetlere verdiği mânalara çatmakta idi. Cehennem azâbının kâfirlere de sonsuz olmıyacağını söylerdi. Hükûmetlere verilen her çeşit vergi, zekât yerine geçer derdi. Dört mezhebin sözbirliği ile bildirdiklerine uymıyan sözlerin küfür olacağını kabûl etmezdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin şanlarını, şöhretlerini çürütmeye çalışırdı. Sâlihıyyede, el-Cebel câmiinde Hz. Ömerin çok hatâ yaptığını söylemiştir. Bir toplantıda, Hz. Alînin üçyüz defa yanıldığını söylemiştir. Münâvînin (Künûz) kitabında ve imam-ı Ahmedin sahihinde ve (Mir'ât-i kâinât) kitabında yazılı olan hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömerin dili üzerine koymuştur) buyuruldu. Resûlullah bu hadis-i şerifte, (Ömer hiç yanılmaz!) buyuruyor. İbni Teymiyye ise, Ömer çok yanılmıştır diyerek, bu hadis-i şerife karşı gelmektedir. Hâlbuki bu hadis-i şerifi bilmiyecek kadar câhil değildi. Hadis bilgisi çoktu. Fakat, yanılması da, o kadar çok oldu. Evet, Hz. Ömerden başka Eshâb-ı kirâmın çoğu, ictihâd ile anlaşılacak işlerde yanılmış olabilir. Fakat, onların yanılmaları, ictihâd hatâsı idi. Bunun için, o büyüklerin ve Ehl-i sünnet âlimlerinin, ictihâd ile anlaşılacak işlerde yanılmalarına da sevap verilirdi. Çünkü, hepsi müctehid idi. İbni Teymiyyenin îman edilmesi lâzım olan bilgilerde yanılması ise, onu doğru yoldan uzaklaştırmış, azâbının artmasına sebep olmuştur. Kendini din imamları gibi müctehid sanarak, haddini bilememiş, felakete sürüklenmiştir. İbni Teymiyye, daha aşırı da giderek, tasavvuf büyüklerine, Sadreddîn-i Konevîye, Muhyiddîn-i Arabîye, Ömer bin Fârıda insafsızca saldırmıştır. Gazâlînin kitaplarında mevdû' hadis doludur derdi. Kelâm âlimlerimize de dil uzatmaktan geri kalmamıştı. Mezheplerin ictihâd ayrılığı olduğunu anlıyamamış, felsefî düşünüşlerin sonucu sanmıştı. Ehl-i sünnet âlimlerinin, islâm memleketlerindeki eskiden kalma kiliselere dokunulmamalıdır, dediklerini suç saymış, bu yüzden de, din büyüklerine lâf atmıştır.
Mevdûdî de, ibni Teymiyye gibi imam-ı Gazâlîyi kusurlu göstermektedir. Büyük âlim (İbni Hacer-i Mekkî) hazretleri, (El-a'lâm bi-kavâtı'ıl-islâm) kitabında küfre sebep olan şeyleri anlatırken, İbnüssübkî ve başka âlimlerin kitaplarından alarak buyuruyor ki, (İmâm-ı Gazâlînin yazılarında kusur bulan kimse, yâ haset edip onu çekemiyendir, yâhut da, zındıktır). Hanefî mezhebi âlimlerinden İbni Âbidîn, (El-Ukûd-üd-dürriyye) kitabının sonunda diyor ki, (İmâm-ı Gazâlî âlim değildi diyen kimse, câhillerin echeli ve fâsıkların en kötüsüdür. O, zamanının hüccet-ül-islâmı ve âlimlerin en üstünü idi. Fıkh ilminde çok kıymetli kitapları vardır. Şâfi'î mezhebinin bazı hükmleri, Onun kitapları üzerine kurulmuştur).
İslâm âlimlerinden bazısı, ibni Teymiyyenin müslümanlıktan çıktığını, mürted olduğunu bildirmektedirler. İbni Battûta, İbni Hacer-i Mekkî, Takıyyeddîn-i Subkî ve oğlu ve Abdülvehhâb, İzzeddîn bin Cemâ'a ve ebû Hayyân Zâhirî Endülüsî gibi, sözleri senet olan derin âlimler, onu bid'at ehli, sapık saymışlardır. Evet onun sapık olduğunu bildirenler de, ilminin, zekâsının, zühdünün çokluğunu inkâr etmiyorlar. Fakat, (Mişkât)da yazılı hadis-i şerifte, (Kötülerin en kötüsü kötü din adamlarıdır) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî elliüçüncü mektûbunda buyuruyor:
(Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür. İnsanların saadeti ve felaketi, âlimlere bağlıdır. Büyüklerden biri şeytanı boş oturuyor görüp, sebebini sormuş. Şeytan demiş ki: Bu zamanın sapık âlimleri, bizim işimizi yapıyor. İnsanları yoldan çıkarmak için, bize iş bırakmıyorlar).
İmâm-ı Sübkî de, ibni Teymiyyenin ilmini, zekâsını çok övüyordu. Burhâneddîn bin Müflih (Tabakât)da diyor ki, İmâm-ı Sübkî, Zehebîye yazdığı mektûbda, ibni Teymiyyeyi çok övmüştü. Fakat, imam-ı Sübkî de (Erreddü-li-ibni Teymiyye) kitabında ve oğlu Abdülvehhâb da (Tabakât)da onun Ehl-i sünnetten ayrıldığını, dalâlete düştüğünü yazmaktadırlar. Fikirlerini aşıladığı birkaç kimse ve hele talebesinden ibni Kayyım ile Zehebî, onu aşırı övmektedir.
Son asrın derin âlimlerinden Yûsüf Nebhânî (Şevâhidül-hak) kitabında ve Osmanlı âlimlerinin büyüklerinden şeyh-ul-islâm Mustafâ Sabri efendi, (El-ilm ve akl) kitabında ve Şâm âlimlerinden Ebû Hâmid bin Merzûk, iki cilt kitabında, ibni Teymiyyenin sapıttığını vesikalarla isbât etmişlerdir. Ebû Hâmidin kitabı, İstanbulda kısaltılarak, (Et-Tevessül-ü bin-Nebi ve Cehelet-ül-Vehhâbiyyîn) ismi verilip, 1395[m. 1975] senesinde ofset yolu ile bastırılmıştır.
İbni Teymiyyeyi doğru sananlar, onun muhâkeme ve habs edilmesini haksız göstermek için de, (Tasavvufcular aleyhindeki yazıları, onları darılttı. Talâk hakkındaki fetvâları, fıkh âlimlerini düşman etti. Sıfat-i ilâhiyye hakkındaki fetvâları da kelâm âlimlerini gücendirdi. Bu yüzden kelâm, fıkh ve tasavvuf âlimleri buna karşı birleşerek cezâlandırıldı) diye kısaca yazıyorlar. Din âlimlerinin, bir iki kelime için, bir müslümana düşman olacaklarına, ona zulmedeceklerine, tuzağa düşürmek için çalıştıklarına herkesi inandırdıklarını sanıyorlar. Onu mazlum, âlimleri ise, zâlim olarak tanıtıyorlar. Hâlbuki, ibni Teymiyye, Ehl-i sünnete karşı, isyân bayrağı çekti. İslâm âlemine fitne, fesat ateşi saldı. Meselâ nahv âlimlerinden Ebû Hayyân, (700) senesinde Kâhireye gelince, ibni Teymiyye buna (Nahv âlimi dediğimiz Sibeveyh de kim oluyor. Kitabında tam seksen yanlış var ki, sen onları anlayamazsın) demiştir. Ebû Hayyân da, ilim adamına yakışmıyan sözleri karşısında, ondan uzak kalmağı uygun görmüştür. (El-Bahr) adındaki tefsîrinde ve (Nehr) ismindeki muhtasarında, onu ayblamıştır.
İbni Hacer-i Askalânî (Dürer-ül-kâmine) kitabında, Zehebîden alarak diyor ki, (İbni Teymiyye, ilim üzerinde konuşurken hiddetlenir, karşısındakini mağlup etmeye çalışır, herkesi gücendirirdi). İmâm-ı Süyûtî, (Kam'ul-mu'ârıd) kitabında buyuruyor ki, (İbni Teymiyye, kibrli idi. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi). Şâm âlimlerinden Muhammed Ali Bey, (Hıttatüş-Şâm) kitabında diyor ki, (İbni Teymiyyenin hedefi, Luther adındaki papazın hedefine benzer. Fakat, hıristiyanlığın müceddidi muvaffak oldu. İslâm müceddidi olamadı).
Pâkistânın büyük âlimlerinden Siyalküt şehrinin imam ve hatibi, Mevlânâ Muhammed Ziyâullahın (Vehhâbîliğin Hakîkati) kitabı urdu dilinde olup, 1969 da basılmıştır. Doksanüçüncü sayfasında diyor ki, Hindistânın büyük âlimi, dünyanın tanıdığı yüzlerce kıymetli kitabın yazarı mevlevî Abdülhay Lüknevî, (hicri 1304 senesinde vefât etti. ) (Gays-ül-gamâm) kitabında, (Sonra gelen Şevkanînin de, önce gelen ibni Teymiyyet-el-Harrânî gibi, ilmi çok, aklı az idi. Tıbkı onun gibi idi. Hattâ ondan daha aşağı idi) demektedir.
Goldziher, İbni Teymiyyenin hak mezhepleri bid'at saydığını, islâmın ilk safvetini değiştirdiler diyerek, bunlarla döğüştüğünü, Eş'arî mezhebi ile ve tasavvufla mücâdele ettiğini, Peygamberlerin kabrini ve Evliyânın kabirlerini ziyâret etmeye mâsiyyet dediğini yazmaktadır.
Muhammed Abduhun yetiştirdiklerinden olup, onun yolunda giden Câmi'ul-ezherin eski rektörü Mustafâ Abdürrâzık pâşa diyor ki, (İbni Teymiyye fetvâ verirken, bir mezhebe uymaz, bulduğu delîl ile hareket ederdi. Tasavvuf büyüklerinin keşfini inkâr ederdi).
İbni Teymiyye, Sadreddîn-i Konevî için diyor ki, (Muhyîddîn-i Arabînin arkadaşı olan Sadreddîn, akliyyât ile kelâm ilimlerinde, üstâdından daha ileride olmakla berâber, ondan daha kâfir, daha az bilgili, daha az îmanlıdır. Bunların mezhepleri kâfirlik olduğu için, daha hünerli olanları, daha çok kâfir oluyorlar). İslâm âlimlerinin bir kısmı kendisine kâfir dedi. Çoğu ise sapık olduğunu bildirdiler. Yavuz Sultan Selîm hân devri âlimlerinden Muhammed Şeyh-i Mekkî, Süleymâniyye kütübhânesi, Reşîd efendi kısmında bulunan fârisî (El-cânib-ül-garbî) kitabında, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine yapılan saldırıları cevaplandırırken diyor ki, (İbni Teymiyye, kâfirlerin yıllarca yandıktan sonra Cehennemden çıkacaklarını bildirmekte ve (Bir zaman olur; Cehennemin kapıları açılır. Dibinde otlar biter) hadisini yazmaktadır. Başka hadisler de söylemiştir. Hâlbuki kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacakları, Kur'an-ı kerimde açıkça bildirilmektedir. Tevâtür ve sözbirliği hâsıl olmuştur. Âlimler, ibni Teymiyyenin tevâtüre ve icmâ'a karşı geldiğini bildiriyor).
(Muhtasar-ı Kurtubî) doksanaltıncı sayfasında diyor ki, (Cehennemdekilerin hepsi çıkacak. Cehennemin hepsi boş kalacak diyenler, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere karşı gelmiş oluyorlar. Cehennem azâbının kâfirlere ebedî olduğunu Ehl-i sünnet âlimleri ve âdil imamlar sözbirliği ile bildirdiler. (Müminlerin yolundan ayrılanları Cehenneme atarız) meâlindeki âyet-i kerime, bunlara cevaptır. Müminlerden günahı çok olanların bulundukları Cehennemin birinci tabakası boşalacaktır. Kâfirlerin bulundukları başka tabakaları hiç boşalmıyacaktır. Müminler şefaate kavuşarak azâbdan kurtulacak, yalnız bunların yerleri boşalıp, Cehennemin yalnız birinci tabakasının dibinde otlar bitecektir. İmâm-ı Kurtubî yukardaki hadisin (Mevkûf) olduğunu yazıyor. Resûlullahdan işitildiği bildirilmemiştir, diyor. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de, Cehennemin kapıları hiç açılmaz. Kâfirler Cehennemde ebedî kalırlar, diyor. Cehennemden çıkılacak diyenler, müminlerin çıkacaklarını bildirmişlerdir. ) İbni Teymiyye, müminlerin Cehennemden çıkacaklarını bildiren hadis-i şerifleri ileri sürerek, âyet-i kerimeleri ve tevâtür ile icmâ'ı inkâr etmiş oluyor. Ehl-i sünnet âlimlerine kâfir demek, insanın küfrüne sebep olur. Selef-i sâlihînin başka başka tevil yapmadıkları âyetleri ve tevâtür hâsıl olmuş hadisleri inkâr etmenin küfür olduğu (Redd-ül-muhtâr)da (Kâdîlık) bahsinde de yazılıdır. Tancalı (İbni Battûta) adı ile meşhûr olan mâlikî âlimlerinden Muhammed bin Abdüllah, (Tuhfetünnüzzâr) tarihini İbni Cezî adındaki kâtibine yazdırmış, bu kitap çeşidli dillere tercüme edilmiştir. Türkçeye ikinci tercümeyi Muhammed Şerif bey yapmış ve 1335 [m. 1917] yılında İstanbulda basılmıştır. Bunun 9. sayfası sonunda (İbni Teymiyyenin ilmi çoktu. Fakat, aklında bozukluk vardı) diyorlar. İslâmiyete uymıyan çeşidli sözlerini bildiriyor. Meselâ (Şâmda idim. Cuma namazında idim. İbni Teymiyye hutbe okuduktan sonra, benim şimdi indiğim gibi,cenâb-ı Allah dünya göküne iner diyerek merdivenlerden indi. Mâlikî âlimi (İbni Zehrâ) bu sözün kötülüğünü cemaate uzun anlattı. Cemaatin çoğu câhil olup, İbni Teymiyyeyi hak yolda sanıyor. Onun yaldızlı sözlerini çok seviyorlardı. Bu mâlikî âliminin sözü ile İbni Teymiyyenin üzerine yürüdüler. Elleri ile, nalınları ile döğdüler. Yere yıkıldı. Sarığı düştü. İpek takkesi meydana çıktı. Bunu behâne ederek, hanbelî kâdısına götürdüler. Kâdı tarafından habs ve tâzîr olundu. Mâlikî ve şâfi'î âlimleri, bu tâzîrin haksız olduğunu söylediler. İş, melik Nâsıra intikâl etti. Kurulan âlimler heyeti, İbni Teymiyyenin fitne çıkardığına karar verdi. Sultânın emri ile, Şâmda habs edildi) diyor. İbni Battûtanın bu yazısı, Yûsüf-i Nebhânînin (Cevâhir-ül-bihâr) kitabında, Abdülganî Nablüsî isminde de yazılıdır. Zamanının âlimlerince ve bütün müslümanlarca sapıklığı anlaşılmış ve cezâsı verilmiş olan bir kimseyi mezhep imamlarımızın üstüne çıkaranlara ve bunlara inananlara, Allahü teâlâ dirâyet ve hidâyet ihsân eylesin. Müslüman yavrularını sapıklara aldanmaktan korusun! Âmîn.
İbni Hacer hazretleri, (Cevher-ül-munzam) kitabında buyuruyor ki, İbni Teymiyyenin hurâfelerinden, saçmalarından biri, Resûlullah ile istigâse, tevessül olunmasını inkârıdır. Ondan önce hiçbir islâm âlimi böyle söylemedi. Ehl-i sünnet âlimleri bildiriyorlar ki, Resûlullah ile her zaman tevessül etmek çok iyidir. Yaratılmadan önce ve yaratıldıktan sonra, dünyada da, âhirette de, Onunla tevessül olunur. Yaratılmadan önce Onunla tevessül olunacağını gösteren şeylerden biri, Peygamberlerin ve ümmetlerindeki Velîlerin Onunla tevessül etmiş olduklarıdır. İbni Teymiyyenin iftirâ olan sözü ise hiçbir asla ve esasa dayanmamaktadır. Hadis âlimlerinden Hâkim-i Nişâpûrînin bildirdiği hadis-i şerifte, (Âdem hatâ edince, yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâm hakkı için beni af ve mağfiret et dedi. Allahü teâlâ da, Muhammed aleyhisselâmı daha yaratmış değilim. Sen Onu nasıl tanıdın buyurdu. O da, yâ Rabbî! Beni yaratıp ruh verdiğin zaman, başımı kaldırdım. Arşın kenârlarında, lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah yazılmış gördüm. Kullarının içinde en çok sevdiğinin ismini, kendi isminin yanına koymuş olduğundan anladım dedi. Allahü teâlâ da, yâ Âdem! Doğru söyledin. Kullarım arasında en çok sevdiğim Odur. Onun hakkı için benden af dileyince, seni hemen affettim. Muhammed aleyhisselâm olmasaydı seni yaratmazdım buyurdu) buyurulmuştur. Muhammed aleyhisselâmın hakkı demek, Allahü teâlânın Onu çok sevmesi, Ona çok kıymet vermesi demektir. Yâhut, Onun başka kullar üzerinde olan hakkı demektir. Yâhut da, Allahü teâlânın Ona ihsân ederek, Onun için kendi üzerinde tanıdığı hak demektir. Bunun gibi, bir hadis-i şerifte, (Kulların Allahü teâlâ üzerindeki hakkı nedir?) buyurulmuştur. Burada hak demek, lâzım, vâcib olan şey demek değildir. Çünkü, Allahü teâlânın hiçbirşeyi yapması lâzım, vâcib değildir. Dilerse yapar. Dilemezse, yapmaz. Allahü teâlâdan Resûlullah hakkı için bir dilekte bulunmak, Resûlullah için istemek değildir ki, buna şirk denilsin. Allahü teâlâ Resûlünü çok sevdiğini, Ona yüksek mertebe verdiğini bildiriyor. İşte bu sevginin, bu yüksek derecenin hakkı, yâni hurmeti, kıymeti için, Allahü teâlâdan istenilmektedir. Allahü teâlânın, Resûlüne olan ikrâmlarından, ihsânlarından biri de şudur ki, Onun hakkı için, Onun yüksek derecesi için yapılan duâları kabûl buyurur. Buna inanmıyanın bu nîmetten mahrum kalması, kendisi için en büyük zarardır. Resûlullah ile, hayatta olduğu zaman da tevessül edilmiştir. Nesâî ve Tirmüzî bildiriyorlar ki, Resûlullahın yanına bir âmâ geldi. Gözlerinin açılması için duâ etmesini diledi. Resûlullah ona (İstersen duâ edeyim, istersen sabr et. Sabr etmek, senin için daha iyi olur) buyurdu. Duâ etmeni istiyorum. Beni güdecek kimsem yoktur. Çok sıkılıyorum deyince, (İyi bir abdest al! Sonra bu duâyı oku!) buyurdu. Duânın tercümesi şudur: (Yâ Rabbî! İnsanlara rahmet olarak gönderdiğin sevgili Peygamberin ile sana teveccüh ediyorum. Senden istiyorum! Yâ Muhammed! Dileğimin hâsıl olması için Rabbime senin ile teveccüh ediyorum. Allahım! Onu bana şefaatci eyle!) Bunu imam-ı Beyhekî de haber veriyor. Ayrıca (kalktı. Görerek gitti) de diyor. Bu duâyı okumağı ona Resûlullah öğretti. Kendisi duâ buyurmadı. Onun teveccüh eylemesini, yalvarmasını, Resûlullah ile istigâse etmesini, dilediğinin böyle hâsıl olmasını arzu buyurdu. Resûlullah hayatta iken de, vefâtından sonra da kendisi ile istigâse olunurdu. Selef-i sâlihîn, Resûlullahın vefâtından sonra bu duâyı çok okumuş, bununla murâdlarına kavuşmuşlardır. Halîfe Osman birinin bir dileğini kabûl buyurmuyordu. Bu kimse, Eshâbdan Osman bin Hanîf hazretlerine gelip, yardım etmesini istedikte, ona bu duâyı okumasını öğretti. Okuyup da, halîfenin yanına gidince, dileğinin kabûl olunduğunu Taberânî ve Beyhekî haber vermektedirler. Taberânînin haber verdiği bir hadis-i şerifte, Resûlullah duâ ederken, (Peygamberinin ve Ondan önce gelen Peygamberlerin hakkı için) buyururdu. Resûlullah ile veya başka Peygamberler veya Velîler ile (Teveccüh) etmek, (Tevessül) etmek, (İstigâse) etmek ve (Teşeffu') etmek, hep aynı şey demektir. Ameller ile, ibâdetler ile tevessül etmenin câiz olduğunu islâmiyet bildirmiştir. Eski zamanda, bir mağaraya girip kapalı kalmış olanların, Allah için yapmış oldukları hâlis işlerini söyliyerek yalvardıkları zaman, mağara ağzını tıkamış olan taşın açılarak kurtulduklarını hadis-i şerif haber veriyor. İşleri vesîle ederek yapılan duâ kabûl olunca, işlerin en iyilerini yapanları vesîle ederek yapılan duâlar elbette kabûl olur. Ömer-übnül-Hattâb, Hz. Abbâsı vesîle ederek yağmur duâsı yaptı. Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri buna karşı birşey demedi. Resûlullahı ve Onun mübârek kabrini vesîle etmeyip, Hz. Abbâsı vesîle etmesi, kendini çok aşağı bildiği ve Resûlullahın akrabâsını kendinden üstün gördüğü için idi. Hz. Abbâs ile tevessül etmesi, aslında Resûlullah ile tevessül etmektir. Tevessül, teveccüh ve istigâse sözleri, kendisi ile teveccüh, istigâse edilenin, teveccüh ve istigâse olanlardan daha üstün tutulduğunu gösteriyor denilemez. Çünkü, derecesi yüksek olanı vesîle ederek, daha yüksek derece sahibinden istenilmektedir. İstigâse, yardım istemektir. Birini vesîle ederek, başkasından yardım istemektir. Bu başkası vesîle yapılandan daha yüksektir. Müslümanlar, Resûlullah ile veya Evliyâ ile teveccüh, istigâse ederken başka türlü düşünmezler. Bu kelimeleri söylerken kalblerine başka şeyler gelmez. İstigâse olunan, yardım istenilen, yalnız Allahü teâlâdır. Peygamber, ikisi arasında vâsıtadır, vesîledir. Halk ederek, îcâd ederek yardım eden, yalnız Allahü teâlâdır. Yardıma sebep, vesîle olan, Peygamberdir. Allahü teâlâ, hakîkî gavstır. Resûlullah, mecâzî gavs olmaktadır. Buhârînin haber verdiği hadis-i şerifte, (Kıyâmet günü, önce Âdem ile, sonra Mûsâ ile ve sonra Muhammed aleyhimüsselâm ile istigâse ederler) buyuruldu. Bundan başka, Resûlullah ile tevessül etmek demek, Onun duâ etmesini istemek demektir. Çünkü O, kabrinde diridir, istiyenin istediğini anlar. Sahih haberde bildirildi: (Emîr-ül-müminin Ömer zamanında kaht [kıtlık] oldu. Eshâb-ı kirâmdan birisi, Resûlullahın kabri yanına gelip, yâ Resûlallah! Ümmetine yağmur yağması için duâ eyle!Ümmetin helâk olmak üzeredir, dedi. Resûlullah, buna rü'yâda görünüp yağmur yağacağını haber verdi. Öyle de oldu. Rü'yâda ayrıca (Ömere git, Selâm söyle!Yağmur yağacağını müjdele. Keys ile hareket etmesini söyle!) de buyurdu. Keys, yumuşak davranmaktır. Ömer sert idi. Dînin emirlerini yerine getirmekte şiddet gösterirdi. Bu kimse, Halîfenin yanına geldi. Olanı anlattı. Halîfe dinledi ve ağladı. Bir habere göre rü'yâyı gören, Eshâbdan Bilâl bin Hâris Müzenî idi. Burada, rü'yâyı değil, Sahâbînin, Resûlullahın kabrine gelerek tevessül etmiş olduğunu bildirmek istiyoruz. Görülüyor ki, Resûlullahdan, hayatta iken olduğu gibi vefâtından sonra da, dileklerin hâsıl olmaları için duâ buyurması istenilir. Onun duâ ve şefaat etmesi ile dilekler hâsıl olduğu gibi, hayata gelmeden önce ve hayatta iken ve vefâtından sonra, Onu vesîle ederek yapılan duâ ve tevessüller de kabûl olmaktadırlar. Kıyâmet günü de ümmeti için Rabbinden, şefaatte bulunacak ve şefaati kabûl olunacaktır. Böyle olduğunu, islâm âlimleri (İcmâ') ile yâni sözbirliği ile bildirmişlerdir. Abdüllah ibni Abbâs buyurdu ki, Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma, (Yâ Îsâ! Muhammed aleyhisselâma îman et! Senin ümmetinden, Onun zamanına yetişecek olanların, Ona îman etmeleri için de ümmetine emret! Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Âdem Peygamberi yaratmazdım. Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Cenneti, Cehennemi yaratmazdım. Arşı su üzerinde yarattım. Hareket etti. Üzerine, Lâ ilâhe illallah yazınca durdu) buyurdu. Bu hadis-i şerifi, Hâkim sahih senetlerle haber vermiştir. Böyle yüksek derece ve ölçülemiyecek kadar çok kıymetli olan ve mevlâsının nîmetlerine kavuşmuş bir Peygamberi vesîle ederek Onun şefaatini dileyerek yapılan duâ kabûl olmaz mı? (Cevher-ül-munzam)ın yazısı (Şevâhid-ül-hak)dan alınarak buraya kadar tercüme edildi. Nuh, İbrâhîm ve diğer Peygamberlerin de Muhammed aleyhisselâmı vesîle ederek yaptıkları duâlar, tefsîr kitaplarında yazılıdır.
(Şevâhid-ül-hak) İmâm-ı Sübkîden alarak diyor ki, Resûlullah ile tevessül etmek iki türlü olur: Birincisi, Onun yüksek mertebesi, bereketi için Allahü teâlâdan istemektir. Böyle duâ ederken, (tevessül), (istigâse) ve (teşeffu') sözlerinden herbiri kullanılabilir. Üçü de, aynı şeyi bildirmektedir. Bu kelimeleri söyliyerek duâ eden, Resûlullahı vesîle ederek, Allahü teâlâdan istemektedir. Onu vâsıta kılarak Allahü teâlâdan istigâse etmektedir. Dünya işlerinde de, bir kimseden, onun çok sevdiğini vesîle ederek birşey istenilince, hemen vermektedir. Tevessülün ikincisi, dileğe kavuşmak için, Resûlullahın Allahü teâlâya duâ etmesini, Ondan istemektir. Çünkü O, kabrinde diridir. İstenileni anlar ve Allahü teâlâdan ister. Kıyâmet günü de şefaat etmesi istenilecek ve şefaat edecektir ve şefaati kabûl olunacaktır.
(Şevâhid-ül-hak)da, Şihâbüddîn-i Remlî hazretlerinden alarak buyuruyor ki, (Peygamberler ve Velîler öldükten sonra da, kendileri ile tevessül, istigâse olunur. Peygamberler ölünce mucizeleri bitmez. Velîler ölünce de, kerâmetleri kesilmez. Peygamberlerin mezarda diri olduklarını, namaz kıldıklarını, hâc yaptıklarını, hadis-i şerifler açıkça bildirmektedir. Şehitlerin de diri oldukları, kâfirlerle harp ederken, yardım ettikleri bilinmektedir).
VEHHÂBÎLİK VE EHL-İ SÜNNETİN CEVABI
Müslüman olduklarını söyledikleri hâlde, Ehl-i sünnetten ayrılanlardan biri de, (Vehhâbî)lerdir. Bunlara (Necdî) de denir.
Otuzdördüncü Osmanlı pâdişâhı, ikinci sultan Abdülhamîd hân [1258-1336 (1842-1918) İstanbulda sultan Mahmûd türbesinde] zamanındaki devlet adamlarından Ahmed Cevdet Pâşa, oniki cilt (Tarih-i Osmanî) kitabının yedinci cildinde ve bahriyye mîrlivâsı (Tuğamirali) olan Eyyüb Sabri Pâşa yazdığı beş ciltlik (Mir'ât-ül-haremeyn) tarih kitabının, üçüncü cildi, doksandokuzuncu sayfasından başlıyarak Vehhâbîliği uzun anlatmaktadırlar. Mir'ât-ül-haremeyn tarihi türkçedir. Süleymâniyye kütübhânesinde mevcuttur. Aşağıdaki yazının çoğu Pâşanın bu kitabından alınmıştır. Pâşa bu bilgileri, Ahmed Zeynî Dahlânın (Fitne-tül-vehhâbîyye) kitabından tercüme etmiştir. 1308 [m. 1890] de vefât etmiştir.
Vehhâbîliği kuran, Muhammed bin Abdülvehhâbdır. Hicretin binyüzonbir 1111 [m. 1699] senesinde Necdde, Hüreymile kasabasında dünyaya gelmiş, binikiyüzaltı 1206 [m. 1792] senesinde ölmüştür. Önceleri, seyâhat ve ticâret için, Basra, Bağdat, Îrân, Hind ve Şâm taraflarına gitmiş, 1125 [m. 1713] senesinde, Basrada, ingiliz câsûslarından, Hempherin tuzağına düşerek, ingilizlerin (İslâmiyeti imhâ) çalışmalarına âlet olmuştur. Câsûsun yazdırdığı bozuk şeyleri, (Vehhâbîlik) ismi ile neşreyledi. (İngiliz câsûsunun itirafları) kitabımızda, Vehhâbîliğin kuruluşu uzun anlatılmaktadır. Eline geçirdiği Harranlı Ahmed ibni Teymiyyenin [661-728 [m. 1328] Şâmda] Ehl-i sünnete uymıyan kitaplarını okumuş, (Şeyh-i Necdî) diye meşhûr olmuştur. İngiliz câsûsu ile birlikte hazırladığı (Kitap-üt-tevhîd) kitabına Mekke-i mükerreme âlimleri, binikiyüzyirmibir (1221) senesinde, çok güzel cevap yazarak, kuvvetli vesikalarla red ettiler. (Seyf-ül-Cebbâr) ismindeki bu reddiyye, sonradan Pâkistânda basılmış ve 1395 [m. 1975] senesinde İstanbulda ofset baskısı yapılmıştır. Abdülvehhâb oğlu Muhammedin torunu Abdürrahmân, (Kitap-üt-tevhîd)i şerh etmiş ve Muhammed Hamîd adında bir vehhâbî, eklemeler yaparak, (Feth-ul-mecîd) adı ile Mısrda bastırılmıştır. Abdülvehhâb oğlu Muhammedin düşünceleri, köylülere ve Der'iyye ehâlîsi ile reîsleri Muhammed bin Sü'ûde yayılmıştır. Vehhâbîlik ismini verdiği fikirlerini kabûl edenlere (Vehhâbî) ve (Necdî) denir. Kendini kâdı, Sü'ûd oğlu Muhammedi emîr ve hâkim tanıtmıştır. Kendilerinden sonra, hep çocuklarının bu makamlara geçmelerini kabûl ettirmiştir.
