Zekâtın kelime anlamı "artma, çoğalma, arıtma ve berekettir". "Doğru
söylemek, sözünü tutmak" anlamına gelen sıdk kökünden alınmış olan ve
Kur'an ve Sünnet'te zekât anlamında da kullanılmış olan sadaka kelimesi,
daha sonraki devirlerde gönüllü malî ödemeler için kullanılmaya başlanmıştır.
Fıkıh terminolojisinde ise zekât, Allah'ın, belirli yerlere sarfedilmek üzere
dince zengin sayılan kişilerin mallarından belli bir payın alınması işlemini
ifade eder.
Kur'ân-ı Kerîm'de zekât kelimesi iki yerde (el-Kehf 18/81; Meryem
19/13) sözlük anlamında; sekizi Mekke döneminde nâzil olan sûrelerde
olmak üzere otuz âyette ise terimsel anlamda kullanılmıştır. Bu âyetlerin
yirmi yedisinde namazla birlikte zikredilmiştir. Bundan anlaşıldığına göre,
İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren müslümanlar zekât fikrine alıştırılmış,
daha sonra da, zengin olanların bu imkânını belli oranda fakirlerin ve toplumun
ihtiyacı için harcaması gerektiği, bunun namaz ibadeti kadar önemli
olduğu hususu vurgulanmıştır.
Zekâtın Medine döneminde farz kılındığı bilinmekle birlikte bunun hangi
yılda gerçekleştiği tartışmalıdır. Bir tesbite göre zekât hicretin 2. yılında ramazan
orucundan önce, diğer bir tesbite göre ise aynı yıl ramazan orucundan
sonra farz kılınmıştır. Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber'in
zekât farz olmadan önce fıtır sadakasını vermeyi emrettiği, zekât farz
kılındıktan sonra ise fıtır sadakası konusuna değinmediği, ancak müslümanların
her ramazan ayında bayram namazından önce fıtır sadakası vermeye
devam ettikleri belirtilmektedir (Buhârî, “Zekât”, 76). Bu hadis, fıtır sadakasının
zekâtın farz olmasından önce emredildiğini gösterdiğine göre ve orucun
farz kılındığını bildiren âyet hicretin 2. yılında indiğine göre, zekâtın
ramazan orucundan sonra farz olması gerekmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber'in sünnetinde zekât daima namazla
birlikte zikredilmiştir. Bu husus namazla zekât arasındaki kuvvetli bağlılığa,
kişinin Müslümanlığının ancak bu ikisini eda etmekle olgunluk derecesine
ereceğine bir delildir. Namaz bedenî, zekât ise malî bir ibadettir. İkisine hâkim
olan ruh Allah'a yaklaşmak ve onun rızâsını kazanmaktır.
Kur'an zekât vermeyi, müminlerin, muhsinlerin, iyi ve müttaki kulların
vasıflarından saymıştır. O halde müminler, muhsinler, müttakiler zümresinde
yerini almak isteyen bir zengin, zekâtını verecek namazını da kılacaktır.
Zira Cenâb-ı Allah kurtuluşa erecek müminlerin bir özelliğinin de zekâtlarını
vermeleri veya zengin olup da zekât verebilmek için çalışmaları olduğunu
haber vermektedir (el-Mü’minûn 23/1-4). Yine bir hadiste, her insanın
sadaka vermesi bir ödev olarak telakki edilmiş ve bu uğurda çalışması teşvik
edilmiştir (Buhârî, “Zekât”, 30).
Kur'ân-ı Kerîm'de zekâtın mâna ve öneminden bahseden birçok âyet vardır:
"Hidâyet ve müjde namaz kılan, zekât veren müminler içindir" (Lokmân
31/3-4).
"Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Asıl
iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan,
yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve kölelere sevdiği
maldan harcayan, namaz kılan ve zekât verenler... dir" (el-Bakara 2/177).
