Zühd, Züht Nedir, Tasavvufta Zühdün Mahiyeti

muhsin iyi

Deneyimli Üye
Kademeli
Zühd, Züht Nedir, Tasavvufta Zühdün Mahiyeti
‘Zühd, Arapça rağbetsiz olmak, yüz çevirmek demektir. ‘[1]Kuran-ı Kerim’de sadece Yusuf suresinin 20. ayetinde geçer: ‘Onlar Yusuf’a rağbetsiz idiler. Onu az bir fiyatla, birkaç dirheme sattılar.’ Yani Hz. Yusuf’u (a.s.) elde tutmak istemiyorlardı. Onu hemen biraz para karşılığında köle olarak elden çıkarmak istediler. Zühd de Hz. Yusuf (a.s) gibidir. Onu az çok elde edenler, peygamberlere yaraşan bir imana ve ahlaka sahip olabilirler. Ama insanların büyük çoğunluğu zühdün kıymetini bilmezler. Onu hemen dünyalık biraz paraya satarlar. Zühd yerine dünyaya bağlı kalmayı isterler.

İslam tarihinde hicri üçüncü asırda başlayan tasavvuf, başlangıçta bir zühd hareketi idi. Sahabeler, tabiinler, tebe-i tabiinler içerisinde pek çok kişi ehl-i tasavvuf gibi dünyadan, dünya nimetlerinden yüz çevirmişler, ibadetlere, Allah’ın rızasına yönelmişlerdi. [2]Özellikle peygamberimiz (s.a.s) döneminde mescidin bitişiğindeki çardaklarda kalan Ashab-ı suffeyi tasavvuf hareketinin başında görebiliriz. Bunlar gecesi gündüzü ibadetlerle geçen, maişet hususunda çalışmayıp Allah’a tevekkül eden kimselerdi.

Zühd konusu iyi kavrandığı taktirde bundan doğan tasavvuf ve tarikatlar kavram ve olgusu da doğru anlaşılacaktır.

Dinin ruhu ahrettir. Bütün peygamberler, insanları ahrette ebedi yaşamı cennette geçirmek için hak dinlere davet etmişlerdir. İnsanların hak dinlere girmemesinde en büyük etken, dünya hayatından hiçbir fedakârlıkta bulunmamayı, haram helal demeden dünya hayatından yararlanmayı istemeleridir. Dünya hayatına razı olmaları, onu yeterli görmeleridir. Oysa hak dinler, bunda bir sınırlama getirmiştir. Haram ve helal sınırları ile dünyanın bir imtihan yurdu olduğunu belirtmişlerdir. Kişi helal ve haram sınırlarına dikkat ettiği anda Müslüman ve mümin unvanlarına hak kazanmaktadır. Helal ve haram sınırları dünyanın sunduğu zevkleri ortadan kaldırmamakta, bunu insan onuruna uygun olarak düzenlemektedirler. Aslında haram olan şeyler, helallere göre hem çok azdır hem de helal olan şeylerden bunları karşılayan nice nimetler vardır.

Yüce Allah (c.c.), insanları dünya hayatına, dünyanın zevklerine, nimetlerine değil de ahrete talip olmaya pek çok ayetle teşvik etmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
‘Ey inananlar! Eş ve çocuklarınızdan bir kısmı size düşmandır. Onlardan sakının… (Tegabün suresi, 14)’
‘Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir, imtihan konusudur (Enfal suresi, 28).’
‘Dünya hayatı gurur (aldanma) metaından başka bir şey değildir (Al-i İmran suresi, 181).’
‘Dünyanın metaı azdır. Ahret ise Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır (Nisa suresi, 77).’
‘Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir (En’am suresi, 32).’
‘Ahret dururken dünya hayatına mı razı oldunuz? Dünya hayatının geçimi ahrete nispetle çok azdır (Tevbe suresi 38).’