Muhammedin babası Abdülvehhâb, sâlih bir müslüman idi. Bu ve Medînedeki âlimler, Abdülvehhâb oğlunun yanlış bir yol tutacağını anlamış, herkese, bununla konuşmamalarını nasihat etmişlerdi. Fakat, binyüzelli 1150 [m. 1737] senesinde Vehhâbîliği ilân etti. Din âlimlerinin ictihâdlarını kötüledi. Ehl-i sünnet vel-cemaate kâfir diyecek kadar ileri gitti. Peygamberlerin ve Evliyânın mezarlarına gidip de, ona karşı (Yâ Nebiyyallah), (Yâ Abdelkâdir!) gibi söyliyen müşrik olur, dedi.
Vehhâbîlere göre, Allahü teâlâdan başka birşeyin bir iş yaptığını söyliyen, müşrik, kâfir olur imiş. Meselâ (Filan ilâç ağrıyı kesti) veya (Filanca Peygamberin veya Velînin mezarı yanında Allahü teâlâ duâmı kabûl etti) diyen müşrik olur imiş. Bu düşüncelerini isbât için, Fâtiha sûresindeki (İyyâke neste'în), yâni (Biz yalnız senden yardım bekleriz) meâlindeki âyet-i kerimeyi ve tevekkül etmeyi bildiren âyet-i kerimeleri senet gösterdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bu âyet-i kerimelere verdiği doğru mânalar ve tevhîd ve tevekkül mes'eleleri (Se'âdet-i Ebediyye) kitabının ikinci kısm, Tevekkül maddesinde uzun yazılıdır. Buradan okuyanlar, tevhîdin doğru mânasını öğrenir. Kendilerine muvahhid diyen vehhâbîlerin, muvahhid olmadıklarını görür.
Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.
Şahsın görünür rütbe-i aklı, eserinde!
(El-Üsûl-ül-erbe'a fî-terdîd-il-vehhâbiyye) kitabında ikinci aslın sonunda, fârisî olarak diyor ki: Vehhâbîler ve bunlar gibi mezhepsizler (Mecâz) ve (İsti'âre) ne demek olduğunu anlıyamıyorlar. Bir kimsenin bir iş yaptığını söylemeye, bu söz mecâz olarak söylenmiş olsa bile, hemen şirk ve küfür diyorlar. Hâlbuki Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimin birçok yerinde, bir işin hakîkî yapıcısının kendisi olduğunu, mecâzî yapıcısının da kullar olduğunu bildirmektedir. En'âm sûresinin elliyedinci âyetinde ve Yûsüf sûresinde, bir âyette meâlen, (Hükm, ancak Allahındır), yâni hâkim yalnız Allahü teâlâdır, buyuruldu. Nisâ sûresinin Altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Aralarındaki anlaşmazlıklarda, seni hâkim yapmadıkça, îman etmiş olmazlar) buyurulmuştur. Birinci âyet-i kerime, hakîkî hâkimin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bildiriyor. İkinci âyet-i kerime ise, insana da, mecâz olarak hâkim denileceğini bildiriyor.
Her müslüman, diriltenin ve öldürenin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bilmektedir. Çünkü, Yûnüs sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Dirilten ve öldüren, yalnız Odur) ve Zümer sûresinin kırkikinci âyetinde meâlen, (Ölüm zamanında insanı, Allahü teâlâ öldürüyor) buyuruldu. Secde sûresinin onbirinci âyet-i kerimesinde ise, meâlen, mecâz olarak, (Öldürmek için vekîl yapılmış olan melek sizi öldürüyor) buyuruldu.
Hastalara şifâ veren yalnız Allahü teâlâdır. Çünkü, Şü'arâ sûresinin sekseninci âyetinde meâlen, (Hasta olduğum zaman, bana ancak O şifâ verir) buyuruldu. İmrân sûresinin kırkdokuzuncu âyetinde ise meâlen, Îsâ aleyhisselâmın, (Âmânın gözünü açarım ve Baras illetini iyi ederim ve Allahü teâlânın izni ile, ölüleri diriltirim) dediğini bildirmektedir. [Baras, ebreş (Vitiligo) denilen cilt hastalığıdır. Derinin rengi gider. Büyük beyaz lekeler olur. Yâhut, albino hastalığıdır. Vücûdun tamamı beyazdır. ] İnsana evlat veren, hakîkatte Allahü teâlâdır. Cebrâîl aleyhisselâmın ise, mecâz olarak, (Sana, temiz bir oğul veririm) dediğini, Meryem sûresinin onsekizinci âyeti bildirmektedir.
İnsanın hakîkî sahibi Allahü teâlâdır. Bekara sûresinin ikiyüzelliyedinci âyetinin meâl-i şerifi, (Allahü teâlâ, îman edenlerin velîsidir) bunu açıkça bildiriyor. Mâide sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Sizin velîniz, Allahdır ve Onun Resûlüdür) ve Ahzâb sûresinin altıncı âyetinde meâlen, (Peygamber, müminlere, kendilerinden daha çok sahiptir!) buyurarak, kulun da mecâz olarak velî olduğu bildirilmektedir. Bunlar gibi hakîkî yardımcı, Allahü teâlâdır. Kullarına da, mecâz olarak mu'în demiştir. Mâide sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (İyilikte ve takvâda birbirinize yardımcı olunuz!) buyuruldu. Vehhâbîler, Allahdan başkasının kulu diyene, meselâ Abdünnebî, Abdürresûl diyen müslümana müşrik diyorlar. Hâlbuki, Nûr sûresinin otuzikinci âyetinde meâlen, (Evli olmıyan kadınlarınızı ve kullarınızdan ve câriyelerinizden sâlih olanları evlendiriniz!) buyuruldu. İnsanların hakîkî Rabbi, Allahü teâlâdır. Fakat, mecâz olarak, başkasına da rab denilir. Yûsüf sûresinin kırkikinci âyetinde meâlen, (Rabbinin yanında beni söyle!) buyruldu.
Vehhâbîlerin en çok takıldıkları şey, (İstigâse) kelimesidir. Allahdan başkasından yardım istemek, ona sığınmak şirktir diyorlar. Evet, hakîkî istigâse olunacak, yalnız Allahü teâlâdır. Bunu bilmiyen hiçbir müslüman yoktur. Fakat, başkasından da istigâse olunacağını, mecâz olarak söylemek câizdir. Çünkü, Kasas sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Onun kavminden olan, düşmanına karşı, ondan istigâse eyledi) buyuruldu. Hadis-i şerifte de, (Mahşer yerinde, Âdem aleyhisselâmdan istigâse edeceklerdir) buyuruldu. (Hısn-ül-hasîn)de yazılı hadis-i şerifte, (Yardım isteyen kimse, Ey Allahın kulları bize yardım ediniz desin!) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, yanında olmıyan kimseye seslenerek, ondan yardım istemeyi emretmektedir. (El-Üsûl-ül-erbe'a) kitabından tercüme burada tamam oldu. Bu kitap, fârisî olup, 1346 [m. 1928] da Hindistânda basılmış, 1395 [m. 1975] de, İstanbulda ofset üsûlü ile ikinci baskısı yapılmıştır. Bu kitabın yazarı, imam-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından Muhammed Hasen Cân sahiptir. Cân sâhib, (Tarîk-un-necât) kitabında da, vehhâbîlere ve diğer mezhepsizlere kıymetli cevaplar vermektedir. Bu kitabı, arabî olup, urdu diline tercümesi ile birlikte, 1350 senesinde Hindistânda basılmış ve 1396 [m. 1976] da İstanbulda, ofset baskısı yapılmıştır. [Hasen Cân [m. 1931] de vefât etti. ]
[Her kelimenin belli bir mânası vardır. Buna hakîkî mânası denir. Bir kelime, kendi hakîkî mânasında kullanılmayıp da, bir bağlantısı, ilişkisi bulunan başka bir mânada kullanılınca, bu kelimeye (Mecâz) denir. Allahü teâlâya mahsûs olan bir kelime, mecâz olarak, insanlar için kullanılınca, vehhâbîler bunu hakîkî mânada kullanıldı sanıyorlar. Bunu söyliyene müşrik, kâfir diyorlar. Böyle kelimelerin, âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde de insanlar için mecâz olarak kullanıldıklarını düşünmüyorlar].
Resûlullahdan ve Evliyâdan şefaat, yardım istemek, Allahü teâlâyı bırakmak, Onun yaratıcı olduğunu unutmak demek değildir. Bulut vâsıtası ile Allahü teâlâdan yağmur beklemek, ilâç içerek Allahü teâlâdan şifâ beklemek, top, bomba, füze, tayyâre kullanarak Allahü teâlâdan zafer beklemek gibidir. Bunlar sebebdir. Allahü teâlâ, herşeyi sebeple yaratmaktadır. Bu sebeplere yapışmak, şirk değildir. Peygamberler hep sebeplere yapıştılar. Allahü teâlânın yarattığı suyu içmek için çeşmeye, Onun yarattığı ekmeği yimek için fırıncıya gidildiği ve Allahü teâlânın zafer vermesi için, harp vâsıtaları ve talim terbiye yapıldığı gibi, Allahü teâlânın duâyı kabûl etmesi için de, Peygamberin, Evliyânın ruhlarına gönül bağlanır. Allahü teâlânın elektromagnetik dalgalarla yarattığı sesi almak için radyo kullanmak, Allahü teâlâyı bırakıp bir kutuya başvurmak değildir. Çünkü, radyo kutusundaki âletlere o özellikleri, o kuvvetleri veren Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, her şeyde, kendi kudretini gizlemiştir. Müşrik, puta tapar, Allahü teâlâyı düşünmez. Müslüman, sebepleri, vâsıtaları kullanırken, sebeplere, mahlûklara, te'sîr, hâssa veren Allahü teâlâyı düşünür. İstediğini Allahü teâlâdan bekler. Geleni Allahü teâlâdan bilir. Yukarıda yazılı âyet-i kerimenin mânası da, böyle olduğunu göstermektedir. Yâni, müminler her namazda Fâtiha sûresini okurken, (Yâ Rabbî, dünyadaki arzularıma, ihtiyaçlarıma kavuşmak için maddî, fennî sebeplere yapışıyor ve bana yardım etmeleri için, sevdiğin kullarına yalvarıyorum. Bunları yaparken ve her zaman, dilekleri verenin, yaratanın yalnız Sen olduğuna inanıyorum. Yalnız Senden bekliyorum!) demektedir. Hergün böyle söyliyen müminlere müşrik denilemez. Peygamberlerin, Velîlerin ruhlarından yardım istemek, Allahü teâlânın yarattığı bu sebeplere yapışmaktır. Bunların müşrik olmadıklarını, hâlis mümin olduklarını (Fâtiha) sûresinin bu âyeti açıkça haber vermektedir. Vehhâbîler maddî, fennî sebeplere yapışıyor, nefslerinin isteklerine kavuşmak için, her vesîleye, her çâreye başvuruyorlar. Peygamberleri ve Evliyâyı vesîle edinmeye şirk diyorlar.
Abdülvehhâb oğlunun sözleri nefse uygun geldiğinden, din bilgisi olmıyanlar kolay inandı. Ehl-i sünnet âlimlerine, doğru yoldaki müslümanlara kâfir dediler. Emîrler, kuvvetlenmek için, vehhâbîliği uygun buldular. Arab kabîlelerini, vehhâbî olmaya zorladılar. İnanmıyanları öldürdüler. Köylüler, ölüm korkusu ile Der'iyye emîri Muhammed bin Sü'ûdün emrine girdi. Vehhâbî olmıyanların mallarına, canlarına, ırzlarına, kadınlarına saldırmak için, emîre asker olmak işlerine iyi geldi.
Abdülvehhâb oğlu Muhammedin kardeşi şeyh Süleymân efendi, Ehl-i sünnet âlimi idi. Vehhâbîliği red eden (Savâ'ik-ul-ilâhiyye firred-i alel-vehhâbiyye) kitabını yazarak, bu sapık fikirlerin yayılmasını önledi. Bu kıymetli kitap, [1306] senesinde basılmış, 1395 [m. 1975] de İstanbulda ofset baskısı yapılmıştır. Muhammedin yanlış bir çığır açtığını anlıyan hocaları da, onun bozuk kitaplarına güzel cevaplar yazdılar. Onun doğru yoldan saptığını açıkladılar. Vehhâbîlerin âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış mâna verdiklerini isbât ettiler. Fakat, bunların hepsi, köylülerin ehl-i îmana karşı olan kinlerini, düşmanlıklarını arttırdı.
Vehhâbîlik, câhiller tarafından, ilim ile değil, ingiliz parası ve silâhları ile ve zulmederek, kan dökerek yayıldı. Bu yolda ellerini kana bulayan zâlimlerin en taş yüreklisi, Der'iyye emîri Muhammed bin Sü'ûd idi. Bu adam, Benî Hanîfe kabîlesinden olup, Müseylemet-ül-kezzâbın peygamberliğine inanan ahmakların soyundan idi. 1178 [m. 1765] de öldü. Yerine oğlu Abdülazîz geçti. Bu da, 1217 de bir şî'î tarafından öldürüldü. Yerine oğlu ikinci Su'ûd geçti ve 1231 de öldü. Yerine oğlu Abdüllah geçti ve 1240 da, İstanbulda idam edildi. Yerine, Abdülazîzin torunu Terkî bin Abdüllah geçti. 1254 de, bunun oğlu Faysal geçti. 1282 de oğlu Abdüllah emîr yapıldı. Bunun kardeşi Abdürrahmân ile oğlu Abdülazîz Kuveyte yerleşti. Abdülazîz 1319 [m. 1901] de Rıyâda gelip, emîr oldu. İngilizlerin yardımı ile Mekkeye saldırdı. 1351 [m. 1932] de, Sü'ûdî arabistân devletini kurdu. Sü'ûd emîri Fahdın, Efgânistândaki Ehl-i sünnet mücâhidleri ile harp etmekte olan Rus kâfirlerine dört milyar dolar yardım yaptığını 1991 tarihli gazetelerde okuduk.
Vehhâbîler Allahın birliğinde hâlis olmak, küfürden kurtulmak yolunda imiş. Bütün müslümanlar, altıyüz seneden beri şirk içinde imiş. Müslümanları şirkten, küfürden kurtarmaya çalışıyorlarmış. Kendilerini haklı göstermek için, Ahkâf sûresinin beşinci ve Yûnüs sûresinin yüzaltıncı âyet-i kerimelerini de ileri sürüyorlar. Hâlbuki, bunlar gibi âyet-i kerimelerin, müşrikler için gelmiş olduğunu tefsîrler bildirmektedir. Bu âyet-i kerimelerin birincisinde meâlen, (Allahü teâlâyı bırakıp da kıyâmete kadar hiç işitmeyen şeylere duâ eden kimseden daha sapık kimse yoktur), ikincisinde meâlen, (Mekke müşriklerine söyle! Bana emrolundu ki, Allahü teâlâdan başka şeylere, faydası ve zararı olmıyan şeylere duâ etme! Eğer Allahü teâlâdan başkasına duâ edersen, kendine zulmetmiş, zarar etmiş olursun) buyuruldu.
(Keşf-üş-şübühât) kitabı, Zümer sûresinin üçüncü âyetini de ele alıyor. Bu âyette, meâlen, (Allahdan başkasını Velî edinenler, biz bunlara tapınıyor isek, bizi Allaha yaklaştırmaları için, bize şefaat etmeleri için tapınıyoruz derler) buyuruluyor. Bu âyet-i kerime, putlara tapan müşriklerin sözlerini bildirmektedir. Şefaat isteyen müminleri, bu müşriklere benzetiyor. (Müşrikler de putların yaratıcı olmadığını, yaratıcı yalnız Allahü teâlâ olduğunu söylerdi) diyor. (Ruh-ul-beyan)da, bu âyet-i kerimenin tefsîrinde diyor ki, (İnsan, kendisinin ve herşeyin yaratıcısını tanımaya elverişli olarak, yaratılmıştır. Yaratıcısına ibâdet etmek ve Ona yaklaşmak arzusu, her insanda vardır. Fakat böyle elverişli olmanın ve bu isteğin kıymeti yoktur. Çünkü, nefis, şeytan ve kötü arkadaş, insanı aldatarak [yaratılışındaki bu arzuyu yok eder. Yâ, yaratana ve kıyâmet gününe inanmaz olur. Komünistler ve masonlar böyledir. Yâhut] müşrik yapar. Müşrik, Allahü teâlâya yaklaşamaz. Onu tanıyamaz. Şirkten uzaklaşıp, Tevhîde sarılarak hâsıl olan marifet, tanımak, kıymetlidir. Bunun alâmeti, Peygamberlere ve kitaplarına inanmak ve bunlara uymaktır. İnsan, Allahü teâlâya ancak böyle yaklaşabilir. Secde etmek, İblîsin yaratılışında vardı. Fakat, nefsine uymadığı için, secde etmek istemedi. Eski Yunan Felsefecileri de, Allahü teâlâya yaklaşmağı, Peygamberlere uyarak değil, kendi akıllarına, nefslerine uyarak istedikleri için kâfir oldular. Müminler Allahü teâlâya yaklaşmak için, islâmiyete uyuyor. Kalbleri nûr ile doluyor. Ruhlarına Cemâl sıfatları tecellî ediyor. Müşrikler, Allahü teâlâya yaklaşmak için, Peygambere, islâmiyete uymıyorlar. Nefslerine, noksan olan akıllarına, bid'atlere uyuyorlar. Kalbleri kararıyor. Ruhları perdeleniyor. Putlara, bize şefaat etmeleri için tapınıyoruz demelerinin yanlış olduğunu, Allahü teâlâ, bu âyetin sonunda haber veriyor). Görülüyor ki, Lokman sûresinin yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Kâfirlere sorarsan, yeri ve gökleri kim yarattı dersen, elbette Allah yarattı derler) ve Zuhruf sûresinin seksenyedinci âyetinde meâlen, (Allahdan başkasına tapınanlara, bunları kim yarattı diye sorarsan, elbette Allah yarattı derler) buyuruluyor. Bu âyet-i kerimeleri ele alarak (Müşrikler de yaratıcının yalnız Allah olduğunu biliyorlardı. Putlarının kıyâmette kendilerine şefaat etmeleri için tapınıyorlardı ve bunun için müşrik ve kâfir oldular) demek çok haksızdır.
Müminler, Peygamberlere ve Evliyâya tapınmıyor ve bunların Allahü teâlâya şerîk, ortak olmadığını söylüyoruz. Peygamberlerin ve Evliyânın, mahlûk, birer kul olduğuna, ibâdet edilmeye hakları olmadığına inanıyoruz. Onların, Allahü teâlânın sevdiği kulları olduğuna, Allahü teâlânın, sevdiklerinin bereketi ile, kullarına merhamet edeceğine inanıyoruz. Zararı ve faydayı yaratan yalnız Allahü teâlâdır. Tapınmaya hakkı olan yalnız Odur. Sevdiklerinin bereketi ile kullarına merhamet eder diyoruz. Müşrikler, yaratılışlarında mevcut olan marifetten dolayı, putlarının yaratıcı olmadığını söylüyor ise de, bu tabî'î marifeti Peygamberlere uyarak kuvvetlendirmedikleri için, putların tapınmaya hakları olduğuna inanıyor, bunun için tapınıyorlar. Putların ibâdet olunmaya hakkı vardır dedikleri için müşrik oluyorlar. Yoksa, bize şefaat etmelerini istiyoruz dedikleri için müşrik olmazlar. [Putlardan şefaat beklemek bâtıl, yâni bozuk bir inanıştır. Böyle inanmak câiz değildir. Fakat böyle inanmak şirk de değildir. Putlara tapınmak şirktir. ] Görülüyor ki, Ehl-i sünneti puta tapan kâfirlere benzetmek, tamamen yanlıştır. Bu âyet-i kerimelerin hepsi, putlara tapınan kâfirler ve müşrikler için gelmişti. (Keşf-üş-şübühât) kitabı, âyet-i kerimeyi tevil ederek, âyet-i kerimeye yanlış mâna vererek ve bozuk mantık yürüterek, Ehl-i sünnet olan müslümanlara müşrik diyor.
(El-fecr-üs-sâdık firredd-i alâ münkiri-t-tevessüli-velkerâmâti-vel-havârık) kitabında, bu âyet-i kerime tefsîr edilmiş, yanlış mâna verildiği isbât olunmuştur. Bu kitabı, Irâk âlimlerinden Cemil Sıdkı Zehâvî yazmış, 1323 [m. 1905] de Mısrda basılmıştır. 1396 [m. 1976] da, İstanbulda ofset ile ikinci baskısı yapılmıştır. Cemil Sıdkı, İstanbul Üniversitesinde (İlm-i kelâm) üzerinde dersler vermiş, 1355 [m. 1936] de vefât etmiştir. 1956 da basılan (Müncid) kitabında resmi vardır.
Abdüllah ibni Ömer hazretlerinin bildirdiği iki hadis-i şerifte, (Onlar doğru yoldan ayrıldı. Kâfirler için inmiş olan âyet-i kerimeleri, müminlere yüklediler) ve (Ümmetim için korktuklarımın en korkuncu, Kur'an-ı kerime kendi görüşlerine göre mâna vermeleri, yersiz tercüme etmeleridir) buyuruldu. Bu iki hadis-i şerif, mezhepsizlerin ortaya çıkacaklarını ve kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri müminlere yükleteceklerini, yanlış mâna vereceklerini haber vermektedir.
Abdülvehhâb oğlu Muhammedin yanlış fikirler taşıdığını, müslümanlar için ilerde zararlı olacağını anlıyarak buna nasihat verenlerden biri, Medînenin büyük âlimlerinden, şeyh Muhammed bin Süleymân Medenîdir. Şâfi'î fıkh âlimi olan bu zatın, çok kitabı vardır. İbni Hacer-i Mekkînin (Minhâc)a yaptığı (Tuhfet-ül-muhtaç) ismindeki şerhe olan hâşiyesi meşhûrdur. 1194 [m. 1780] de Medînede vefât etti. (El-fetâvâ) adındaki iki cilt kitabında, (Ey Abdülvehhâb oğlu! Müslümanlara dil uzatma! Allah rızası için sana nasihat ediyorum. Evet, işleri, Allahdan başkası yapar diyen olursa, ona doğruyu söyle! Fakat, sebeplere yapışanların ve sebepleri de, sebeplerin te'sîr kuvvetlerini de, Allahın yarattığına inananların kâfir olduğu söylenemez. Sen de bir müslümansın. Müslümanların hepsi yerine, birine sapık demek daha doğru olur. Sürüden ayrılanın sapıtması daha kolaydır. Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Kendisine doğru yol gösterildikten sonra, Peygamberlerin yolundan ayrılan, müminlerin inanışlarını ve ibâdetlerini terk eden kimseyi, âhırette dost olduğu küfür ve irtidâd üzere diriltir ve Cehenneme atarız) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, sözümün doğru olduğunu göstermektedir) diyor. Vehhâbîlerin sayılamıyacak kadar çok bozuk fikirleri varsa da, bunların temeli, üç şeydir:
1 - (Amel, ibâdet, îmanın parçasıdır) diyorlar. (Bir farzı, inandığı hâlde, tenbellikle yapmıyan kimse, meselâ bir namazı kılmıyan, hasîsliğinden dolayı zekât vermiyen kâfir olur. Bunu öldürmeli, mallarını vehhâbîlere taksîm etmelidir) diyorlar.
(Milel ve nihal) tercümesi altmışüçüncü sayfada diyor ki: (Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile dediler ki, ibâdetler îmana dahil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tenbellikle yapmıyan, kâfir olmaz. Yalnız, namaz kılmıyan için sözbirliği olmadı. Hanbelî mezhebine göre, tenbellikle namaz kılmıyan kâfir olur). [Senâüllah pâni-pütî (Mâ-lâ-büdde) kitabının başında diyor ki, (Müslüman, büyük günah işlemekle kâfir olmaz. Eğer Cehenneme sokulursa, az veya uzun zaman sonra, Cehennemden çıkarılıp, Cennete sokulur. Cennette sonsuz kalır. ) Bu kitap fârisî olup, 1376 [m. 1956] da Delhîde ve 1410 [m. 1990] da İstanbulda, Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılmıştır. ] Hanbelî mezhebinde, yalnız namaz kılmıyan için kâfir olur denildi. Diğer ibâdetler için denilmedi. O hâlde, vehhâbîler bu bakımdan da Hanbelî değildir. Ehl-i sünnet olmıyanların Hanbelî de olmıyacağını onsekizinci ve otuzikinci sayfalarda bildirmiştik. Dört mezhepten birinde olmıyanlar, Ehl-i sünnet değildirler.
2 - (Peygamberlerin ve Evliyânın ruhlarından şefaat istiyen, bunların mezarını ziyâret edip, bunları vesîle ederek duâ eden kâfir olur. Meyyitte his yoktur) diyorlar.
Kabirdekine söyliyen kâfir olsaydı, Peygamberimiz ve büyük âlimler, Velîler, böyle duâ etmezlerdi. Peygamberimiz, Medînedeki (Bakî') kabristanını ve Uhud şehitlerini ziyâret etmeye giderdi. Kabirdekilere selâm verdiği ve onlarla konuştuğu, vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) kitaplarının dörtyüzseksenbeşinci sayfasında de yazılıdır.
Peygamberimiz duâ ederken (Allahümme innî es-elüke bi-hakkıssâilîne aleyke), yâni (Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hâtırı için Senden istiyorum!) derdi ve böyle duâ ediniz buyururdu. Hz. Alînin annesi Fâtımayı kendi mübârek elleri ile, mezara koyunca: (İğfir li-ümmî Fâtımate binti Esed ve vessi' aleyhâ medhalehâ bi-hakkı nebiyyike vel enbiyâillezîne min kablî inneke erhamürrâhimîn) demişti. Bu duâ (Yâ Rabbî! Annem Fâtıma binti Esedi mağfiret eyle, yâni günahlarını affeyle! İçinde bulunduğu yeri genişlet! Peygamberinin hakkı için ve benden önce gelmiş, Peygamberlerin hepsinin hakkı için bu duâmı kabûl et! Sen, merhametlilerin en merhametlisisin) demektir. Ensârın büyüklerinden Osman bin Huneyfin bildirdiği hadis-i şerifte, iyi olması için duâ isteyen bir âmâya, abdest alıp, iki rekât namazdan sonra, (Allahümme innî es'elüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyyike Muhammedin nebiyyirrahme, yâ Muhammed innî eteveccehü bike ilâ Rabbî fî hâcetî hâzihî li-taktiye-lî Allahümme şeffi'hü fiyye) duâsını okumasını emretmişti. Bu duâda, dileğin kabûl edilmesi için, Muhammed aleyhisselâmı vesîle etmesi emrolunmaktadır. Eshâb-ı kirâm, bu duâyı hep okurdu. Bu duâ, (Eşi'at-ül leme'ât) ikinci cildinde ve (Hısn-ül hasîn)de senetleri ile birlikte yazılıdır. Şerh ederken (Peygamberini vesîle ederek sana dönüyorum) demektedirler.
Bu duâlar gösteriyor ki, Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak, onların hâtırı ve hürmeti ile duâ etmek câizdir.
1361 [m. 1942] senesinde vefât eden (Câmi'ul-ezher) kibâr-ı ulemâsından şeyh Ali Mahfûz, 1375 [m. 1956] de Mısrda basılan (El-ibdâ') kitabında, İbni Teymiyyeyi ve Abduhu çok övdüğü hâlde, ikiyüzonüçüncü [213] sayfasında (Evliyâyı kiram öldükten sonra, dünya işlerinde tasarruf ederler demek, meselâ hastaları iyi eder, boğulacakları kurtarır, düşman karşısında olana yardım eder ve gayb olan şeylere kavuşturur demek, doğru değildir. Mertebeleri yüksek olduğu için, Allahü teâlâ, bu işleri onlara bırakmıştır. Dilediklerini yaparlar demek yanlıştır. Fakat Allahü teâlâ, Evliyâsı arasından dilediklerine, sağ iken ve öldükten sonra, ikrâm ederek, onların kerâmeti ile hastayı iyi eder. Boğulmak üzere olanı kurtarır. Düşman karşısında olana yardım eder. Gayb olan şeyi buldurur. Böyle olmasını akıl kabûl eder. Kur'an-ı kerim de bunları haber veriyor) diyor. Câmi'ul-ezher profesörlerinden Abdüllah Desûkî ve Yûsüf Decvî, İbdâ' kitabının sonuna takrîz yazmışlar, kitabı övmüşlerdir.
Abdülganî Nablüsî, (Hadîka) kitabının yüzseksenikinci sayfasında diyor ki, (Buhârînin Ebû Hüreyreden haber verdiği hadis-i kudsîde, (Allahü teâlâ, kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle herşeyi tutar. Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu korurum buyurdu) denilmektedir. Burada bildirilen nâfile ibâdetler, farzları yapanların yaptıkları sünnet ve nâfile ibâdetlerdir. [Böyle olduğunu, (Merâkıl-felâh) ve bunun (Tahtâvî) hâşiyesi de açık yazmaktadır. 425. sayfaya bakınız!] Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, farzları yaptıktan sonra, nâfile ibâdetleri de yapan, Allahü teâlânın sevgisini kazanır ve duâları kabûl olur). Bunların diri iken de, öldükten sonra da, duâ ettikleri kimseler, murâdlarına kavuşur. Öldükten sonra da işitirler. Dileyenleri boş çevirmez, duâ ederler. Bunun için, hadis-i şerifte, (İşlerinizde sıkıştığınız zaman, kabirde olanlardan yardım isteyiniz!) buyuruldu. Bu hadisin, mânası açıktır. Âlûsînin tevil etmesi yersizdir.