Kur'ân-ı Kerîm müşrikleri kötülerken onların vasıflarından birinin zekât
vermemek olduğunu zikreder:
"Yazıklar olsun o müşriklere ki, onlar zekât vermezler ve âhireti de inkâr
ederler" (Fussilet 41/6-7). Burada hem onların toplumdaki ihtiyaç sahibi
kimseler için harcama yapmadığı, bencil davrandığı ifade edilmiş hem de
zekâtın ve âhirete imanın müminlerin iki temel özelliği olduğu vurgulanmıştır.
Zekât vermeyen bir zengin Allah'ın geniş rahmetine, Allah ve Resulü'nün
dostluğuna da hak kazanamaz. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Ben onu, sakınan, zekât veren ve âyetlerime
iman edenlere has olmak üzere tesbit edeceğim" (el-A‘râf 7/156).
"Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun elçisi ve boyun bükerek namazı kılan,
zekâtı veren müminlerdir" (el-Mâide 5/55).
Bütün bu âyetler zekâtın ne büyük önem taşıdığının açık delilleridir.
Zekât, fıkıh dilinde sadece "farz" diye bilinen hükümlerden biri olmayıp,
aynı zamanda İslâm binasının üzerine inşa edildiği beş büyük sütundan
biridir; İslâmiyet'i karakterize eden kurumlardandır. İslâm'ın beş şartından
biri olan namaz bedenî ibadetleri, zekât ise malî ibadetleri simgeler. Zekât
her şeyden önce bir ibadettir. Müslüman bu ibadeti Allah'ın emrine uyarak,
O'nun rızâsına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle
yerine getirmelidir. Çünkü, ancak bu şekilde eda edilen zekât Allah katında
kabul görebilir.
Zekâtını öncelikle zamanı ve mekânı yaratan yüce Allah'ın emri olduğu
için ödeyen, bu ve diğer ibadetleri O'na yakın olmak, O'na şükretmek amacıyla
yerine getiren müslüman, âhiret hayatının nimetlerine ve cennette
Allah'a yakın olmaya ehil olur.
Zekâtın bu ibadet mânası yanında bir de yüce insanî hedefleri, üstün
ahlâkî değerleri ve iktisadî gayeleri vardır. Kur'ân-ı Kerîm zekâtın hedeflerini
“tathîr” (temizleme) ve “tezkiye” (arıtma) kelimeleriyle özetler:
"Onların mallarından sadaka (zekât) al. Onunla kendilerini temizlemiş
ve tezkiye etmiş olursun" (et-Tevbe 9/103). Bu iki kelime zenginin ruh ve
nefsinin, mal ve servetinin hem maddî hem de mânevî yönden temizlenme
ve arınmasını içine almaktadır. Bunları şöyle açıklamak mümkündür: Zekât
veren, başta cimrilik olmak üzere birçok kötü huy ve alışkanlıktan arınır.
Cimrilik fert ve toplum için kötü bir hastalıktır. Bu hastalık kişiyi mal uğruna
kan dökmeye, vatana ihanete, devlet malını yemeye kadar götürür. İşte
zekât –verildiği oranda– ödeyenin duygularını mala tutkunluk zilletinden
temizler, paraya kulluk bağından kurtarır.
İslâm dini insanın sadece Allah'a kul olmasını, Allah'tan başka her şeyin
esaretinden kurtulmasını, yaratılmışların efendisi olma özelliğini korumasını
arzu etmektedir. Bunun bir yolu da zenginin her sene malının zekâtını vererek
hem Allah'ın emrine boyun eğmesi hem de dünya malının kendisine
geçici bir süre için tevdi edilmiş bir emanet olduğunun bilincine varmasıdır.
Bencillikten kurtulan, paraya ve mala düşkünlükten temizlenen, darda
kalmışların yardımına koşmayı huy edinen kimseler Allah'ın ve elçisinin
ahlâkı ile ahlâklanırlar.