Bütün yaşamı Kuran-ı Kerim’i hayatına uygulamak olarak niteleyebileceğimiz peygamberimizin (s.a.s) dünya karşısında ahretin seçilmesi, dünyaya değer verilmemesi hususunda pek çok hadis-i şerifi vardır. Bunlardan bir kaçı şunlardır:
‘Dünya sevgisi, her kötülüğün başıdır.’[3]
‘Kimin himmet ve kaygısı dünya olursa Allah o kişinin işlerini dağıtır. Fakirliği gözünün önüne koyar. Kimseye nasibinden fazla dünyalık gelmez. Niyet ve himmeti ahret olanın işlerini Allah toparlar. Gönlüne zenginlik verir. O arkasını dönse de dünya ona gelir.’[4]
‘Dünya sevgisi helake götürür.’[5]
‘Ey Bilal, bu cihandan giderken zengin değil, fakir olarak gitmeye bak!’[6]
‘Allah’ın seni sevmesini istiyorsan dünyada zahid ol.’ [7]

Tasavvuf ve tarikat yoluna tövbe kapısında girilir. Bu, büyük dış kapıdır. Tövbe günahlardan uzaklaşmaktır. Bu, manevi bir makamdır. Ondan sonra zühd gelir. Kişi tövbe ettikten sonra manevi halleri ve makamları yaşamak ve aşmak için kendisine helal olan şeylerde de bir kısıtlama yaparsa, daha doğrusu bunlara karşı da bir isteksizlik içerisinde bulunursa, vaktini dünya ile ilgili şeyleri talep etmeye ayıracağına ibadetlere ve Allah’ın rızasına verirse böylece zühd sahibi olur. Yoksa fakir kişinin hali zühd değildir. Kişi dünyadan elini çekmişse buna zühd denir. Elde edemiyorsa ona fakir kişi olarak bakmak lazımdır. Çünkü fakir kişinin kalbi dünyayı arzuluyor olabilir. Zühd hali, istek ve irade ile meydana gelmektedir. Fakirlik ise mecburiyetten kaynaklanmaktadır. Fakir insanların genellikle olduğu gibi gönülleri dünya ile dolu olabilir. [8]

Elbette fakir bir kişinin zühd halini elde etmesi, zühd yolunda manevi derecelere ulaşması varlıklı bir kişiye göre çok daha kolaydır. Zira fakir insanların bunda kaybedecekleri bir şeyleri yoktur. Zengin kişilerin ise en az varlıklarını gönüllerinden çıkarmaları gerekir ki bu da kolay bir şey değildir. Çünkü sermaye, mal mülk insanın kalbini çok meşgul eder. Kalbe milyonlarca damarla bağlı bulunurlar. Dinin özü ise kalpte yer alır. Böyle birisinin zühd sahibi olması şurada dursun ihlâsla ibadetlere ve Allah’a yönelmesi bile kolay kolay gerçekleşemez. Dikkat edilirse tarih boyunca tasavvuf yoluna girenler genellikle sermaye, mal mülk sahipleri değil de kaybedeceği bir şeyleri olmayan fakir kişiler olmuştur.

Zühd, tasavvufun temel kavramlarından birisidir. O yüzden usul-i aşere içerisinde yer alır. Bir insan tasavvuf ve tarikat yoluna girdiğinde nefsini usul-i aşeredeki kavramlarla terbiye ederek manevi makamları kat eder. Nefis bunlarla zinetlenmediği zaman tezkiye olmuş kabul edilemez. Usul-i aşeredeki hususlar ise şunlardır: Tövbe, zühd, uzlet (Allah’la baş başa kalmak), kanaat (Eldekiyle yetinmek, şükür), tevekkül (Elinden geldiğini yaptıktan sonra işleri ve sonuçları Allah’a bırakmak, kaygılanmamak), daimi zikir hali, Hakk’a teveccüh (Her hususta Allah’a yönelmek), sabır, murakabe (Daima Allah’ın kendisinin yanında olduğunu, kendisini gözetlediği varsaymak), rıza (Allah’tan razı olmak).