(Hadîkat-ün-nediyye) kitabının ikiyüzdoksanıncı sayfasında diyor ki: (Müminler, uykuda iken olduğu gibi, öldükten sonra da mümindir. Peygamberler de, uykuda iken olduğu gibi, öldükten sonra da Peygamberdirler. Çünkü, mümin olan ve Peygamber olan, ruhdur. İnsan ölünce, ruhu değişmez. Böyle olduğu imam-ı Abdüllah Nesefînin (Umdet-ül akâid) kitabında yazılıdır. [Bu kitap, 1259 [m. 1843] senesinde Londrada basılmıştır. ] Bunun gibi, Evliyânın da, uykuda iken olduğu gibi, öldükten sonra da Evliyâlıkları gitmez. Buna inanmıyan câhildir, inatçıdır. Evliyânın öldükten sonra da kerâmet sahibi olduklarını, ayrı bir kitabımda isbât ettim). Hanefî mezhebi âlimlerinden Ahmed bin seyyid Muhammed Mekkî Hamevî ve Şâfi'î mezhebi âlimlerinden Ahmed bin Ahmed Şücâ'î ve Muhammed Şevberî Mısrî, Evliyânın kerâmetleri olduğunu, kerâmetlerinin öldükten sonra da devam ettiğini ve Evliyânın kabirleri ile tevessül ve istigâsenin câiz olduğunu vesikalarla isbât eden risâleler yazmışlardır. Bu üç risâle, Ahmed Zeynî Dahlanın (Ed-dürer-üs-seniyye fireddi alel-vehhâbiyye) kitabı ile bir arada, 1319 [m. 1901] senesinde Mısrda basılmış ve 1396 [m. 1976] senesinde, İstanbulda ofset baskıları yapılmıştır.
Konyalı Muhammed Hâdimî efendi, 1176 [m. 1762] senesinde Konyada vefât etmiştir. (Berîka) kitabının ikiyüzaltmışdokuzuncu sayfasında diyor ki, (Evliyânın kerâmet göstermesi, haktır, doğrudur. Velî, Allahü teâlâya ve sıfatlarına, mümkün olduğu kadar ârif olan müslüman demektir. Tâatleri, ibâdetleri çok yapar. Günahlardan ve nefsine, şehvetlerine uymaktan çok sakınır. Allahü teâlânın, âdetinin ve fen kanûnlarının dışında olarak yarattığı şeylere (Hârik-ul'âde) şeyler denir. Hârik-ul'âde şeyler, sekizdir: Mucize, kerâmet, iânet, ihânet, sihir, ibtilâ, isâbet-i ayn yâni nazar değmesi ve irhâs. Kerâmet, müttekî, ârif-i billah olan bir müminin elinde hâsıl olan hârik-ul'âde şey demektir. Bu kimse Velîdir. Peygamber değildir. Şâfi'î mezhebi âlimlerinden Ebû İshak İbrâhîm İsferâînî kerâmetlerin bazısını ve Mu'tezile fırkasında olanlar kerâmetlerin hepsini inkâr etti. Mucize ile karışır. Peygambere inanmak güç olur dediler. Hâlbuki, bir Velîden, kerâmet görülünce, kendisinin Peygamber olduğunu söylemez. Kerâmetini göstermek istemez. Peygamberler ve Velîler öldükten sonra da, bunlar vâsıtası ile Allahü teâlâya yalvarmak câizdir. Böyle duâ etmeye, (Tevessül) ve (İstigâse) etmek denir. Çünkü, bunlar ölünce, mucizeleri ve kerâmetleri devam eder. Remlî de böyle söyledi. İmâm-ül-haremeyn diyor ki, (Kerâmetin, öldükten sonra da devam ettiğini yalnız şî'î inkâr eder). Mısrdaki mâlikî mezhebinin büyüklerinden Ali Echûrî diyor ki, (Velî, dünyada iken, kınındaki kılınç gibidir. Ölünce, kınından çıkan kılınç gibi olup, tasarrufu, te'sîri kuvvetlenir). Bu sözü, Ebû Ali Sencî de, (Nûr-ül-hidâye) kitabında yazmaktadır. Kerâmetin hak olduğu, Kitap ile, Sünnet ile ve icmâ-ı ümmet ile sâbittir. Evliyânın, yüzlerce, binlerce kerâmetleri, kıymetli kitaplarda bildirildi. ) (Berîka)dan tercüme tamam oldu.
(Mir'ât-ı Medîne) kitabının yüzaltıncı sayfasından başlıyarak diyor ki: Hadis âlimlerinden İbni Huzeyme ve Dâr-ı Kutnî ve Taberânînin, Abdüllah bin Ömerden bildirdikleri sahih hadiste, (Kabrimi ziyâret edene şefaatim vâcib oldu) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, imam-ı Münâvînin (Künûz-üd-dekâık) kitabında da vardır. Ayrıca, İbni Hibbânın haber verdiği (Vefâtımdan sonra kabrimi ziyâret eden, hayatımda ziyâret etmiş gibidir) hadis-i şerifini ve Taberânînin bildirdiği (Kabrimi ziyâret edene şefaat edeceğim) hadis-i şerifini yazmaktadır. İmâm-ı Bezzârın Abdüllah ibni Ömerden haber verdiği (Kabrimi ziyâret edene şefaatim helâl oldu) hadis-i şerifi ve Müslim-i şerifte, Abdüllah ibni Ömerin bildirdiği, (Beni ziyâret için Medîne-i münevvereye gelenlere, kıyâmet günü şefaat etmekliğim hak oldu) merfû' hadis-i şerifini her müslüman bilmektedir.
Taberânînin ve Dâr-ı Kutnînin ve İbnül-Cevzînin haber verdikleri (Hac eden, sonra kabrimi ziyâret eden, beni sağ iken ziyâret etmiş gibi olur) hadis-i şerifi büyük müjdedir. Dâr-ı Kutnînin bildirdiği (Hac eden kimse, beni ziyâret etmezse, beni üzmüş olur) hadis-i şerifi, hac edip de, özrü olmadığı hâlde, Kabr-i saadeti ziyâret etmiyenleri bildirmektedir.
Medîne-i münevvere islâm üniversitesi rektörü Abdülazîz, (Tahkîk ve îzâh) ismindeki kitabında, ziyâret etmeyi teşvîk eden yukarıdaki hadis-i şeriflerin hiçbirinin senedi, delîli olmadığını yazıyor. Hepsinin mevdû' olduğunu şeyhul-islâm İbni Teymiyye bildirdi diyor. Hâlbuki Zerkânînin (Mevâhib) şerhinin sekizinci cildinde ve Semhûdînin (Vefâ-ül-vefâ)sının dördüncü cildi sonunda bu hadis-i şeriflerin kaynakları, uzun yazılı olup, hasen hadis oldukları bildirilmiş, İbni Teymiyyenin bu sözü mevdû'dur denilmiştir. Medîne üniversitesinin rektörü ve hocaları, böylece Ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarına gölge düşürmeye çalışmakta, kendi inançlarını, kitapları ile dünyaya yaymaktadırlar. Dünyadaki bütün milletleri, yâni hem müslümanları, hem de başkalarını aldatmak, kendilerini hakîkî müslüman tanıtmak için, yeni bir siyâset kullanıyorlar: (Râbıtat-ül-âlem il-islâm) isminde bir İslâm merkezi kurdular. Her memleketteki müslümanlar arasından, câhil, kiralık din adamlarını seçerek, burada topladılar. Herbirine yüzlerce altın maaş veriyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından haberi olmıyan, bu câhil din adamlarını kukla gibi kullanıyorlar. Kendi inançlarını bu merkezden bütün dünyaya yayarak, bunlara (Dünya İslâm Birliği)nin fetvâları diyorlar. 1395 [m. 1975] Ramazan-ı şerif ayında çıkardıkları, böyle uydurma fetvâlarında, (Kadınlara Cuma namazı kılmak farzdır. Cuma ve bayram hutbeleri, her memlekette kendi dilleri ile okunur) dediler. Mekkedeki bu fitne ve fesat ocağına üye olan, Mevdûdînin adamlarından Sabri ismindeki bir sapık, bu fetvâyı hemen Hindistâna getiriyor. Hindistândaki, bol aylıklı, apartmanlı câhiller, kadınları zorla câmilere sürüklediler. Çeşidli dillerle hutbe okumaya başladılar. Hindistândaki Ehl-i sünnet âlimleri, hakîkî din adamları, bu hareketi önlemek için, kıymetli kaynaklardan fetvâlar hazırlayıp, yaydılar. Bu ilmî yazılara cevap veremeyip, hak sözün karşısında duramadılar. Hindistânın güneyindeki (Kerala) bölgesinde, yüzlerce din adamı, aldanmış olduklarını anlıyarak, tevbe ettiler. Tekrar, Ehl-i sünnet saflarına katıldılar. Ehl-i sünnet âlimlerinin, sağlam kaynaklara dayanan bu kıymetli fetvâlarından dört adedi, ofset yolu ile bastırılarak bütün islâm memleketlerine gönderildi. Her yerdeki hakîkî din adamları, buna karşı müslümanları uyandırmakta, islâmiyeti içerden yıkan, parçalıyan felaket ateşini söndürmeye çalışmaktadırlar. Elhamdü-lillah ki, dünyanın her yerinde temiz ruhlu, uyanık gençler, hakkı bâtıldan ayırmaktadırlar.
İbni Âbidîn, Cuma hutbesini ve iftitâh tekbîrini ve namaz içinde duâyı anlatırken buyuruyor ki, (Hutbeyi arabîden başka lisan ile okumak, namaza dururken, başka dil ile iftitâh tekbîrini söylemek gibidir. Bu da, namazdaki diğer zikrler gibidir. Namaz içindeki zikrleri ve duâları arabîden başka dil ile söylemek ise, tahrîmen mekruhtur. Hz. Ömer yasak etmiştir). Namazın vâciblerini anlatırken diyor ki, (Tahrîmen mekruh işlemek, küçük günah olur. Buna devam edenin adaleti gider). (Tahtâvî)de diyor ki, (Küçük günaha devam eden fâsık olur. Fâsık olan veya bid'at işliyen imamların arkasında namaz kılmamalı, başka câmide kılmalıdır). Eshâb-ı kirâm ve Tâbiîn-i izâm, Asyada ve Afrikada, hutbelerin tamamını hep arabî okudu. Çünkü, hutbenin hepsini veya bir kısmını başka dil ile okumak, mekruh ve bid'at olur. Bid'at ise büyük günahtır. Hâlbuki, dinliyenler arabî bilmiyorlar, hutbeleri anlıyamıyorlardı. Din bilgileri de yoktu. Onlara öğretmek lâzım idi. Fakat, yine hutbenin hepsini arabî okudular. Bunun için, Osmanlı imparatorluğundaki Şeyh-ul-islâm efendiler ve dünyada meşhûr olan büyük islâm âlimleri, altıyüz seneden beri, hutbeleri, türkçe de okutarak, cemaatin anlamasını çok istediler ise de, câiz olmıyacağını bildikleri için, buna izin veremediler.
İmâm-ı Beyhekînin Ebû Hüreyreden haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse bana selâm verince, Allahü teâlâ ruhumu cesedime verir. Onun selâmını işitirim) buyuruldu. İmâm-ı Beyhekî, bu hadis-i şerife dayanarak, Peygamberler kabirlerinde, bizim bilmediğimiz bir hayat ile diridirler demiştir.
Medînedeki Abdülazîz bin Abdüllah da, (El-hac vel-Umre) kitabının altmışaltıncı sayfasında bu hadis-i şerifi yazıp, bu hadis Onun meyyit olduğunu gösteriyor diyor. Aynı sayfada, kabrinde, bilinmiyen bir hayat ile diridir de diyor. Sözleri birbirini tutmuyor. Hâlbuki, bu hadis-i şerif, mübârek ruhunun geldiğini, selâmlara cevap verdiğini bildiriyor. Yine, bu kitabının yetmişüçüncü sayfasında yazdığı iki hadis-i şerifte, (Kabir ziyâret ederken, Esselâmü aleyküm ehl-el-diyâr-ı minel müminin) denilmesi emir buyurulmaktadır. Bu hadis-i şerifler, bütün müslümanların kabirlerine selâm verileceğini emrediyor. İşitene selâm verilir. İşiten ile konuşulur. Hem bu hadis-i şerifleri haber veriyorlar. Hem de, meyyit işitmez diyor. Meyyitin işittiğine inananlara müşrik diyorlar. Âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri yanlış tevil ediyorlar.
Resûlullahın, kabrinde, bilinmiyen bir hayat ile diri olduğunu bildiren çok hadis-i şerif vardır. (Kabrim başında söylenen salevâti işitirim. Uzaktan söylenen salevât bana bildirilir) ve (Bir kimse, kabrim başında bana salevât okursa, Allahü teâlâ bir melek gönderip, bu salevâti bana bildirir. Kıyâmet günü ona şefaat ederim) hadis-i şerifleri, meşhûr altı kitapta yazılıdır.
Bir müslüman, dünyada iken tanıdığı bir müslümanın kabri yanına gidip selâm verse, kabirdeki kimse, selâm vereni tanır ve cevap verir. İbni Ebiddünyanın haber verdiği hadis-i şerifte, müslüman meyyitin, selâm vereni tanıdığı ve sevindiği ve cevap verdiği haber verilmektedir. Tanımadığı mevtâlara selâm verirse selâma sevinerek cevap verirler. Sâlihler ve şehitler selâm vereni tanır ve cevabını verir de, Resûlullah tanımaz olur mu? Gökte güneş her tarafa ışık saldığı gibi, Resûlullah de, bir anda her yerde söylenen selâmlara, o anda cevap verir.
Bir hadis-i şerifte, (Vefâtımdan sonra da, diri iken olduğu gibi işitirim) ve Ebû Ya'lânın bildirdiği hadis-i şerifte, (Peygamberler kabirlerinde diridir. Namaz kılarlar) buyuruldu. İbrâhîm bin Bişar ve seyyid Ahmed Rıfâ'î ve daha nice Velîler, Resûlullaha verdikleri selâmın cevabını işitmişlerdir.
Celâleddîn-i Süyûtî hazretlerine, (Seyyid Ahmed Rıfâ'înin Resûlullahın mübârek elini öpmüş olduğu doğru mudur?) dediklerinde, cevap olarak (Şeref-ül-muhkem) adında bir kitap yazmıştır. Bu kitabında, Resûlullah efendimizin, Kabr-i saadetlerinde, bilinmiyen bir hayatla diri olduğunu ve selâmları işitip cevap verdiğini, aklî ve naklî delîller ile isbât etmiştir. Mîraç gecesi, Resûlullahın, Mûsâ aleyhisselâmı, kabrinde namaz kılarken gördüğünü de, bu kitabında bildirmiştir.
Âişe-i Sıddîkanın haber verdiği bir hadis-i şerifte, (Hayberde yidiğim zehirli etin acısını duymaktayım. O zehrin te'sîri ile, ebher [avort] damarım şimdi çalışmıyacak hâle geldi) buyuruldu. Allahü teâlânın, insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma, peygamberlikle birlikte şehitlik derecesini de vermiş olduğunu bu hadis-i şerif göstermektedir. İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyetinde meâlen, (Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız! Onlar Rablarının yanında diridirler. Rızklandırılmaktadırlar) buyuruldu. Allah yolunda zehir yidirilen o büyük Peygamberin, bu âyet-i kerimede bildirilen şerefli derecenin en üstünde bulunduğu şüphesizdir.
İbni Hibbânın bildirdiği hadis-i şerifte, (Peygamberlerin mübârek vücûdları çürümez. Bir mümin bana salevât okursa, bir melek o salevâti bana getirip, ümmetinden falan oğlu filan sana salevât ve selâm söyledi der) buyuruldu.
İbni Mâcenin bildirdiği hadis-i şerifte, (Cuma günleri bana çok salevât getirin! Okunan salevât bana hemen bildirilir) buyuruldu. Bunu işitenlerden Ebüdderdâ (Öldükten sonra da bildirilir mi?) dedikte, (Evet, ben öldükten sonra da bildirilir. Çünkü, toprağın Peygamberleri çürütmesi haram kılındı. Onlar öldükten sonra diridirler, rızklandırılırlar) buyuruldu. [Bu hadis-i şerif, Senâüllah Pâni-pütînin (Tezkiret-ül mevtâ vel-kubûr) kitabının sonunda da yazılıdır. Bu kitap, fârisî olup, 1310 [m. 1892] de Delhîde ve 1990 da, Hakîkat Kitabevi tarafından, İstanbulda bastırılmıştır. ]
Hz. Ömer Kudüs-i şerifi kâfirlerden aldıktan sonra, doğru, Hucre-i saadete gidip, Kabr-i nebevîyi ziyâret etti ve selâm verdi. Evliyânın büyüklerinden olan Ömer bin Abdülazîz hazretleri, Şâmdan Medîneye memur gönderip, Kabr-i saadete salât ve selâm okuturdu. Abdüllah ibni Ömer hazretleri, yolculuktan döndüğü zaman, doğruca Hucre-i saadete girer, önce Resûlullahı, sonra Ebû Bekr-i Sıddîkı, en sonra da babasını ziyâret edip selâm verirdi. İmâm-ı Nâfi' diyor ki, Abdüllah ibni Ömer hazretlerinin, Kabr-i saadete gelerek (Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!) dediğini yüzden fazla gördüm. Hz. Ali, birgün mescid-i şerife girip, Hz. Fâtımanın mübârek makamını görünce ağladı. Sonra Hucre-i saadete giderek, çok ağladı ve (Esselâmü aleyke yâ Resûlallah ve esselâmü aleykümâ yâ iki kardeşlerim!) diyerek, Hz. Ebû Bekrle Hz. Ömere selâm verdi.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfeye göre, önce hac yapmalı, sonra Medîne-i münevvereye gidip, Resûlullahı ziyâret etmelidir. Ebülleys-i Semerkandînin fetvâsında da böyle yazılıdır.
(Şifâ) kitabının sahibi kâdı İyâd ve Şâfi'î âlimlerinden imam-ı Nevevî ve Hanefî âlimlerinden İbni Hümâm, Kabr-i saadeti ziyâret lâzım olduğuna icmâ-ı ümmet hâsıl olmuştur dediler. Bazı âlimler ise, vâcibdir dedi. Zaten, kabir ziyâretinin sünnet olduğunu vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) kitabı da yazıyor.
Nisâ sûresinin altmışüçüncü âyet-i kerimesinde meâlen, (Onlar, nefslerine kötülük ettikten sonra, eğer sana gelerek, Allahü teâlâdan af dilerlerse, Allahın Resûlü de, onlar için af dilerse, Allahü teâlâyı tevbeleri elbette kabûl edici ve merhamet edici bulurlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, Resûlullahın şefaat edeceğini ve şefaatinin kabûl olacağını bildiriyor. Ayrıca, Kabr-i saadeti ziyâret için uzaklardan gelip, şefaat dilemeyi emir buyurmaktadır.
(Ancak üç mescide gitmek için uzun yolculuğa çıkılır) hadis-i şerifi, Mekkedeki Mescid-i haramı ve Medînedeki Mescid-i Nebîyi ve Kudüsteki Mescid-i aksâyı ziyâret için uzun yolculuğa çıkmanın sevap olduğunu bildirmektedir. Bunun için, hacca gidip de, Mescid-i Nebîdeki Kabr-i saadeti ziyâret etmiyenler, bu sevaptan mahrum kalırlar.
İmâm-ı Mâlik (Kabr-i saadeti ziyârete gelenlerin, Hucre-i saadet yanında çok durmaları mekruhtur) buyurdu. İmâm-ı Zeynel'âbidîn, Kabr-i saadeti ziyâret ederken, Ravda-i mütahhera tarafındaki direk yanında durur, daha yanaşmazdı. Hz. Âişe, vefât edinceye kadar, Hucre-i saadetin kapısının dış yanında, kıbleye karşı ayakta durarak ziyâret ederlerdi.
Hadis âlimlerinden Abdülazîm-i Münzirî hazretleri (Kabrimi bayram yapmayın!) hadis-i şerifine mâna verirken (Kabrimi bayram gibi yılda bir ziyâret etmekle bırakmayın! Her zaman ziyâret etmeye gayret edin!) demektir, buyurdu. (Evlerinizi mezarlık yapmayın!) hadis-i şerifi de, evlerinizi namaz kılmamakla, kabirlere benzetmeyin, demek olduğu için, Münzirînin verdiği mânanın doğru olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü kabristanda namaz kılmak câiz değildir. Hadis-i şerifin mânası (Kabrimi ziyâret için, bayram gibi belli gün tâyîn etmeyin!) demek de olabilir denildi. Yahudiler ve hıristiyanlar, Peygamberlerinin mezarlarını ziyâret için toplanıp çalgı çalar, şarkı söyler, bayram yaparlardı. Siz böyle yapmayın, ziyâret için, bayramda haram şeylerle eğlenir gibi, ney, dümbelek çalmayın, toplanıp, merâsim yapmayın demektir. Ziyâret için, gelip, selâm vermeli, duâ etmeli, fazla durmamalıdır.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe buyurdu ki: (Kabr-i saadeti ziyâret etmek sünnetlerin en kıymetlisidir). Vâcib diyen âlimler de vardır. Bunun için, Şâfi'î mezhebinde Kabr-i saadeti ziyâret etmek nezr olunur.
(Mir'ât-i Medîne)nin 1282. sayfasından başlıyarak diyor ki, (Allahü teâlâ (Seni yaratmasaydım, hiç birşeyi yaratmazdım) buyurarak, Muhammed aleyhisselâmın Habîbullah olduğunu, Onu çok sevdiğini bildiriyor. Bu hadis-i kudsî, İmâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının üçüncü cildinin yüzyirmiikinci mektûbunda da yazılıdır. Aşağı bir insan bile, sevgilisinin hâtırı için istenileni boş çevirmez. Âşıka, mâşukunun hâtırı için iş gördürmek kolaydır. Bir kimse (Yâ Rabbî! Habîbin Muhammed hâtırı için senden istiyorum) dese, bu isteği red olunmaz. Fakat, değeri olmıyan dünyalık işler için, Resûlullahın hâtırını, hurmetini vesîle etmek lâyık değildir).
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe buyurdu ki: Medînede idim. Sâlihlerden şeyh Eyyüb-i Sahtıyânî, Mescid-i şerife girdi. Ben de birlikte girdim. Şeyh hazretleri, Kabr-i nebevîye karşı dönerek ve kıbleyi arkada bırakarak durdu. Sonra dışarı çıktı. İbni Cemâ'a hazretleri (Mensek-i kebîr) adındaki kitabında diyor ki: Ziyâret ederken minber yanında iki rekât namaz kılıp, duâdan sonra, Hucre-i saadetin kıble tarafına gelmeli, mübârek başını sol tarafa alıp, (Merkad-ı şerif) duvarından iki metre kadar uzak durmalı, sonra yavaş yavaş kıble duvarını arkaya alıp, (Muvâcehe-i saadet)e karşı döndükte selâm vermelidir. Bütün mezheplerde de böyledir.
(Hadîka)da, dil âfetlerinin yirmiüçüncüsünü anlatırken diyor ki, (Duâ ederken, Peygamberlerin hakkı için veya diri yâhut ölü olan bir Velînin hakkı için diyerek, Allahdan birşey istemek tahrîmen mekruhtur. Yâni Allahü teâlâ hiç kimsenin istediğini yapmaya mecbûr değildir. Çünkü, Allahü teâlâda hiçbir mahlûkun hakkı yoktur denildi. Evet öyledir. Fakat, Allahü teâlâ sevdiği kullarına söz vererek, kendinde onlar için hak tanımıştır. Yâni dileklerini kabûl edecektir. Kullarına, kendinde hak ihsân ettiğini Kur'an-ı kerimde bildirmiştir. Meselâ, bir âyet-i kerimenin meâl-i şerifi, (Müminlere yardım etmek, üzerimize hak oldu)dır. (Bezzâziyye) fetvâsında diyor ki, (Ölü veya diri olan bir Velînin veya bir Nebînin ismini söyliyerek, bunun hürmeti için dilekte bulunmak câizdir). (Şir'a) şerhinde, (Peygamberlerini ve sâlih kullarını vesîle ederek duâ etmelidir. (Hısn-ül-hasîn)de de böyle yazılıdır) demektedir. Görülüyor ki, İslâm âlimleri, Allahü teâlânın sevdiklerine verdiği hak ve hürmet için, Allahü teâlâya duâ etmek câizdir dediler. Kulların, Allahü teâlâ üzerinde hakları vardır sanıp, bu hakları için istemek şirk olur diyen hiçbir âlim yoktur. Bunu yalnız, vehhâbîler söylemektedir.
(Feth-ul-mecîd) kitabında Bezzâziyye fetvâsını övdükleri, bunun fetvâlarını vesika olarak ileri sürdükleri hâlde, burada, ona da karşı gelmektedirler. (Berîka)da, yine dil âfetlerini açıklarken diyor ki, (Peygamberin, Velînin hakkı için demek, Onun nübüvveti haktır, vilâyeti haktır demek olur. Peygamberimiz de, bu niyet ile (Peygamberin Muhammed hakkı için) demiş ve harblerde Allahü teâlâdan, Muhâcirlerin fukarası hakkı için yardım dilemiştir. İslâm âlimlerinden (Senden istedikleri zaman verdiğin kimseler hakkı için) ve (Muhammed Gazâlînin hakkı için) gibi duâlar yapanlar ve kitaplarına yazanlar çok olmuştur. ) (Hısn-ül-hasîn) kitabı böyle duâlarla doludur. (Ruh-ul-beyan) tefsîrinde, Mâide sûresinin onsekizinci âyetinde diyor ki, Ömer-ül Fârûkun haber verdiği hadis-i şerifte, (Âdem yanıldığı zaman, yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâm hakkı için beni affet dedi. Allahü teâlâ da, Muhammedi daha yaratmadım. Onu nasıl tanıdın dedi. Yâ Rabbî! Beni yaratıp ruhundan bana ihsân edince, başımı kaldırdım. Arşın eteklerinde, Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah yazılmış olduğunu gördüm. Sen isminin yanına, en çok sevdiğinin ismini yazarsın. Bunu düşünerek Onu çok sevdiğini anladım dedi. Allahü teâlâ da buna karşılık, ey Âdem, doğru söyledin. Mahlûklarımın içinde, ençok sevdiğim Odur. Onun için, seni affeyledim. Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım dedi) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, imam-ı Beyhekînin (Delâil) kitabında yazılıdır. Âlûsînin (Gâliyye) kitabında da yazılıdır.
(Feth-ul-mecîd) kitabının ikiyüzellidokuzuncu [259] sayfasında, imam-ı Zeynel'âbidîn Ali hazretlerinin, bir kimsenin, Resûlullahın kabri yanına gelip duâ ettiğini görünce, buna mani olduğunu ve (Bana salât okuyunuz! Her nerede olursanız verdiğiniz selâm bana ulaştırılır) hadisini okuduğunu yazıyor. Hâdiseyi yanlış anlatarak, (Buradan anlaşılıyor ki, duâ ve salât okumak için kabir yanına gitmek yasak edilmiştir. Bu, kabri bayram yeri yapmanın bir kısmıdır. Mescid-i Nebîye namaz kılmak için giren kimsenin, selâm vermek için kabrin yanına gitmesi yasaktır. Eshâbın hiçbiri böyle yapmadı. Böyle yapanları da men ettiler. Peygambere, yalnız ümmetinin okudukları salât ve selâm bildirilir. Başka işleri bildirilmez) diyor. Buna mani olmak için, Sü'ûd hükûmetinin, Mescid-i Nebî içine, (Hucre-i saadet) yanına asker koyduğunu da, ikiyüzotuzdördüncü [234] sayfasında yazıyor.