Zekât, Allah'ın verdiği nimetlere şükürdür. Namaz, oruç gibi bedenî ibadetler,
Allah'ın ihsan ettiği vücut sıhhat ve selâmetinin şükrüdür. Başta zekât
olmak üzere yapılan gönüllü malî ödemeler de mal nimetinin şükrüdür. Bu
duygularla zekâtını veren mümin her nimetin, meselâ sağlığın, ilmin, sanatın
şükürlerinin o nimetlerle ödeneceğinin şuuruna varır.
Zekât, zenginin sadece kötü huy ve duygularını gidermekle kalmaz,
onun malını da başkalarının haklarından temizler. Zenginin malında fakirin
ve ihtiyaç sahibinin hakkı bulunduğundan bu hak ayrılıp verilmedikçe mal
temizlenmiş sayılmaz.
Sosyal dayanışma sisteminin temelini oluşturan zekâtın, bir ibadet anlayışıyla
ele alınması ve fakir, kimsesiz, muhtaç, yetim, yolda kalmış ve borçlu
gibi yardıma muhtaç bütün sınıfları kapsayacak kadar geniş olması, İslâm
dininin toplumsal bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya büyük bir önem
atfettiğini gösterir. Günümüzde insanların devletten vergi kaçırmak için ince
muhasebe hesapları yaptırdıkları düşünülürse, modern vergilendirme prensiplerinin
hemen hepsini bünyesinde taşıyan zekâtın bu yaklaşımla ele alınmasının
sağladığı yararlar daha iyi anlaşılır. Zekât, sosyal güvenliğin finansmanında,
herhangi bir zarar ve felâkete uğrayan insanlara yardım elinin uzatılmasında
mükemmel bir araçtır.
Zekât teriminin taşıdığı artma ve üreme (nemâ) dikkat çekicidir. Yoksul
zümrelerin eline geçen para her şeyden önce insan onurunu geliştirir, iş
gücü kalitesini artırır, bunun yanında artan satın alma gücü sayesinde yükselen
umumi, talep hacmi ekonomik hayata dinamizm getirir.
İslâm ekonomisinin ekseni olan zekâtın en dikkate değer özelliği İslâm'ın
şartlarından sayılıp tek tek fertlerin vicdanlarına mal edilmiş olmasıdır. Asrımızda
devletlerin yükledikleri vergilerden her ülkedeki vatandaşların kaçmaya çabaladıkları
ve bu uğurda çeşitli muhasebe oyunları geliştirdikleri göz önünde bulundurulursa
zekâtın bu yönü daha iyi anlaşılır.
Zekât, servet biriktirip onu âtıl hale getirmenin amansız düşmanıdır. Biriken
servet zekâtın tarhedildiği birinci kalem matrahtır. Aşağıdaki âyetleri
düşünerek okuyan müslümanların, imkân sahibi olduklarında zekât vermemeleri
mümkün değildir.
"Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar için
acıklı bir azabı müjdele. O gün (bu altın ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılıp
bunlarla onların alınları, böğürleri, sırtları dağlanacak ve (o esnada) işte nefisleriniz
için toplayıp, sakladıklarınız; artık saklayıp istifçilik ettiğiniz bu nesnelerin
acısını haydi tadın! (denilecek)" (et-Tevbe 9/34-35).
Zekât sermayeyi yatırıma zorlar. Çünkü elde âtıl tutulup yatırıma yönlendirilmeyen
sermaye, yıldan yıla zekât ödemeleri sebebiyle erimeye yüz
tutar.
Zekât sayesinde zenginle fakir arasında güven, saygı ve sevgi oluşur.