Zühd, tasavvuf ve tarikat yolunda tövbeden sonra gelir, adeta iç kapıdır. Zühd hali meydana gelmeden kişinin Allah’la başbaşa kalması mümkün değildir. Böyle birisinin uzlette kalbi hep dünyalık şeylerle meşgul olur. Yine zühd hali gerçekleşmeden eldekine kanaat ve şükür de meydana gelmez. Zira zühde sahip olamayan kişi, dünyaya rağbet eder, tutkuyla ona yapışır. Bunları artırma dertleri ile kanaat ve şükür aklının ucuna bile gelmez veya bu konuda istenilen düzeye ulaşamaz. Zühd kişide hal ve makam seviyesine gelmeden kişinin Allah’a tevekkül etmesi de mümkün değildir. Zira kalpteki dünyalık şeyler, nefsin ve şeytanların vesveseleri sonucu kaybedilebileceği yönündeki kaygılarla kişinin Allah’a gereği şekilde tevekkül etmesine mani olur. Zühdün sağlayacağı huzur ve sükûn halleri gerçekleşmeden kişinin istenilen düzeyde daimi zikre kavuşması ve Hakk’a teveccühte bulunması da imkânsızdır. Bütün bunlar da nefsin Allah’ın kaza ve kaderine rıza göstermesini engeller. Nefis Allah’tan razı olmayınca Allah da kuldan razı olmaz. Dolayısıyla Allah’ın rızasını elde etme yolu olan tasavvuf ve tarikattan beklenen netice gerçekleşmez. Bütün emekler boşa gitmiş olur.

Dikkat edilirse, nefsin en çok zorlandığı husus, zühddür. Tövbe için Allah’ın tehditleri vardır. Kişi korku ile günahlarına tövbe edebilir. Ama zühd kişinin iradesine ve isteğine kalmış bir şeydir. Yaparsa tasavvuf ve tarikat yolunda büyük faydasını görür. Ama kişi, tasavvufta istenilen derecedeki zühd haline ermeden de İslam’ın emir ve yasaklarına dikkat etmek şartıyla kendisini kurtarabilir. Allah’ın rahmetine erebilir.

Haramlardan, şüpheli şeylerden zaten yüz çevirmek gerekir. Bu bir Müslüman’da ve müminde aranan temel bir vasıftır. Zühd değildir. Zühd Allah’ın Müslüman ve müminlere ancak helal ve mubah ettiği şeylere karşı söz konusudur. [9]Elbette bunun da bir ölçüsü vardır. Yüce Allah (c.c.), Kuran-ı Kerim’de bu konuda çeşitli ayetlerle bizlere yol göstermiştir. Bir ölçü vermiştir. Sınır çizmiştir: ‘Sonra bunların peşinden art arda peygamberlerimizi gönderdik. Onların arkasından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. Ona İncil’i verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. Kendiliklerinden icat ettikleri ruhbanlığa gelince, biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir (Hadid suresi, 27).’

Hıristiyanların Allah’ın rızasını kazanmak için icat ettikleri ruhbanlığın en temel özellikleri ömür boyu evlenmemek, manastırlara çekilmektir. Oysa yüce Allah (c.c.), insanı hem sosyal bir varlık olarak yaratmış hem de cinsel içgüdü ile donatarak evlenmesine zorlamıştır. Evlenmemek zina gibi büyük bir günaha kapı açabilir. Ayrıca kişinin kafasını sürekli cinselliğe takacağı için manevi ilerlemesine de büyük engel teşkil edebilir. Bu durum pek az insan için ancak bir istisna oluşturur. Elbette bunlar da cinsel enerjileri ya yeterli düzeyde olamayan veya cinsel enerjilerini başka sahalara yüceltebilen, örneğin bununla çeşitli ruhsal, zihinsel melekelerin işlemesine imkân oluşturabilen çok idealist kişilerdir. Yoksa insanların büyük çoğunluğu cinsel enerjilerini (şehvetlerini) evlilik yolu ile meşru zeminde tatmin edemedikleri zaman çeşitli sapıklıklara veya zinaya düşebilirler. Dolayısıyla bu yolla zühde girmek doğru değildir. Yukarıdaki ayette de zaten bu durum dolaylı bir şekilde yasaklanmaktadır. Nitekim ömür boyu evlenmemek, cinsel aletlerini kesmek… gibi yollarla kendilerini ibadetlere vermek isteyen sahabelere (Allah onlardan razı olsun) peygamberimiz (s.a.s) izin vermemiştir. Kendi sünnetlerinde evlilik bulunduğunu özellikle belirtmişlerdir. Zühd sahibi kişi, örnek olarak peygamberimizin yaşantısını (sünnetini) temel olarak almadığı zaman ilgili ayetin muhatabı durumuna düşebilir. Bu işin bir uç noktasıdır.