Yûsüf Nebhânî, (Şevâhid-ül-hak) kitabının çeşidli yerlerinde bunlara cevap vermektedir. Sekseninci [80] sayfasında: İmâm-ı Zeynel'âbidîn Resûlullahın mübârek kabrini ziyâret etmeyi yasak etmemiştir. İslâmiyete uygun olmıyan, saygısızca yapılan ziyâreti yasak etmiştir. Torunu imam-ı Câfer Sâdık, Hucre-i saadeti ziyâret eder, Ravda tarafındaki direk yanında durup, Resûlullaha selâm verirdi ve mübârek başı buradadır derdi. (Kabrimi bayram yapmayınız!) demek, ziyâretinizi bayram gibi belli zamanlara bırakmayın! Her zaman ziyâret ediniz demektir. 88. ve 106. sayfalarında: Ebû Abdüllah Kurtubî (Tezkire)sinde buyuruyor ki, Resûlullaha, ümmetinin amelleri, her sabah ve her akşam bildirilir. 89. ve 116. sayfalarında diyor ki: Halîfe Mensûr, Resûlullahı ziyâret ederken, imam-ı Mâlike sordu: Yüzümü kabre karşı mı, kıbleye karşı mı döneyim? İmâm-ı Mâlik buyurdu ki: Yüzünü Resûlullahdan nasıl ayırabilirsin? O senin ve baban Âdemin affolmasına vesîledir. 92. sayfada diyor ki: (Kabirleri ziyâret ediniz!) hadis-i şerifi emirdir. Ziyâret yaparken haram işlenirse, ziyâret yasak edilemez. Haramı yapması yasak edilir. 98. sayfada diyor ki: İmâm-ı Nevevî (Ezkâr) kitabında, Resûlullahın ve Sâlihlerin kabirlerini çok ziyâret etmek ve her ziyârette, kabir başında çok durmak sünnettir) buyurmaktadır. 100. sayfada diyor ki: İbni Hümâm, (Feth-ul-kadîr) kitabında, Dâr-ı Kutnînin ve Bezzârın bildirdikleri hadis-i şerifi yazıyor. Bu hadis-i şerifte, (Başka bir iş görmeyip, yalnız beni ziyâret için gelene, kıyâmet günü şefaat etmek üzerimde hakkı olur) buyuruldu. 118. sayfada buyuruyor ki: (Allahü teâlâ, Evliyâya kerâmet vermiştir. Evliyânın, öldükten sonra da kerâmetleri çok görülmüştür. Öldükten sonra da tasarruf ederler. Bunları Allahü teâlâya vesîle etmek câizdir. Fakat, islâmiyete uygun olarak istigâse etmelidir. Câhillerin, dileğimi verirsen veya hastamı iyi edersen, sana şu kadar...... vereceğim, demesi câiz değildir. Fakat, buna küfür, şirk denilemez. Çünkü çok câhil olan da, Velînin îcâd edeceğini düşünmez. Velîyi, Allahü teâlânın îcâd etmesine vesîle etmektedir. Onun, Allahü teâlânın sevgili kulu olduğunu düşünmektedir. Dileğimi yapmasını Allahdan iste! Allahü teâlâ, senin duânı red etmez demektedir. Çünkü, Resûlullah, (Aşağı, değersiz sanılan çok kimseler vardır ki, onlar, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Birşeyi yapmak dileseler, Allahü teâlâ o şeyi, elbet yaratır) buyurdu. Bu hadis-i şerif, (Feth-ul-mecîd) kitabı, 381. sayfasında de yazılıdır. Müslümanlar, böyle hadis-i şeriflere güvenerek, Evliyâyı vesîle etmektedir. İmâm-ı Ahmed, imam-ı Şâfi'î, imam-ı Mâlik ve imam-ı a'zam Ebû Hanîfe, (sâlihlerin kabirleri ile teberrük etmek câizdir) dediler. Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinde olduğunu, Ehl-i sünnet olduğunu söyliyen bir kimsenin de böyle söylemesi lâzımdır. Böyle söylemezse, Ehl-i sünnet olmadığı, yalancı olduğu anlaşılır). (Fetâvâ-yi Hindiyye)de, başkası yerine hacca gitmeyi anlatırken diyor ki, (Yapılan ibâdetin sevabını başkasına bağışlamak câizdir. Böylece, namaz, oruç, sadaka, hac, Kur'an-ı kerim okumak ve zikretmek ve Peygamberlerin, Şehitlerin, Evliyânın, Sâlihlerin kabirlerini ziyâret etmek ve mevtâya kefen vermek ve bütün hayrât ve hasenât sevapları bağışlanabilir). Evliyâ kabirlerini ziyâret etmenin sevap olduğu buradan da anlaşılmaktadır.
Buraya kadar bildirilenlerin vesikaları arabî ve ingilizce kitaplarımızda uzun yazılıdır. Allahü teâlâ müslümanlara birleşmeyi emrediyor. O hâlde, her müminin (Ehl-i sünnet vel-cemaat) îtikatını öğrenip, bu büyük âlimlerin, kitaplarında bildirdikleri gibi îman ederek, bu doğru ve hak yolda birleşmeleri lâzımdır. Doğru yolun, yalnız (Ehl-i sünnet) yolu olduğunu Peygamberimiz haber vermiştir. Müslümanları aldatmak istiyen sapıklara ve din kitabı ticâreti yapan câhil din adamlarının yaldızlı yazılarına aldanıp (Ehl-i sünnet) birliğinden ayrılmamaya çok dikkat etmelidir. Müslümanların birliğinden ayrılanların Cehenneme gideceklerini Allahü teâlâ Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde açık olarak bildirmektedir. Dört mezhepten birini taklîd etmiyenin, Ehl-i sünnet birliğinden ayrılmış olacağı, böyle mezhepsizin de sapık veya kâfir olacağı, büyük âlim Ahmed Tahtâvînin (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinde ve (El besâir alâ münkirit-tevessül-i bilmekâbir) kitabında, vesikaları ile yazılıdır. Bu kitap, (Fethul-mecîd) kitabına karşı reddiye olup, Pâkistânda yazılmış, ikinci baskısı İstanbulda yapılmıştır.
İbni Teymiyyenin, (Ehl-i sünnet vel-cemaat) mezhebinden ayrılmış olduğu, (Et-tevessül-ü bin Nebî ve cehelet-ül-vehhâbiyyîn) kitabında, isbât edilmiştir. İbni Teymiyyenin sapık yazıları ile ingiliz câsûsu Hempherin yalan ve iftirâlarının karışımına (Vehhâbîlik) denir.
3 - Mezar üzerine türbe yapmak ve türbelerde hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin ruhlarına sadaka adamak, şirk, küfür imiş. Haremeyn ehâlîsi şimdiye kadar, kubbelere, duvarlara tapınıyorlar imiş.
Kabir üzerine türbe yapmak, süs için, gösteriş için olursa haramdır. Kabrin harap olmaması için ise mekruhtur. Hayvanın, hırsızın açmaması için ise câizdir. Fakat ziyâret yeri yapmamak lâzımdır. Yâni belli zamanlarda ziyâret etmek lâzımdır dememelidir.
İnsanı önceden yapılmış binâ içine defnetmek mekruh değildir. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahı ve iki halîfesini binâ içine defnettiler. Hiçbiri buna karşı gelmedi. Onların sözbirliğinin dalâlet olmadığını hadis-i şerif haber vermektedir. Büyük islâm âlimi İbni Âbidîn (Dürr-ül-muhtâr hâşiyesi), beşinci cilt, ikiyüzotuzikinci sayfasında buyuruyor ki, (Âlimlerden birkaçı, sâlihlerin ve Velîlerin kabirleri üzerine örtü sermek, başlık, sarık koymak mekruhtur dedi. (Fetâvâ-yı hucce)de, kabirlerin üzerine örtü örtmek mekruhtur, diyor. Fakat, bize göre, kabirdekinin kıymetini herkese bildirmek için örtülürse ve ona hakâret olunmaması, ziyâret edenlerin saygılı, edebli davranmaları için ise, câizdir. (Edille-i şer'ıyye) ile yasak edilmemiş olan ameller, işler, niyete göre değerlendirilir. Evet, kabirler üzerine türbe yapmak, sanduka, örtü koymak, Eshâb-ı kirâm zamanında yoktu. Fakat, Resûlullahın ve Şeyhaynın odaya defnedilmelerini inkâr edenleri de hiç olmadı. Bunun için ve (Kabirler üzerine basmayınız!), (Ölülerinize saygısızlık etmeyiniz!) emirlerini yerine getirmek için ve yasak edilmiş olmadıkları için, bunların sonradan yapılmaları bid'at olmaz. Vedâ tavâfından sonra Mescid-i haramdan hemen çıkmak, böylece Kâbe-i muazzamaya saygı göstermek lâzım olduğunu bütün fıkh kitapları haber veriyor. Hâlbuki, Eshâb-ı kirâm böyle yapmazdı. Çünkü, onlar her hareketlerinde, Kâbeye saygı gösterirlerdi. Sonra gelenler, böyle saygı gösteremedikleri için, âlimlerimiz, mescidden geri geri çıkarak saygı gösterilmesini bildirdiler. Eshâb-ı kirâm gibi saygılı olmayı böylece sağladılar. Sâlihlerin, Velîlerin kabirlerine, Eshâb-ı kirâm gibi saygılı olabilmek için, üzerlerine örtü serilmesi, türbe yapılması da, bunun gibi câiz oldu. Büyük âlim Abdülganî Nablüsî hazretleri, (Keşf-ün-nûr) kitabında, bunu uzun anlatmaktadır). (Keşf-ün-nûr), Celâlüddîn-i Süyûtînin (Tenvîr-ul-halek fî imkân-ı rü'ye-tin-nebî cihâren vel-melek) kitabı ile birlikte arabî olarak 1393 [m. 1973] de (Minhat-ül-vehbiyye) adı ile İstanbulda neşredilmiştir. Arabistânda, türbeye (Meşhed) denir. Medîne-i münevverede, (Bakî') kabristanında, meşhed dolu idi. Mezhepsizler hepsini yıktı. Hiçbir İslâm âlimi, türbe yapmanın ve türbe ziyâret etmenin şirk, küfür olacağını söylememiştir. Türbe yıkan hiç görülmemiştir.
İbrâhîm Halebî (Halebî-i kebîr) sonunda diyor ki, (Bir kimse tarlasını kabristan yapsa, birisi mevtâ defn için buraya türbe yapsa, kabristanda boş yer varsa, câiz olur. Başka yer yoksa, türbe yıkılıp, yerine kabir kazılır. Çünkü burası, kabir yapmak için vakf edilmiştir). Türbe şirk olsaydı, put olsaydı, her zaman yıkılması lâzım olurdu.
Yeryüzünde bulunan İslâm türbelerinin birincisi Resûlullahın medfûn olduğu hucre-i mu'attaradır. Resûlullah efendimiz, çok sevdiği zevcesi Âişe vâlidemizin odasında, hicretin onbirinci senesi, Rebî'ul-evvel ayının onikinci pazartesi günü öğleden önce vefât etti. Çarşamba gecesi, bu odaya defnedildiler. Hz. Ebû Bekrle Hz. Ömer de, bu türbe içinde defnedildiler. Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri, buna mani olmadı. Eshâb-ı kirâmın bu sözbirliğine karşı geliyorlar. Şüpheli delîli yanlış tevil ederek, (İcmâ-ı ümmet)i inkâr etmek, küfür olmaz ise de, bid'at olur.
Âişe hazretlerinin odası, üç metre yüksekliğinde ve üç metre genişlik ve dörtbuçuk metre uzunlukta, kerpiçten yapılmıştı. Biri garp, diğeri şimâl duvarında, iki kapısı vardı. Hz. Ömer halîfe iken, Hücre-i saadetin etrâfına kısa bir taş duvar çekti. Abdüllah bin Zübeyr halîfe iken, bu duvarı yıkıp siyah taş ile yeniden yaptı. Duvarı güzel sıvattı. Bu duvarın üstü açık olup, şimâl tarafında bir kapısı vardı. Hz. Hasen, hicretin kırkdokuzuncu senesinde vefât edince, vasıyeti gereğince, Hz. Hüseyn, kardeşinin cenâzesini (Hücre-i saadet) kapısına getirterek tevessül ve duâ edeceği zaman, buraya defnedeceklerini sanarak, istemiyenler oldu. Gürültüyü önlemek için, Bakî' kabristanına defnolundu. İleride böyle çirkin hâller olmaması için duvarın ve odanın kapısını duvarla kapadılar.
Emevî halîfelerinin altıncısı olan Velîd, Medîne vâlîsi iken, taş duvarı yükseltti ve üzerini küçük bir kubbe ile örttü. Halîfe olunca, Medîne vâlîsi olan Ömer bin Abdülazîze emir vererek, 88 [m. 707] senesinde, Mescid-i şerifi tevsî' ettirirken, bu duvarın etrâfına ikinci bir duvar yaptırdı. Bu duvarı beş köşeli idi ve üstü kapalı idi. Hiç kapısı yoktu. [Daha çok bilgi almak için (Kıyâmet ve Âhıret) kitabının, Müslümana Nasihat kısmının onbeşinci maddesinin sonunu okuyunuz!]
(Feth-ul-mecîd) kitabında, yüzotuzüçüncü ve sonraki sayfalarında diyor ki, (Ağaç, taş, kabir ve benzerleri ile teberrük eden müşrik olur. Kabirler üzerine kubbeler yapılarak putlaştırıldı. Câhiliyye ehli de sâlih kimselere ve heykellere tapınırlardı. Bunların hepsi ve daha kötüleri şimdi türbelerde, mezarlarda yapılıyor. Sâlih insanların kabirleri ile teberrük etmek, lât putuna tapınmak gibidir. Bu müşrikler, Evliyânın duâyı işiteceğini ve cevap vereceğini zannediyorlar. Kabirlere nezr yaparak, sadaka vererek, ölülere yaklaşılır diyorlar. Bunların hepsi büyük şirktir. Müşrik, kendine başka ism verse de, yine müşriktir. Ölülere saygı ve sevgi göstererek duâ etmeye, hayvan kesmeye, adak ve benzeri işler yapmaya ne ism verirlerse versinler, hepsi, şirktir. Zamanımız müşrikleri, bu yaptıklarına tâzîm ve teberrük ismi vererek câizdir diyorlar. Bu şüpheleri yanlıştır).
Ehl-i sünnet olan müslümanlara yapılan bu saldırılara ve iftirâlara, islâm âlimlerinin verdikleri cevaplardan bazılarını türkçeye tercüme ederek, çeşidli kitaplarımızda yazdık. Burada, (Üsûl-ül-erbe'a fî terdîd-il vehhâbiyye) kitabının birinci aslından, bir miktâr tercüme ediyoruz. Dikkat ile okunursa, vehhâbîlerin aldandıkları, doğru yoldan ayrıldıkları ve müslümanları felakete sürüklemekte oldukları hemen anlaşılır.
Allahü teâlâdan başkasını tâzîm etmenin câiz olduğunu, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler ve Selef-i sâlihînin sözleri ve işleri ve âlimlerin çoğu bildirmişlerdir. Hac sûresinin otuzikinci âyetinde meâlen, (Bir kimse, Allahü teâlânın Şe'âirini tâzîm ederse, bu iş, kalblerin takvâsındandır) buyuruldu. Bunun için, Allahü teâlânın şe'âirini tâzîm etmek vâcib oldu. Şe'âir, nişanlar, alâmetler demektir. Abdülhak-ı Dehlevî buyuruyor ki, (Şe'âir, Şa'îreler demektir. Şa'îre, alâmet demektir. Görülünce, Allahü teâlâ hâtırlanan her şey, Allahü teâlânın Şe'âiri olur). Bekara sûresinin yüzellisekizinci âyetinde meâlen, (Safâ ve Merve, Allahü teâlânın Şe'âirindendir) buyuruldu. Bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın Şe'âiri, yalnız Safâ ve Merve tepeleri değildir. Bunlardan başka Şe'âir de vardır. Bunun gibi, Şe'âir yalnız Arafât, Müzdelife ve Minâ denilen yerler değildir. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, (Huccetullah-il-bâliga) kitabının altmışdokuzuncu sayfasında diyor ki, (Allahü teâlânın Şe'âirinin en büyükleri dörttür: Kur'an-ı kerim, Kâbe-i muazzama, Peygamber ve namaz). Şâh Veliyyullah, (Eltâf-ül-kuds) kitabının otuzuncu sayfasında diyor ki, (Allahü teâlânın Şe'âirini sevmek demek, Kur'an-ı kerimi ve Peygamberi ve Kâbeyi sevmek demektir. Hattâ, Allahü teâlâyı hâtırlatan herşeyi sevmektir. Allahü teâlânın evliyâsını sevmek de böyledir). [Çünkü, (Evliyâ görülünce, Allah hâtırlanır) hadis-i şerifi (İbni Ebî Şeybe)de ve (İrşâd-ut-tâlibîn)de ve (Künûz-üd-dekâık)da yazılıdır. Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, Evliyâ da, Allahü teâlânın Şe'âirindendir. Evliyâyı, ulemâyı tâzîm için, kabirleri üzerine türbe yapmanın câiz olduğu (Câmi'ul fetâvâ)da da yazılıdır. ] Mekke-i mükerreme şehrinde, Mescid-i haramın yanında bulunan Safâ ve Merve ismindeki iki tepecik arasında, İsmâ'îl aleyhisselâmın annesi Hz. Hacer, gidip geldiği için, bu iki tepecik, Allahü teâlânın Şe'âiri oluyorlar. O mübârek anneyi hâtırlamaya sebep oluyorlar da, bütün mahlûkların en üstünü ve Allahü teâlânın sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâmın doğduğu, büyüdüğü, ibâdet ettiği, hicret ettiği, namaz kıldığı, vefât ettiği yerler ve mübârek türbesi ve Âlinin, Eshâbının yerleri niçin Şe'âirden olmasınlar? Bunları neden yıkıyorlar? [Burada Âl kelimesi, mübârek zevceleri ve Ehl-i beyti demektir].
Kur'an-ı kerim dikkat ile ve insâf ile okunursa, birçok âyet-i kerimenin, Resûlullahı tâzîm ettiği, kolayca görülür. Hucurât sûresindeki âyet-i kerimelerde meâlen, (Ey îman edenler! Allahü teâlânın ve Resûlünün önüne geçmeyiniz! Allahü teâlâdan korkunuz! Ey îman edenler! Peygamberin sesinden daha yüksek sesle konuşmayınız! Ona birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz! Böyle yapanların ibâdetlerinin sevapları yok olur! Resûlullahın yanında seslerini kısanların kalblerini, Allahü teâlâ, takvâ ile doldurur. Onların günahlarını affeder ve çok sevap verir. Onu dışarıdan bağırarak çağıranlar, düşünemiyorlar. Dışarı çıkıncaya kadar bekleseler, kendileri için iyi olur) buyuruldu. Bu beş âyeti insâf ile okuyan, düşünen bir kimse, Allahü teâlânın, sevgili Peygamberinin tâzîmini, ne kadar çok yükselttiğini iyi anlar. Ona karşı, ümmetinin edebli, saygılı olmasını önemle emrettiğini görür. Ona karşı seslerini yükseltenlerin bütün ibâdetlerinin yok olacağını düşünen kimse, bu önemin derecesini anlıyabilir. (Benî Temîm) kabîlesinden yetmiş kişi, Medîneye gelip, dışarıdan bağırarak, Resûlullahı saygısızca çağırmışlardı. Bu âyet-i kerimeler, bunlara cezâ olarak geldi. Bazı kimseler, kendilerinin Benî Temîm soyundan olduklarını söylüyorlar. Bunun içindir ki, hadis-i şerifte, (Kaba ve işkence yapıcılar şarktadır) ve (Şeytan, buradan fitne çıkarır) buyurarak, mübârek eli ile Necd tarafını gösterdi. Mezhepsizlerin bir kısmı da (Necdî)dir. Necd ülkesinden türedikleri için, bu ism ile anılmaktadırlar. Yukarıdaki hadis-i şerifin haber verdiği fitne, binikiyüz sene sonra ortaya çıktı. Necdden Hicâza gelerek, müslümanların mallarını yağma ettiler. Erkeklerini öldürdüler. Kadınlarını ve çocuklarını esîr aldılar. Kâfirlerin yapmadıkları kötülükleri, alçaklıkları yaptılar.
Fayda:Yukarıdaki âyet-i kerimelerde, tekrar tekrar (Ey îman edenler!) buyuruldu. Bu da, Kıyâmete kadar gelecek olan bütün müslümanların, Resûlullaha edebli olmalarını emretmektir. Yalnız Eshâb-ı kirâm için emredilseydi, (Ey Eshâb) denirdi. Nitekim, (Ey Resûlün zevceleri) ve (Ey Medîne ehâlîsi) buyurulmuştur. Namazın, orucun, haccın ve zekâtın ve başka ibâdetlerin, kıyâmete kadar, bütün müslümanlara farz olduklarını bildirmek için (Ey îman edenler?) buyurulmuştur. Böylece, vehhâbîlerin (Resûlullah diri iken tâzîm lâzım idi. Öldükten sonra saygı gösterilmez ve Ondan yardım istenmez) sözleri, âyet-i kerime ile çürütülmüş oldu.
Yukarıdaki âyet-i kerimeler, Allahü teâlâdan başkalarını da tâzîm lâzım olduğunu göstermektedir. Bekara sûresinin yüzdördüncü âyetinde meâlen, (Ey îman edenler! Râ'inâ demeyiniz! Bize nazar et deyiniz. Allahü teâlânın hükmlerini dinleyiniz!) buyuruldu. Müminler, Resûlullaha (Râ'inâ), yâni bizi gözet, koru derlerdi. Râ'inâ, yahudi lisanında söğmek, kötülemek olup, yahudiler, Resûlullaha, bu mânada Râ'inâ derlerdi. Kötü mânası da olduğu için bu kelimeyi kullanmağı, Allahü teâlâ, müminlere yasak etti. Enfâl sûresinin 33. âyetinde meâlen, (Sen aralarında olduğun için, Allahü teâlâ onlara azâb yapmaz) buyuruldu. Kıyâmete kadar azâb yapılmayacağı vaat edildi. Bu âyet-i kerime, vehhâbîlerin (O, aranızdan gitti. Toprak oldu) sözlerini red etmektedir.
Bekara sûresinin 34. âyetinde meâlen, (Meleklere, Âdeme karşı secde ediniz dediğimiz zaman, secde ettiler. Yalnız İblîs secde etmedi) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, Âdem aleyhisselâma tâzîm olunmasını emretmektedir. Şeytan, Allahü teâlâdan başkasına tâzîm olunmasını inkâr ederek ve Peygamberlere hakâret ederek, bu emri dinlemedi. Vehhâbîler de şeytanın yolundadırlar. Yûsüf aleyhisselâmın anası, babası ve kardeşleri de kendisine secde ederek saygı gösterdiler. Allahdan başkasına saygı, tâzîm şirk ve küfür olsaydı, Allahü teâlâ, sevdiği kullarını anlatırken bununla övmezdi. Ehl-i sünnete göre, Allahdan başkasına secde haramdır. İbâdet secdesine benzediği için haramdır. Tâzîmi gösterdiği için değil!
Şeytan, Resûlullaha, hep Necdli ihtiyâr şeklinde görünürdü. Kâfirler Mekkede (Dâr-ün-Nedve) denilen yerde toplanıp, Resûlullahı öldürmeye karar verdikleri zaman, şeytan Necdli bir ihtiyâr şeklinde görünüp, nasıl öldüreceklerini öğretmişti. Onlar da, Necdli ihtiyârın dediğini yapalım demişlerdi. O günden beri, şeytana (Şeyh-i Necdî) denilmektedir. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, (Müsâmerât) kitabında diyor ki: Kureyş kâfirleri, Kâbeyi tâmîr ederken, kabîle reîslerinden herbiri, (Hacer-ül-esved) taşını, yerine ben koyacağım dediler. Yarın sabah ilk geleni hakem yapalım. Aramızdan Onun seçeceği koysun dediler. İlk olarak, Resûlullah geldi. O zaman, yirmibeş yaşında idi. Bu gelen emîndir. Bunun sözüne uyarız dediler. (Bir kilim getirip taşı içine koyunuz ve hepiniz kenârlarından tutup, taşın konulacağı yere kadar kaldırınız!) buyurdu. Sonra mübârek elleri ile taşı kilimin içinden alıp, duvardaki yerine koydu. O anda, şeytan, Şeyh-i Necdî şeklinde görünüp, bir taş göstererek, bunu da, destek olarak yanına koy dedi. Maksadı, o çürük taşın ileride ayrılarak, Hacer-i esvedin yerinden oynaması, bu yüzden, herkesin Resûlullaha uğursuz demesi idi. Resûlullah, bunu anlayıp (E'ûzü billahi mineş-şeytan-ir-racîm) dedi. Şeytan, o anda gayb oldu, kaçtı. Muhyiddîn-i Arabî bu yazısında, şeytanın Şeyh-i Necdî olduğunu dünyaya yaydığı için, bu büyük Velîye düşman oldular. Hattâ kâfir dediler. Mezhepsizlerin üstâdlarının, önderlerinin şeytan olduğu buradan da anlaşılmaktadır. Resûlullahdan yâdigâr kalan mukaddes yerleri ve türbeleri bunun için yıkıyorlar. Bu yerler, insanları müşrik yapıyor diyorlar. Mübârek yerlerde, Allahü teâlâya duâ etmek şirk olsaydı, Allahü teâlâ hacca gitmemizi emretmezdi. Resûlullah tavâf yaparken, Hacer-ül-esvedi öpmezdi. Arafâtta, Müzdelifede duâ edilmez, Minâda taş atılmaz ve Safâ ile Merve arasında koşulmazdı. Bu mübârek yerler, böyle tâzîm olunmazdı.
Ensârın toplandığı yere, reîsleri olan Sa'd bin Mu'âz gelince, Resûlullah (Reîsiniz için ayağa kalkınız?) buyurdu. Bu emr, Sa'di tâzîm etmeleri içindi. (Sa'd hasta idi. Onu hayvandan indirmek içindi) demek yanlıştır. Çünkü, hepsine emrolundu. İndirmek için olsaydı bir iki kişiye emrolunurdu. Yalnız (Sa'd için) denirdi. (Reîsiniz) demeye lüzûm olmazdı.
Abdüllah bin Ömer hac için Medîneden Mekkeye giderken, yoldaki mübârek yerlerde, Resûlullahın oturduğu yerlerde durur, namaz kılar, duâ ederdi. Buralarla bereketlenirdi. Resûlullahın minberine ellerini koyar, sonra yüzüne sürerdi. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, Hucre-i saadeti ve minberini öperek bereketlenirdi. Hem Hanbelî mezhebinde olduklarını söyliyorlar, hem de, bu mezhebin imamının yaptığına şirk diyorlar. (Hanbelîyiz) demelerinin sahte olduğu anlaşılıyor. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, imam-ı Şâfi'înin gömleğini ıslatıp, bu suyu içti. Bununla bereketlendi. Hâlid ibni Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârî, Resûlullahın mübârek kabrine yüzünü sürdü. Biri gelip kaldırmak isteyince, (Beni bırak! Taşa, toprağa gelmedim. Resûlullahın huzuruna geldim) buyurdu.
Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın eserleri ile teberrük ederlerdi. Abdest alırken kullandığı su ile, mübârek teri ile bereketlenirlerdi. Gömleği, asâsı, kılıncı, nalınları, kadehi, yüzüğü ile ve kullanmış olduğu herşeyle bereketlenirlerdi. Müminlerin annesi Ümm-i Selemenin yanında mübârek sakalından bir kıl vardı. Hasta gelince, kılı suda bırakır. Sonra çıkarıp bu suyu ona içirirdi. Mübârek kadehine su kor, şifâ için içerlerdi. İmâm-ı Buhârînin kabrinden misk kokusu duyulurdu. Bereketlenmek için toprağından alıp götürürlerdi. Hiçbir âlim ve müftî buna mani olmazdı. Hadis ve fıkh âlimleri, bunlara izin vermiştir. (Üsûl-ül-erbe'a)dan tercüme burada tamam oldu.
Türkiye'de Vehhabilere karşı muhtemelen ilk reddiye (ve en istifadeli olanı) "Müslümana Nasihat" kitabıdır:
http://www.hakikatkitabevi.net/book.php?bookCode=004
Yine Vehhabilere ve mezhebsizlere karşı yazılmış çok istifadeli bir eser "Faideli Bilgiler" isimli kitapdır:
http://www.hakikatkitabevi.net/book.php?bookCode=008
Bu ikincisinden bazı kısımları burada aktaracağım:
1362 [m. 1943] senesinde vefât etmiş olan, büyük islâm âlimi Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdu ki, (Dinde reform sapıklığını ortaya ilk çıkaran, (İbni Teymiyye) oldu. Bu sapıklık sonradan, câhiller ve islâm düşmanları tarafından küfre kadar götürüldü). İbni Teymiyye, 661 [m. 1263] de Harrânda tevellüd ve 728 [m. 1328] de Şâmda kal'ada habs iken hastalanarak öldü. Ehl-i sünnet âlimlerini beğenmiyordu. Tasavvufu büsbütün inkâr ediyordu. Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn-i Konevî gibi islâmın göz bebeklerine kâfir diyordu. Hâlbuki, bir müslümana kâfir diyenin kendisi kâfir olacağını bilmiyecek kadar câhil değildi. Ne yazık ki, islâmiyeti kendi görüşüne, dar kafasına uydurmaya kalkışmış, aklı ermediği hakîkatleri inkâr ederek, dalâlete düşmüştü. İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve tasavvuf ilminin mütehassıslarından Abdülvehhâb-i Şa'rânî, (Tabakât-ül-kübrâ) kitabında, İbni Teymiyyenin bu acıklı hâlini ortaya koymakta, önsözünde (Velîyi, ancak Velîler tanır. Velî olmayanın ve vilâyetten haberi olmayanın, vilâyete inanmaması, onun inatçı ve câhil olduğunu gösterir. Şimdi ibni Teymiyyenin tasavvufu inkâr etmesi ve âriflere dil uzatması böyledir. Bunun gibi kimselerin kitaplarını okumamalı, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi, onlardan sakınmalıdır. Tasavvuf büyüklerinden Ebül Hasen Şâzilî de, Evliyâyı inkâr edenlerin hâllerini uzun anlatmaktadır) demektedir. İbni Teymiyyeciler, bunun için Abdülvehhâb-i Şa'rânîye düşman olmuşlar, islâmın bu büyük âlimini yalan ve iftirâ oklarına hedef yapmışlardır.