Zengin zekâtını verirken fakiri incitmemek için âzami titizliği gösterir. Çünkü
Kur'an bu şekilde muamele edenleri övmüş, iyilik yapıp da bunu insanların
başına kakmanın yapılan iyiliğin, değerlerini düşürdüğünü haber vermiştir.
söylemek, sözünü tutmak" anlamına gelen sıdk kökünden alınmış olan ve
Kur'an ve Sünnet'te zekât anlamında da kullanılmış olan sadaka kelimesi,
daha sonraki devirlerde gönüllü malî ödemeler için kullanılmaya başlanmıştır.
Fıkıh terminolojisinde ise zekât, Allah'ın, belirli yerlere sarfedilmek üzere
dince zengin sayılan kişilerin mallarından belli bir payın alınması işlemini
ifade eder.
Kur'ân-ı Kerîm'de zekât kelimesi iki yerde (el-Kehf 18/81; Meryem
19/13) sözlük anlamında; sekizi Mekke döneminde nâzil olan sûrelerde
olmak üzere otuz âyette ise terimsel anlamda kullanılmıştır. Bu âyetlerin
yirmi yedisinde namazla birlikte zikredilmiştir. Bundan anlaşıldığına göre,
İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren müslümanlar zekât fikrine alıştırılmış,
daha sonra da, zengin olanların bu imkânını belli oranda fakirlerin ve toplumun
ihtiyacı için harcaması gerektiği, bunun namaz ibadeti kadar önemli
olduğu hususu vurgulanmıştır.
Zekâtın Medine döneminde farz kılındığı bilinmekle birlikte bunun hangi
yılda gerçekleştiği tartışmalıdır. Bir tesbite göre zekât hicretin 2. yılında ramazan
orucundan önce, diğer bir tesbite göre ise aynı yıl ramazan orucundan
sonra farz kılınmıştır. Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber'in
zekât farz olmadan önce fıtır sadakasını vermeyi emrettiği, zekât farz
kılındıktan sonra ise fıtır sadakası konusuna değinmediği, ancak müslümanların
her ramazan ayında bayram namazından önce fıtır sadakası vermeye
devam ettikleri belirtilmektedir (Buhârî, “Zekât”, 76). Bu hadis, fıtır sadakasının
zekâtın farz olmasından önce emredildiğini gösterdiğine göre ve orucun
farz kılındığını bildiren âyet hicretin 2. yılında indiğine göre, zekâtın
ramazan orucundan sonra farz olması gerekmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber'in sünnetinde zekât daima namazla
birlikte zikredilmiştir. Bu husus namazla zekât arasındaki kuvvetli bağlılığa,
kişinin Müslümanlığının ancak bu ikisini eda etmekle olgunluk derecesine
ereceğine bir delildir. Namaz bedenî, zekât ise malî bir ibadettir. İkisine hâkim
olan ruh Allah'a yaklaşmak ve onun rızâsını kazanmaktır.
Kur'an zekât vermeyi, müminlerin, muhsinlerin, iyi ve müttaki kulların
vasıflarından saymıştır. O halde müminler, muhsinler, müttakiler zümresinde
yerini almak isteyen bir zengin, zekâtını verecek namazını da kılacaktır.
Zira Cenâb-ı Allah kurtuluşa erecek müminlerin bir özelliğinin de zekâtlarını
vermeleri veya zengin olup da zekât verebilmek için çalışmaları olduğunu
haber vermektedir (el-Mü’minûn 23/1-4). Yine bir hadiste, her insanın
sadaka vermesi bir ödev olarak telakki edilmiş ve bu uğurda çalışması teşvik
edilmiştir (Buhârî, “Zekât”, 30).
Kur'ân-ı Kerîm'de zekâtın mâna ve öneminden bahseden birçok âyet vardır:
"Hidâyet ve müjde namaz kılan, zekât veren müminler içindir" (Lokmân
31/3-4).
"Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Asıl
iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan,
yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve kölelere sevdiği
maldan harcayan, namaz kılan ve zekât verenler... dir" (el-Bakara 2/177).