Zühdde dikkat edilmesi gereken diğer uç nokta ise, helal olan şeyleri nefse ömür boyu haram kılmamaktır. Bu konuda yüce Allah (c.c.), şöyle buyurmaktadır: ‘Ey peygamber, eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek Allah’ın sana helal kıldıklarını niçin haram kılıyorsun? Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir (Tahrim suresi, 1).’ Bu ayet, peygamberimizin (s.a.s) içtiği bal şerbetinden güya kötü bir koku geldiğini iddia eden eşlerinin hatırı için bir daha bal şerbeti içmemeye yemin etmesi, onu nefsine haram kılması üzerine inmiştir. Ayeti genel olarak zühd kavramı içerisinde mütalaa ettiğimizde helal şeylerin haram olarak kabul edilmesinin yasaklandığını göstermektedir. Tasavvufta kişi nefsanî terbiyede, oruç, riyazet, çile (halvet) gibi durumlarda belli bir zaman için bazı nimetlerden kendisini kısıtlayabilir ama bunları her zaman, ömür boyu nefsine haram kılması doğru değildir.

İnsanın dünya hayatına karşı ilgisi ile zühd arasında ince bir çizgi vardır. Bir yanda dünya yaşamını sürdürme endişesi, öbür yanda zühdden uzak olma tedirginliği bulunmaktadır. [10]Bu iki çizgi üzerinde Allah’ın rızasını bulmak, her Müslüman’ın yaşamsal bir ödevi ve sorumluğudur. Bu konu her Müslüman’ı düşündürmeli ve dünyaya karşı bir tavır almasını gerekli kılmalıdır. Kişinin dünya görüşünün, hayat felsefesinin temeli bu noktada kendisini somut olarak göstermektedir. Elbette insanların fıtratları farklı farklı olduğu gibi İslam dinindeki takva ölçüleri de birbirinden büyük ayrılıklar göstermektedir. Dolayısıyla herkesin zühdü birbirine benzememektedir.
Zühd, tasavvufi bir kavramdır. Dolayısıyla zühdî bir hayat herkese farz değildir. Bir Müslüman’ın zühd kadar önem vermesi gereken diğer husus da dünyanın imarıdır. Bunun için dünyaya çalışmak gerekir. Tasavvufta ise insanın nefsanî isteklerinden ve dünyadan uzaklaşması amaçlanır.

Müslüman’ın dünyaya değer vermemesi ile dünya hayatını imar etmesi gerçekliği görünüşte birbiriyle çatışmaktadır. Peygamberimizin (s.a.s) şu hadis-i şerifi bu konuya büyük bir aydınlık getirmekte ve çelişkiyi ortadan kaldırmaktadır:
‘Yarın ölecekmiş gibi ahret için hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışınız.’[11]

Yazımızın bu noktasında zühd konusunda iki farklı yaklaşımı konu alacağız ve aralarındaki çelişkiye dikkat çekip bir uzlaşmaya gideceğiz. Bunlardan birincisi şudur:
‘’Şibli’ye (k.s) zühdden sorulur. O da şu cevabı verir: Aslında zühd diye bir şey yoktur. Zira insan ya kendisine ait olmayan bir şeye rağbet etmez. Bu ise zühd değildir. Ya da kendisine ait olan bir şeye rağbet etmez. O zaman da insanın yanında ve beraberinde bulunan bir şeye rağbet etmemesi nasıl mümkün olur? Rağbet etmeseydi o şey elinde bulunmazdı. İnfak ederdi.’’[12]