(İbni Teymiyye), ilk müslümanların, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uyduklarını, sonradan gelen mezhep imamlarının, kendi görüşlerini de işe karıştırdıklarını söylüyor, Ehl-i sünnete çatıyordu. Hâlbuki, onyedinci maddenin cevabında bildirildiği gibi, Ehl-i sünnet âlimleri, din bilgilerinde, hiçbir zaman nakilden ayrılmamışlardır. Kendi görüşlerine uymamışlardır. Hele imam-ı a'zam Ebû Hanîfenin kendi görüşünü nakilden aşağı tuttuğu, islâm âlimlerinin sözbirliği ile bildirilmektedir. Böyle olduğu (Se'âdet-i Ebediyye) kitabının yirmiyedinci maddesinde vesikalarla açıklanmıştır. İbni Teymiyye, Ehl-i sünnet âlimlerine bu iftirâyı atarken, Kur'an-ı kerimi, kendi görüşüne göre tefsîr ediyordu. Böylece ilk müslümanlardan kendisi ayrılmıştır. Bu hâli sözünde samîmî olmadığını göstermektedir. Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri yanlış anladıklarını, Eshâb-ı kirâmın bile, çok yerde yanıldıklarını bildiriyordu. Allahın dînini, kendisinin düzelttiğini, Kur'an-ı kerimin doğru mânasını yalnız kendisinin anlamış olduğunu söylüyordu. Hadis-i şeriflerle övülmüş olan birinci ve ikinci asırların büyük müctehidlerini ve bunların mezheplerini dünyaya yayan islâm âlimlerini beğenmiyordu. Bu yüzden, dinde söz sahibi olanlar birleşerek, bunun tuttuğu yolu incelediler. Sapık ve zararlı olduğu anlaşıldı. Babasından miras kalan müderrislik kürsüsü elinden alındı. Fakat o, yine rahat durmadı. Müşebbihe denilen bid'at fırkasının sözlerini ortaya çıkarıyor. Allahü teâlâya madde ve cism diyordu. Yaratanı insan şeklinde sanıyordu. Bu bozuk inancına o kadar saplanmıştı ki, birgün, Şâm câmiinin minberinde, (Cenâb-ı Hak, gökten yere benim şimdi indiğim gibi iner) diyerek, minberden aşağı indiğini, İbni Battûta haber veriyor. Dört mezhebin âlimleri, İbni Teymiyyenin bu sözünü red eden cevaplar yazarak, müslümanların îtikatlarının bozulmasını önlediler. Mısr, Şâm, Kuds kâdılıklarını yapmış olup, 733 [m. 1333] de vefât etmiş olan Şâfi'î fıkh ve hadis âlimlerinden Muhammed ibni Cemâ'a'nin (Erreddü-alel-müşebbihi fî-kavlîhî teâlâ Errahmânü alel' Arş-isteva) kitabı bu kıymetli cevaplarla doludur. (Tâtârhâniyye) fetvâ kitabında ve (Milel ve Nihal) kitabında ve bütün kitaplarda (Mücessime) ve (Müşebbihe) fırkalarının, yâni (Allahü teâlâ cism gibidir. Arş üzerinde oturur, iner, yürür) gibi şeylere inananların kâfir oldukları yazılıdır. Yediyüzbeşte, Mısr sultânı Nâsırın yanında toplanmış olan âlimler ve devlet adamları, böyle bozuk sözleri yaydığı için, onu Kâhire kal'ası kuyusuna habs ettiler. Ehl-i sünnet âlimlerinin câiz görmedikleri yanlış fetvâlar verdiği için de, yediyüzyirmi senesinde Şâm kal'asına habs edildi. Peygamberlerin mezarları ile mukaddes makamların ziyâreti hakkında sözleri de ortalığı karıştırdı. Fitneye sebep oldu. Bu yüzden, yediyüzyirmialtıda Şâmda tekrar habs edildi. 728 [m. 1328] de, zindanda iken hastalanarak öldü.
İbni Teymiyye, Hanbelî mezhebinde olduğunu söylerdi. Hâlbuki, hak olan dört mezhepten birinde olabilmek için, Ehl-i sünnet mezhebine uygun îman sahibi olmak lâzımdır. Onun çok sözü, Ehl-i sünnet mezhebinde olmadığını, hattâ bu mezhebi beğenmediğini gösteriyor. Kendisini bir müctehid, bir reformcu olarak tanıtıyordu. Binotuzüç hicrî yılında vefât eden, Hanbelî âlimlerinden Mer'î, İbni Teymiyyenin hâl tercümesini yazmıştır. (Kevâkib) adındaki bu kitabında onun mezhep imamlarını taklîd etmeyi ve hattâ icmâ'ı tanımıyan yazılarını bildirmektedir. Kıyâs yaptıklarından dolayı, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırdığı hâlde, çok yerde ve hele (Mecmû'at ür-resâil) kitabında, kendisi de pekçok kıyâs yapmıştır. Evliyânın büyüklüğüne inanmaz, türbelere yapılan ziyâretlere saldırırdı. (Ancak üç mescide ziyâret için gidilir) hadis-i şerifini, (Ancak üç mescid ziyâret edilir) şekline çevirmiş, Resûlullahın kabrini ziyâret için bile gitmek günah olur demiştir. İbni Hacer-i Heytemî hazretleri (Fetâvâ-yı fıkhiyye) kitabında, buna uzun cevap vermiştir. Hindistândaki âlimlerden, 1304 [m. 1887] senesinde vefât eden Muhammed Abdülhay Lüknevî ile, Hindistândaki mezhepsizlerden Muhammed Beşir arasında bu konuda geniş münâzaralar olduğu (Nüzhet-ül-havâtır) kitabının ikiyüzyirmiikinci maddesinde yazılıdır. (Nüzhet-ül-havâtır) kitabını yazan Allâme Abdülhay Hasenî, 1341 [m. 1923] de vefât etmiştir. Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden olan (Ebül Hasen-i Eş'arî) hazretlerinin mezhebine ve bu derin âlimin, kaderi ve Allahü teâlanın ismlerini açıklamasına ve azâb yapılacağını bildiren âyetlere verdiği mânalara çatmakta idi. Cehennem azâbının kâfirlere de sonsuz olmıyacağını söylerdi. Hükûmetlere verilen her çeşit vergi, zekât yerine geçer derdi. Dört mezhebin sözbirliği ile bildirdiklerine uymıyan sözlerin küfür olacağını kabûl etmezdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin şanlarını, şöhretlerini çürütmeye çalışırdı. Sâlihıyyede, el-Cebel câmiinde Hz. Ömerin çok hatâ yaptığını söylemiştir. Bir toplantıda, Hz. Alînin üçyüz defa yanıldığını söylemiştir. Münâvînin (Künûz) kitabında ve imam-ı Ahmedin sahihinde ve (Mir'ât-i kâinât) kitabında yazılı olan hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömerin dili üzerine koymuştur) buyuruldu. Resûlullah bu hadis-i şerifte, (Ömer hiç yanılmaz!) buyuruyor. İbni Teymiyye ise, Ömer çok yanılmıştır diyerek, bu hadis-i şerife karşı gelmektedir. Hâlbuki bu hadis-i şerifi bilmiyecek kadar câhil değildi. Hadis bilgisi çoktu. Fakat, yanılması da, o kadar çok oldu. Evet, Hz. Ömerden başka Eshâb-ı kirâmın çoğu, ictihâd ile anlaşılacak işlerde yanılmış olabilir. Fakat, onların yanılmaları, ictihâd hatâsı idi. Bunun için, o büyüklerin ve Ehl-i sünnet âlimlerinin, ictihâd ile anlaşılacak işlerde yanılmalarına da sevap verilirdi. Çünkü, hepsi müctehid idi. İbni Teymiyyenin îman edilmesi lâzım olan bilgilerde yanılması ise, onu doğru yoldan uzaklaştırmış, azâbının artmasına sebep olmuştur. Kendini din imamları gibi müctehid sanarak, haddini bilememiş, felakete sürüklenmiştir. İbni Teymiyye, daha aşırı da giderek, tasavvuf büyüklerine, Sadreddîn-i Konevîye, Muhyiddîn-i Arabîye, Ömer bin Fârıda insafsızca saldırmıştır. Gazâlînin kitaplarında mevdû' hadis doludur derdi. Kelâm âlimlerimize de dil uzatmaktan geri kalmamıştı. Mezheplerin ictihâd ayrılığı olduğunu anlıyamamış, felsefî düşünüşlerin sonucu sanmıştı. Ehl-i sünnet âlimlerinin, islâm memleketlerindeki eskiden kalma kiliselere dokunulmamalıdır, dediklerini suç saymış, bu yüzden de, din büyüklerine lâf atmıştır.
Mevdûdî de, ibni Teymiyye gibi imam-ı Gazâlîyi kusurlu göstermektedir. Büyük âlim (İbni Hacer-i Mekkî) hazretleri, (El-a'lâm bi-kavâtı'ıl-islâm) kitabında küfre sebep olan şeyleri anlatırken, İbnüssübkî ve başka âlimlerin kitaplarından alarak buyuruyor ki, (İmâm-ı Gazâlînin yazılarında kusur bulan kimse, yâ haset edip onu çekemiyendir, yâhut da, zındıktır). Hanefî mezhebi âlimlerinden İbni Âbidîn, (El-Ukûd-üd-dürriyye) kitabının sonunda diyor ki, (İmâm-ı Gazâlî âlim değildi diyen kimse, câhillerin echeli ve fâsıkların en kötüsüdür. O, zamanının hüccet-ül-islâmı ve âlimlerin en üstünü idi. Fıkh ilminde çok kıymetli kitapları vardır. Şâfi'î mezhebinin bazı hükmleri, Onun kitapları üzerine kurulmuştur).
İslâm âlimlerinden bazısı, ibni Teymiyyenin müslümanlıktan çıktığını, mürted olduğunu bildirmektedirler. İbni Battûta, İbni Hacer-i Mekkî, Takıyyeddîn-i Subkî ve oğlu ve Abdülvehhâb, İzzeddîn bin Cemâ'a ve ebû Hayyân Zâhirî Endülüsî gibi, sözleri senet olan derin âlimler, onu bid'at ehli, sapık saymışlardır. Evet onun sapık olduğunu bildirenler de, ilminin, zekâsının, zühdünün çokluğunu inkâr etmiyorlar. Fakat, (Mişkât)da yazılı hadis-i şerifte, (Kötülerin en kötüsü kötü din adamlarıdır) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî elliüçüncü mektûbunda buyuruyor:
(Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür. İnsanların saadeti ve felaketi, âlimlere bağlıdır. Büyüklerden biri şeytanı boş oturuyor görüp, sebebini sormuş. Şeytan demiş ki: Bu zamanın sapık âlimleri, bizim işimizi yapıyor. İnsanları yoldan çıkarmak için, bize iş bırakmıyorlar).
İmâm-ı Sübkî de, ibni Teymiyyenin ilmini, zekâsını çok övüyordu. Burhâneddîn bin Müflih (Tabakât)da diyor ki, İmâm-ı Sübkî, Zehebîye yazdığı mektûbda, ibni Teymiyyeyi çok övmüştü. Fakat, imam-ı Sübkî de (Erreddü-li-ibni Teymiyye) kitabında ve oğlu Abdülvehhâb da (Tabakât)da onun Ehl-i sünnetten ayrıldığını, dalâlete düştüğünü yazmaktadırlar. Fikirlerini aşıladığı birkaç kimse ve hele talebesinden ibni Kayyım ile Zehebî, onu aşırı övmektedir.
Son asrın derin âlimlerinden Yûsüf Nebhânî (Şevâhidül-hak) kitabında ve Osmanlı âlimlerinin büyüklerinden şeyh-ul-islâm Mustafâ Sabri efendi, (El-ilm ve akl) kitabında ve Şâm âlimlerinden Ebû Hâmid bin Merzûk, iki cilt kitabında, ibni Teymiyyenin sapıttığını vesikalarla isbât etmişlerdir. Ebû Hâmidin kitabı, İstanbulda kısaltılarak, (Et-Tevessül-ü bin-Nebi ve Cehelet-ül-Vehhâbiyyîn) ismi verilip, 1395[m. 1975] senesinde ofset yolu ile bastırılmıştır.
İbni Teymiyyeyi doğru sananlar, onun muhâkeme ve habs edilmesini haksız göstermek için de, (Tasavvufcular aleyhindeki yazıları, onları darılttı. Talâk hakkındaki fetvâları, fıkh âlimlerini düşman etti. Sıfat-i ilâhiyye hakkındaki fetvâları da kelâm âlimlerini gücendirdi. Bu yüzden kelâm, fıkh ve tasavvuf âlimleri buna karşı birleşerek cezâlandırıldı) diye kısaca yazıyorlar. Din âlimlerinin, bir iki kelime için, bir müslümana düşman olacaklarına, ona zulmedeceklerine, tuzağa düşürmek için çalıştıklarına herkesi inandırdıklarını sanıyorlar. Onu mazlum, âlimleri ise, zâlim olarak tanıtıyorlar. Hâlbuki, ibni Teymiyye, Ehl-i sünnete karşı, isyân bayrağı çekti. İslâm âlemine fitne, fesat ateşi saldı. Meselâ nahv âlimlerinden Ebû Hayyân, (700) senesinde Kâhireye gelince, ibni Teymiyye buna (Nahv âlimi dediğimiz Sibeveyh de kim oluyor. Kitabında tam seksen yanlış var ki, sen onları anlayamazsın) demiştir. Ebû Hayyân da, ilim adamına yakışmıyan sözleri karşısında, ondan uzak kalmağı uygun görmüştür. (El-Bahr) adındaki tefsîrinde ve (Nehr) ismindeki muhtasarında, onu ayblamıştır.
İbni Hacer-i Askalânî (Dürer-ül-kâmine) kitabında, Zehebîden alarak diyor ki, (İbni Teymiyye, ilim üzerinde konuşurken hiddetlenir, karşısındakini mağlup etmeye çalışır, herkesi gücendirirdi). İmâm-ı Süyûtî, (Kam'ul-mu'ârıd) kitabında buyuruyor ki, (İbni Teymiyye, kibrli idi. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi). Şâm âlimlerinden Muhammed Ali Bey, (Hıttatüş-Şâm) kitabında diyor ki, (İbni Teymiyyenin hedefi, Luther adındaki papazın hedefine benzer. Fakat, hıristiyanlığın müceddidi muvaffak oldu. İslâm müceddidi olamadı).
Pâkistânın büyük âlimlerinden Siyalküt şehrinin imam ve hatibi, Mevlânâ Muhammed Ziyâullahın (Vehhâbîliğin Hakîkati) kitabı urdu dilinde olup, 1969 da basılmıştır. Doksanüçüncü sayfasında diyor ki, Hindistânın büyük âlimi, dünyanın tanıdığı yüzlerce kıymetli kitabın yazarı mevlevî Abdülhay Lüknevî, (hicri 1304 senesinde vefât etti. ) (Gays-ül-gamâm) kitabında, (Sonra gelen Şevkanînin de, önce gelen ibni Teymiyyet-el-Harrânî gibi, ilmi çok, aklı az idi. Tıbkı onun gibi idi. Hattâ ondan daha aşağı idi) demektedir.
Goldziher, İbni Teymiyyenin hak mezhepleri bid'at saydığını, islâmın ilk safvetini değiştirdiler diyerek, bunlarla döğüştüğünü, Eş'arî mezhebi ile ve tasavvufla mücâdele ettiğini, Peygamberlerin kabrini ve Evliyânın kabirlerini ziyâret etmeye mâsiyyet dediğini yazmaktadır.
Muhammed Abduhun yetiştirdiklerinden olup, onun yolunda giden Câmi'ul-ezherin eski rektörü Mustafâ Abdürrâzık pâşa diyor ki, (İbni Teymiyye fetvâ verirken, bir mezhebe uymaz, bulduğu delîl ile hareket ederdi. Tasavvuf büyüklerinin keşfini inkâr ederdi).
İbni Teymiyye, Sadreddîn-i Konevî için diyor ki, (Muhyîddîn-i Arabînin arkadaşı olan Sadreddîn, akliyyât ile kelâm ilimlerinde, üstâdından daha ileride olmakla berâber, ondan daha kâfir, daha az bilgili, daha az îmanlıdır. Bunların mezhepleri kâfirlik olduğu için, daha hünerli olanları, daha çok kâfir oluyorlar). İslâm âlimlerinin bir kısmı kendisine kâfir dedi. Çoğu ise sapık olduğunu bildirdiler. Yavuz Sultan Selîm hân devri âlimlerinden Muhammed Şeyh-i Mekkî, Süleymâniyye kütübhânesi, Reşîd efendi kısmında bulunan fârisî (El-cânib-ül-garbî) kitabında, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine yapılan saldırıları cevaplandırırken diyor ki, (İbni Teymiyye, kâfirlerin yıllarca yandıktan sonra Cehennemden çıkacaklarını bildirmekte ve (Bir zaman olur; Cehennemin kapıları açılır. Dibinde otlar biter) hadisini yazmaktadır. Başka hadisler de söylemiştir. Hâlbuki kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacakları, Kur'an-ı kerimde açıkça bildirilmektedir. Tevâtür ve sözbirliği hâsıl olmuştur. Âlimler, ibni Teymiyyenin tevâtüre ve icmâ'a karşı geldiğini bildiriyor).
(Muhtasar-ı Kurtubî) doksanaltıncı sayfasında diyor ki, (Cehennemdekilerin hepsi çıkacak. Cehennemin hepsi boş kalacak diyenler, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere karşı gelmiş oluyorlar. Cehennem azâbının kâfirlere ebedî olduğunu Ehl-i sünnet âlimleri ve âdil imamlar sözbirliği ile bildirdiler. (Müminlerin yolundan ayrılanları Cehenneme atarız) meâlindeki âyet-i kerime, bunlara cevaptır. Müminlerden günahı çok olanların bulundukları Cehennemin birinci tabakası boşalacaktır. Kâfirlerin bulundukları başka tabakaları hiç boşalmıyacaktır. Müminler şefaate kavuşarak azâbdan kurtulacak, yalnız bunların yerleri boşalıp, Cehennemin yalnız birinci tabakasının dibinde otlar bitecektir. İmâm-ı Kurtubî yukardaki hadisin (Mevkûf) olduğunu yazıyor. Resûlullahdan işitildiği bildirilmemiştir, diyor. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de, Cehennemin kapıları hiç açılmaz. Kâfirler Cehennemde ebedî kalırlar, diyor. Cehennemden çıkılacak diyenler, müminlerin çıkacaklarını bildirmişlerdir. ) İbni Teymiyye, müminlerin Cehennemden çıkacaklarını bildiren hadis-i şerifleri ileri sürerek, âyet-i kerimeleri ve tevâtür ile icmâ'ı inkâr etmiş oluyor. Ehl-i sünnet âlimlerine kâfir demek, insanın küfrüne sebep olur. Selef-i sâlihînin başka başka tevil yapmadıkları âyetleri ve tevâtür hâsıl olmuş hadisleri inkâr etmenin küfür olduğu (Redd-ül-muhtâr)da (Kâdîlık) bahsinde de yazılıdır. Tancalı (İbni Battûta) adı ile meşhûr olan mâlikî âlimlerinden Muhammed bin Abdüllah, (Tuhfetünnüzzâr) tarihini İbni Cezî adındaki kâtibine yazdırmış, bu kitap çeşidli dillere tercüme edilmiştir. Türkçeye ikinci tercümeyi Muhammed Şerif bey yapmış ve 1335 [m. 1917] yılında İstanbulda basılmıştır. Bunun 9. sayfası sonunda (İbni Teymiyyenin ilmi çoktu. Fakat, aklında bozukluk vardı) diyorlar. İslâmiyete uymıyan çeşidli sözlerini bildiriyor. Meselâ (Şâmda idim. Cuma namazında idim. İbni Teymiyye hutbe okuduktan sonra, benim şimdi indiğim gibi,cenâb-ı Allah dünya göküne iner diyerek merdivenlerden indi. Mâlikî âlimi (İbni Zehrâ) bu sözün kötülüğünü cemaate uzun anlattı. Cemaatin çoğu câhil olup, İbni Teymiyyeyi hak yolda sanıyor. Onun yaldızlı sözlerini çok seviyorlardı. Bu mâlikî âliminin sözü ile İbni Teymiyyenin üzerine yürüdüler. Elleri ile, nalınları ile döğdüler. Yere yıkıldı. Sarığı düştü. İpek takkesi meydana çıktı. Bunu behâne ederek, hanbelî kâdısına götürdüler. Kâdı tarafından habs ve tâzîr olundu. Mâlikî ve şâfi'î âlimleri, bu tâzîrin haksız olduğunu söylediler. İş, melik Nâsıra intikâl etti. Kurulan âlimler heyeti, İbni Teymiyyenin fitne çıkardığına karar verdi. Sultânın emri ile, Şâmda habs edildi) diyor. İbni Battûtanın bu yazısı, Yûsüf-i Nebhânînin (Cevâhir-ül-bihâr) kitabında, Abdülganî Nablüsî isminde de yazılıdır. Zamanının âlimlerince ve bütün müslümanlarca sapıklığı anlaşılmış ve cezâsı verilmiş olan bir kimseyi mezhep imamlarımızın üstüne çıkaranlara ve bunlara inananlara, Allahü teâlâ dirâyet ve hidâyet ihsân eylesin. Müslüman yavrularını sapıklara aldanmaktan korusun! Âmîn.
İbni Hacer hazretleri, (Cevher-ül-munzam) kitabında buyuruyor ki, İbni Teymiyyenin hurâfelerinden, saçmalarından biri, Resûlullah ile istigâse, tevessül olunmasını inkârıdır. Ondan önce hiçbir islâm âlimi böyle söylemedi. Ehl-i sünnet âlimleri bildiriyorlar ki, Resûlullah ile her zaman tevessül etmek çok iyidir. Yaratılmadan önce ve yaratıldıktan sonra, dünyada da, âhirette de, Onunla tevessül olunur. Yaratılmadan önce Onunla tevessül olunacağını gösteren şeylerden biri, Peygamberlerin ve ümmetlerindeki Velîlerin Onunla tevessül etmiş olduklarıdır. İbni Teymiyyenin iftirâ olan sözü ise hiçbir asla ve esasa dayanmamaktadır. Hadis âlimlerinden Hâkim-i Nişâpûrînin bildirdiği hadis-i şerifte, (Âdem hatâ edince, yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâm hakkı için beni af ve mağfiret et dedi. Allahü teâlâ da, Muhammed aleyhisselâmı daha yaratmış değilim. Sen Onu nasıl tanıdın buyurdu. O da, yâ Rabbî! Beni yaratıp ruh verdiğin zaman, başımı kaldırdım. Arşın kenârlarında, lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah yazılmış gördüm. Kullarının içinde en çok sevdiğinin ismini, kendi isminin yanına koymuş olduğundan anladım dedi. Allahü teâlâ da, yâ Âdem! Doğru söyledin. Kullarım arasında en çok sevdiğim Odur. Onun hakkı için benden af dileyince, seni hemen affettim. Muhammed aleyhisselâm olmasaydı seni yaratmazdım buyurdu) buyurulmuştur. Muhammed aleyhisselâmın hakkı demek, Allahü teâlânın Onu çok sevmesi, Ona çok kıymet vermesi demektir. Yâhut, Onun başka kullar üzerinde olan hakkı demektir. Yâhut da, Allahü teâlânın Ona ihsân ederek, Onun için kendi üzerinde tanıdığı hak demektir. Bunun gibi, bir hadis-i şerifte, (Kulların Allahü teâlâ üzerindeki hakkı nedir?) buyurulmuştur. Burada hak demek, lâzım, vâcib olan şey demek değildir. Çünkü, Allahü teâlânın hiçbirşeyi yapması lâzım, vâcib değildir. Dilerse yapar. Dilemezse, yapmaz. Allahü teâlâdan Resûlullah hakkı için bir dilekte bulunmak, Resûlullah için istemek değildir ki, buna şirk denilsin. Allahü teâlâ Resûlünü çok sevdiğini, Ona yüksek mertebe verdiğini bildiriyor. İşte bu sevginin, bu yüksek derecenin hakkı, yâni hurmeti, kıymeti için, Allahü teâlâdan istenilmektedir. Allahü teâlânın, Resûlüne olan ikrâmlarından, ihsânlarından biri de şudur ki, Onun hakkı için, Onun yüksek derecesi için yapılan duâları kabûl buyurur. Buna inanmıyanın bu nîmetten mahrum kalması, kendisi için en büyük zarardır. Resûlullah ile, hayatta olduğu zaman da tevessül edilmiştir. Nesâî ve Tirmüzî bildiriyorlar ki, Resûlullahın yanına bir âmâ geldi. Gözlerinin açılması için duâ etmesini diledi. Resûlullah ona (İstersen duâ edeyim, istersen sabr et. Sabr etmek, senin için daha iyi olur) buyurdu. Duâ etmeni istiyorum. Beni güdecek kimsem yoktur. Çok sıkılıyorum deyince, (İyi bir abdest al! Sonra bu duâyı oku!) buyurdu. Duânın tercümesi şudur: (Yâ Rabbî! İnsanlara rahmet olarak gönderdiğin sevgili Peygamberin ile sana teveccüh ediyorum. Senden istiyorum! Yâ Muhammed! Dileğimin hâsıl olması için Rabbime senin ile teveccüh ediyorum. Allahım! Onu bana şefaatci eyle!) Bunu imam-ı Beyhekî de haber veriyor. Ayrıca (kalktı. Görerek gitti) de diyor. Bu duâyı okumağı ona Resûlullah öğretti. Kendisi duâ buyurmadı. Onun teveccüh eylemesini, yalvarmasını, Resûlullah ile istigâse etmesini, dilediğinin böyle hâsıl olmasını arzu buyurdu. Resûlullah hayatta iken de, vefâtından sonra da kendisi ile istigâse olunurdu. Selef-i sâlihîn, Resûlullahın vefâtından sonra bu duâyı çok okumuş, bununla murâdlarına kavuşmuşlardır. Halîfe Osman birinin bir dileğini kabûl buyurmuyordu. Bu kimse, Eshâbdan Osman bin Hanîf hazretlerine gelip, yardım etmesini istedikte, ona bu duâyı okumasını öğretti. Okuyup da, halîfenin yanına gidince, dileğinin kabûl olunduğunu Taberânî ve Beyhekî haber vermektedirler. Taberânînin haber verdiği bir hadis-i şerifte, Resûlullah duâ ederken, (Peygamberinin ve Ondan önce gelen Peygamberlerin hakkı için) buyururdu. Resûlullah ile veya başka Peygamberler veya Velîler ile (Teveccüh) etmek, (Tevessül) etmek, (İstigâse) etmek ve (Teşeffu') etmek, hep aynı şey demektir. Ameller ile, ibâdetler ile tevessül etmenin câiz olduğunu islâmiyet bildirmiştir. Eski zamanda, bir mağaraya girip kapalı kalmış olanların, Allah için yapmış oldukları hâlis işlerini söyliyerek yalvardıkları zaman, mağara ağzını tıkamış olan taşın açılarak kurtulduklarını hadis-i şerif haber veriyor. İşleri vesîle ederek yapılan duâ kabûl olunca, işlerin en iyilerini yapanları vesîle ederek yapılan duâlar elbette kabûl olur. Ömer-übnül-Hattâb, Hz. Abbâsı vesîle ederek yağmur duâsı yaptı. Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri buna karşı birşey demedi. Resûlullahı ve Onun mübârek kabrini vesîle etmeyip, Hz. Abbâsı vesîle etmesi, kendini çok aşağı bildiği ve Resûlullahın akrabâsını kendinden üstün gördüğü için idi. Hz. Abbâs ile tevessül etmesi, aslında Resûlullah ile tevessül etmektir. Tevessül, teveccüh ve istigâse sözleri, kendisi ile teveccüh, istigâse edilenin, teveccüh ve istigâse olanlardan daha üstün tutulduğunu gösteriyor denilemez. Çünkü, derecesi yüksek olanı vesîle ederek, daha yüksek derece sahibinden istenilmektedir. İstigâse, yardım istemektir. Birini vesîle ederek, başkasından yardım istemektir. Bu başkası vesîle yapılandan daha yüksektir. Müslümanlar, Resûlullah ile veya Evliyâ ile teveccüh, istigâse ederken başka türlü düşünmezler. Bu kelimeleri söylerken kalblerine başka şeyler gelmez. İstigâse olunan, yardım istenilen, yalnız Allahü teâlâdır. Peygamber, ikisi arasında vâsıtadır, vesîledir. Halk ederek, îcâd ederek yardım eden, yalnız Allahü teâlâdır. Yardıma sebep, vesîle olan, Peygamberdir. Allahü teâlâ, hakîkî gavstır. Resûlullah, mecâzî gavs olmaktadır. Buhârînin haber verdiği hadis-i şerifte, (Kıyâmet günü, önce Âdem ile, sonra Mûsâ ile ve sonra Muhammed aleyhimüsselâm ile istigâse ederler) buyuruldu. Bundan başka, Resûlullah ile tevessül etmek demek, Onun duâ etmesini istemek demektir. Çünkü O, kabrinde diridir, istiyenin istediğini anlar. Sahih haberde bildirildi: (Emîr-ül-müminin Ömer zamanında kaht [kıtlık] oldu. Eshâb-ı kirâmdan birisi, Resûlullahın kabri yanına gelip, yâ Resûlallah! Ümmetine yağmur yağması için duâ eyle!Ümmetin helâk olmak üzeredir, dedi. Resûlullah, buna rü'yâda görünüp yağmur yağacağını haber verdi. Öyle de oldu. Rü'yâda ayrıca (Ömere git, Selâm söyle!Yağmur yağacağını müjdele. Keys ile hareket etmesini söyle!) de buyurdu. Keys, yumuşak davranmaktır. Ömer sert idi. Dînin emirlerini yerine getirmekte şiddet gösterirdi. Bu kimse, Halîfenin yanına geldi. Olanı anlattı. Halîfe dinledi ve ağladı. Bir habere göre rü'yâyı gören, Eshâbdan Bilâl bin Hâris Müzenî idi. Burada, rü'yâyı değil, Sahâbînin, Resûlullahın kabrine gelerek tevessül etmiş olduğunu bildirmek istiyoruz. Görülüyor ki, Resûlullahdan, hayatta iken olduğu gibi vefâtından sonra da, dileklerin hâsıl olmaları için duâ buyurması istenilir. Onun duâ ve şefaat etmesi ile dilekler hâsıl olduğu gibi, hayata gelmeden önce ve hayatta iken ve vefâtından sonra, Onu vesîle ederek yapılan duâ ve tevessüller de kabûl olmaktadırlar. Kıyâmet günü de ümmeti için Rabbinden, şefaatte bulunacak ve şefaati kabûl olunacaktır. Böyle olduğunu, islâm âlimleri (İcmâ') ile yâni sözbirliği ile bildirmişlerdir. Abdüllah ibni Abbâs buyurdu ki, Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma, (Yâ Îsâ! Muhammed aleyhisselâma îman et! Senin ümmetinden, Onun zamanına yetişecek olanların, Ona îman etmeleri için de ümmetine emret! Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Âdem Peygamberi yaratmazdım. Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Cenneti, Cehennemi yaratmazdım. Arşı su üzerinde yarattım. Hareket etti. Üzerine, Lâ ilâhe illallah yazınca durdu) buyurdu. Bu hadis-i şerifi, Hâkim sahih senetlerle haber vermiştir. Böyle yüksek derece ve ölçülemiyecek kadar çok kıymetli olan ve mevlâsının nîmetlerine kavuşmuş bir Peygamberi vesîle ederek Onun şefaatini dileyerek yapılan duâ kabûl olmaz mı? (Cevher-ül-munzam)ın yazısı (Şevâhid-ül-hak)dan alınarak buraya kadar tercüme edildi. Nuh, İbrâhîm ve diğer Peygamberlerin de Muhammed aleyhisselâmı vesîle ederek yaptıkları duâlar, tefsîr kitaplarında yazılıdır.