Kur'ân-ı Kerîm müşrikleri kötülerken onların vasıflarından birinin zekât
vermemek olduğunu zikreder:
"Yazıklar olsun o müşriklere ki, onlar zekât vermezler ve âhireti de inkâr
ederler" (Fussilet 41/6-7). Burada hem onların toplumdaki ihtiyaç sahibi
kimseler için harcama yapmadığı, bencil davrandığı ifade edilmiş hem de
zekâtın ve âhirete imanın müminlerin iki temel özelliği olduğu vurgulanmıştır.
Zekât vermeyen bir zengin Allah'ın geniş rahmetine, Allah ve Resulü'nün
dostluğuna da hak kazanamaz. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Ben onu, sakınan, zekât veren ve âyetlerime
iman edenlere has olmak üzere tesbit edeceğim" (el-A‘râf 7/156).
"Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun elçisi ve boyun bükerek namazı kılan,
zekâtı veren müminlerdir" (el-Mâide 5/55).
Bütün bu âyetler zekâtın ne büyük önem taşıdığının açık delilleridir.
Zekât, fıkıh dilinde sadece "farz" diye bilinen hükümlerden biri olmayıp,
aynı zamanda İslâm binasının üzerine inşa edildiği beş büyük sütundan
biridir; İslâmiyet'i karakterize eden kurumlardandır. İslâm'ın beş şartından
biri olan namaz bedenî ibadetleri, zekât ise malî ibadetleri simgeler. Zekât
her şeyden önce bir ibadettir. Müslüman bu ibadeti Allah'ın emrine uyarak,
O'nun rızâsına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle
yerine getirmelidir. Çünkü, ancak bu şekilde eda edilen zekât Allah katında
kabul görebilir.
Zekâtını öncelikle zamanı ve mekânı yaratan yüce Allah'ın emri olduğu
için ödeyen, bu ve diğer ibadetleri O'na yakın olmak, O'na şükretmek amacıyla
yerine getiren müslüman, âhiret hayatının nimetlerine ve cennette
Allah'a yakın olmaya ehil olur.
Zekâtın bu ibadet mânası yanında bir de yüce insanî hedefleri, üstün
ahlâkî değerleri ve iktisadî gayeleri vardır. Kur'ân-ı Kerîm zekâtın hedeflerini
“tathîr” (temizleme) ve “tezkiye” (arıtma) kelimeleriyle özetler:
"Onların mallarından sadaka (zekât) al. Onunla kendilerini temizlemiş
ve tezkiye etmiş olursun" (et-Tevbe 9/103). Bu iki kelime zenginin ruh ve
nefsinin, mal ve servetinin hem maddî hem de mânevî yönden temizlenme
ve arınmasını içine almaktadır. Bunları şöyle açıklamak mümkündür: Zekât
veren, başta cimrilik olmak üzere birçok kötü huy ve alışkanlıktan arınır.
Cimrilik fert ve toplum için kötü bir hastalıktır. Bu hastalık kişiyi mal uğruna
kan dökmeye, vatana ihanete, devlet malını yemeye kadar götürür. İşte
zekât –verildiği oranda– ödeyenin duygularını mala tutkunluk zilletinden
temizler, paraya kulluk bağından kurtarır.
İslâm dini insanın sadece Allah'a kul olmasını, Allah'tan başka her şeyin
esaretinden kurtulmasını, yaratılmışların efendisi olma özelliğini korumasını
arzu etmektedir. Bunun bir yolu da zenginin her sene malının zekâtını vererek
hem Allah'ın emrine boyun eğmesi hem de dünya malının kendisine
geçici bir süre için tevdi edilmiş bir emanet olduğunun bilincine varmasıdır.
Bencillikten kurtulan, paraya ve mala düşkünlükten temizlenen, darda
kalmışların yardımına koşmayı huy edinen kimseler Allah'ın ve elçisinin
ahlâkı ile ahlâklanırlar.