Şibli’nin paradoksal görülen zühd açıklamasına dikkatimizi verdiğimizde konu iki bölüme ayrılmıştır. İlkinde elde olunmayan şeye karşı zühd gösterilemeyeceği belirtilmektedir. Oysa biz şu ana kadar olan açıklamalarımızda zühdün genellikle elde olunmayan şeylere, dünyalıklara karşı olan bir ‘isteksizlik’ durumu olduğunu ifade ettik. Şibli ise burada insanın elde edemediği şeylere karşı rağbet etmesini mümkün görmemektedir. Bu görüş, bütün tasavvuf literatüründe kabul gören zühd kavramına karşı durmaktadır. Hepimiz biliyoruz ki, insan tabiatı elde edemediği şeylere karşı rağbet duygusu yanında büyük bir hırs ve şehvet de gösterebilir. Bunu elbette mubah ve helallere karşı düşünüyoruz. Şibli (k.s) bu karşı çıkışıyla acaba ne anlatmak istemiştir? Zira bu sözüyle tasavvufun temel kavramlarından zühdü adeta inkâr etmektedir. Konuya onun psikolojisi icabı bakarsak, zannedersem, büyük bir aydınlık yaşanacaktır. Şibli (k.s), bir Allah dostudur. Allah’ta fani olduğu için dünyaya rağbeti yoktur. Dünya ile ilgili her şeyi adeta boşamıştır. Kendi gözlüğü ile tüm insanların tabiatlarını değerlendirmek gibi bir hatada bulunmaktadır. İnsanların kendisi gibi elde edemediği şeylere, dünyalıklara rağbet hissinden yoksun olduklarını düşünmektedir. Bu durum Şibli’nin (k.s) bu sözü manevi bir sarhoşluk (sekr) eseri olarak söylediğini kanıtlamaktadır. Zira ancak bir manevi sarhoş, kendi durumunu tüm insanlar için teşmil edebilir.

Şibli’nin açıklamasının ikinci bölümü de calib-i dikkattir. Burada ise insanın kendisine ait olan bir şeye rağbet etmemesinin mümkün olmadığı, rağbet etmeseydi bunun infak edileceği belirtilmektedir. Bu konu insan-eşya münasebetine değindiği için açıklama ve yorum beklemektedir. İnsanın temel ihtiyaç maddelerini, nesnelerini infak edemeyeceği bir gerçektir. Çünkü kendisine gerekli olan temel şeyleri (günlük veya yıllık yiyecek miktarı, giysiler, ev, araba) infak etmesi doğru değildir. Bunları infak ederse bunlara muhtaç olur. Fakirlik ise manevi bir bunalım doğurabilir. Oysa tasavvuf yolu bu tür manevi bunalımları ortadan kaldırmak için vardır. Öyle ise Şibli’nin burada kastettiği şey, ihtiyaçtan öte olan şeylerdir. Bunların elde bulunması gönülde bunlara karşı bir rağbetin işaretine açıktır.

Gerçekten insan olarak sahip olduğumuz pek çok şeye ihtiyaç duymadığımız halde onları elimizde bulundurmamız bunlara bir bağlılıktır. Bir rağbettir. Yüce Allah (c.c.) konu ile ilgili şöyle buyurmaktadır: ‘‘Yine sana hangi şeyleri nafaka vereceklerini soruyorlar. De ki: ‘İhtiyacınızdan geri kalanı harcayın.’ Allah ayetlerini size böyle açıklıyor ki düşünesiniz (Bakara suresi, 219).’’

İhtiyaçtan arta kalan şeyler nelerdir? Bu nesneler ve eşyalar için söz konusu olabilir ama sermaye için büyük bir tehlike arz edebilir. Zira biliyoruz ki sermaye artmakla güçlenir. Dünyayı imar, sermayenin artması ve onun gerekli yerlerde kullanılması ile mümkün olmaktadır. İslam dininde sermaye her yıl zekâtla temizlendikten sonra ne kadar olsa da mubah ve helal kapsamındadır. Elbette yukarıdaki ayetin işaretiyle veya emriyle bu sermaye olduğu gibi veya kısmen yoksul insanlara infak edilebilir. Onun İslam dininin hizmetinde kullanılması ise büyük bir fazilettir, ibadettir. Bu her sahada söz konusu olabilir. Bunun yanında her yıl zekâtı verildikten sonra kişinin elinde bulunmasında da bir sakınca yoktur.