(Şevâhid-ül-hak) İmâm-ı Sübkîden alarak diyor ki, Resûlullah ile tevessül etmek iki türlü olur: Birincisi, Onun yüksek mertebesi, bereketi için Allahü teâlâdan istemektir. Böyle duâ ederken, (tevessül), (istigâse) ve (teşeffu') sözlerinden herbiri kullanılabilir. Üçü de, aynı şeyi bildirmektedir. Bu kelimeleri söyliyerek duâ eden, Resûlullahı vesîle ederek, Allahü teâlâdan istemektedir. Onu vâsıta kılarak Allahü teâlâdan istigâse etmektedir. Dünya işlerinde de, bir kimseden, onun çok sevdiğini vesîle ederek birşey istenilince, hemen vermektedir. Tevessülün ikincisi, dileğe kavuşmak için, Resûlullahın Allahü teâlâya duâ etmesini, Ondan istemektir. Çünkü O, kabrinde diridir. İstenileni anlar ve Allahü teâlâdan ister. Kıyâmet günü de şefaat etmesi istenilecek ve şefaat edecektir ve şefaati kabûl olunacaktır.
(Şevâhid-ül-hak)da, Şihâbüddîn-i Remlî hazretlerinden alarak buyuruyor ki, (Peygamberler ve Velîler öldükten sonra da, kendileri ile tevessül, istigâse olunur. Peygamberler ölünce mucizeleri bitmez. Velîler ölünce de, kerâmetleri kesilmez. Peygamberlerin mezarda diri olduklarını, namaz kıldıklarını, hâc yaptıklarını, hadis-i şerifler açıkça bildirmektedir. Şehitlerin de diri oldukları, kâfirlerle harp ederken, yardım ettikleri bilinmektedir).
VEHHÂBÎLİK VE EHL-İ SÜNNETİN CEVABI
Müslüman olduklarını söyledikleri hâlde, Ehl-i sünnetten ayrılanlardan biri de, (Vehhâbî)lerdir. Bunlara (Necdî) de denir.
Otuzdördüncü Osmanlı pâdişâhı, ikinci sultan Abdülhamîd hân [1258-1336 (1842-1918) İstanbulda sultan Mahmûd türbesinde] zamanındaki devlet adamlarından Ahmed Cevdet Pâşa, oniki cilt (Tarih-i Osmanî) kitabının yedinci cildinde ve bahriyye mîrlivâsı (Tuğamirali) olan Eyyüb Sabri Pâşa yazdığı beş ciltlik (Mir'ât-ül-haremeyn) tarih kitabının, üçüncü cildi, doksandokuzuncu sayfasından başlıyarak Vehhâbîliği uzun anlatmaktadırlar. Mir'ât-ül-haremeyn tarihi türkçedir. Süleymâniyye kütübhânesinde mevcuttur. Aşağıdaki yazının çoğu Pâşanın bu kitabından alınmıştır. Pâşa bu bilgileri, Ahmed Zeynî Dahlânın (Fitne-tül-vehhâbîyye) kitabından tercüme etmiştir. 1308 [m. 1890] de vefât etmiştir.
Vehhâbîliği kuran, Muhammed bin Abdülvehhâbdır. Hicretin binyüzonbir 1111 [m. 1699] senesinde Necdde, Hüreymile kasabasında dünyaya gelmiş, binikiyüzaltı 1206 [m. 1792] senesinde ölmüştür. Önceleri, seyâhat ve ticâret için, Basra, Bağdat, Îrân, Hind ve Şâm taraflarına gitmiş, 1125 [m. 1713] senesinde, Basrada, ingiliz câsûslarından, Hempherin tuzağına düşerek, ingilizlerin (İslâmiyeti imhâ) çalışmalarına âlet olmuştur. Câsûsun yazdırdığı bozuk şeyleri, (Vehhâbîlik) ismi ile neşreyledi. (İngiliz câsûsunun itirafları) kitabımızda, Vehhâbîliğin kuruluşu uzun anlatılmaktadır. Eline geçirdiği Harranlı Ahmed ibni Teymiyyenin [661-728 [m. 1328] Şâmda] Ehl-i sünnete uymıyan kitaplarını okumuş, (Şeyh-i Necdî) diye meşhûr olmuştur. İngiliz câsûsu ile birlikte hazırladığı (Kitap-üt-tevhîd) kitabına Mekke-i mükerreme âlimleri, binikiyüzyirmibir (1221) senesinde, çok güzel cevap yazarak, kuvvetli vesikalarla red ettiler. (Seyf-ül-Cebbâr) ismindeki bu reddiyye, sonradan Pâkistânda basılmış ve 1395 [m. 1975] senesinde İstanbulda ofset baskısı yapılmıştır. Abdülvehhâb oğlu Muhammedin torunu Abdürrahmân, (Kitap-üt-tevhîd)i şerh etmiş ve Muhammed Hamîd adında bir vehhâbî, eklemeler yaparak, (Feth-ul-mecîd) adı ile Mısrda bastırılmıştır. Abdülvehhâb oğlu Muhammedin düşünceleri, köylülere ve Der'iyye ehâlîsi ile reîsleri Muhammed bin Sü'ûde yayılmıştır. Vehhâbîlik ismini verdiği fikirlerini kabûl edenlere (Vehhâbî) ve (Necdî) denir. Kendini kâdı, Sü'ûd oğlu Muhammedi emîr ve hâkim tanıtmıştır. Kendilerinden sonra, hep çocuklarının bu makamlara geçmelerini kabûl ettirmiştir.
Muhammedin babası Abdülvehhâb, sâlih bir müslüman idi. Bu ve Medînedeki âlimler, Abdülvehhâb oğlunun yanlış bir yol tutacağını anlamış, herkese, bununla konuşmamalarını nasihat etmişlerdi. Fakat, binyüzelli 1150 [m. 1737] senesinde Vehhâbîliği ilân etti. Din âlimlerinin ictihâdlarını kötüledi. Ehl-i sünnet vel-cemaate kâfir diyecek kadar ileri gitti. Peygamberlerin ve Evliyânın mezarlarına gidip de, ona karşı (Yâ Nebiyyallah), (Yâ Abdelkâdir!) gibi söyliyen müşrik olur, dedi.
Vehhâbîlere göre, Allahü teâlâdan başka birşeyin bir iş yaptığını söyliyen, müşrik, kâfir olur imiş. Meselâ (Filan ilâç ağrıyı kesti) veya (Filanca Peygamberin veya Velînin mezarı yanında Allahü teâlâ duâmı kabûl etti) diyen müşrik olur imiş. Bu düşüncelerini isbât için, Fâtiha sûresindeki (İyyâke neste'în), yâni (Biz yalnız senden yardım bekleriz) meâlindeki âyet-i kerimeyi ve tevekkül etmeyi bildiren âyet-i kerimeleri senet gösterdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bu âyet-i kerimelere verdiği doğru mânalar ve tevhîd ve tevekkül mes'eleleri (Se'âdet-i Ebediyye) kitabının ikinci kısm, Tevekkül maddesinde uzun yazılıdır. Buradan okuyanlar, tevhîdin doğru mânasını öğrenir. Kendilerine muvahhid diyen vehhâbîlerin, muvahhid olmadıklarını görür.
Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.
Şahsın görünür rütbe-i aklı, eserinde!
(El-Üsûl-ül-erbe'a fî-terdîd-il-vehhâbiyye) kitabında ikinci aslın sonunda, fârisî olarak diyor ki: Vehhâbîler ve bunlar gibi mezhepsizler (Mecâz) ve (İsti'âre) ne demek olduğunu anlıyamıyorlar. Bir kimsenin bir iş yaptığını söylemeye, bu söz mecâz olarak söylenmiş olsa bile, hemen şirk ve küfür diyorlar. Hâlbuki Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimin birçok yerinde, bir işin hakîkî yapıcısının kendisi olduğunu, mecâzî yapıcısının da kullar olduğunu bildirmektedir. En'âm sûresinin elliyedinci âyetinde ve Yûsüf sûresinde, bir âyette meâlen, (Hükm, ancak Allahındır), yâni hâkim yalnız Allahü teâlâdır, buyuruldu. Nisâ sûresinin Altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Aralarındaki anlaşmazlıklarda, seni hâkim yapmadıkça, îman etmiş olmazlar) buyurulmuştur. Birinci âyet-i kerime, hakîkî hâkimin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bildiriyor. İkinci âyet-i kerime ise, insana da, mecâz olarak hâkim denileceğini bildiriyor.
Her müslüman, diriltenin ve öldürenin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bilmektedir. Çünkü, Yûnüs sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Dirilten ve öldüren, yalnız Odur) ve Zümer sûresinin kırkikinci âyetinde meâlen, (Ölüm zamanında insanı, Allahü teâlâ öldürüyor) buyuruldu. Secde sûresinin onbirinci âyet-i kerimesinde ise, meâlen, mecâz olarak, (Öldürmek için vekîl yapılmış olan melek sizi öldürüyor) buyuruldu.
Hastalara şifâ veren yalnız Allahü teâlâdır. Çünkü, Şü'arâ sûresinin sekseninci âyetinde meâlen, (Hasta olduğum zaman, bana ancak O şifâ verir) buyuruldu. İmrân sûresinin kırkdokuzuncu âyetinde ise meâlen, Îsâ aleyhisselâmın, (Âmânın gözünü açarım ve Baras illetini iyi ederim ve Allahü teâlânın izni ile, ölüleri diriltirim) dediğini bildirmektedir. [Baras, ebreş (Vitiligo) denilen cilt hastalığıdır. Derinin rengi gider. Büyük beyaz lekeler olur. Yâhut, albino hastalığıdır. Vücûdun tamamı beyazdır. ] İnsana evlat veren, hakîkatte Allahü teâlâdır. Cebrâîl aleyhisselâmın ise, mecâz olarak, (Sana, temiz bir oğul veririm) dediğini, Meryem sûresinin onsekizinci âyeti bildirmektedir.
İnsanın hakîkî sahibi Allahü teâlâdır. Bekara sûresinin ikiyüzelliyedinci âyetinin meâl-i şerifi, (Allahü teâlâ, îman edenlerin velîsidir) bunu açıkça bildiriyor. Mâide sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Sizin velîniz, Allahdır ve Onun Resûlüdür) ve Ahzâb sûresinin altıncı âyetinde meâlen, (Peygamber, müminlere, kendilerinden daha çok sahiptir!) buyurarak, kulun da mecâz olarak velî olduğu bildirilmektedir. Bunlar gibi hakîkî yardımcı, Allahü teâlâdır. Kullarına da, mecâz olarak mu'în demiştir. Mâide sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (İyilikte ve takvâda birbirinize yardımcı olunuz!) buyuruldu. Vehhâbîler, Allahdan başkasının kulu diyene, meselâ Abdünnebî, Abdürresûl diyen müslümana müşrik diyorlar. Hâlbuki, Nûr sûresinin otuzikinci âyetinde meâlen, (Evli olmıyan kadınlarınızı ve kullarınızdan ve câriyelerinizden sâlih olanları evlendiriniz!) buyuruldu. İnsanların hakîkî Rabbi, Allahü teâlâdır. Fakat, mecâz olarak, başkasına da rab denilir. Yûsüf sûresinin kırkikinci âyetinde meâlen, (Rabbinin yanında beni söyle!) buyruldu.
Vehhâbîlerin en çok takıldıkları şey, (İstigâse) kelimesidir. Allahdan başkasından yardım istemek, ona sığınmak şirktir diyorlar. Evet, hakîkî istigâse olunacak, yalnız Allahü teâlâdır. Bunu bilmiyen hiçbir müslüman yoktur. Fakat, başkasından da istigâse olunacağını, mecâz olarak söylemek câizdir. Çünkü, Kasas sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Onun kavminden olan, düşmanına karşı, ondan istigâse eyledi) buyuruldu. Hadis-i şerifte de, (Mahşer yerinde, Âdem aleyhisselâmdan istigâse edeceklerdir) buyuruldu. (Hısn-ül-hasîn)de yazılı hadis-i şerifte, (Yardım isteyen kimse, Ey Allahın kulları bize yardım ediniz desin!) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, yanında olmıyan kimseye seslenerek, ondan yardım istemeyi emretmektedir. (El-Üsûl-ül-erbe'a) kitabından tercüme burada tamam oldu. Bu kitap, fârisî olup, 1346 [m. 1928] da Hindistânda basılmış, 1395 [m. 1975] de, İstanbulda ofset üsûlü ile ikinci baskısı yapılmıştır. Bu kitabın yazarı, imam-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından Muhammed Hasen Cân sahiptir. Cân sâhib, (Tarîk-un-necât) kitabında da, vehhâbîlere ve diğer mezhepsizlere kıymetli cevaplar vermektedir. Bu kitabı, arabî olup, urdu diline tercümesi ile birlikte, 1350 senesinde Hindistânda basılmış ve 1396 [m. 1976] da İstanbulda, ofset baskısı yapılmıştır. [Hasen Cân [m. 1931] de vefât etti. ]
[Her kelimenin belli bir mânası vardır. Buna hakîkî mânası denir. Bir kelime, kendi hakîkî mânasında kullanılmayıp da, bir bağlantısı, ilişkisi bulunan başka bir mânada kullanılınca, bu kelimeye (Mecâz) denir. Allahü teâlâya mahsûs olan bir kelime, mecâz olarak, insanlar için kullanılınca, vehhâbîler bunu hakîkî mânada kullanıldı sanıyorlar. Bunu söyliyene müşrik, kâfir diyorlar. Böyle kelimelerin, âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde de insanlar için mecâz olarak kullanıldıklarını düşünmüyorlar].
Resûlullahdan ve Evliyâdan şefaat, yardım istemek, Allahü teâlâyı bırakmak, Onun yaratıcı olduğunu unutmak demek değildir. Bulut vâsıtası ile Allahü teâlâdan yağmur beklemek, ilâç içerek Allahü teâlâdan şifâ beklemek, top, bomba, füze, tayyâre kullanarak Allahü teâlâdan zafer beklemek gibidir. Bunlar sebebdir. Allahü teâlâ, herşeyi sebeple yaratmaktadır. Bu sebeplere yapışmak, şirk değildir. Peygamberler hep sebeplere yapıştılar. Allahü teâlânın yarattığı suyu içmek için çeşmeye, Onun yarattığı ekmeği yimek için fırıncıya gidildiği ve Allahü teâlânın zafer vermesi için, harp vâsıtaları ve talim terbiye yapıldığı gibi, Allahü teâlânın duâyı kabûl etmesi için de, Peygamberin, Evliyânın ruhlarına gönül bağlanır. Allahü teâlânın elektromagnetik dalgalarla yarattığı sesi almak için radyo kullanmak, Allahü teâlâyı bırakıp bir kutuya başvurmak değildir. Çünkü, radyo kutusundaki âletlere o özellikleri, o kuvvetleri veren Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, her şeyde, kendi kudretini gizlemiştir. Müşrik, puta tapar, Allahü teâlâyı düşünmez. Müslüman, sebepleri, vâsıtaları kullanırken, sebeplere, mahlûklara, te'sîr, hâssa veren Allahü teâlâyı düşünür. İstediğini Allahü teâlâdan bekler. Geleni Allahü teâlâdan bilir. Yukarıda yazılı âyet-i kerimenin mânası da, böyle olduğunu göstermektedir. Yâni, müminler her namazda Fâtiha sûresini okurken, (Yâ Rabbî, dünyadaki arzularıma, ihtiyaçlarıma kavuşmak için maddî, fennî sebeplere yapışıyor ve bana yardım etmeleri için, sevdiğin kullarına yalvarıyorum. Bunları yaparken ve her zaman, dilekleri verenin, yaratanın yalnız Sen olduğuna inanıyorum. Yalnız Senden bekliyorum!) demektedir. Hergün böyle söyliyen müminlere müşrik denilemez. Peygamberlerin, Velîlerin ruhlarından yardım istemek, Allahü teâlânın yarattığı bu sebeplere yapışmaktır. Bunların müşrik olmadıklarını, hâlis mümin olduklarını (Fâtiha) sûresinin bu âyeti açıkça haber vermektedir. Vehhâbîler maddî, fennî sebeplere yapışıyor, nefslerinin isteklerine kavuşmak için, her vesîleye, her çâreye başvuruyorlar. Peygamberleri ve Evliyâyı vesîle edinmeye şirk diyorlar.
Abdülvehhâb oğlunun sözleri nefse uygun geldiğinden, din bilgisi olmıyanlar kolay inandı. Ehl-i sünnet âlimlerine, doğru yoldaki müslümanlara kâfir dediler. Emîrler, kuvvetlenmek için, vehhâbîliği uygun buldular. Arab kabîlelerini, vehhâbî olmaya zorladılar. İnanmıyanları öldürdüler. Köylüler, ölüm korkusu ile Der'iyye emîri Muhammed bin Sü'ûdün emrine girdi. Vehhâbî olmıyanların mallarına, canlarına, ırzlarına, kadınlarına saldırmak için, emîre asker olmak işlerine iyi geldi.
Abdülvehhâb oğlu Muhammedin kardeşi şeyh Süleymân efendi, Ehl-i sünnet âlimi idi. Vehhâbîliği red eden (Savâ'ik-ul-ilâhiyye firred-i alel-vehhâbiyye) kitabını yazarak, bu sapık fikirlerin yayılmasını önledi. Bu kıymetli kitap, [1306] senesinde basılmış, 1395 [m. 1975] de İstanbulda ofset baskısı yapılmıştır. Muhammedin yanlış bir çığır açtığını anlıyan hocaları da, onun bozuk kitaplarına güzel cevaplar yazdılar. Onun doğru yoldan saptığını açıkladılar. Vehhâbîlerin âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış mâna verdiklerini isbât ettiler. Fakat, bunların hepsi, köylülerin ehl-i îmana karşı olan kinlerini, düşmanlıklarını arttırdı.
Vehhâbîlik, câhiller tarafından, ilim ile değil, ingiliz parası ve silâhları ile ve zulmederek, kan dökerek yayıldı. Bu yolda ellerini kana bulayan zâlimlerin en taş yüreklisi, Der'iyye emîri Muhammed bin Sü'ûd idi. Bu adam, Benî Hanîfe kabîlesinden olup, Müseylemet-ül-kezzâbın peygamberliğine inanan ahmakların soyundan idi. 1178 [m. 1765] de öldü. Yerine oğlu Abdülazîz geçti. Bu da, 1217 de bir şî'î tarafından öldürüldü. Yerine oğlu ikinci Su'ûd geçti ve 1231 de öldü. Yerine oğlu Abdüllah geçti ve 1240 da, İstanbulda idam edildi. Yerine, Abdülazîzin torunu Terkî bin Abdüllah geçti. 1254 de, bunun oğlu Faysal geçti. 1282 de oğlu Abdüllah emîr yapıldı. Bunun kardeşi Abdürrahmân ile oğlu Abdülazîz Kuveyte yerleşti. Abdülazîz 1319 [m. 1901] de Rıyâda gelip, emîr oldu. İngilizlerin yardımı ile Mekkeye saldırdı. 1351 [m. 1932] de, Sü'ûdî arabistân devletini kurdu. Sü'ûd emîri Fahdın, Efgânistândaki Ehl-i sünnet mücâhidleri ile harp etmekte olan Rus kâfirlerine dört milyar dolar yardım yaptığını 1991 tarihli gazetelerde okuduk.
Vehhâbîler Allahın birliğinde hâlis olmak, küfürden kurtulmak yolunda imiş. Bütün müslümanlar, altıyüz seneden beri şirk içinde imiş. Müslümanları şirkten, küfürden kurtarmaya çalışıyorlarmış. Kendilerini haklı göstermek için, Ahkâf sûresinin beşinci ve Yûnüs sûresinin yüzaltıncı âyet-i kerimelerini de ileri sürüyorlar. Hâlbuki, bunlar gibi âyet-i kerimelerin, müşrikler için gelmiş olduğunu tefsîrler bildirmektedir. Bu âyet-i kerimelerin birincisinde meâlen, (Allahü teâlâyı bırakıp da kıyâmete kadar hiç işitmeyen şeylere duâ eden kimseden daha sapık kimse yoktur), ikincisinde meâlen, (Mekke müşriklerine söyle! Bana emrolundu ki, Allahü teâlâdan başka şeylere, faydası ve zararı olmıyan şeylere duâ etme! Eğer Allahü teâlâdan başkasına duâ edersen, kendine zulmetmiş, zarar etmiş olursun) buyuruldu.
(Keşf-üş-şübühât) kitabı, Zümer sûresinin üçüncü âyetini de ele alıyor. Bu âyette, meâlen, (Allahdan başkasını Velî edinenler, biz bunlara tapınıyor isek, bizi Allaha yaklaştırmaları için, bize şefaat etmeleri için tapınıyoruz derler) buyuruluyor. Bu âyet-i kerime, putlara tapan müşriklerin sözlerini bildirmektedir. Şefaat isteyen müminleri, bu müşriklere benzetiyor. (Müşrikler de putların yaratıcı olmadığını, yaratıcı yalnız Allahü teâlâ olduğunu söylerdi) diyor. (Ruh-ul-beyan)da, bu âyet-i kerimenin tefsîrinde diyor ki, (İnsan, kendisinin ve herşeyin yaratıcısını tanımaya elverişli olarak, yaratılmıştır. Yaratıcısına ibâdet etmek ve Ona yaklaşmak arzusu, her insanda vardır. Fakat böyle elverişli olmanın ve bu isteğin kıymeti yoktur. Çünkü, nefis, şeytan ve kötü arkadaş, insanı aldatarak [yaratılışındaki bu arzuyu yok eder. Yâ, yaratana ve kıyâmet gününe inanmaz olur. Komünistler ve masonlar böyledir. Yâhut] müşrik yapar. Müşrik, Allahü teâlâya yaklaşamaz. Onu tanıyamaz. Şirkten uzaklaşıp, Tevhîde sarılarak hâsıl olan marifet, tanımak, kıymetlidir. Bunun alâmeti, Peygamberlere ve kitaplarına inanmak ve bunlara uymaktır. İnsan, Allahü teâlâya ancak böyle yaklaşabilir. Secde etmek, İblîsin yaratılışında vardı. Fakat, nefsine uymadığı için, secde etmek istemedi. Eski Yunan Felsefecileri de, Allahü teâlâya yaklaşmağı, Peygamberlere uyarak değil, kendi akıllarına, nefslerine uyarak istedikleri için kâfir oldular. Müminler Allahü teâlâya yaklaşmak için, islâmiyete uyuyor. Kalbleri nûr ile doluyor. Ruhlarına Cemâl sıfatları tecellî ediyor. Müşrikler, Allahü teâlâya yaklaşmak için, Peygambere, islâmiyete uymıyorlar. Nefslerine, noksan olan akıllarına, bid'atlere uyuyorlar. Kalbleri kararıyor. Ruhları perdeleniyor. Putlara, bize şefaat etmeleri için tapınıyoruz demelerinin yanlış olduğunu, Allahü teâlâ, bu âyetin sonunda haber veriyor). Görülüyor ki, Lokman sûresinin yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Kâfirlere sorarsan, yeri ve gökleri kim yarattı dersen, elbette Allah yarattı derler) ve Zuhruf sûresinin seksenyedinci âyetinde meâlen, (Allahdan başkasına tapınanlara, bunları kim yarattı diye sorarsan, elbette Allah yarattı derler) buyuruluyor. Bu âyet-i kerimeleri ele alarak (Müşrikler de yaratıcının yalnız Allah olduğunu biliyorlardı. Putlarının kıyâmette kendilerine şefaat etmeleri için tapınıyorlardı ve bunun için müşrik ve kâfir oldular) demek çok haksızdır.
Müminler, Peygamberlere ve Evliyâya tapınmıyor ve bunların Allahü teâlâya şerîk, ortak olmadığını söylüyoruz. Peygamberlerin ve Evliyânın, mahlûk, birer kul olduğuna, ibâdet edilmeye hakları olmadığına inanıyoruz. Onların, Allahü teâlânın sevdiği kulları olduğuna, Allahü teâlânın, sevdiklerinin bereketi ile, kullarına merhamet edeceğine inanıyoruz. Zararı ve faydayı yaratan yalnız Allahü teâlâdır. Tapınmaya hakkı olan yalnız Odur. Sevdiklerinin bereketi ile kullarına merhamet eder diyoruz. Müşrikler, yaratılışlarında mevcut olan marifetten dolayı, putlarının yaratıcı olmadığını söylüyor ise de, bu tabî'î marifeti Peygamberlere uyarak kuvvetlendirmedikleri için, putların tapınmaya hakları olduğuna inanıyor, bunun için tapınıyorlar. Putların ibâdet olunmaya hakkı vardır dedikleri için müşrik oluyorlar. Yoksa, bize şefaat etmelerini istiyoruz dedikleri için müşrik olmazlar. [Putlardan şefaat beklemek bâtıl, yâni bozuk bir inanıştır. Böyle inanmak câiz değildir. Fakat böyle inanmak şirk de değildir. Putlara tapınmak şirktir. ] Görülüyor ki, Ehl-i sünneti puta tapan kâfirlere benzetmek, tamamen yanlıştır. Bu âyet-i kerimelerin hepsi, putlara tapınan kâfirler ve müşrikler için gelmişti. (Keşf-üş-şübühât) kitabı, âyet-i kerimeyi tevil ederek, âyet-i kerimeye yanlış mâna vererek ve bozuk mantık yürüterek, Ehl-i sünnet olan müslümanlara müşrik diyor.
(El-fecr-üs-sâdık firredd-i alâ münkiri-t-tevessüli-velkerâmâti-vel-havârık) kitabında, bu âyet-i kerime tefsîr edilmiş, yanlış mâna verildiği isbât olunmuştur. Bu kitabı, Irâk âlimlerinden Cemil Sıdkı Zehâvî yazmış, 1323 [m. 1905] de Mısrda basılmıştır. 1396 [m. 1976] da, İstanbulda ofset ile ikinci baskısı yapılmıştır. Cemil Sıdkı, İstanbul Üniversitesinde (İlm-i kelâm) üzerinde dersler vermiş, 1355 [m. 1936] de vefât etmiştir. 1956 da basılan (Müncid) kitabında resmi vardır.
Abdüllah ibni Ömer hazretlerinin bildirdiği iki hadis-i şerifte, (Onlar doğru yoldan ayrıldı. Kâfirler için inmiş olan âyet-i kerimeleri, müminlere yüklediler) ve (Ümmetim için korktuklarımın en korkuncu, Kur'an-ı kerime kendi görüşlerine göre mâna vermeleri, yersiz tercüme etmeleridir) buyuruldu. Bu iki hadis-i şerif, mezhepsizlerin ortaya çıkacaklarını ve kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri müminlere yükleteceklerini, yanlış mâna vereceklerini haber vermektedir.
Abdülvehhâb oğlu Muhammedin yanlış fikirler taşıdığını, müslümanlar için ilerde zararlı olacağını anlıyarak buna nasihat verenlerden biri, Medînenin büyük âlimlerinden, şeyh Muhammed bin Süleymân Medenîdir. Şâfi'î fıkh âlimi olan bu zatın, çok kitabı vardır. İbni Hacer-i Mekkînin (Minhâc)a yaptığı (Tuhfet-ül-muhtaç) ismindeki şerhe olan hâşiyesi meşhûrdur. 1194 [m. 1780] de Medînede vefât etti. (El-fetâvâ) adındaki iki cilt kitabında, (Ey Abdülvehhâb oğlu! Müslümanlara dil uzatma! Allah rızası için sana nasihat ediyorum. Evet, işleri, Allahdan başkası yapar diyen olursa, ona doğruyu söyle! Fakat, sebeplere yapışanların ve sebepleri de, sebeplerin te'sîr kuvvetlerini de, Allahın yarattığına inananların kâfir olduğu söylenemez. Sen de bir müslümansın. Müslümanların hepsi yerine, birine sapık demek daha doğru olur. Sürüden ayrılanın sapıtması daha kolaydır. Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Kendisine doğru yol gösterildikten sonra, Peygamberlerin yolundan ayrılan, müminlerin inanışlarını ve ibâdetlerini terk eden kimseyi, âhırette dost olduğu küfür ve irtidâd üzere diriltir ve Cehenneme atarız) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, sözümün doğru olduğunu göstermektedir) diyor. Vehhâbîlerin sayılamıyacak kadar çok bozuk fikirleri varsa da, bunların temeli, üç şeydir:
1 - (Amel, ibâdet, îmanın parçasıdır) diyorlar. (Bir farzı, inandığı hâlde, tenbellikle yapmıyan kimse, meselâ bir namazı kılmıyan, hasîsliğinden dolayı zekât vermiyen kâfir olur. Bunu öldürmeli, mallarını vehhâbîlere taksîm etmelidir) diyorlar.
(Milel ve nihal) tercümesi altmışüçüncü sayfada diyor ki: (Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile dediler ki, ibâdetler îmana dahil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tenbellikle yapmıyan, kâfir olmaz. Yalnız, namaz kılmıyan için sözbirliği olmadı. Hanbelî mezhebine göre, tenbellikle namaz kılmıyan kâfir olur). [Senâüllah pâni-pütî (Mâ-lâ-büdde) kitabının başında diyor ki, (Müslüman, büyük günah işlemekle kâfir olmaz. Eğer Cehenneme sokulursa, az veya uzun zaman sonra, Cehennemden çıkarılıp, Cennete sokulur. Cennette sonsuz kalır. ) Bu kitap fârisî olup, 1376 [m. 1956] da Delhîde ve 1410 [m. 1990] da İstanbulda, Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılmıştır. ] Hanbelî mezhebinde, yalnız namaz kılmıyan için kâfir olur denildi. Diğer ibâdetler için denilmedi. O hâlde, vehhâbîler bu bakımdan da Hanbelî değildir. Ehl-i sünnet olmıyanların Hanbelî de olmıyacağını onsekizinci ve otuzikinci sayfalarda bildirmiştik. Dört mezhepten birinde olmıyanlar, Ehl-i sünnet değildirler.
2 - (Peygamberlerin ve Evliyânın ruhlarından şefaat istiyen, bunların mezarını ziyâret edip, bunları vesîle ederek duâ eden kâfir olur. Meyyitte his yoktur) diyorlar.