Zekât, Allah'ın verdiği nimetlere şükürdür. Namaz, oruç gibi bedenî ibadetler,
Allah'ın ihsan ettiği vücut sıhhat ve selâmetinin şükrüdür. Başta zekât
olmak üzere yapılan gönüllü malî ödemeler de mal nimetinin şükrüdür. Bu
duygularla zekâtını veren mümin her nimetin, meselâ sağlığın, ilmin, sanatın
şükürlerinin o nimetlerle ödeneceğinin şuuruna varır.
Zekât, zenginin sadece kötü huy ve duygularını gidermekle kalmaz,
onun malını da başkalarının haklarından temizler. Zenginin malında fakirin
ve ihtiyaç sahibinin hakkı bulunduğundan bu hak ayrılıp verilmedikçe mal
temizlenmiş sayılmaz.
Sosyal dayanışma sisteminin temelini oluşturan zekâtın, bir ibadet anlayışıyla
ele alınması ve fakir, kimsesiz, muhtaç, yetim, yolda kalmış ve borçlu
gibi yardıma muhtaç bütün sınıfları kapsayacak kadar geniş olması, İslâm
dininin toplumsal bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya büyük bir önem
atfettiğini gösterir. Günümüzde insanların devletten vergi kaçırmak için ince
muhasebe hesapları yaptırdıkları düşünülürse, modern vergilendirme prensiplerinin
hemen hepsini bünyesinde taşıyan zekâtın bu yaklaşımla ele alınmasının
sağladığı yararlar daha iyi anlaşılır. Zekât, sosyal güvenliğin finansmanında,
herhangi bir zarar ve felâkete uğrayan insanlara yardım elinin uzatılmasında
mükemmel bir araçtır.
Zekât teriminin taşıdığı artma ve üreme (nemâ) dikkat çekicidir. Yoksul
zümrelerin eline geçen para her şeyden önce insan onurunu geliştirir, iş
gücü kalitesini artırır, bunun yanında artan satın alma gücü sayesinde yükselen
umumi, talep hacmi ekonomik hayata dinamizm getirir.
İslâm ekonomisinin ekseni olan zekâtın en dikkate değer özelliği İslâm'ın
şartlarından sayılıp tek tek fertlerin vicdanlarına mal edilmiş olmasıdır. Asrımızda
devletlerin yükledikleri vergilerden her ülkedeki vatandaşların kaçmaya çabaladıkları
ve bu uğurda çeşitli muhasebe oyunları geliştirdikleri göz önünde bulundurulursa
zekâtın bu yönü daha iyi anlaşılır.
Zekât, servet biriktirip onu âtıl hale getirmenin amansız düşmanıdır. Biriken
servet zekâtın tarhedildiği birinci kalem matrahtır. Aşağıdaki âyetleri
düşünerek okuyan müslümanların, imkân sahibi olduklarında zekât vermemeleri
mümkün değildir.
"Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar için
acıklı bir azabı müjdele. O gün (bu altın ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılıp
bunlarla onların alınları, böğürleri, sırtları dağlanacak ve (o esnada) işte nefisleriniz
için toplayıp, sakladıklarınız; artık saklayıp istifçilik ettiğiniz bu nesnelerin
acısını haydi tadın! (denilecek)" (et-Tevbe 9/34-35).
Zekât sermayeyi yatırıma zorlar. Çünkü elde âtıl tutulup yatırıma yönlendirilmeyen
sermaye, yıldan yıla zekât ödemeleri sebebiyle erimeye yüz
tutar.
Zekât sayesinde zenginle fakir arasında güven, saygı ve sevgi oluşur.
Zengin zekâtını verirken fakiri incitmemek için âzami titizliği gösterir. Çünkü
Kur'an bu şekilde muamele edenleri övmüş, iyilik yapıp da bunu insanların
başına kakmanın yapılan iyiliğin, değerlerini düşürdüğünü haber vermiştir.