Tasavvuf yolunda bulunan kişilerin, böyle Şibli’nin dediği gibi, sermayeden uzak olmaları mı gerekmektedir? Zühd tasavvufun temel bir kavramı olduğuna göre, bu yola giren kişiler, elinde avucunda bulunan her ihtiyaçtan fazla şeyi infak etmek zorundalar mı? Evet, sözün özü şu ki, Şibli yukarıdaki sözleri ile bunu gerekli görmektedir. Nitekim çeşitli menkıbelerden biliyoruz ki, pek çok büyük sufi, bu yola girdiklerinde elinde avucunda bulunan şeyleri önce infak etmişlerdir. Bu durum tasavvuf yoluna giren her kişi için gerekli midir, zorunlu mudur? Zühd tasavvufun kilit bir kavramı olduğuna göre bu yola giren her kişinin yüce hal ve makamlara ulaşmak için, daha doğrusu Allah’ın rızasına ermede elinde avucunda bulunan her fazla şeyi ve sermayesini infak etmesi mi lazımdır?

Şibli’nin mantığını temel alırsak kendisine yetecek miktarın ötesinde para, mal mülk, sermaye sahibi olan her insanın bunları infak etmedikçe zühdü elde edemeyeceğini düşünürüz. Çünkü sahip olduğu şeyler onu dünyaya bağlamaktadır. Şibli’nin bu görüşü, madde ile insan arasındaki ilişkiyi çok materyalist bir tarzda tanımlamaktadır. Oysa bir Müslüman her şeyden önce idealisttir. Onun için öncelikle Şibli’nin (k.s) bu görüşüne katılmadığımı özellikle belirteyim.

Bu noktada Bahaeddin Nakşbend Hazretlerini (k.s) hatırlamamak mümkün değildir. O, zühd konusunda ikinci farklı yaklaşımı temsil etmektedir: ‘Bahaeddin Nakşbend Hazretleri (k.s) hacca gittiğinde Mina pazarında bir gencin 5000 dinarlık ticaret yaptığı halde kalbinin bir an bile Allah’tan gafil kalmadığını müşahede ederek ondan övgüyle bahsetmiştir.[13]

Gerçekten Nakşbendiyye tarikatında zühd kavramı bu çağa ve bugünün insanına daha uygun bir şekilde ele alınmaktadır. ‘El kârda, gönül yârda’ bu tarikatın adeta düsturudur. Yani bir insan ne kadar sermayeye, mala mülke sahip olsa da gönlü sevgilide oldukça bu ona zarar vermemektedir.

Şibli (k.s) konuya insanın sahip olduğu şeyleri infak etmedikçe zühde eremeyeceği görüşüyle bakarken Bahaeddin Nakşbendi Hazretleri (k.s) konuyu sahip olunan şeylerin zühde engel olamayacağı yargısıyla değerlendirmektedir. Elbette Şibli’nin (k.s) konuya bakışı çok materyalist iken Bahaeddin Nakşbendi Hazretlerinki (k.s) ise çok idealist olmuştur. Konuyu insan psikolojisi ve tabiatı açısında bir değerlendirelim:
Gerçekten maddenin bir çekim gücü vardır. Buna ağırlık denir. Bu dünyada yaşadığımıza göre bu kanuna tabiyiz. Hiç kimse öyle kolay kolay nefsinin eğilimlerinden kurtulamaz. Her birimiz dünyaya sahip olduğumuz şeyler nispetinde bağlı durumdayız. Gerçeklik budur. Bunlar bizlerin Allah’a yönelmemizde, O’na karşı aşk ve şevk duymasında engel teşkil etmektedir. Bu noktaya kadar Şibli haklıdır. Ama bazı insanlar bir tarikata girip seyr ü sülüğa başladıklarında dünyadan yüz çevirmeyi başarabilmekte, Allah’a karşı büyük bir aşk ve şevk duyabilmektedirler. Bunlar ne kadar sermayeye, mala mülke sahip olsalar da bu durum onları Allah’a karşı aşk ve şevklerinde geri kılmamaktadır. Çünkü burada maddenin değil ruhun kanunları geçerli olmaktadır. Bahaeddin Nakşbendi Hazretlerinin, yukarıda dile getirdiğimiz, hacda bir gençte müşahede ettiği durum da bundan ibarettir.