Kabirdekine söyliyen kâfir olsaydı, Peygamberimiz ve büyük âlimler, Velîler, böyle duâ etmezlerdi. Peygamberimiz, Medînedeki (Bakî') kabristanını ve Uhud şehitlerini ziyâret etmeye giderdi. Kabirdekilere selâm verdiği ve onlarla konuştuğu, vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) kitaplarının dörtyüzseksenbeşinci sayfasında de yazılıdır.
Peygamberimiz duâ ederken (Allahümme innî es-elüke bi-hakkıssâilîne aleyke), yâni (Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hâtırı için Senden istiyorum!) derdi ve böyle duâ ediniz buyururdu. Hz. Alînin annesi Fâtımayı kendi mübârek elleri ile, mezara koyunca: (İğfir li-ümmî Fâtımate binti Esed ve vessi' aleyhâ medhalehâ bi-hakkı nebiyyike vel enbiyâillezîne min kablî inneke erhamürrâhimîn) demişti. Bu duâ (Yâ Rabbî! Annem Fâtıma binti Esedi mağfiret eyle, yâni günahlarını affeyle! İçinde bulunduğu yeri genişlet! Peygamberinin hakkı için ve benden önce gelmiş, Peygamberlerin hepsinin hakkı için bu duâmı kabûl et! Sen, merhametlilerin en merhametlisisin) demektir. Ensârın büyüklerinden Osman bin Huneyfin bildirdiği hadis-i şerifte, iyi olması için duâ isteyen bir âmâya, abdest alıp, iki rekât namazdan sonra, (Allahümme innî es'elüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyyike Muhammedin nebiyyirrahme, yâ Muhammed innî eteveccehü bike ilâ Rabbî fî hâcetî hâzihî li-taktiye-lî Allahümme şeffi'hü fiyye) duâsını okumasını emretmişti. Bu duâda, dileğin kabûl edilmesi için, Muhammed aleyhisselâmı vesîle etmesi emrolunmaktadır. Eshâb-ı kirâm, bu duâyı hep okurdu. Bu duâ, (Eşi'at-ül leme'ât) ikinci cildinde ve (Hısn-ül hasîn)de senetleri ile birlikte yazılıdır. Şerh ederken (Peygamberini vesîle ederek sana dönüyorum) demektedirler.
Bu duâlar gösteriyor ki, Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak, onların hâtırı ve hürmeti ile duâ etmek câizdir.
1361 [m. 1942] senesinde vefât eden (Câmi'ul-ezher) kibâr-ı ulemâsından şeyh Ali Mahfûz, 1375 [m. 1956] de Mısrda basılan (El-ibdâ') kitabında, İbni Teymiyyeyi ve Abduhu çok övdüğü hâlde, ikiyüzonüçüncü [213] sayfasında (Evliyâyı kiram öldükten sonra, dünya işlerinde tasarruf ederler demek, meselâ hastaları iyi eder, boğulacakları kurtarır, düşman karşısında olana yardım eder ve gayb olan şeylere kavuşturur demek, doğru değildir. Mertebeleri yüksek olduğu için, Allahü teâlâ, bu işleri onlara bırakmıştır. Dilediklerini yaparlar demek yanlıştır. Fakat Allahü teâlâ, Evliyâsı arasından dilediklerine, sağ iken ve öldükten sonra, ikrâm ederek, onların kerâmeti ile hastayı iyi eder. Boğulmak üzere olanı kurtarır. Düşman karşısında olana yardım eder. Gayb olan şeyi buldurur. Böyle olmasını akıl kabûl eder. Kur'an-ı kerim de bunları haber veriyor) diyor. Câmi'ul-ezher profesörlerinden Abdüllah Desûkî ve Yûsüf Decvî, İbdâ' kitabının sonuna takrîz yazmışlar, kitabı övmüşlerdir.
Abdülganî Nablüsî, (Hadîka) kitabının yüzseksenikinci sayfasında diyor ki, (Buhârînin Ebû Hüreyreden haber verdiği hadis-i kudsîde, (Allahü teâlâ, kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle herşeyi tutar. Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu korurum buyurdu) denilmektedir. Burada bildirilen nâfile ibâdetler, farzları yapanların yaptıkları sünnet ve nâfile ibâdetlerdir. [Böyle olduğunu, (Merâkıl-felâh) ve bunun (Tahtâvî) hâşiyesi de açık yazmaktadır. 425. sayfaya bakınız!] Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, farzları yaptıktan sonra, nâfile ibâdetleri de yapan, Allahü teâlânın sevgisini kazanır ve duâları kabûl olur). Bunların diri iken de, öldükten sonra da, duâ ettikleri kimseler, murâdlarına kavuşur. Öldükten sonra da işitirler. Dileyenleri boş çevirmez, duâ ederler. Bunun için, hadis-i şerifte, (İşlerinizde sıkıştığınız zaman, kabirde olanlardan yardım isteyiniz!) buyuruldu. Bu hadisin, mânası açıktır. Âlûsînin tevil etmesi yersizdir.
(Hadîkat-ün-nediyye) kitabının ikiyüzdoksanıncı sayfasında diyor ki: (Müminler, uykuda iken olduğu gibi, öldükten sonra da mümindir. Peygamberler de, uykuda iken olduğu gibi, öldükten sonra da Peygamberdirler. Çünkü, mümin olan ve Peygamber olan, ruhdur. İnsan ölünce, ruhu değişmez. Böyle olduğu imam-ı Abdüllah Nesefînin (Umdet-ül akâid) kitabında yazılıdır. [Bu kitap, 1259 [m. 1843] senesinde Londrada basılmıştır. ] Bunun gibi, Evliyânın da, uykuda iken olduğu gibi, öldükten sonra da Evliyâlıkları gitmez. Buna inanmıyan câhildir, inatçıdır. Evliyânın öldükten sonra da kerâmet sahibi olduklarını, ayrı bir kitabımda isbât ettim). Hanefî mezhebi âlimlerinden Ahmed bin seyyid Muhammed Mekkî Hamevî ve Şâfi'î mezhebi âlimlerinden Ahmed bin Ahmed Şücâ'î ve Muhammed Şevberî Mısrî, Evliyânın kerâmetleri olduğunu, kerâmetlerinin öldükten sonra da devam ettiğini ve Evliyânın kabirleri ile tevessül ve istigâsenin câiz olduğunu vesikalarla isbât eden risâleler yazmışlardır. Bu üç risâle, Ahmed Zeynî Dahlanın (Ed-dürer-üs-seniyye fireddi alel-vehhâbiyye) kitabı ile bir arada, 1319 [m. 1901] senesinde Mısrda basılmış ve 1396 [m. 1976] senesinde, İstanbulda ofset baskıları yapılmıştır.
Konyalı Muhammed Hâdimî efendi, 1176 [m. 1762] senesinde Konyada vefât etmiştir. (Berîka) kitabının ikiyüzaltmışdokuzuncu sayfasında diyor ki, (Evliyânın kerâmet göstermesi, haktır, doğrudur. Velî, Allahü teâlâya ve sıfatlarına, mümkün olduğu kadar ârif olan müslüman demektir. Tâatleri, ibâdetleri çok yapar. Günahlardan ve nefsine, şehvetlerine uymaktan çok sakınır. Allahü teâlânın, âdetinin ve fen kanûnlarının dışında olarak yarattığı şeylere (Hârik-ul'âde) şeyler denir. Hârik-ul'âde şeyler, sekizdir: Mucize, kerâmet, iânet, ihânet, sihir, ibtilâ, isâbet-i ayn yâni nazar değmesi ve irhâs. Kerâmet, müttekî, ârif-i billah olan bir müminin elinde hâsıl olan hârik-ul'âde şey demektir. Bu kimse Velîdir. Peygamber değildir. Şâfi'î mezhebi âlimlerinden Ebû İshak İbrâhîm İsferâînî kerâmetlerin bazısını ve Mu'tezile fırkasında olanlar kerâmetlerin hepsini inkâr etti. Mucize ile karışır. Peygambere inanmak güç olur dediler. Hâlbuki, bir Velîden, kerâmet görülünce, kendisinin Peygamber olduğunu söylemez. Kerâmetini göstermek istemez. Peygamberler ve Velîler öldükten sonra da, bunlar vâsıtası ile Allahü teâlâya yalvarmak câizdir. Böyle duâ etmeye, (Tevessül) ve (İstigâse) etmek denir. Çünkü, bunlar ölünce, mucizeleri ve kerâmetleri devam eder. Remlî de böyle söyledi. İmâm-ül-haremeyn diyor ki, (Kerâmetin, öldükten sonra da devam ettiğini yalnız şî'î inkâr eder). Mısrdaki mâlikî mezhebinin büyüklerinden Ali Echûrî diyor ki, (Velî, dünyada iken, kınındaki kılınç gibidir. Ölünce, kınından çıkan kılınç gibi olup, tasarrufu, te'sîri kuvvetlenir). Bu sözü, Ebû Ali Sencî de, (Nûr-ül-hidâye) kitabında yazmaktadır. Kerâmetin hak olduğu, Kitap ile, Sünnet ile ve icmâ-ı ümmet ile sâbittir. Evliyânın, yüzlerce, binlerce kerâmetleri, kıymetli kitaplarda bildirildi. ) (Berîka)dan tercüme tamam oldu.
(Mir'ât-ı Medîne) kitabının yüzaltıncı sayfasından başlıyarak diyor ki: Hadis âlimlerinden İbni Huzeyme ve Dâr-ı Kutnî ve Taberânînin, Abdüllah bin Ömerden bildirdikleri sahih hadiste, (Kabrimi ziyâret edene şefaatim vâcib oldu) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, imam-ı Münâvînin (Künûz-üd-dekâık) kitabında da vardır. Ayrıca, İbni Hibbânın haber verdiği (Vefâtımdan sonra kabrimi ziyâret eden, hayatımda ziyâret etmiş gibidir) hadis-i şerifini ve Taberânînin bildirdiği (Kabrimi ziyâret edene şefaat edeceğim) hadis-i şerifini yazmaktadır. İmâm-ı Bezzârın Abdüllah ibni Ömerden haber verdiği (Kabrimi ziyâret edene şefaatim helâl oldu) hadis-i şerifi ve Müslim-i şerifte, Abdüllah ibni Ömerin bildirdiği, (Beni ziyâret için Medîne-i münevvereye gelenlere, kıyâmet günü şefaat etmekliğim hak oldu) merfû' hadis-i şerifini her müslüman bilmektedir.
Taberânînin ve Dâr-ı Kutnînin ve İbnül-Cevzînin haber verdikleri (Hac eden, sonra kabrimi ziyâret eden, beni sağ iken ziyâret etmiş gibi olur) hadis-i şerifi büyük müjdedir. Dâr-ı Kutnînin bildirdiği (Hac eden kimse, beni ziyâret etmezse, beni üzmüş olur) hadis-i şerifi, hac edip de, özrü olmadığı hâlde, Kabr-i saadeti ziyâret etmiyenleri bildirmektedir.
Medîne-i münevvere islâm üniversitesi rektörü Abdülazîz, (Tahkîk ve îzâh) ismindeki kitabında, ziyâret etmeyi teşvîk eden yukarıdaki hadis-i şeriflerin hiçbirinin senedi, delîli olmadığını yazıyor. Hepsinin mevdû' olduğunu şeyhul-islâm İbni Teymiyye bildirdi diyor. Hâlbuki Zerkânînin (Mevâhib) şerhinin sekizinci cildinde ve Semhûdînin (Vefâ-ül-vefâ)sının dördüncü cildi sonunda bu hadis-i şeriflerin kaynakları, uzun yazılı olup, hasen hadis oldukları bildirilmiş, İbni Teymiyyenin bu sözü mevdû'dur denilmiştir. Medîne üniversitesinin rektörü ve hocaları, böylece Ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarına gölge düşürmeye çalışmakta, kendi inançlarını, kitapları ile dünyaya yaymaktadırlar. Dünyadaki bütün milletleri, yâni hem müslümanları, hem de başkalarını aldatmak, kendilerini hakîkî müslüman tanıtmak için, yeni bir siyâset kullanıyorlar: (Râbıtat-ül-âlem il-islâm) isminde bir İslâm merkezi kurdular. Her memleketteki müslümanlar arasından, câhil, kiralık din adamlarını seçerek, burada topladılar. Herbirine yüzlerce altın maaş veriyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından haberi olmıyan, bu câhil din adamlarını kukla gibi kullanıyorlar. Kendi inançlarını bu merkezden bütün dünyaya yayarak, bunlara (Dünya İslâm Birliği)nin fetvâları diyorlar. 1395 [m. 1975] Ramazan-ı şerif ayında çıkardıkları, böyle uydurma fetvâlarında, (Kadınlara Cuma namazı kılmak farzdır. Cuma ve bayram hutbeleri, her memlekette kendi dilleri ile okunur) dediler. Mekkedeki bu fitne ve fesat ocağına üye olan, Mevdûdînin adamlarından Sabri ismindeki bir sapık, bu fetvâyı hemen Hindistâna getiriyor. Hindistândaki, bol aylıklı, apartmanlı câhiller, kadınları zorla câmilere sürüklediler. Çeşidli dillerle hutbe okumaya başladılar. Hindistândaki Ehl-i sünnet âlimleri, hakîkî din adamları, bu hareketi önlemek için, kıymetli kaynaklardan fetvâlar hazırlayıp, yaydılar. Bu ilmî yazılara cevap veremeyip, hak sözün karşısında duramadılar. Hindistânın güneyindeki (Kerala) bölgesinde, yüzlerce din adamı, aldanmış olduklarını anlıyarak, tevbe ettiler. Tekrar, Ehl-i sünnet saflarına katıldılar. Ehl-i sünnet âlimlerinin, sağlam kaynaklara dayanan bu kıymetli fetvâlarından dört adedi, ofset yolu ile bastırılarak bütün islâm memleketlerine gönderildi. Her yerdeki hakîkî din adamları, buna karşı müslümanları uyandırmakta, islâmiyeti içerden yıkan, parçalıyan felaket ateşini söndürmeye çalışmaktadırlar. Elhamdü-lillah ki, dünyanın her yerinde temiz ruhlu, uyanık gençler, hakkı bâtıldan ayırmaktadırlar.
İbni Âbidîn, Cuma hutbesini ve iftitâh tekbîrini ve namaz içinde duâyı anlatırken buyuruyor ki, (Hutbeyi arabîden başka lisan ile okumak, namaza dururken, başka dil ile iftitâh tekbîrini söylemek gibidir. Bu da, namazdaki diğer zikrler gibidir. Namaz içindeki zikrleri ve duâları arabîden başka dil ile söylemek ise, tahrîmen mekruhtur. Hz. Ömer yasak etmiştir). Namazın vâciblerini anlatırken diyor ki, (Tahrîmen mekruh işlemek, küçük günah olur. Buna devam edenin adaleti gider). (Tahtâvî)de diyor ki, (Küçük günaha devam eden fâsık olur. Fâsık olan veya bid'at işliyen imamların arkasında namaz kılmamalı, başka câmide kılmalıdır). Eshâb-ı kirâm ve Tâbiîn-i izâm, Asyada ve Afrikada, hutbelerin tamamını hep arabî okudu. Çünkü, hutbenin hepsini veya bir kısmını başka dil ile okumak, mekruh ve bid'at olur. Bid'at ise büyük günahtır. Hâlbuki, dinliyenler arabî bilmiyorlar, hutbeleri anlıyamıyorlardı. Din bilgileri de yoktu. Onlara öğretmek lâzım idi. Fakat, yine hutbenin hepsini arabî okudular. Bunun için, Osmanlı imparatorluğundaki Şeyh-ul-islâm efendiler ve dünyada meşhûr olan büyük islâm âlimleri, altıyüz seneden beri, hutbeleri, türkçe de okutarak, cemaatin anlamasını çok istediler ise de, câiz olmıyacağını bildikleri için, buna izin veremediler.
İmâm-ı Beyhekînin Ebû Hüreyreden haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse bana selâm verince, Allahü teâlâ ruhumu cesedime verir. Onun selâmını işitirim) buyuruldu. İmâm-ı Beyhekî, bu hadis-i şerife dayanarak, Peygamberler kabirlerinde, bizim bilmediğimiz bir hayat ile diridirler demiştir.
Medînedeki Abdülazîz bin Abdüllah da, (El-hac vel-Umre) kitabının altmışaltıncı sayfasında bu hadis-i şerifi yazıp, bu hadis Onun meyyit olduğunu gösteriyor diyor. Aynı sayfada, kabrinde, bilinmiyen bir hayat ile diridir de diyor. Sözleri birbirini tutmuyor. Hâlbuki, bu hadis-i şerif, mübârek ruhunun geldiğini, selâmlara cevap verdiğini bildiriyor. Yine, bu kitabının yetmişüçüncü sayfasında yazdığı iki hadis-i şerifte, (Kabir ziyâret ederken, Esselâmü aleyküm ehl-el-diyâr-ı minel müminin) denilmesi emir buyurulmaktadır. Bu hadis-i şerifler, bütün müslümanların kabirlerine selâm verileceğini emrediyor. İşitene selâm verilir. İşiten ile konuşulur. Hem bu hadis-i şerifleri haber veriyorlar. Hem de, meyyit işitmez diyor. Meyyitin işittiğine inananlara müşrik diyorlar. Âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri yanlış tevil ediyorlar.
Resûlullahın, kabrinde, bilinmiyen bir hayat ile diri olduğunu bildiren çok hadis-i şerif vardır. (Kabrim başında söylenen salevâti işitirim. Uzaktan söylenen salevât bana bildirilir) ve (Bir kimse, kabrim başında bana salevât okursa, Allahü teâlâ bir melek gönderip, bu salevâti bana bildirir. Kıyâmet günü ona şefaat ederim) hadis-i şerifleri, meşhûr altı kitapta yazılıdır.
Bir müslüman, dünyada iken tanıdığı bir müslümanın kabri yanına gidip selâm verse, kabirdeki kimse, selâm vereni tanır ve cevap verir. İbni Ebiddünyanın haber verdiği hadis-i şerifte, müslüman meyyitin, selâm vereni tanıdığı ve sevindiği ve cevap verdiği haber verilmektedir. Tanımadığı mevtâlara selâm verirse selâma sevinerek cevap verirler. Sâlihler ve şehitler selâm vereni tanır ve cevabını verir de, Resûlullah tanımaz olur mu? Gökte güneş her tarafa ışık saldığı gibi, Resûlullah de, bir anda her yerde söylenen selâmlara, o anda cevap verir.
Bir hadis-i şerifte, (Vefâtımdan sonra da, diri iken olduğu gibi işitirim) ve Ebû Ya'lânın bildirdiği hadis-i şerifte, (Peygamberler kabirlerinde diridir. Namaz kılarlar) buyuruldu. İbrâhîm bin Bişar ve seyyid Ahmed Rıfâ'î ve daha nice Velîler, Resûlullaha verdikleri selâmın cevabını işitmişlerdir.
Celâleddîn-i Süyûtî hazretlerine, (Seyyid Ahmed Rıfâ'înin Resûlullahın mübârek elini öpmüş olduğu doğru mudur?) dediklerinde, cevap olarak (Şeref-ül-muhkem) adında bir kitap yazmıştır. Bu kitabında, Resûlullah efendimizin, Kabr-i saadetlerinde, bilinmiyen bir hayatla diri olduğunu ve selâmları işitip cevap verdiğini, aklî ve naklî delîller ile isbât etmiştir. Mîraç gecesi, Resûlullahın, Mûsâ aleyhisselâmı, kabrinde namaz kılarken gördüğünü de, bu kitabında bildirmiştir.
Âişe-i Sıddîkanın haber verdiği bir hadis-i şerifte, (Hayberde yidiğim zehirli etin acısını duymaktayım. O zehrin te'sîri ile, ebher [avort] damarım şimdi çalışmıyacak hâle geldi) buyuruldu. Allahü teâlânın, insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma, peygamberlikle birlikte şehitlik derecesini de vermiş olduğunu bu hadis-i şerif göstermektedir. İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyetinde meâlen, (Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız! Onlar Rablarının yanında diridirler. Rızklandırılmaktadırlar) buyuruldu. Allah yolunda zehir yidirilen o büyük Peygamberin, bu âyet-i kerimede bildirilen şerefli derecenin en üstünde bulunduğu şüphesizdir.
İbni Hibbânın bildirdiği hadis-i şerifte, (Peygamberlerin mübârek vücûdları çürümez. Bir mümin bana salevât okursa, bir melek o salevâti bana getirip, ümmetinden falan oğlu filan sana salevât ve selâm söyledi der) buyuruldu.
İbni Mâcenin bildirdiği hadis-i şerifte, (Cuma günleri bana çok salevât getirin! Okunan salevât bana hemen bildirilir) buyuruldu. Bunu işitenlerden Ebüdderdâ (Öldükten sonra da bildirilir mi?) dedikte, (Evet, ben öldükten sonra da bildirilir. Çünkü, toprağın Peygamberleri çürütmesi haram kılındı. Onlar öldükten sonra diridirler, rızklandırılırlar) buyuruldu. [Bu hadis-i şerif, Senâüllah Pâni-pütînin (Tezkiret-ül mevtâ vel-kubûr) kitabının sonunda da yazılıdır. Bu kitap, fârisî olup, 1310 [m. 1892] de Delhîde ve 1990 da, Hakîkat Kitabevi tarafından, İstanbulda bastırılmıştır. ]
Hz. Ömer Kudüs-i şerifi kâfirlerden aldıktan sonra, doğru, Hucre-i saadete gidip, Kabr-i nebevîyi ziyâret etti ve selâm verdi. Evliyânın büyüklerinden olan Ömer bin Abdülazîz hazretleri, Şâmdan Medîneye memur gönderip, Kabr-i saadete salât ve selâm okuturdu. Abdüllah ibni Ömer hazretleri, yolculuktan döndüğü zaman, doğruca Hucre-i saadete girer, önce Resûlullahı, sonra Ebû Bekr-i Sıddîkı, en sonra da babasını ziyâret edip selâm verirdi. İmâm-ı Nâfi' diyor ki, Abdüllah ibni Ömer hazretlerinin, Kabr-i saadete gelerek (Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!) dediğini yüzden fazla gördüm. Hz. Ali, birgün mescid-i şerife girip, Hz. Fâtımanın mübârek makamını görünce ağladı. Sonra Hucre-i saadete giderek, çok ağladı ve (Esselâmü aleyke yâ Resûlallah ve esselâmü aleykümâ yâ iki kardeşlerim!) diyerek, Hz. Ebû Bekrle Hz. Ömere selâm verdi.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfeye göre, önce hac yapmalı, sonra Medîne-i münevvereye gidip, Resûlullahı ziyâret etmelidir. Ebülleys-i Semerkandînin fetvâsında da böyle yazılıdır.
(Şifâ) kitabının sahibi kâdı İyâd ve Şâfi'î âlimlerinden imam-ı Nevevî ve Hanefî âlimlerinden İbni Hümâm, Kabr-i saadeti ziyâret lâzım olduğuna icmâ-ı ümmet hâsıl olmuştur dediler. Bazı âlimler ise, vâcibdir dedi. Zaten, kabir ziyâretinin sünnet olduğunu vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) kitabı da yazıyor.
Nisâ sûresinin altmışüçüncü âyet-i kerimesinde meâlen, (Onlar, nefslerine kötülük ettikten sonra, eğer sana gelerek, Allahü teâlâdan af dilerlerse, Allahın Resûlü de, onlar için af dilerse, Allahü teâlâyı tevbeleri elbette kabûl edici ve merhamet edici bulurlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, Resûlullahın şefaat edeceğini ve şefaatinin kabûl olacağını bildiriyor. Ayrıca, Kabr-i saadeti ziyâret için uzaklardan gelip, şefaat dilemeyi emir buyurmaktadır.
(Ancak üç mescide gitmek için uzun yolculuğa çıkılır) hadis-i şerifi, Mekkedeki Mescid-i haramı ve Medînedeki Mescid-i Nebîyi ve Kudüsteki Mescid-i aksâyı ziyâret için uzun yolculuğa çıkmanın sevap olduğunu bildirmektedir. Bunun için, hacca gidip de, Mescid-i Nebîdeki Kabr-i saadeti ziyâret etmiyenler, bu sevaptan mahrum kalırlar.
İmâm-ı Mâlik (Kabr-i saadeti ziyârete gelenlerin, Hucre-i saadet yanında çok durmaları mekruhtur) buyurdu. İmâm-ı Zeynel'âbidîn, Kabr-i saadeti ziyâret ederken, Ravda-i mütahhera tarafındaki direk yanında durur, daha yanaşmazdı. Hz. Âişe, vefât edinceye kadar, Hucre-i saadetin kapısının dış yanında, kıbleye karşı ayakta durarak ziyâret ederlerdi.
Hadis âlimlerinden Abdülazîm-i Münzirî hazretleri (Kabrimi bayram yapmayın!) hadis-i şerifine mâna verirken (Kabrimi bayram gibi yılda bir ziyâret etmekle bırakmayın! Her zaman ziyâret etmeye gayret edin!) demektir, buyurdu. (Evlerinizi mezarlık yapmayın!) hadis-i şerifi de, evlerinizi namaz kılmamakla, kabirlere benzetmeyin, demek olduğu için, Münzirînin verdiği mânanın doğru olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü kabristanda namaz kılmak câiz değildir. Hadis-i şerifin mânası (Kabrimi ziyâret için, bayram gibi belli gün tâyîn etmeyin!) demek de olabilir denildi. Yahudiler ve hıristiyanlar, Peygamberlerinin mezarlarını ziyâret için toplanıp çalgı çalar, şarkı söyler, bayram yaparlardı. Siz böyle yapmayın, ziyâret için, bayramda haram şeylerle eğlenir gibi, ney, dümbelek çalmayın, toplanıp, merâsim yapmayın demektir. Ziyâret için, gelip, selâm vermeli, duâ etmeli, fazla durmamalıdır.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe buyurdu ki: (Kabr-i saadeti ziyâret etmek sünnetlerin en kıymetlisidir). Vâcib diyen âlimler de vardır. Bunun için, Şâfi'î mezhebinde Kabr-i saadeti ziyâret etmek nezr olunur.
(Mir'ât-i Medîne)nin 1282. sayfasından başlıyarak diyor ki, (Allahü teâlâ (Seni yaratmasaydım, hiç birşeyi yaratmazdım) buyurarak, Muhammed aleyhisselâmın Habîbullah olduğunu, Onu çok sevdiğini bildiriyor. Bu hadis-i kudsî, İmâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının üçüncü cildinin yüzyirmiikinci mektûbunda da yazılıdır. Aşağı bir insan bile, sevgilisinin hâtırı için istenileni boş çevirmez. Âşıka, mâşukunun hâtırı için iş gördürmek kolaydır. Bir kimse (Yâ Rabbî! Habîbin Muhammed hâtırı için senden istiyorum) dese, bu isteği red olunmaz. Fakat, değeri olmıyan dünyalık işler için, Resûlullahın hâtırını, hurmetini vesîle etmek lâyık değildir).
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe buyurdu ki: Medînede idim. Sâlihlerden şeyh Eyyüb-i Sahtıyânî, Mescid-i şerife girdi. Ben de birlikte girdim. Şeyh hazretleri, Kabr-i nebevîye karşı dönerek ve kıbleyi arkada bırakarak durdu. Sonra dışarı çıktı. İbni Cemâ'a hazretleri (Mensek-i kebîr) adındaki kitabında diyor ki: Ziyâret ederken minber yanında iki rekât namaz kılıp, duâdan sonra, Hucre-i saadetin kıble tarafına gelmeli, mübârek başını sol tarafa alıp, (Merkad-ı şerif) duvarından iki metre kadar uzak durmalı, sonra yavaş yavaş kıble duvarını arkaya alıp, (Muvâcehe-i saadet)e karşı döndükte selâm vermelidir. Bütün mezheplerde de böyledir.
(Hadîka)da, dil âfetlerinin yirmiüçüncüsünü anlatırken diyor ki, (Duâ ederken, Peygamberlerin hakkı için veya diri yâhut ölü olan bir Velînin hakkı için diyerek, Allahdan birşey istemek tahrîmen mekruhtur. Yâni Allahü teâlâ hiç kimsenin istediğini yapmaya mecbûr değildir. Çünkü, Allahü teâlâda hiçbir mahlûkun hakkı yoktur denildi. Evet öyledir. Fakat, Allahü teâlâ sevdiği kullarına söz vererek, kendinde onlar için hak tanımıştır. Yâni dileklerini kabûl edecektir. Kullarına, kendinde hak ihsân ettiğini Kur'an-ı kerimde bildirmiştir. Meselâ, bir âyet-i kerimenin meâl-i şerifi, (Müminlere yardım etmek, üzerimize hak oldu)dır. (Bezzâziyye) fetvâsında diyor ki, (Ölü veya diri olan bir Velînin veya bir Nebînin ismini söyliyerek, bunun hürmeti için dilekte bulunmak câizdir). (Şir'a) şerhinde, (Peygamberlerini ve sâlih kullarını vesîle ederek duâ etmelidir. (Hısn-ül-hasîn)de de böyle yazılıdır) demektedir. Görülüyor ki, İslâm âlimleri, Allahü teâlânın sevdiklerine verdiği hak ve hürmet için, Allahü teâlâya duâ etmek câizdir dediler. Kulların, Allahü teâlâ üzerinde hakları vardır sanıp, bu hakları için istemek şirk olur diyen hiçbir âlim yoktur. Bunu yalnız, vehhâbîler söylemektedir.