İnsan, nefsinin hesabıyla baktığında dünyaya karşı aşırı bağlıdır. Ama insan sadece nefisten oluşmamakta, onda yaratıcıdan gelen bir nefha olan ruh da bulunmaktadır. Ruh, Allah’a karşı büyük bir aşk ve şevk duyduğunda ise pek çok maddeye sahip olsa da buna değer vermemektedir. Pek çok insanın gözünü bile kırpmadan canlarını ve mallarını İslam yolunda vermeleri bunun tanığıdır, ispatıdır. Burada ruh nefse üstün gelmektedir. Öyleyse Şibli (k.s) zühdü ele alırken onu nefsanî boyutta, Bahaeddin Naşkbendi Hazretleri (k.s) ise ruhanî yönüyle değerlendirmişlerdir. Böylece aralarındaki çelişki de anlaşılmış olmaktadır. Şibli (k.s) zühd konusunda nefsanî bir bakışla materyalist bir düşünceyi dile getirirken Bahaeddin Naşkbendi Hazretleri (k.s) ise ruhi bir bakış açısı ile idealist bir yorumu ortaya koymuştur. Her ikisi de doğruyu söylemişler ama insana farklı boyutları ile bakmışlardır.

Şibli (k.s) nefsini tezkiye kılarak tasavvuf yolunda ilerlemişken Baheddin Nakşbendi Hazretleri (k.s) ruhu (kalbi) tasfiye ederek seyr ü sülüğunu tamamlamıştır. Sonuçta her ikisi de Allah dostluğunda buluşmalarına rağmen, tasavvuf yolundaki veya tarikatlarındaki yöntem farklılığı, maddeye, dünyaya bakış açılarını da etkilemiştir. Bu yüzden zühd konusunda görünüşte birbiriyle çelişen sözler söylemelerine neden olmuştur.

Sonuç
Zühd, dinin ileri derecedeki gayesini ve hedefini oluşturmaktadır. Tasavvufun giriş iç kapısı mesabesindedir. Tasavvufta zühd için ileri sürülen, elde bulunan varlığın ve sermayenin ihtiyaçtan fazlasının yoksullara infak edilmesi sadece bir görüştür. Bu nefse çok ağır gelen bir düşüncedir. Bunun yanında varlık ve sermayenin elde tutulması ama kalpten çıkarılması ise (‘El kârda, gönül yârda’) ayrı bir bakış açısıdır. Bu sonuncusu, insan tabiatına ve çağa daha kolay ve uygun görünmektedir.

Yüce Allah her birimize hidayet ve son nefeste iman nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi


[1]Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri, Deyimleri Sözlüğü, s.734.

[2] Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 77-78; Prof. Dr. H. Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s.82-85,179.

[3] Beyhaki, ez-Zühdü’l-Kebir, s. 134; Acluni, Keşfü’l-Hafa, 1344.

[4] İbni Mace, Zühd, 4105.

[5] İmam-ı Gazali, Kimya-yı Saadet, s. 663.

[6] İmam-ı Gazali, age, 663.

[7] İmam-ı Gazali, age, 676.

[8] İmam-ı Gazali,age, 664.

[9] Ebu Nasr Serraç Tusi, el-Lüma’, s. 45.

[10] Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 197.

[11] Camiu’s-Sagir, 2-12, 1201; Münavi, Feyzü’l-Kadir, 2-12; Kenzü’l-Ummal, 3-40, 5379

[12] Kelabazi, et-Ta’arruf, s.143.

[13] Necdet Tosun, Bahaeddin Nakşbend Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, s.336.


Kaynakça
1.Acluni İsmail bin Muhammed, Keşfü’l-Hafa, Beyrut, 1985, 2.C.
2.Beyhaki, ez-Zühdü’l-Kebir, Kuveyt, 1983.
3.Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü, Anka Yayınları, İstanbul 2004.
4.Prof. Dr. H.Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2000.
5.İbn-i Mace, Sünen, Beyrut 1975, 2.C.
6.İmam-ı Gazali, Kimya-yı Saadet, Bedir Yayınları, İstanbul 2003.
7.Kelabazi, et-Ta’arruf (Çev. Süleyman Uludağ), Dergah Yayınları, İstanbul 1979.
8.Mustafa Kara, Tasavvuf ve tarikatlar Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2003.
9.Ebu Nasr Serrac Tusi, el-Lüma’ (Çev. Prof. Dr. H. Kamil Yılmaz), Altınoluk Yayınları, İstanbul 1996.
10.Necdet Tosun, Bahaeddin Nakşbend Hayatı Görüşleri Tarikatı, İnsan Yayınları, İstanbul 2002.
11.Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1994.
 
Üst