(Feth-ul-mecîd) kitabında Bezzâziyye fetvâsını övdükleri, bunun fetvâlarını vesika olarak ileri sürdükleri hâlde, burada, ona da karşı gelmektedirler. (Berîka)da, yine dil âfetlerini açıklarken diyor ki, (Peygamberin, Velînin hakkı için demek, Onun nübüvveti haktır, vilâyeti haktır demek olur. Peygamberimiz de, bu niyet ile (Peygamberin Muhammed hakkı için) demiş ve harblerde Allahü teâlâdan, Muhâcirlerin fukarası hakkı için yardım dilemiştir. İslâm âlimlerinden (Senden istedikleri zaman verdiğin kimseler hakkı için) ve (Muhammed Gazâlînin hakkı için) gibi duâlar yapanlar ve kitaplarına yazanlar çok olmuştur. ) (Hısn-ül-hasîn) kitabı böyle duâlarla doludur. (Ruh-ul-beyan) tefsîrinde, Mâide sûresinin onsekizinci âyetinde diyor ki, Ömer-ül Fârûkun haber verdiği hadis-i şerifte, (Âdem yanıldığı zaman, yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâm hakkı için beni affet dedi. Allahü teâlâ da, Muhammedi daha yaratmadım. Onu nasıl tanıdın dedi. Yâ Rabbî! Beni yaratıp ruhundan bana ihsân edince, başımı kaldırdım. Arşın eteklerinde, Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah yazılmış olduğunu gördüm. Sen isminin yanına, en çok sevdiğinin ismini yazarsın. Bunu düşünerek Onu çok sevdiğini anladım dedi. Allahü teâlâ da buna karşılık, ey Âdem, doğru söyledin. Mahlûklarımın içinde, ençok sevdiğim Odur. Onun için, seni affeyledim. Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım dedi) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, imam-ı Beyhekînin (Delâil) kitabında yazılıdır. Âlûsînin (Gâliyye) kitabında da yazılıdır.
(Feth-ul-mecîd) kitabının ikiyüzellidokuzuncu [259] sayfasında, imam-ı Zeynel'âbidîn Ali hazretlerinin, bir kimsenin, Resûlullahın kabri yanına gelip duâ ettiğini görünce, buna mani olduğunu ve (Bana salât okuyunuz! Her nerede olursanız verdiğiniz selâm bana ulaştırılır) hadisini okuduğunu yazıyor. Hâdiseyi yanlış anlatarak, (Buradan anlaşılıyor ki, duâ ve salât okumak için kabir yanına gitmek yasak edilmiştir. Bu, kabri bayram yeri yapmanın bir kısmıdır. Mescid-i Nebîye namaz kılmak için giren kimsenin, selâm vermek için kabrin yanına gitmesi yasaktır. Eshâbın hiçbiri böyle yapmadı. Böyle yapanları da men ettiler. Peygambere, yalnız ümmetinin okudukları salât ve selâm bildirilir. Başka işleri bildirilmez) diyor. Buna mani olmak için, Sü'ûd hükûmetinin, Mescid-i Nebî içine, (Hucre-i saadet) yanına asker koyduğunu da, ikiyüzotuzdördüncü [234] sayfasında yazıyor.
Yûsüf Nebhânî, (Şevâhid-ül-hak) kitabının çeşidli yerlerinde bunlara cevap vermektedir. Sekseninci [80] sayfasında: İmâm-ı Zeynel'âbidîn Resûlullahın mübârek kabrini ziyâret etmeyi yasak etmemiştir. İslâmiyete uygun olmıyan, saygısızca yapılan ziyâreti yasak etmiştir. Torunu imam-ı Câfer Sâdık, Hucre-i saadeti ziyâret eder, Ravda tarafındaki direk yanında durup, Resûlullaha selâm verirdi ve mübârek başı buradadır derdi. (Kabrimi bayram yapmayınız!) demek, ziyâretinizi bayram gibi belli zamanlara bırakmayın! Her zaman ziyâret ediniz demektir. 88. ve 106. sayfalarında: Ebû Abdüllah Kurtubî (Tezkire)sinde buyuruyor ki, Resûlullaha, ümmetinin amelleri, her sabah ve her akşam bildirilir. 89. ve 116. sayfalarında diyor ki: Halîfe Mensûr, Resûlullahı ziyâret ederken, imam-ı Mâlike sordu: Yüzümü kabre karşı mı, kıbleye karşı mı döneyim? İmâm-ı Mâlik buyurdu ki: Yüzünü Resûlullahdan nasıl ayırabilirsin? O senin ve baban Âdemin affolmasına vesîledir. 92. sayfada diyor ki: (Kabirleri ziyâret ediniz!) hadis-i şerifi emirdir. Ziyâret yaparken haram işlenirse, ziyâret yasak edilemez. Haramı yapması yasak edilir. 98. sayfada diyor ki: İmâm-ı Nevevî (Ezkâr) kitabında, Resûlullahın ve Sâlihlerin kabirlerini çok ziyâret etmek ve her ziyârette, kabir başında çok durmak sünnettir) buyurmaktadır. 100. sayfada diyor ki: İbni Hümâm, (Feth-ul-kadîr) kitabında, Dâr-ı Kutnînin ve Bezzârın bildirdikleri hadis-i şerifi yazıyor. Bu hadis-i şerifte, (Başka bir iş görmeyip, yalnız beni ziyâret için gelene, kıyâmet günü şefaat etmek üzerimde hakkı olur) buyuruldu. 118. sayfada buyuruyor ki: (Allahü teâlâ, Evliyâya kerâmet vermiştir. Evliyânın, öldükten sonra da kerâmetleri çok görülmüştür. Öldükten sonra da tasarruf ederler. Bunları Allahü teâlâya vesîle etmek câizdir. Fakat, islâmiyete uygun olarak istigâse etmelidir. Câhillerin, dileğimi verirsen veya hastamı iyi edersen, sana şu kadar...... vereceğim, demesi câiz değildir. Fakat, buna küfür, şirk denilemez. Çünkü çok câhil olan da, Velînin îcâd edeceğini düşünmez. Velîyi, Allahü teâlânın îcâd etmesine vesîle etmektedir. Onun, Allahü teâlânın sevgili kulu olduğunu düşünmektedir. Dileğimi yapmasını Allahdan iste! Allahü teâlâ, senin duânı red etmez demektedir. Çünkü, Resûlullah, (Aşağı, değersiz sanılan çok kimseler vardır ki, onlar, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Birşeyi yapmak dileseler, Allahü teâlâ o şeyi, elbet yaratır) buyurdu. Bu hadis-i şerif, (Feth-ul-mecîd) kitabı, 381. sayfasında de yazılıdır. Müslümanlar, böyle hadis-i şeriflere güvenerek, Evliyâyı vesîle etmektedir. İmâm-ı Ahmed, imam-ı Şâfi'î, imam-ı Mâlik ve imam-ı a'zam Ebû Hanîfe, (sâlihlerin kabirleri ile teberrük etmek câizdir) dediler. Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinde olduğunu, Ehl-i sünnet olduğunu söyliyen bir kimsenin de böyle söylemesi lâzımdır. Böyle söylemezse, Ehl-i sünnet olmadığı, yalancı olduğu anlaşılır). (Fetâvâ-yi Hindiyye)de, başkası yerine hacca gitmeyi anlatırken diyor ki, (Yapılan ibâdetin sevabını başkasına bağışlamak câizdir. Böylece, namaz, oruç, sadaka, hac, Kur'an-ı kerim okumak ve zikretmek ve Peygamberlerin, Şehitlerin, Evliyânın, Sâlihlerin kabirlerini ziyâret etmek ve mevtâya kefen vermek ve bütün hayrât ve hasenât sevapları bağışlanabilir). Evliyâ kabirlerini ziyâret etmenin sevap olduğu buradan da anlaşılmaktadır.
Buraya kadar bildirilenlerin vesikaları arabî ve ingilizce kitaplarımızda uzun yazılıdır. Allahü teâlâ müslümanlara birleşmeyi emrediyor. O hâlde, her müminin (Ehl-i sünnet vel-cemaat) îtikatını öğrenip, bu büyük âlimlerin, kitaplarında bildirdikleri gibi îman ederek, bu doğru ve hak yolda birleşmeleri lâzımdır. Doğru yolun, yalnız (Ehl-i sünnet) yolu olduğunu Peygamberimiz haber vermiştir. Müslümanları aldatmak istiyen sapıklara ve din kitabı ticâreti yapan câhil din adamlarının yaldızlı yazılarına aldanıp (Ehl-i sünnet) birliğinden ayrılmamaya çok dikkat etmelidir. Müslümanların birliğinden ayrılanların Cehenneme gideceklerini Allahü teâlâ Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde açık olarak bildirmektedir. Dört mezhepten birini taklîd etmiyenin, Ehl-i sünnet birliğinden ayrılmış olacağı, böyle mezhepsizin de sapık veya kâfir olacağı, büyük âlim Ahmed Tahtâvînin (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinde ve (El besâir alâ münkirit-tevessül-i bilmekâbir) kitabında, vesikaları ile yazılıdır. Bu kitap, (Fethul-mecîd) kitabına karşı reddiye olup, Pâkistânda yazılmış, ikinci baskısı İstanbulda yapılmıştır.
İbni Teymiyyenin, (Ehl-i sünnet vel-cemaat) mezhebinden ayrılmış olduğu, (Et-tevessül-ü bin Nebî ve cehelet-ül-vehhâbiyyîn) kitabında, isbât edilmiştir. İbni Teymiyyenin sapık yazıları ile ingiliz câsûsu Hempherin yalan ve iftirâlarının karışımına (Vehhâbîlik) denir.
3 - Mezar üzerine türbe yapmak ve türbelerde hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin ruhlarına sadaka adamak, şirk, küfür imiş. Haremeyn ehâlîsi şimdiye kadar, kubbelere, duvarlara tapınıyorlar imiş.
Kabir üzerine türbe yapmak, süs için, gösteriş için olursa haramdır. Kabrin harap olmaması için ise mekruhtur. Hayvanın, hırsızın açmaması için ise câizdir. Fakat ziyâret yeri yapmamak lâzımdır. Yâni belli zamanlarda ziyâret etmek lâzımdır dememelidir.
İnsanı önceden yapılmış binâ içine defnetmek mekruh değildir. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahı ve iki halîfesini binâ içine defnettiler. Hiçbiri buna karşı gelmedi. Onların sözbirliğinin dalâlet olmadığını hadis-i şerif haber vermektedir. Büyük islâm âlimi İbni Âbidîn (Dürr-ül-muhtâr hâşiyesi), beşinci cilt, ikiyüzotuzikinci sayfasında buyuruyor ki, (Âlimlerden birkaçı, sâlihlerin ve Velîlerin kabirleri üzerine örtü sermek, başlık, sarık koymak mekruhtur dedi. (Fetâvâ-yı hucce)de, kabirlerin üzerine örtü örtmek mekruhtur, diyor. Fakat, bize göre, kabirdekinin kıymetini herkese bildirmek için örtülürse ve ona hakâret olunmaması, ziyâret edenlerin saygılı, edebli davranmaları için ise, câizdir. (Edille-i şer'ıyye) ile yasak edilmemiş olan ameller, işler, niyete göre değerlendirilir. Evet, kabirler üzerine türbe yapmak, sanduka, örtü koymak, Eshâb-ı kirâm zamanında yoktu. Fakat, Resûlullahın ve Şeyhaynın odaya defnedilmelerini inkâr edenleri de hiç olmadı. Bunun için ve (Kabirler üzerine basmayınız!), (Ölülerinize saygısızlık etmeyiniz!) emirlerini yerine getirmek için ve yasak edilmiş olmadıkları için, bunların sonradan yapılmaları bid'at olmaz. Vedâ tavâfından sonra Mescid-i haramdan hemen çıkmak, böylece Kâbe-i muazzamaya saygı göstermek lâzım olduğunu bütün fıkh kitapları haber veriyor. Hâlbuki, Eshâb-ı kirâm böyle yapmazdı. Çünkü, onlar her hareketlerinde, Kâbeye saygı gösterirlerdi. Sonra gelenler, böyle saygı gösteremedikleri için, âlimlerimiz, mescidden geri geri çıkarak saygı gösterilmesini bildirdiler. Eshâb-ı kirâm gibi saygılı olmayı böylece sağladılar. Sâlihlerin, Velîlerin kabirlerine, Eshâb-ı kirâm gibi saygılı olabilmek için, üzerlerine örtü serilmesi, türbe yapılması da, bunun gibi câiz oldu. Büyük âlim Abdülganî Nablüsî hazretleri, (Keşf-ün-nûr) kitabında, bunu uzun anlatmaktadır). (Keşf-ün-nûr), Celâlüddîn-i Süyûtînin (Tenvîr-ul-halek fî imkân-ı rü'ye-tin-nebî cihâren vel-melek) kitabı ile birlikte arabî olarak 1393 [m. 1973] de (Minhat-ül-vehbiyye) adı ile İstanbulda neşredilmiştir. Arabistânda, türbeye (Meşhed) denir. Medîne-i münevverede, (Bakî') kabristanında, meşhed dolu idi. Mezhepsizler hepsini yıktı. Hiçbir İslâm âlimi, türbe yapmanın ve türbe ziyâret etmenin şirk, küfür olacağını söylememiştir. Türbe yıkan hiç görülmemiştir.
İbrâhîm Halebî (Halebî-i kebîr) sonunda diyor ki, (Bir kimse tarlasını kabristan yapsa, birisi mevtâ defn için buraya türbe yapsa, kabristanda boş yer varsa, câiz olur. Başka yer yoksa, türbe yıkılıp, yerine kabir kazılır. Çünkü burası, kabir yapmak için vakf edilmiştir). Türbe şirk olsaydı, put olsaydı, her zaman yıkılması lâzım olurdu.
Yeryüzünde bulunan İslâm türbelerinin birincisi Resûlullahın medfûn olduğu hucre-i mu'attaradır. Resûlullah efendimiz, çok sevdiği zevcesi Âişe vâlidemizin odasında, hicretin onbirinci senesi, Rebî'ul-evvel ayının onikinci pazartesi günü öğleden önce vefât etti. Çarşamba gecesi, bu odaya defnedildiler. Hz. Ebû Bekrle Hz. Ömer de, bu türbe içinde defnedildiler. Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri, buna mani olmadı. Eshâb-ı kirâmın bu sözbirliğine karşı geliyorlar. Şüpheli delîli yanlış tevil ederek, (İcmâ-ı ümmet)i inkâr etmek, küfür olmaz ise de, bid'at olur.
Âişe hazretlerinin odası, üç metre yüksekliğinde ve üç metre genişlik ve dörtbuçuk metre uzunlukta, kerpiçten yapılmıştı. Biri garp, diğeri şimâl duvarında, iki kapısı vardı. Hz. Ömer halîfe iken, Hücre-i saadetin etrâfına kısa bir taş duvar çekti. Abdüllah bin Zübeyr halîfe iken, bu duvarı yıkıp siyah taş ile yeniden yaptı. Duvarı güzel sıvattı. Bu duvarın üstü açık olup, şimâl tarafında bir kapısı vardı. Hz. Hasen, hicretin kırkdokuzuncu senesinde vefât edince, vasıyeti gereğince, Hz. Hüseyn, kardeşinin cenâzesini (Hücre-i saadet) kapısına getirterek tevessül ve duâ edeceği zaman, buraya defnedeceklerini sanarak, istemiyenler oldu. Gürültüyü önlemek için, Bakî' kabristanına defnolundu. İleride böyle çirkin hâller olmaması için duvarın ve odanın kapısını duvarla kapadılar.
Emevî halîfelerinin altıncısı olan Velîd, Medîne vâlîsi iken, taş duvarı yükseltti ve üzerini küçük bir kubbe ile örttü. Halîfe olunca, Medîne vâlîsi olan Ömer bin Abdülazîze emir vererek, 88 [m. 707] senesinde, Mescid-i şerifi tevsî' ettirirken, bu duvarın etrâfına ikinci bir duvar yaptırdı. Bu duvarı beş köşeli idi ve üstü kapalı idi. Hiç kapısı yoktu. [Daha çok bilgi almak için (Kıyâmet ve Âhıret) kitabının, Müslümana Nasihat kısmının onbeşinci maddesinin sonunu okuyunuz!]
(Feth-ul-mecîd) kitabında, yüzotuzüçüncü ve sonraki sayfalarında diyor ki, (Ağaç, taş, kabir ve benzerleri ile teberrük eden müşrik olur. Kabirler üzerine kubbeler yapılarak putlaştırıldı. Câhiliyye ehli de sâlih kimselere ve heykellere tapınırlardı. Bunların hepsi ve daha kötüleri şimdi türbelerde, mezarlarda yapılıyor. Sâlih insanların kabirleri ile teberrük etmek, lât putuna tapınmak gibidir. Bu müşrikler, Evliyânın duâyı işiteceğini ve cevap vereceğini zannediyorlar. Kabirlere nezr yaparak, sadaka vererek, ölülere yaklaşılır diyorlar. Bunların hepsi büyük şirktir. Müşrik, kendine başka ism verse de, yine müşriktir. Ölülere saygı ve sevgi göstererek duâ etmeye, hayvan kesmeye, adak ve benzeri işler yapmaya ne ism verirlerse versinler, hepsi, şirktir. Zamanımız müşrikleri, bu yaptıklarına tâzîm ve teberrük ismi vererek câizdir diyorlar. Bu şüpheleri yanlıştır).
Ehl-i sünnet olan müslümanlara yapılan bu saldırılara ve iftirâlara, islâm âlimlerinin verdikleri cevaplardan bazılarını türkçeye tercüme ederek, çeşidli kitaplarımızda yazdık. Burada, (Üsûl-ül-erbe'a fî terdîd-il vehhâbiyye) kitabının birinci aslından, bir miktâr tercüme ediyoruz. Dikkat ile okunursa, vehhâbîlerin aldandıkları, doğru yoldan ayrıldıkları ve müslümanları felakete sürüklemekte oldukları hemen anlaşılır.
Allahü teâlâdan başkasını tâzîm etmenin câiz olduğunu, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler ve Selef-i sâlihînin sözleri ve işleri ve âlimlerin çoğu bildirmişlerdir. Hac sûresinin otuzikinci âyetinde meâlen, (Bir kimse, Allahü teâlânın Şe'âirini tâzîm ederse, bu iş, kalblerin takvâsındandır) buyuruldu. Bunun için, Allahü teâlânın şe'âirini tâzîm etmek vâcib oldu. Şe'âir, nişanlar, alâmetler demektir. Abdülhak-ı Dehlevî buyuruyor ki, (Şe'âir, Şa'îreler demektir. Şa'îre, alâmet demektir. Görülünce, Allahü teâlâ hâtırlanan her şey, Allahü teâlânın Şe'âiri olur). Bekara sûresinin yüzellisekizinci âyetinde meâlen, (Safâ ve Merve, Allahü teâlânın Şe'âirindendir) buyuruldu. Bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın Şe'âiri, yalnız Safâ ve Merve tepeleri değildir. Bunlardan başka Şe'âir de vardır. Bunun gibi, Şe'âir yalnız Arafât, Müzdelife ve Minâ denilen yerler değildir. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, (Huccetullah-il-bâliga) kitabının altmışdokuzuncu sayfasında diyor ki, (Allahü teâlânın Şe'âirinin en büyükleri dörttür: Kur'an-ı kerim, Kâbe-i muazzama, Peygamber ve namaz). Şâh Veliyyullah, (Eltâf-ül-kuds) kitabının otuzuncu sayfasında diyor ki, (Allahü teâlânın Şe'âirini sevmek demek, Kur'an-ı kerimi ve Peygamberi ve Kâbeyi sevmek demektir. Hattâ, Allahü teâlâyı hâtırlatan herşeyi sevmektir. Allahü teâlânın evliyâsını sevmek de böyledir). [Çünkü, (Evliyâ görülünce, Allah hâtırlanır) hadis-i şerifi (İbni Ebî Şeybe)de ve (İrşâd-ut-tâlibîn)de ve (Künûz-üd-dekâık)da yazılıdır. Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, Evliyâ da, Allahü teâlânın Şe'âirindendir. Evliyâyı, ulemâyı tâzîm için, kabirleri üzerine türbe yapmanın câiz olduğu (Câmi'ul fetâvâ)da da yazılıdır. ] Mekke-i mükerreme şehrinde, Mescid-i haramın yanında bulunan Safâ ve Merve ismindeki iki tepecik arasında, İsmâ'îl aleyhisselâmın annesi Hz. Hacer, gidip geldiği için, bu iki tepecik, Allahü teâlânın Şe'âiri oluyorlar. O mübârek anneyi hâtırlamaya sebep oluyorlar da, bütün mahlûkların en üstünü ve Allahü teâlânın sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâmın doğduğu, büyüdüğü, ibâdet ettiği, hicret ettiği, namaz kıldığı, vefât ettiği yerler ve mübârek türbesi ve Âlinin, Eshâbının yerleri niçin Şe'âirden olmasınlar? Bunları neden yıkıyorlar? [Burada Âl kelimesi, mübârek zevceleri ve Ehl-i beyti demektir].
Kur'an-ı kerim dikkat ile ve insâf ile okunursa, birçok âyet-i kerimenin, Resûlullahı tâzîm ettiği, kolayca görülür. Hucurât sûresindeki âyet-i kerimelerde meâlen, (Ey îman edenler! Allahü teâlânın ve Resûlünün önüne geçmeyiniz! Allahü teâlâdan korkunuz! Ey îman edenler! Peygamberin sesinden daha yüksek sesle konuşmayınız! Ona birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz! Böyle yapanların ibâdetlerinin sevapları yok olur! Resûlullahın yanında seslerini kısanların kalblerini, Allahü teâlâ, takvâ ile doldurur. Onların günahlarını affeder ve çok sevap verir. Onu dışarıdan bağırarak çağıranlar, düşünemiyorlar. Dışarı çıkıncaya kadar bekleseler, kendileri için iyi olur) buyuruldu. Bu beş âyeti insâf ile okuyan, düşünen bir kimse, Allahü teâlânın, sevgili Peygamberinin tâzîmini, ne kadar çok yükselttiğini iyi anlar. Ona karşı, ümmetinin edebli, saygılı olmasını önemle emrettiğini görür. Ona karşı seslerini yükseltenlerin bütün ibâdetlerinin yok olacağını düşünen kimse, bu önemin derecesini anlıyabilir. (Benî Temîm) kabîlesinden yetmiş kişi, Medîneye gelip, dışarıdan bağırarak, Resûlullahı saygısızca çağırmışlardı. Bu âyet-i kerimeler, bunlara cezâ olarak geldi. Bazı kimseler, kendilerinin Benî Temîm soyundan olduklarını söylüyorlar. Bunun içindir ki, hadis-i şerifte, (Kaba ve işkence yapıcılar şarktadır) ve (Şeytan, buradan fitne çıkarır) buyurarak, mübârek eli ile Necd tarafını gösterdi. Mezhepsizlerin bir kısmı da (Necdî)dir. Necd ülkesinden türedikleri için, bu ism ile anılmaktadırlar. Yukarıdaki hadis-i şerifin haber verdiği fitne, binikiyüz sene sonra ortaya çıktı. Necdden Hicâza gelerek, müslümanların mallarını yağma ettiler. Erkeklerini öldürdüler. Kadınlarını ve çocuklarını esîr aldılar. Kâfirlerin yapmadıkları kötülükleri, alçaklıkları yaptılar.
Fayda:Yukarıdaki âyet-i kerimelerde, tekrar tekrar (Ey îman edenler!) buyuruldu. Bu da, Kıyâmete kadar gelecek olan bütün müslümanların, Resûlullaha edebli olmalarını emretmektir. Yalnız Eshâb-ı kirâm için emredilseydi, (Ey Eshâb) denirdi. Nitekim, (Ey Resûlün zevceleri) ve (Ey Medîne ehâlîsi) buyurulmuştur. Namazın, orucun, haccın ve zekâtın ve başka ibâdetlerin, kıyâmete kadar, bütün müslümanlara farz olduklarını bildirmek için (Ey îman edenler?) buyurulmuştur. Böylece, vehhâbîlerin (Resûlullah diri iken tâzîm lâzım idi. Öldükten sonra saygı gösterilmez ve Ondan yardım istenmez) sözleri, âyet-i kerime ile çürütülmüş oldu.
Yukarıdaki âyet-i kerimeler, Allahü teâlâdan başkalarını da tâzîm lâzım olduğunu göstermektedir. Bekara sûresinin yüzdördüncü âyetinde meâlen, (Ey îman edenler! Râ'inâ demeyiniz! Bize nazar et deyiniz. Allahü teâlânın hükmlerini dinleyiniz!) buyuruldu. Müminler, Resûlullaha (Râ'inâ), yâni bizi gözet, koru derlerdi. Râ'inâ, yahudi lisanında söğmek, kötülemek olup, yahudiler, Resûlullaha, bu mânada Râ'inâ derlerdi. Kötü mânası da olduğu için bu kelimeyi kullanmağı, Allahü teâlâ, müminlere yasak etti. Enfâl sûresinin 33. âyetinde meâlen, (Sen aralarında olduğun için, Allahü teâlâ onlara azâb yapmaz) buyuruldu. Kıyâmete kadar azâb yapılmayacağı vaat edildi. Bu âyet-i kerime, vehhâbîlerin (O, aranızdan gitti. Toprak oldu) sözlerini red etmektedir.
Bekara sûresinin 34. âyetinde meâlen, (Meleklere, Âdeme karşı secde ediniz dediğimiz zaman, secde ettiler. Yalnız İblîs secde etmedi) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, Âdem aleyhisselâma tâzîm olunmasını emretmektedir. Şeytan, Allahü teâlâdan başkasına tâzîm olunmasını inkâr ederek ve Peygamberlere hakâret ederek, bu emri dinlemedi. Vehhâbîler de şeytanın yolundadırlar. Yûsüf aleyhisselâmın anası, babası ve kardeşleri de kendisine secde ederek saygı gösterdiler. Allahdan başkasına saygı, tâzîm şirk ve küfür olsaydı, Allahü teâlâ, sevdiği kullarını anlatırken bununla övmezdi. Ehl-i sünnete göre, Allahdan başkasına secde haramdır. İbâdet secdesine benzediği için haramdır. Tâzîmi gösterdiği için değil!
Şeytan, Resûlullaha, hep Necdli ihtiyâr şeklinde görünürdü. Kâfirler Mekkede (Dâr-ün-Nedve) denilen yerde toplanıp, Resûlullahı öldürmeye karar verdikleri zaman, şeytan Necdli bir ihtiyâr şeklinde görünüp, nasıl öldüreceklerini öğretmişti. Onlar da, Necdli ihtiyârın dediğini yapalım demişlerdi. O günden beri, şeytana (Şeyh-i Necdî) denilmektedir. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, (Müsâmerât) kitabında diyor ki: Kureyş kâfirleri, Kâbeyi tâmîr ederken, kabîle reîslerinden herbiri, (Hacer-ül-esved) taşını, yerine ben koyacağım dediler. Yarın sabah ilk geleni hakem yapalım. Aramızdan Onun seçeceği koysun dediler. İlk olarak, Resûlullah geldi. O zaman, yirmibeş yaşında idi. Bu gelen emîndir. Bunun sözüne uyarız dediler. (Bir kilim getirip taşı içine koyunuz ve hepiniz kenârlarından tutup, taşın konulacağı yere kadar kaldırınız!) buyurdu. Sonra mübârek elleri ile taşı kilimin içinden alıp, duvardaki yerine koydu. O anda, şeytan, Şeyh-i Necdî şeklinde görünüp, bir taş göstererek, bunu da, destek olarak yanına koy dedi. Maksadı, o çürük taşın ileride ayrılarak, Hacer-i esvedin yerinden oynaması, bu yüzden, herkesin Resûlullaha uğursuz demesi idi. Resûlullah, bunu anlayıp (E'ûzü billahi mineş-şeytan-ir-racîm) dedi. Şeytan, o anda gayb oldu, kaçtı. Muhyiddîn-i Arabî bu yazısında, şeytanın Şeyh-i Necdî olduğunu dünyaya yaydığı için, bu büyük Velîye düşman oldular. Hattâ kâfir dediler. Mezhepsizlerin üstâdlarının, önderlerinin şeytan olduğu buradan da anlaşılmaktadır. Resûlullahdan yâdigâr kalan mukaddes yerleri ve türbeleri bunun için yıkıyorlar. Bu yerler, insanları müşrik yapıyor diyorlar. Mübârek yerlerde, Allahü teâlâya duâ etmek şirk olsaydı, Allahü teâlâ hacca gitmemizi emretmezdi. Resûlullah tavâf yaparken, Hacer-ül-esvedi öpmezdi. Arafâtta, Müzdelifede duâ edilmez, Minâda taş atılmaz ve Safâ ile Merve arasında koşulmazdı. Bu mübârek yerler, böyle tâzîm olunmazdı.
Ensârın toplandığı yere, reîsleri olan Sa'd bin Mu'âz gelince, Resûlullah (Reîsiniz için ayağa kalkınız?) buyurdu. Bu emr, Sa'di tâzîm etmeleri içindi. (Sa'd hasta idi. Onu hayvandan indirmek içindi) demek yanlıştır. Çünkü, hepsine emrolundu. İndirmek için olsaydı bir iki kişiye emrolunurdu. Yalnız (Sa'd için) denirdi. (Reîsiniz) demeye lüzûm olmazdı.
Abdüllah bin Ömer hac için Medîneden Mekkeye giderken, yoldaki mübârek yerlerde, Resûlullahın oturduğu yerlerde durur, namaz kılar, duâ ederdi. Buralarla bereketlenirdi. Resûlullahın minberine ellerini koyar, sonra yüzüne sürerdi. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, Hucre-i saadeti ve minberini öperek bereketlenirdi. Hem Hanbelî mezhebinde olduklarını söyliyorlar, hem de, bu mezhebin imamının yaptığına şirk diyorlar. (Hanbelîyiz) demelerinin sahte olduğu anlaşılıyor. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, imam-ı Şâfi'înin gömleğini ıslatıp, bu suyu içti. Bununla bereketlendi. Hâlid ibni Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârî, Resûlullahın mübârek kabrine yüzünü sürdü. Biri gelip kaldırmak isteyince, (Beni bırak! Taşa, toprağa gelmedim. Resûlullahın huzuruna geldim) buyurdu.
Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın eserleri ile teberrük ederlerdi. Abdest alırken kullandığı su ile, mübârek teri ile bereketlenirlerdi. Gömleği, asâsı, kılıncı, nalınları, kadehi, yüzüğü ile ve kullanmış olduğu herşeyle bereketlenirlerdi. Müminlerin annesi Ümm-i Selemenin yanında mübârek sakalından bir kıl vardı. Hasta gelince, kılı suda bırakır. Sonra çıkarıp bu suyu ona içirirdi. Mübârek kadehine su kor, şifâ için içerlerdi. İmâm-ı Buhârînin kabrinden misk kokusu duyulurdu. Bereketlenmek için toprağından alıp götürürlerdi. Hiçbir âlim ve müftî buna mani olmazdı. Hadis ve fıkh âlimleri, bunlara izin vermiştir. (Üsûl-ül-erbe'a)dan tercüme burada tamam oldu.